Etiket arşivi: Namık Kemal

Bediüzzaman’ın İslamofobia Karşısındaki Tutumu ve Namık Kemal’in Renan Müdafaanamesi

Bediüzzaman’ın İslamafobya karşısındaki genel tutumu, batının İslam karşısındaki tutumu ile paralellik arzeder yerine göre.

 On altıncı yüzyıla kadar savaşlarla Osmanlıyı hedef almış olan batı dünyası onları savaş meydanlarında yenemeyeceğini anlayınca farklı stratejiler üzerinde durdu.

Hatta on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında tarihimizin en önemli batı ile savaş olayları cereyan etmesi ve imparatorluğun parçalanması ve Mondros’un ilan edilmesine rağmen batı dünyası yine İslam karşısında galip bir tavır kazanamadı.

Bir milletin coğrafi istiklalini kısmen akim bırakabilirsiniz ama onun dinini ve dininin evrensel ve insanî mesajını bitirmiş olamazsınız.

Dinden Gelen Gayret ve Osmanlı Türk Toplumu 

Batının genel anlamda Osmanlı ve İslam dünyasında büyük bir zihniyet ve İslam düşüncesini bitirme galibiyeti yoktur.

Orta Anadolu’da birkaç vilayete sıkıştırılan Osmanlı-Türk toplumu yine de dininden gelen büyük bir gayretle islamofobyanın uzantısı olan işgali aşmış ve vatanını ve devlet geleneğini devam ettirmiştir.

Batı felsefesinin nihilist ve ateist kısmı genel anlamda bütün dinlere karşı bir tutum sergiler. Bunların içinde batı felsefesinin ateist nihilist kanadından İslam dünyasına dönük bir saldırı ve islamafobya ortaya çıkmıştır.

Bizim bazı bahtsız fikir adamlarımız içlerindeki İslam düşmanı fikirlerini batı felsefesinden tedarik ettikleri silahlarla ortaya sürmüşlerdir. Hatta devleti kurarken batı felsefesine göre bir devlet dizayn etmeye çalışan devletin fikir babaları içlerinde gizli islamofobyayı sistemin içine yerleştirmişlerdir.

Bu devlet kurgusu kanunlara ve kültür uygulamalarına bakılırsa islamafobyanın nasıl sinsi bir şekilde temelin özel noktalarına yerleştirildiği görülür.

Küfür ve İnkâr, İslam Âlemine Dinen Galebe Edemedi

Islamofobia tags praying muslimsBu yüzden Bediüzzaman meclise sunduğu yazısında bu islamafobyayı eleştirir.

Batının İslam korkusu bizim ilk teşekkülümüzde dinde laubaliliğe dönüşmüştür.

Bediüzzaman dinde laubaliliğin batının İslam düşmanlığı idealine yardım ettiğini vurgular ve hem sistemi inşa edenleri hem de sistemi İslama çağırır.

“Âlem-i küfür bütün vesaitiyle medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerlikleriyle âlem-i İslama hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettikleri halde âlem-i İslama dinen galebe edemedi. Ve dâhili bütün firak-ı dalle-i İslamiye de birer kemiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslamiyet metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda lâubaliyane Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’akarane sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslam içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek İslamiyet’in desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz, Hem olmamış olmuş ise de çabuk ölüp sönmüş.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 99)

Avrupa habis medeniyetinden süzülen bid’akar cereyan sisteme monte edilen islamafobyadır. Bunu görmüş Bediüzzaman ve başarısız olacağını söylemiş, ama onu anlayacak bir kimse yoktu ne yazık ki onların içinde Frenk mantıklı bir sistem inşa etmede artık dönüşü olmayan yola girdiklerinden Bediüzzaman da sarığını alıp zahiren çekilmiştir. Ama sonuçta bir milletin tarihinde yüz yıllık bir süreç zayi edilmiştir.

Yüz Elli Yıl Devam Eden Mücadele

Batı düşüncesindeki nihilist ve ateist filozofların tutumu bizim kâselislere düstur olunca ortaya garabet teşekküller çıkmış ve devletin ancak ayakla kalmak için zulüm ve dayatmadan başka bir silahı kalmamıştır, ama bunun bir gün sora ereceğini düşünmemişler, yer yer gevşeyen zulmü ocak şubat nisan mart gibi kararlarla yamaları kuvvetlendirmişler ve hala bunun sona ereceğini bir türlü düşünmek istememişlerdir.

Bu millet ve içindeki birkaç büyük insan islamafobyanın çeşitli tezahürleri ile yüz elli yılı aşkındır mücadele etmekte ve başarıyı da büyük oranda yakalamıştır. Bediüzzaman ise bu islamafobyanın batı felsefesini yanına alarak yaraladığı İslam toplumunun itikad dünyasını inşa etmekle yeniden gözden geçirmekle islamafobyanın en büyük kalasını yıkmıştır.

“Küfrün bel kemiğini kırdım” sözü aslında islamafobyanın da bel kemiğidir.

Batının islamafobyasının çok yönlü çürük kalesinin taarruzlarına karşı en ideal savunmayı Bediüzzaman yapmıştır.

 Bir islamfobia örneği Renan Müdafaanamesi ve Namık Kemal’in Eleştirileri

Ernest Renan, İslamiyet ve Maarif diye bir konuşma yapmış ve İslamın ilme mani olduğunu iddia etmiştir. Namık Kemal bu eseri eleştirmiştir. Renan’ın bilgilerindeki yetersizlikler ve tezatlardan dolayı tenkid etmiştir. Bu eser Cemalettin Afgani ve başkaları tarafından da muaheze edilmiştir.

Namık Kemal’in eserinin üstünde yazarın eserini kısaca tanıtan bir paragraf vardır.

Fransa Akademisi azasından müteveffa Ernest Renan tarafından İslamiyet’in güya mani-i terakkiyat ve mani-i maarif olduğuna dair irad edilmiş olan bir hitabeye karşı berahin-ı katıayı cami reddiyedir ki şan-ı celil-i İslamiyeti delail-i münevvere-i şer’iyye ve mantıkiye ile bihakkın ila eder.” (Renan Müdafaanamesi, s. 6)

Eser 1910’da basılmış ve kısa süredetükenmiştir.

Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü eseri yeniden yayına hazırlar.

İlk basımını itinalı bulmayan Köprülü, bu yeni basımı mükemmel olarak niteler.

 Fuat Köprülü Kemal Bey’in eseri hakkındaki hassasiyetini nakleder.

 “Namık Kemal bu eseri mektuplarından birinde ifade ettiği gibi adeta bir ibadet hükmünde olarak hazırlamış, yanında lüzumu kadar kitabı bulunmadığı cihetle sadece eski malumatına dayanmış eserin metninde itiraf ettiği vech ile,

Renan’ı kendi sözleri, mütenakız ifadeleri ve Frenk kitaplarından aldığı malumat ile tenkid etmiştir. Kendisi bu eserini yazarken o kadar memnundur ki, ‘Onu gönlümün istediği gibi tepeliyorum’ demekte hiçbir mahzur görmüyor.” (Renan Müdafaanamesi, s. 6)

Bu eser islamfobia tarihinde önemli bir eserdir.

Renan’ın maksatlı ve derinliği olmayan bu çalışmasının Namık Kemal tarafından eleştirilmesi de önemli bir vakıadır. Eser Namık Kemal’i en iyi tanıtan bir vesikadır. Edebiyat tarihi bu esere gereken yeri vermemiş, bütünlüklü bir şahsiyet ortaya koymamıştır. Namık Kemal’in sadece edebi eserleri ile yansıtmak eksik bir yansıtmadır. Onun örnek ve hassas kişiliğini bir manasız bölünme ile ifade etmek, nesillere onu bir iki roman ile bir iki şiir ile dar bir çerçevede tanıtmaktır.

 Eser Renan’ın islamfobiasının muhitini belirlemesi ve Namık Kemal’in de hem filozofu hem de diğer islamfobia muhiti eleştirmesi önemlidir.

Namık Kemaldeki Büyük İlmi Vukuf

 Namık Kemal Avrupa’nın islamfobiasınının da psikolojik kaynaklarını gösterir. Eserde bir korkunun ötesinde bilgileri dejenere ederek yanlış bilgiler üzerine kurulmuş sözde bir bilimsel etüd görülmektedir.

Namık Kemal hutbeyi genel olarak değerlendirir, daha sonra ayrıntılı olarak bazı konuları karşılaştırmalı olarak eleştirir. Büyük bir ilmi vukuf gerektiren çalışma

Bediüzzaman’ın Namık Kemal için “k â m i l b i r z a t” demesini doğrular niteliktedir.

Hutbe kısa bir şey ise de mündericatı birkaç yüz cilt kitap ile cerh olunmağa müsaid

bulunduğu için mütalaamı yazmakla söylenilmiş şeyleri tekrar etmek tarz-ı

bibuhadepuyanesini iltizam etmiş olamayacağımdan eminim.

 İslamiyetin maarife mani değil bilakis mürebbii olduğunu isbat için yanımda lüzumu kadar kitap mevcut olmadığına teessüf ederim. Mamafih Sahib-i hutbe kendi davasının butlanına o kadar çok delil cemetmiştir ki şu cevabı yazabilmek için başka kitaplara müracaat mecburiyeti sakıt hükmüne girmiştir.” (A.g.e. s. 11)

Renan’ın şimşekleri üzerine çekmiş bir eseri Hayat-ı İsa isimli eseridir

 Bu kitap Hıristiyan dünyasında büyük infial ile karşılanmıştır.

Ernest Renan’ın en ziyade dağdağa nüma-yı iştihar olan eseri Tercüme-i Hal-i İsa unvanıyla yazdığı kitaptır.

Bunun tedkik ve cerhine dair yazılan kitaplar, risaleler bir yere toplansa ayrıca bir kütüphane teşekkül eder. Papazlar tarafından bu kitap hakkında vuku bulan tarizat-ı şedidenin netayicindan olarak kendisi memur olduğu Lisan-ı İbrani hocalığından infisal etmiştir.”(A.g.e. s. 13)

Namık Kemal Avrupa’da genel anlamda bir İslamı yanlış yorumlama, cehalet ve

islamafobi olduğunu belirtir. “Yalnız Ernest Renan değil Avrupa’da ulum-ı Şarkiye’ye intisab ile maruf olanların Diyanet-i İslamiye mebahisinde zihinlere hayret verecek kadar cahil olduklarını pek kolay isbat edebilirim.” (A.g.e. s. 13)

İslama Yapılan Yanlış Yorumlar

 Bediüzzaman ile Namık Kemal’inislamafobia karşısındaki tutumları birbirine benzer. Bediüzzaman İslamı büyük bir savunmapaktı ile savunmuştur, “Bin yıldır rahnelenen kalb-i umumi ve itikad-ı umumiyi” savunmuştur.

Namık Kemal de bu tedkiki ile bir yanlış yorumu eleştirmiştir.

Namık kemal diğer islamfobiacılarından biri olarak ünlü Hammer Tarih-i sahibini gösterir.

Türkçe’de oldukça güzel yazacak kadar meharet kesbetmiş olan Tarih-i Osmani sahibi Hammer bile Diyanet-i İslamiye mebhasine atf-ı makal edince Şark’a dair bir kitap okumayan ecnebiler kadar ve fakat onlardan daha garip bir vukufsuzluk gösterir.” (A.g.e. s. 14)

Bir islamfobia tavırlı batılı da D’Herbelot’tur.

 Namık Kemal onu da bir örneğinin muaheze ederek eleştirir.

Namık Kemal’in eseri bir islamfobia sahibi batılıları kısmen eleştiridir.

Avrupa’da İslamı araştıran mütefekkirlerin hareket noktasının iyi niyet olmadığını tesbit etmiştir.

 “Onların din-i İslam için icra ettikleri tahkikat da papazlar gibi ellerine geçen kitapta mahall-i tariz aramaktır.” (A.g.e. s. 17)

 Bu cümle islamafobianın teorisidir. Bir başka cümlesi de aynı yoldadır.

 “Şark’a müteallik mesail ile uğraşanların en çoğu Diyanet-i İslamiyeyi de bazı akvam-ı vahşiyenin mezahibi gibi eğlence kabilinden olarak tahkik ederler.” (A.g.e. s. 18)

Ayrıntılı olarak da şöyle der. “Şimdi bir Avrupalı mahiyet ve meziyetini anlamak senelerce tamik-i fikre muhtaç olan Diyanet-i Celile-i Muhammediyeyi hürriyet-i efkara hail ve terakki-i medeniyete mani bilerek piş-i nazara alır, bu fikrin netayicinden olarak tahkikatını zorla mutekadat-ı gayr-i makule taharrisine hasreder, tesadüf ettiği her meseleye haşa minetteşbih güya zulu halkının mezhebiyle uğraşır kadar sathi bir imale- i nigahı zihninde hasıl edeceği fikir için kafi görür de tevaggülünün mevkuf-ı aleyhi olan elsineye intisabı da daha kelimelerini doğru telaffuz edemeyecek derecede bulunur ise,yazacağı şeylerin hezeyandan başka birşey olabilmesi aklen kabil midir?” (A.g.e. s. 19)

Renan’ın eseri de bu teoriden hareket etmiştir. “Renan’ın İslamiyet mesailince o esbaba mağlub olan malumat-ı kâzibe ve tahkikat-ı nakısa erbabından olduğu piş-i nazardan ayrılmasın.” (A.g.e. s. 20)

Renan, Müslüman akvamı kabiliyet-i zihniyece hiç hükmünde görür. Onları “Bir şey öğrenmek veya bir fikr-i cedide açılabilmek kabiliyetinden mahrum eyleyen bir nevi demir daire içinde mahsur” görür.

Kemal Bey buna kızar,

 “Acaip şey. Meğer İslam olduğumuz için başımızın etrafına bir demir halka geçirilmiş o halka havass-ı bâtınamızı her türlü ulûma, her türlü tahsile, her türlü efkâr-ı cedideye mesdud tutarmış da bizim hala haberimiz yok.”(A.g.e. s. 22)

 Namık Kemal İslamın ilim tahsiline verdiği önemi ayetler ile teyid eder.

Fünun–ı riyaziye ve tabiye ile iştigal eden Muhammediler, o fünûnun mebahisinde “Güneş de kendi mustakarrında devr ve hareket eder. Bu aziz ve alim olan Allah’ın takdiridir (Yasin,38)

(O sıkıp yağdırıcı bulutlardan bol bol akıcı bir su inzal eyledik” (Nebe, 14)

“Sizi çift çift erkekli dişili yarattık”(Nebe, 8)

 Bedihiyyattan bürhanlar görünürler de imanlarında bir kat daha rüsuh hâsıl ederler.” (A.g.e. s. 23)

Müslümanların sair dinleri tahkir ettiği fikrini ileri süren Renan’a karşı Kemal Bey,

Sair dinler kütüb-i semaviyeye müstenid ise onlar İslam indinde muhakkar değil mensuhtur” der. (A.g.e. s. 24)

Renan’ın Müslümanların ilmi kudret ve ikbale nail olmak için yaptıklarını iddiasına karşı batıdan örnek verir.

M. Renan’ın mensub olduğu Fransa kavmi içinde zadegandan olmadıkca bir mevki-i kudret ve ikbale nail olmak muhal derecesinde müşgil olduğu zamanlar sunuf-ı marifetle tahliye-i nefs etmiş olan Descartesler Pascallar ne türlü kudret ve ikbale nail olmak için çalışmışlar idi.

 Copernic Lehistan da krallığa Galilee Roma ‘da papalığa intihab olunmak için mi maarife bezl-i vücut etmişler idi?

 Maarif bir nazenin-i dilrübadır ki mübtelaları yalnız neyl-i visal içün ifna-yı ömr eder. İlmi vesile-i istifade etmek için istihsale çalışanların hiçbir vakit malumatca bir mevki-i imtiyaz ve kemale vasıl olduğu bilinemez.” (A.g.e. s. 25)

Renan İslam dininin milletlerin kavmiyetini inkâr ettiği iddiasını öne sürer.

Namık Kemal “Tarihçe sabittir ki düvel-i İslamiye arasında zuhur eden birtakım ihtilafat üzerine İslamiyete dâhil olan akvamın hemen kâffesi kavmiyetini muhafaza edebilmiştir. Yalnız hangisine sorulsa İslam sıfatını mesela Çerkes veya Efgan ünvanına takdim eder ki bu tercih edyan-ı saire mutekidlerince dahi caridir.” (A.g.e. s. 27)

Bu fikrine bir garip fikir daha ekler Renan

Bu halden yalnız İran müstesna olarak fikr-i mahsusunu muhafaza edebilmiştir. Çünkü İran İslam arasında bir mevki-i mahsus ihraz etmiştir. İranlılar Müslümanlıktan birkaç kat daha şiidir.”(A.g.e. s. 27)

 Namık Kemal bu ifadeyi mizahi bir cümle gibi muaheze eder.

Müslümanlıktan daha ziyade Şiiyyet ne demek oluyor?

 Müslüman olmadık Şii de mi varmış!

 Bu türlü baziçe-i elfaza bazı letaif-i edebiyede cevaz olabilir; fakat ciddi bir esere manasız söz karıştırmakta bir münasebet yoktur.” (A.g.e. s. 29)

Renan’ın İslam’dan önce Araplar arasında Tevhidin farklı yollarının mücadelelerinin var olduğunu söyler.

 Namık Kemal “İslam’ın birinci asrından birkaç asır evvel Arabistan’da Tevhid-i Bari itikadının mevcut olduğuna ve hatta bundan dolayı kabail arasındamücadeleler bile vuku bulunduğuna dair M. Renan’ın keşfedip de meydana koyduğu hakikatı şimdiye kadar hiçbir kitapta görülmediğini hiçbir delili de olmadığıyçün kendisinden başka dünyada kimse kabul edemez.” (A.g.e. s. 29) der.

Renan İslam’dan önce Sasani medeniyetinin üstünlüğünü anlattığı bölümlerde İslamı küçük düşürmek istemesine karşı Sasani medeniyetinin otuz kırk yıl sürebildiğini ve İslam’ın zuhuru ile hal-i vukufa düşmüş olduğunu belirtir.

Nuşirevan ve Hüsrev zamanlarında İran’ın maarifçe ileri olduğu bahsine de katılmaz, Renan bir delil ile konuşmaz, mücerred iddiada bulunur.

 Hazret-i Ömer’in İskenderiye kütüphanesini yaktırdığı iddiasını papazlar uydurmuştur. Renan bu iddianın yalan olduğunu da söyler. Böylece Renan birbiri ile zıt iddialar öne sürer.

Namık Kemal Sasani devletinin Arab’a intikal eden bir maarifi olsaydı edebi ve ilmi teliflerin olabileceğini böyle teliflerin de olmadığını söyler.

 Renan İran’dan hareket ederek gerek Şii mezhebini gerek Sasani medeniyetini fevkalade göstermesi bir ihtilafı kaşımasından bir meded olarak da yorumlanabilir.

Renan Ebul Abbas Seffah ile Ebu Cafer Mansur’un tam itikatlı olmadığını öne sürer.

İslamiyetle mutekid olan bir adamın muhibb-i ilim olmasını bir türlü kabul edemez. Namık Kemal ise Bakara/269’uncu ayetini

Allah hikmetini kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Bunları ancak kâmil akıl sahipleri tezekkür ve teemmül eder.

 Lokman Suresi /12 ayet “Andolsun ki biz Lokmana hikmet verdik ve sana verilen hikmetten dolayı şükr et dedik. Kim şükr ederse kendi nefsi için şükreder, küfran-ı nimette bulunan da kendisine etmiş olur . Zira Allah ganiyy-i Hamiddir.”

El Mücadele suresi,

Ayet/11 “Ey iman edenler size meclislerde yer açın denildiği zaman hemen yer verin ki Allah da size açıklık ve genişlik versin . Kalkın denilince de kalkıverin. Allah içinizde iman etmiş olanlarla kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini artırır. Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır.

“Dördüncü Ayet, Ez Zumer suresi Ayet/9 “De ki bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? “Beşinci Taha Suresi Ayet/114 “Ey Rabbim benim ilmimi artır de”

Burada zikredilen ehadis-i Şerifeden 

Birincisi : Âlimler peygamberlerin varisleridir.

İkincisi: Bir âlimin ölmesi âlemin göçmesi gibidir.

Üçüncüsü: Beşikten mezara kadar ilim taleb ediniz.

Dördüncüsü: Çinde de olsa ilim taleb ediniz. Çünkü ilim talebi her mümine farzdır.”

Bu örnekleri verdikten sonra Namık kemal konuyu din ile bağlar ve Renan’ı eleştirir.

Hal böyle iken mutekid olduğu din tarafından tahsil-i ilm ve hikmete memur olan bir millet efradının mübalat-ı diniyeden teberri etmedikce ilim ve hikmete meyledemeyeceğini iddia etmek zulmetin indifaını güneşin gurubuna mevkuf addeylemek kadar bedihiyyülbutlan bir maskaralık değil midir?” (A.g.e. s. 36)

Renan Abbasilerin Arapçayı kaldırmak ve kendinden önceki medeniyeti tahrib ettiğini söyler ki Namık Kemal “Sübhnanallah Ali Abbas Arabi’yi ortadan kaldırıp da hangi lisan ile tekellüm edecekler idi?

 Halife-i İslam olmak itibarıyla dünyanın en büyük taht-ı saltanatına nail olmuş iken, dinin lisanını ve dini red ve inkâr ile devletlerini esasından harap etmeğe çare taharrisiyle mi meşgul olacaklar idi?” (A.g.e. s. 36)

Kemal Bey tarihi hakikatleri tahrib ettiğini söyler Renan’ın.

 Renan’ın bir diğer esassız iddiası da Harun Reşit ve Memun’un İslamiyet ile mutekid olmadıklarıdır.

Harun Reşit saltanatının ekser eyyamını hac ve gazada imrar etmek cihetiyle İslam indinde aizze-i kiramdan maduddur.

Memun ise itikadında hıffet değil belki taassub bulunduğunu tabi olduğu Mezheb-i itizalin tervicinde istimal ettiği cebirler isbat eder.” (A.g.e. s. 37)

Seffah, Harun, Mansur veMemun’un dinsizlikle ithamını Renan’ın asılsız iddialarından sayar.

Sokratı İdam Edenler      

Renan Müslümanların filozofları mevt ve işkenceye maruz bıraktığı iddiasına karşı,

medeniyetin mucidi telakki edilen yunanlıların Tevhid-i Bari itikadında bulunan Sokrat’ı  idam etmelerini, İtalyanlar ise Galileyi idam etmediyseler de idama yakın işkencelere uğrattılar, Fransızlar ise Ruso’nun Emil isimli kitabını yaktırdılar ve kendisini tevkif etmek istediler.

Halbuki Arabın marifet devrinde asılmış bir veya işkence edilmiş bir insan yoktur. Diyerek Renan’a cevap vermeye devam eder.

 İbn-i Rüşt’ün metruk ve mahzun olarak ölmesine karşı da Abelard’ın bir kız ile velisinin rızası olmadan evlendiği için reculiyetten mahrum edildiğini ifade ederek karşılaştırma yapar.

 Hikmet ‘in İslam arasında daima muhakkar olduğu iddiasına da,  “Hükema-yı Arab’ın en büyüklerinden olan İbn-i Sina ile İbn-i Rüşt ‘ün birincisi iki devlet-i İslamiyede vezir-i azamlık, ikincisi kezalik iki devlet-i İslamiyede kadı’ul- kudatlık mesnedlerine nail olmuşlar idi.” (A.g.e. s. 41) der.

 Uluğ Bey Rasathanesi ve Güneş Tutulması   

Fatih’in Fatih Camii civarında tıp okulları açtığını ve hala camide hikmet dersleri verildiğini söyleyerek Renan’ın vukufsuzluğunu ortaya koyar.

 Renan’in Müslümanların heyet ilmini sadece kıbleyi tayin için kullandığına Uluğ Bey ve rasathanesini örnek verir.

Volter’in Rusyalıların cehaleti ile ilgili naklettiği bir fıkra yı da asıl cehaletin nasıl Avrupa’da olduğunu belirtir.

Güneşin tutulacağını haber verdiği için İran elçisini Ruslar Moskova’da yakmak istemişlerdir. Salibiler ve Tatarların kitapları atların ayakları altında mahvetmesine ise onların İslam dinine tabi olmadıklarını söyleyerek cevap verir.

Batıda Gotlar, Avarlar ve Hunların da medeniyeti tahrip ettiklerini belirtir.

Kemal Bey Volter’in peygamberimizi zemmettiği Muhammed piyesini de bir cehalet örneği olarak verir. Bu kitabı yazan filozofun tutumu da bir islamafobia bahsidir ve oldukca yankılanmıştır.

Sultan Abdulhamid Han bu tiyatroyu Londra ve Paris’te oynatmamak için gerekeni yapmış ve iki millet oynatma cesareti gösterememiştir.

 Arabın medeniyetinin araba isnat olunamayacağı noktasında İbn-i Sina ve İbn-i Rüşt’in arap olmadığını örnek veren Renan’a Namık Kemal, bu münasebetsiz yoruma karşı Napolyon’un Fransız, Bismark’ın ise slav kavminden geldiği halde Alman olduğunu, Rüşt, Farabi ve İbn-i Sina’nın da böyle yorumlanması gerektiğini belirtir.

Kemal Bey, Renan’ın Arap tarihini okumadığını örneklerle anlatır.

 Herbelot’un Kitaphane-i Şark isimli eseri bunlardandır.

Batının ilim adamlarına iyi davranmadığını Renan’ın hayatından örnek verir, İsanın Hayatı isimli kitabın neşrinden sonra Renan İbrani dersi vermekten çekilir.

İslam’ın ilmi men ettiğine dair iddialarına da yine örnekler verir.

İslam’ın havas âlimleri ile ilgili sonra gelen tabileri öncekilerden daha itikadlı söylemesine de Namık Kemal “İslam içinde itikadca selef-i salihine tefevvuk iddiasında bulunur ferd veya feride yoktur.” (A.g.e. s. 50)

İslamiyetin cebir ve şiddet de Engisizyondan ileri olduğu iftirasına karşı Kemal Bey, Saint Barthelemy vakasını örnek verir.

 Kral Dokuzuncu Şarl Protestan mezhebine mensub olanları katl ve idam etmiştir. İslam döneminde ise böyle bir vaka yoktur.

İspanyolların icra ettikleri zulüm ise buna büyük bir örnektir. İnsanlara, kitaplara ve medeniyet eserlerine büyük tahribat yapmışlardır.

Batıda dini ilimlerin beşerin fikrini ezmekte ne kadar uğraştığı konusunda örneklerin çok olduğunu söyler Namık Kemal.

İslam ise ilahi hakikatları tebarüz ettirmeye çabalamıştır. Müslümanların ilim tahsilindeki hassasiyetini anlatır.

Muhammediler tahsil-i maarif ettikçe vicdanen hasıl ettikleri telezzüzden başka evamir-i ilahiye ve nebeviyeye ittiba etmiş oldukları cihetle bir de mecur olmak itikadında bulunduklarından hayat-ı ebediyelerine hizmet için ilme çalışır hatta sevk-i diyanetle hayat-ı faniyelerini bu sa’y yoluna hasrederlerdi.” (A.g.e. s. 57)

Kemal Bey tedkikini şöyle bitirir. “Ernest Renan’ın böyle cehl-i sırftan mütevellid tevehhümat ile malamal bir hutbe iradiyle istihsal edebileceği yegâne netice bize kalırsa kendisinin edyan aleyhindeki gayzına ve İslamiyete göstermiş olduğu hucumlar ile de ne kadar mümkin ise o kadar adi ve müstekreh bir burhan-ı nevin ikame eylemekten ibaret kalmıştır. Böyle bir netice ile âlem-i İslamiyet üzerinde hâsıl edebildiği tesir ise bütün asar-ı cehalet ve garezini şu risalede birer birer gösterdiğim bu zavallı Akademi hocasının vukufsuzluğuna karşı bir istihkar-ı anif ile mukabele etmekten başka bir şey olamaz!” (A.g.e.s. 62)

Prof. Dr. Himmet Uç

İslamofobya Sempozyumu Tebliği /BEDİÜZZAMAN’IN İSLAMOFOBYA KARŞISINDAKİ GENEL TUTUMU VE BİZDE İSLAMOFOBYA KARŞITI BİR ESER. NAMIK KEMAL’İN RENAN MÜDAFAANAMESİ

Hakikat ve Hikâye

Namık Kemal, geleneksel edebiyatçılara karşı romanı savunurken İntibah önsözünde bir hikâye anlatır. Hint’ten batıya geçmiş bir hikâye olduğu söyler.

Hakikat çıplak gezen bir kız çocuğu imiş nereye gitse aşağılanır, mahcup edilirmiş, o da utanır köşelere kaçarmış. Bir gün hikâye ye rastlamış ve hikâye ona ben sana bir elbise vereyim demiş, gittiğin yerlerde kabul görürsün. Bununla Namık Kemal hakikatlerin çıplak olarak anlatılmasının etkileyici olmadığını, soyut olduğunu, onları hikâye ve roman kılıklı metinlerle anlatırsak daha kabul göreceğini söyler. Bu yolda romanlarını yazar, örnek vermiş olur.

Bediüzzaman İslamın birçok hakikatını hakikat olarak yansıtmaz onları hikâyelerle kolaylaştırır, olayları dramatize eder. Sözler’in başında teorisini anlatır.

Ey kardeş, benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilatiyle sekiz hikayecikler ile birkaç h a k i k a t ı nefsimle beraber dinle.” (Sözler. 5)Birçok eserinde bunu uygular.

”Anlamak istersen şu temsili hikayeciğe bak dinle”der. Bu bir kalıp cümle gibi birçok yerde tekrarlanır.

Önce bak der, çünkü bir sahne ve bir tiyatro sahnesi , bir film sahnesi , bir olay örgüsü anlatılır.

İkinci Söz’ün başında sahne ortaya konur. “ Bir vakit iki adam hem keyif hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin talihsiz bir tarafa , diğeri hüdabin bahtiyar diğer tarafa süluk eder , giderler”(Sözler .15)

Bütün Küçük Sözler’de bu tekniği uygular,

İslamın temel argümanlarını birbiri arkasından hikâyelerle anlatır, anlaşılmasını kolaylaştır. Namazını kıl namazı kıl diye sürekli tekrar edilen ama zihne tefhim edilmeyen bir hakikatı Bediüzzaman has ve güzel bir çiftlik ve iki hizmetkar ve bir büyük hâkim örneği ile anlatır. Hem tiyatronun mekânı, hem şahısları hem de teması vardır. Bediüzzaman böylece dini bu hikâyelerle anlatarak çıplak hakikatı yani namaz hakikatını insan zihninde bir hikâye ile biçimlendirir. Her hikâyeyi önce bir tez ve tema ile başlatır, daha sonra temayı kolaylaştıran hikâyenin ana hatlarını belirtir, sonra vakayı canlı hale getirir, kahramanını kontrol eder, onun hayatını yorumlar ve mesaja varır. Sonunda hikâyeyi iradeyi zorlamayan ihtiyarı elden almayan nazik bir cümle ile bitirir.

“İşte sana iki yol. İstediğini intihab edebilirsin. Hidayet ve tevfiki Erhamürrahiminden iste” (Sözler. 22)

Altıncı Sözde bir padişah vardır.

Raiyetinden iki adama emaneten birer çiftlik verir. Çiftlikte fabrika , makine , at , silah gibi her şey vardır. Zaman ise fırtınalı bir zamandır, hiçbir şey kararında kalmaz. Bir genel sekreter, yaveri Ekrem vardır, iki şahıs ile padişah arasında ileşitimi sağlar, peygamberlere tekabül eder. Böyle fırtınalı bir zamanda çiftliklerin heba olup gitmemesi için onlara nasihat eder.Malı mal sahibinin kurallarına göre korumayı örgütler, zararlarını karlarını anlatır. O iki adam fermanı dinler ve ona göre yollarını seçerler, biri malını sahibine satar memnuniyetle, diğeri ise ben satmam der. Satan ile satmayanın hayatını takib eder ve onların akıbetlerini anlatır. Hikayeden hakikate geçerken şu cümle ile perdeyi aralar. “ İşte ey nefs-i pürheves Şu misalin dürbünü ile hakikatın yüzüne bak. “Ne kadar bilerek mantıklı , hesaplı kurar hikayelerini , temsili hikayelerini yani tiyatro şeklinde hikayelerini. Müminlerin nefislerini ve mallarını Allah’a satarlarsa karşılığında cenneti alacakları şeklindeki büyük vahiy hakikatını bir çiftlik örneği ile zihne yakınlaştırır. Nice çiftliğini iyiye kullanan insana yol göstermiştir bu hikâye. Ahirette bu hikâyeyi anlayıp ona göre davrananlar bir büyük yekün teşkil edecektir, Altıncı söz ile yolunu bulanlar kafilesi, bizde onlardan olalım.

Bediüzzaman hakikat ile hikâye arasındaki anlatım sorununu çok iyi takib eder.

Her hakikatı bir hikâye elbisesi içinde anlaşılır hale getirmek için büyük bir dramatizasyon zekâsı kullanır. Verdiği örnekler her günkü hayatta karşılaştığımız olaylardır. Kapalı sembolik örnekler kullanmaz, çünkü o zaman bahsi daha da anlaşılmaz ve karanlık hale getirecektir. Namazı anlatırken verdiği örnekte çiftlik , yolculuk ve istasyon ve bilet hergün karşılaştığımız nesne ve olaylardır. Hizmetkârlara verilen yirmi dört altın, ne kadar insan hayatının önemine vurgu yapar, yani hergün bize yirmi dört altın verilir, bu yirmi dört altını insanlar çok zaman altını bırak hurda demir fiyatıma bile satmazlar. Kimisi yirmi dört altını yirmi milyon altına çevirir, kimisi ise samana. Ne kadar namaz içinde de zaman bilinci verir. Yirmi dört altını olan adam ne kadar bilinçli harcar, ne kadar ince düşünür. İşte Bediüzzaman her saatini kaç altın yapmış biz onun kuyumcu dükkânından hergün altınlar alıyor onlarla dünyamızı ahiretimizi süslüyoruz. Zaten o kendini Kur’an’ın mücevherat dükkânının dellalı olarak kabul ediyor. Nur talebelerini de altın taciri yapıyor, çünkü talebeyi anlatırken hayatının en mühim gayesinin onları neşretmek olduğunu söylüyor, ve nurları kendi yazdığı eseri gibi görmesini istiyor.

Ne kadar ihmal ettiğimiz bir şey yani siz

Onuncu sözü kendiniz yazmış gibi kabul edeceksiniz, ama siz daha onu tam olarak kaç kere okudunuz, insan bir kitabı kendi yazmış olunca ne kadar okumuş olur, işte benim anlamadığım bu anlamanın ötesinde kendi yazmış gibi bir kitabı yazan adam nasıl başkalarına anlatmaz. İşte kendi yazmış gibi nurları anlatan adamlar olmadığı veya az olduğu için anlaşılmak ve anlaşılmamak problemi doğuyor. Bediüzzaman çok ideal bir talebe boyutu çizmiş kusura bakmayın ama biz böyle bir insanı yetiştiriyor muyuz, ver eline kitabı büyük bir hızla okusun ve bitirsin ve bitti.

Hutbe-i Şamiye’de’de bir insan anlatır altı büyük yarası olan bir hasta, ona altı büyük çare düşünür ve onu sağlam ve zinde hale getirir. Daha bitmedi , insana, kainata ve ilimlere onlardaki güzellikleri görecek şekilde bakacaksın der. Çünkü kâinatta aslolan güzelliktir. Böyle bir tip hastalığından kurtulmuş ve bakış açısı kazanmış bir tip, bir de nurları kendi eseri gibi görerek okuyan ve anlatan al sana harika bir tip, ne Akif’in Asım’ı ne Fikret’in Haluk’u , Ne Reşat Nuri’nin Feride’si, ne Dosto’nun Raskolnikofu, bu işte Bediüzzaman’ın ideal insan tipi. Her millete yakışır ve yaraşır. Biz daha anlama anlamama kavgasındayız atı alan üsküdarı geçti su sokaklarda tahripten bu kadar zevk alan insanları görünce sabaha kadar uyuyamadım, sembolik olarak bir parka oturup bütün öğretmenler, üniversite hocaları ve imamlar birlikte ağlayalım , çünkü biz görevimizi yaptık mı acaba . Elimizdeki değerleri harcıyor teknik konuları dava haline getiriyoruz, ama olaylar bize ne diyor anlayalım.

Lükse , makama , paraya , yazlığa kışlığa büründük.

Milyonlarca lise öğrencisinden kaçına hitap ediyoruz, bunları düşünen kaç zeka var. Birgün bir orta okulun dağıldığı sırada üç bin kişinin dağılışını gördüm, Allah’ım bunların imanını bizden sorarsan biz ne yaparız, dedim vallahi ağladım. Birlikte ağlayacak adam yok. Bir rutin hak pazarlaması ve azarlaması heyhat.

Nerdesin başkasının günahına ağlayan adam. Hadi biz de bunların günahına ağlayalım. Bu romantizm değil doğrusu bu, Necip Fazıl

Haykırsam kollarımı makas gibi açarak

Durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak
Derken neler düşündü acaba . ..?

Prof. Dr. Himmet Uç

Kur’an ve Roman

Romanlarda tipler vardır, karakterler vardır.
Tipler insanların zaaflarını ve sıradan
ihtiyaçlarını kendilerine gaye edinen,
paradan, menfaatten, ziynetten, karşı
cinsten hoşlanan insandır, bu bütün
insanların ortak tarafıdır.

Tipler sıradan kişilerdir, bütün dünya romanı tiplerden oluşur, romanın bir de karakterleri vardır. Onlar özellikleri ile sıradan, alelade insanlardan ayrılırlar.

Hugo’nun karakteri belediye başkanı olduğu şehirde bir sıradan adamın mahkemesine katılır, adam hırsızlıkla suçlanmaktadır, belediye başkanı hırsızın o değil kendisi olduğunu söyler, birden sıradan ve adi bir hırsız derecesine düşer. Ama o sıradan da olsa bir garip adamın suçunu işlemiş bir adamın bunu kabullenmesi gerektiğini söyler, yıldızlardan yere düşer.

İslamın büyük romanları yazılmamış, kenarda köşede romanları vardır. Halit bin Velid, ona ashab “Kendi uyumayan ve başkasını uyutmayan adam” demişler, kendi bir yana atı bile karakter.

Öldüğünde Cenab-ı Ömer mezarı başında ağlarken uzaktan bir at sesi duyulur, dört nala bir at gelmektedir mezara doğru, mezarın başına gelir başını göğe kaldırır ve haykırır, sonra başını indirir insan gibi ağlar, ne sahne ama. Nerede bu sahnenin romanı?

Aynı adam düşman kumandanına “Sizin hayatı sevdiğiniz kadar, ölümü seven askerlerim var” der. Hz. Ömer “Anaların Halid gibi birini doğurmak şansı yok” der.

Bütün hayatı sıradanlıktan eser olmayan bir insan. Nerde onun romanı, nerede ashabın romanı nerede, bu büyük ruhlu insanların, ruhları kıyamete kadar güneş gibi kirli kalpleri yıkayan adamların romanları.

Büyük Umutlar Romanı

Mekke’de orta okul çocukları gördüm, ellerinde Kur’an ve bir de Dickens’in , İngiliz romancısı Büyük Umutlar romanının İngilizcesi , bizim İngiliz dili öğrencilerimizin okuyamadığı İngilizce romanlar. Kitapçıya sordum neden Dickens, dedi ki Dickens muhafazakar ve dine saygılı bu yüzden burada onun romanları okunuyor, okutturuluyor Peygamberin beldesinde İngiliz romancısı.

Bediüzzaman beş yüz senedir yattığınız yeter derken , her yönden yattığımızı söylüyor. Bu “nevi beşerin yıldızları olan” insanların romanını yazmamışız, Namık Kemal “Hugo olmasaydı ben olmazdım” diyor. Neden intibah ve Cezmi gibi iki roman yazdı da, asrı nurani, peygamber asrının insanlarının romanını yazmadı, güneşi arkasına alıp mumların arkasına giden aydınlar.

Hilmi Yavuz, Kur’an ve Roman diye iki yazı yazmıştı, bunları okurken roman konusunda ne söyleyecek diye düşündüm, baktım onun bakış açısı değişik.

Karakterler ve tipler

Kur’an ve mukaddes kitaplar dünya romanının atası. Çünkü Kur’an’da da karakterler ve tipler, kötü adamlar oppozite menler var. Kur’an da da gerilim var, firavun ile Hz. Musa arasındaki gerilim, inkarın ve yanlış bakış açılarının temsilcisi olan yerine göre tip, yerine göre karakterler var, onlar küfrü idare ediyor, peygamberler ise imanı. Dolayısı ile Kur’an’ın bir anlatı metni olarak özellikleri araştırılmamış, onun vaka örgüsü, şahısları, tensionu, ayetlerin başlangıç ve bitişleri, imajları, daha yüzlerce mesele edebiyatın eleştirinin alanına alınmamış illa herkes onu bir ibadet ve ahlak kitabı gibi görmek zorunda demişiz.

Akif bu yüzden bu kısır döngüyü anlatır
Ya açar bakarız nazm-ı celilil yaprağına
Ya okur geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okumak ne de fal bakmak için

İdeal Örnek Bediüzzaman’dan

Fala ve mezarlığa mahkûm edilen kitap, olmaz deyip isyan eden yok.

Bir isyan değil ideal örneği veren Bediüzzaman. Mu’cizat-ı Kur’an’iye kitabında birçok konu edebiyat olarak anlatılmış. Mebahisindeki Camiiyyet-i Harika bahsinde Kur’an’ın konu zenginliğini anlatır. Yirmi sekiz tane temel konu sayar sonra da sınırlamadığını söyler “bütün mebahis-i esasiyeyi ve mühimmeyi” der. Bütün mühim ve esaslı konuları anlatır. Kur’an’ın bütününü bir anda gören bir göz ve hafıza ile söylenir bu özetleme cümleleri. Bediüzzaman hala klasik din çemberinden çıkmayan bir takımın gündemine girmedi, bir azamet bir kendini beğenmişlik.

Şu bahisleri bir olay örgüsü içinde çocuklarımıza ve gençlerimize veren roman benzeri kitaplar yok. Kur’an’ın hikâyelerine kıssalarına günümüzün sorunlarına uygun bakış açılarını Bediüzzaman birinci ve ikinci lem’a’da, örnek verir ve ben olayları günün şartlarına uyarladım, siz diğer kıssaları güne uyarlayabilirsiniz.

Denizi deniz olmaktan çıkarır hayata benzetir, hastalıkları bedensel olmaktan çıkarır, ruhsal ve düşünsel ve günahların tesiri ile doğan hastalıkları örnek verir. O zaman Hzç Musa’nın dağdan dönünce milletin taptığı buzağı da bugün başka anlama gelir, herkesin küçük büyük bir buzağısı, onu Allah’a gitmekten engelleyen bir buzağısı yoktur demektir.

Peygamberler büyük karakterlerdir.

Onlar sıradan insanların, tiplerin sahip olmadığı zenginliğe ve sabra sahiptirler. Bir Hz. Musa hep bir hikâye, kuru hikâye kahramanı gibi anlatılır. Diğerleri de öyle, Bediüzzaman bunlardan açıkladıklarına geniş anlamlar verir bahisleri günceller. İsa, İbrahim, Yusuf hepsi birer karakter, onların etrafında yer alanlar da norm kişilerdir, Züleyha bir norm karakterdir, Yusuf’un terakkisini sağlayan olumsuz kişidir, onun hidayetini idare eden bir zemberektir. Onun meydana getirdiği gerilim ve çatışma ile kıssanın hazzı duyulur ve en güzel kıssa olur. Kur’anda fon şahıslar vardır, peygamberlerin etrafında dolaşan, canlılar ve sıradan insanlar. Yusuf’un mağarası üzerinde uçuşan kuşlar, mağara da büyük mekândır. Velhasıl biz böyle bakmadığımız için Kur’an dolaylarda, yakışıklı muhafazalarda kalmış.

Çalıkuşu romanında Feride , Sinekli Bakkal Romanında

Rabia birer kahramandırlar çocuklarımızın ve bizim zihnimizde neden Hz Peygamber hayatımızın bütün her yanını işgal eden bir kahraman gibi anlatılmamış. Peygamberimizin hayatı ile ilgili kitaplar, merdiven gibi, doğdu, savaştı, ve öldü. Bu yüzden Bediüzzaman Mucizat-ı Ahmedi’ye de Peygamberimizi bir kahraman gibi işler, en önemli davranışlarını, olaylarını örnekler. O da olmasaydı ne yapardı bu topraklar ve bu sema ve içindeki bizler.

Prof. Dr. Himmet Uç

Bir Transkritik; Bediüzzaman ve Namık Kemâl-1

Namık Kemal ile Bediüzzaman arasında davaları, hissiyatları, mücadeleleri yönünden birçok benzerlik vardır. İki insan da geri kalışımız yüzünden huzursuz ve ne yapmalı gibi soruları hayatları ile cevap arayan kimselerdir. Namık Kemal yüz elli senedir devletin dertlerini benimsemiş bir ailenin oğlu idi. Babadan babaya ta Topal Osman Paşaya kadar büyük cedleri iktidar mevkiinin büyük işlerine karışmışlardı. Namık Kemal onların siyasi hummalarına varisti.

Bediüzzaman ise, dinin karşısında örgütlü olan batının ve batı düşüncesinin saldırgan tutumu karşısında bir şey yapmaya iktidarı olmayan doğu düşüncesinin hezimetini düzeltmeye çalışıyordu.

HAYATINI KUR’AN SAVUNMASINA ADAYAN ZAT

Kur’an’ın Müslümanların elinden alınması lazım geldiği konusunda radikal düşünceli İngiliz devlet adamının tutumuna, Kur’an’ın anlaşılması için gerekeni yapacağı konusunda kendine söz veren büyük bir ahid sahibi idi. Her iki insan da bir gidişten üzgündüler, ama bir şey yapacak iktidarları da vardı. Bediüzzaman bütün hayatını tahsil çağlarını hatta bize göre çocukluk sayılacak ona göre yine büyük deha olan küçüklük yaşlarını bile ilme ve yeterli bir Kur’an savunmacı olmaya harcadı. Hayatı taş taş İslamı savunmak için geçti, günün birinde bu görevini Barla’ya sürgün edildiğinde yerine getirmeye başladı. 1960 yılında öldüğünde “küfrün bel kemiğini kırmış” bir inanılmaz büyük adam olarak öldü.

O devleti kurtarmak gibi zahiri bir iddia ile değil dini ve özellikle imanı kurtarmak için çabaladı, ama onu kurtarınca öteki de kurtulacaktı, önemli olan tarlaya suyu dağıtmaktı, o da eserleri ile iman güneşi ve ibadet suyu dağıttı bütün dünyaya, gittiği her yeri yeşertti ve büyük insanlar ortaya çıkarttı. Bugün onun sayesinde Anadolu toprağı ve bütün dünya kökten tepeye büyük bir değişim içine girdi.

Namık Kemal 21 Aralık 1840 ‘da Tekirdağ’da doğdu. Bediüzzaman 1876’da Nurs’ta doğdu. Namık Kemal 1888 de öldüğünde Bediüzzaman on iki yaşlarındadır. Otuz altı haneli ve iki yüz elli nüfuzlu Nurs köyünü Nurs Deresi suları ile ikiye ayırmakta, dağların yamaçlarında basit ve kerpiçten evler sıralanmaktadır. 1876 yılı baharında bir seher vakti Nurs Köyü’nün kıbleye bakan yamacındaki kerpiç duvarlı ve toprak damlı evlerinden birinde bir çocuk dünyaya geldi. Bediüzzaman “Ben şefkat dersini annemden, hizmet, nizam ve intizam dersini de babam Mirza’dan almışım.” (Necmettin Şahiner, 41) demiştir.

Namık Kemal’in babası Müneccimbaşı Mustafa Asım Bey’dir, Bediüzzaman’ın babası ile Sofu Mirza’dır. Namık Kemal Osmanlı Aristokrasisi içinde bir ailenin çocuğu iken Bediüzzaman bir Anadolu köylüsü idi, her köylünün yaşayışı onun da hayatıydı.

Her ikisi de hakperesttir, haksızlığa karşı tavır alırlar.

Namık Kemal’in dedesi Sofya’da vali iken, valiliğe girenlerden yönetim para alır, Namık Kemal daha küçüktür ve dedesine bu yapılanın haksızlık olduğunu söyleyerek onu eleştirir.

Bediüzzaman da hakperesttir, onun hayatı sayısız hakperestlik örnekleri ile doludur. Hayatı Hakk’a saldıranların önünde inanılmaz bir sed gibi geçmiştir, herkes aşılmış ama o hiçbir zaman ne eğilmiş ne de aşılmıştır.

DİN-BİLİM-GÖZLEM-YORUM-SEVGİ-MUHABBET-İBADET BİRLEŞİMİ

Küçükken medreselerdeki eğitimin insan kişiliği ve bilgi alışı açısından baskıcı olduğunu kabul eder, insana daha hürmetkâr bir eğitim tarzı için mücadele verir. Klasik medrese tahsili içinde her zaman tavrını koyar, kabul görmese de yine o tutumunu devam ettirir. Yıllar sonra geliştirdiği bütün hayatın genel alanlarına göndermelerde bulunan bir özel eğitim tarzıdır. Risale-i Nur, okuma ve yorumlama tarzı isteyenlerin fahri olarak katılığı bir özel eğitim kurumudur, isteklilerin önüne yeni kapıların açıldığı bir eğitim tarzıdır. Herkesin içindeki okuma zevkine göre yer aldığı ve zevk almanın sonunda eğitici olduğu bir görülmemiş mekteptir Risale-i Nur ve okumalar mektebi.

Bin yıldır Hıristiyan ve Müslüman eğitim kurumlarının ortaya koyamadığı din-bilim-gözlem-yorum-sevgi-muhabbet-ibadet sıralı büyük inkılâbı yapmıştır. Kilisenin ve Caminin dayanamadığı materyalizmi darmadağın edip bütün dinlerin beklediği adam olmuştur.

Namık Kemal de eğitime yeni yönelimler getirme gayreti vardır. Onun de eserleri yasaklıdır, okuyanlar hakkında ceza uygulanır. Harb okullarında, yeni mekteplerde, liselerde onun yaşadığı dönemde eserlerini okumak yasaktır, hatta kitapları yakalatanların okuma hakkına son verildiği de olmuştur.

Namık Kemal de Bediüzzaman da çok yönlü eleştirmendir.

Edebi, siyasi, dini, toplumsal birçok alanda eleştiriler yaparlar. Hatta onların hayatı eleştirel bir hayattır denebilir. Onlar gazete kürsülerinde sadece eleştiren rahat entelektüel, eli sıcağa değmemiş, tatlısu eleştirmenleri değildirler. Eleştirdikleri gibi, eleştirinin doğurduğu düşmanlıkları da göğüslemişlerdir.

Bediüzzaman dini dolayısı ile ilahi kurumları sarsan küfrü ve materyalizmi, ilmi ve tabiatçılığı eleştirmiştir.

Namık Kemal devletin işleyişini, hayattan kopuk edebiyatı, yalaka aydınları, rahat döşeğindeki yastığa yorgana ve rahata mağlup aydınları eleştirir. “Ne utanmaz köpekleriz, kimi görsek etekleriz” derken menfaat gördüğü yere mitili atan aydınları eleştirir.

Yasak, hapis, tecrit, sürgün, zulüm hem Namık Kemal’in hem de Bediüzzaman’ın hayatının en önemli öğeleridir. Onların kişilikleri bu saydığımız şeyleri bir yayığın içinde maruz kalmışlardır, oradan oraya itile kakıla büyük adam olmuşlardır. Zulüm ve sürgün onların gıdası olmuştur.

Tahsilleri otodidakt bir tarzdadır, her ikisi de özel eğitim ve kendi gayretleri ile kendilerini eğitmişlerdir. Namık Kemal’in resmi tahsili bir yıldır, Dedesi Abdüllatif paşanın yanında özel öğretim aldı. Her iki insanın önemli yönü sormak, araştırmak ve öğrenmektir.

SİZ DE BENİM GİBİ TALEBESİNİZ

Küçük Said amirane söylenen en küçük bir söze tahammül edemez, çok izzetlidir. Anlayış ve idraki fevkaladedir. Medreselerde intibak edemeyince büyük biraderi Molla Abdullah’ın haftada bir gün köye geldiği zaman ondan ders aldı. Her zaman merdane tavırları ile dikkat çekerdi. Annesi Said’e hamile kalınca abdestsiz yere basmaz ve onu bir gün olsun abdestsiz emzirmez. (N Ş 51) Hocalarının bile tahakkümüne baş kaldırır. Kendini eleştiren Mehmet Emin Efendi’ye “Efendim bu medresede bulunmak hasebiyle siz de benim gibi talebesiniz. Şu halde burada hocalık hakkınız yoktur.” (N Ş 52)

Abdurrahmanı Taği talebelere dikkat eder ve “Bu Nurs’lu talebelere iyi bakın, bunlardan biri Din-i Mübin-i İslamı ihya edecek. Fakat hangisidir ben de bilmiyorum” der. (N Ş 54)

Her ikisi de muhalifti.1865’te Şinasi’nin Paris’e gitmesi üzerine Tasvir-i Efkâr’ı tek başına devam ettirdi. Yazıları idareyi eleştirdiği için gazete kapatıldı. 1867’de Ziya Paşa ve Ali Suavi ile birlikte Avrupa’ya kaçtı. Londra’da muhalefet gazetesi olan Hürriyet’i çıkardı. (1868)
Bediüzzaman siyasetle uğraştığı zamanlarda dahi genel kanonun dışında eğitim için koştu, yoksa siyasetle klasik anlamda uğraşmadı, ne yöneten, ne yönetilen, ne de kötü yönetim değil, her dönemde eğitimi ıslah yeni bir eğitim tarzının peşinde koştu. Namık Kemal ise hep siyasi düşündü, kötü yönetim ve yönetilmeyi eleştirdi, vezirlerle, padişahlarla savaştı.

Bediüzzaman tahsil yıllarında eğitim uygulamaları ve ulema aristokrasisini beğenmedi, insanı kenara iten, mantık ve muhakemeye sırt çeviren yapısından dolayı yeni bir yapıyı tesis etmek istedi. Bu dönemlerde karşısında bir uygulama vardı, daha sonraki yıllarda ise muhalefeti ilmin işleyişindeki hantallıktı, yeni bir din algılama ve ilimler tahsili için çabaladı. İstanbul’a gittiğinde imparatorluğun en büyük yeniliği dini algılamada ve eğitimde yapması gerektiğini bilfiil gördü. Dini algılama ve yorumlamadaki farklılığını göstermek için ulemaya kendini ispat etmek niyeti ile her soruya cevap verdi.

Padişah ve çevresindeki donmuş değerlendirme tarzları ile karşılaştı, anlaşılmadı, tımarhaneye kadar gönderildi. Çünkü o ilimde ve ulemadaki sıralamalı hareket tarzını benimsememişti, insanlar ancak bulundukları daire içinde vardılar, kimse o dairenin dışına çıkamazdı, çıkan ancak deli olarak telakki edilirdi. Bediüzzaman bütün bunları hiçe saydı, kılığı, kıyafeti, iddiacılığı, fikirleri ile doğulu olan, Hürriyeti dağların başında anlamış biri olarak padişaha nasihat etmek cüretini makul olarak telakki etti, bu o günün şartlarında inanılmaz büyük bir gaftı ama o yolundan vazgeçmedi.

İLAHİ SAN’ATI MÜŞAHEDE

Namık Kemal’in hafızası güçlüdür. Necip Fazıl anlatır: “Hafızasının harikuladeliğine misal, hocası Şakir Efendi’den bir kere dinlediği koca kasideyi hemen ezberleyivermesi. Çocuklukta bu müthiş hafıza kuvvetine ekseriyetle her büyük adamda tesadüf ediyoruz.” (N F K, Namık Kemal 31) Gözlem gücü de artar: “Tek başına geçirdiği hayal ve tahassüs anları, her tesadüf ettiği manzara karşısında hayran bir düşünce hazırlığı, çocukluğuna göre keskin bir müşahede kudreti, onun teşekkül halindeki ruh maktalarını gösterir.”( aynı eser, 31)

Bediüzzaman da gözlem ve hafıza, tedai olmadık derecede gelişmiştir, eserleri buna şahit olduğu gibi bir hatırası da bunu ortaya koyar. “1950 senelerinden sonraydı Isparta’da Üstadın hizmetinde bulunduğum zaman bir gün evin penceresinden dışarıdaki ağaçların yapraklarını seyreden Üstad tebessüm ederek döndü “ve iki yaşındayken annem beni kucağına alıp pencerenin kenarından dışarıyı seyrediyorduk. Nurs’taki evimizin önündeki ağacın yaprakları aynıdır. Her ikisinde de ilahi sanatı müşahede etmekteyim” diyerek bir hatırasını anlatıyordu. Tefekkür bahsinde ise, “Kudretin mucizatını seyrediyorum” diyordu. (N Ş. 48) Mucizat-ı Kur’an’iye ve Mucizat-ı Ahmediye isimli eserlerinde bütün Kur’an tarihi, ve İslam tarihini hiçbir kaynağa bakmadan haritasından seyreder gibi okumak ve değerlendirmek, yorumlar yapmak görülmedik bir hafıza genişliğidir.

Namık Kemal, ihtilalcıydı, Belgrat ormanlarında Türkistan Erbab-ı Şebabı olarak bir ihtilal teşkilatı kuruldu arkadaşları tarafından. Onların hedefi devleti tepeden inme bir değişiklik ile yenilemekti. Ama devlet bunu haber aldı ve mensuplarını sürgünlerle cezalandırdı.
Bediüzzaman hiçbir zaman sistemi karşısına almak, ihtilal yapmak gibi bir düşüncesinde olmadı. O hadd-i zatında devletle bir kavganın içine girmedi, hep bozuk da olsa düzenin içinden düzenin yenilenmesine inandı, radikal olmadı, düzene düzenin içinde yön vermeyi düşündü. O hiçbir zaman saldırmadı, sadece kendisine saldırıldı.

NAMIK KEMAL VE YENİ OSMANLILAR

Namık Kemal, ihtilalcı idi. Devletin kötü gidişinin yukardan aşağı yapılacak ihtilalla gerçekleşeceğini düşünen bir ekibin içinde idi.”Nuri Bey Namık Kemal’i Cemiyet’e kazandırmak azmiyle evine gitti. Namık Kemal evinde bazı arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Kendisiyle görüşecek mahrem bir mesele olduğunu söyledi. Başka bir odaya geçtiler, Orada Nuri Bey kısa ve heyecanlı hatlarla davayı Namık Kemal’in önüne serdi. Nuri Bey’in anlattığı ve katılmasını teklif ettiği cemiyet şairin ruhunda bir zamandan beri kendi kendisine billurlaşan âleme aykırı gelmiyordu. Ertesi günkü görüşmede konu daha etraflı görüşüldü. Nihayet Namık Kemal Yeni Osmanlılar cemiyetine girmeye razı oldu.” (NFK 73)

Namık Kemal, Bediüzzaman’ın önünde bir tecrübe idi, onun mücadele tarzını gözden geçirdiği, eserlerini okuduğu ve onlardan yaptığı alıntılarla Namık Kemal’e bigâne olmadığı aşikârdır. İki insan da imparatorluğun badireli, fırtınalı ve iyi idare edilmediği birbirinin devamı olan dönemlerde yaşadılar. Her ikisi de iyi idare edilmeyen devletin yaptığı yanlışları görüyordu. Namık Kemal siyasi bir cemiyet ile mücadele etmeye inanmış ve Türkistan Erbab-ı Şebabı’na katılmıştı.

Bediüzzaman hiçbir zaman bir cemiyet kurmadı, hayatı boyunca mahkemelerde bir cemiyet ithamı ile yüz yüze kaldı ama hiç kimse bir cemiyet ispat edemedi, onun cemiyeti müminler arasındaki dini ve imani bağlılıklardı ki, onun ne kaydı vardı, ne aidatı, ne de sistem veya idare edilenlerle bir kavgası. Ama Namık Kemal’in davasının, idealinin yarıda kalmış ve hüsranla sonuçlanmış olması muhakkak ona bir ibret dersi olmuş, belki Namık Kemal’in tarzındaki yanlışlar onun daha sağlam adım atmasına neden olmuştur. Çünkü Bediüzzaman Türk siyasi tarihini ve tarih içindeki mücadeleci şahsiyetleri biliyor, onların tarzı dışında bir yol bulurken onların başarısızlıklarından ders alıyordu. Bediüzzaman’ın Namık Kemal ile mukayeseli literatüre com pare tarzında anlatmanın gayesi de bu idi. Sonraki dönemde Osmanlıdan daha derin bir derin devlet anlayışı vardı, Bediüzzaman’ın yaşadığı yirminci yüzyılın başından göçtüğü yıllara kadar.

BEDİÜZZAMAN VE ASR-I SAADET

Bediüzzaman kendinden önceki mücadele eden adamların nasıl ezilip büzülüp tesirsiz hale getirildiğini biliyordu. Bu yüzden adeta mücadele edenlere karşı büyük bir ezici baskı ve vehim devri olan bu dönemde o kadar büyük engelli koşu içinde yürüyüp bir davayı istediği noktaya getirme noktasından Bediüzzaman Asr-ı Saadetten sonra en büyük stratejist idi. Onun dehası yanında onunla yarışabilecek bir başkası olamaz.

Cemiyette vezirlerden, âlimlerden, askeri idarecilerden, mülkiye memurlarından, halktan olmak üzere iki yüz kırk kişi mevcut idi. Mısırlı prens Mustafa Fazıl Paşa, yeni Osmanlıların mücadelesini seyrediyor ve hükümetin aleyhine bir mektup neşrediyordu, Genç Osmanlılar bu mektubu yayınladılar. Namık Kemal ve arkadaşları, Belgrat Kalesi’nin Sırplara bırakılması, Girit ise kaybedilmek üzere olmasından rahatsızdılar; Namık kemal hem yazıları hem de fiili teşebbüsleri ile bir ihtilal çocuğu, fedai kemal diye anılmaktadır. Ziya Paşa da Belgrat kalesinin Sırbistan’a verildiğini yaşadığı tarihi kıymetleri ve on sekiz defa düşmandan alınmış bir kale olduğunu, bu uğurda nice Türk çocuğunun kanını oluk oluk akıttığını halkı şaşırtacak ve kışkırtacak bir tarzda ortaya döküyordu. Namık Kemal ‘in yazısı olayı bir vatan olayına çevirdi. Devletin bu zayıflığı anında Mısır Valisi İsmail Paşa, sultandan sultanlık derecesinde pay koparmaya kalkan bir teşebbüste bulundu. Vali kendine aziz unvanı, arma ve para bastırma hakkı istiyordu. Devlet bu olaylar karşısında yatalak bir hastaya benzetiliyordu. Hükümet Muhbir gazetesini bir ay süre ile kapattı. Ali Suavi tevkif edildi. Kastamonu’ya sürgün edildi. Namık Kemal Erzurum vilayeti vali muavinliğine, Ziya Paşa ise Kıbrıs’a sürgün ediliyordu.

BEDİÜZZAMAN’IN SÜRGÜN YILLARI BAŞLIYOR

Bediüzzaman İstanbul’da milli mücadele lehinde çalışmaları yüzünden Ankara’ya davet edilir. 1 Haziran 1922 ‘de Ankara’ya geliyor, Ankara’da yeni kurulmakta olan devlete, devletin başkanına bir mektup yazarak, kuruluş safhasında devletin Selahattin Eyyübi gibi inşasını, Napolyon gibi inşa edilmemesini söyler. Aynı mektubu mecliste okur. Ancak Ankara’da umduğunu bulamaz, Van’a gider. 1926 baharında Van’dan İstanbul’a getiriliyor, Antalya, Burdur, Isparta ve nihayet Barla’ya getiriliyor. Bediüzzaman’ın sürgün yılları böyle başlıyor.

Risalelerin telif 1927 de başlanıp 1935’e kadar devam ediyor, çeşitli zulümlere uğrayan Bediüzzaman ve talebeleri 25 Nisan 1935’de işlerinden alınarak tevkif ediliyorlar. Ölmek için sürgün ettikleri bir büyük dehanın ortaya eserler çıkarması baştakilerin hoşuna gitmiyor katmerli zulümler başlıyor. 1935’in Nisan’ında Bediüzzaman tevkif ediliyor. Eskişehir’e götürülüyor, tecrid-i mutlakta on bir ay geçiriyor.

HAPİSHANE VE SÜRGÜN

Bediüzzaman hapishanelerde büyük eserler vücuda getirmiştir.

Kendisi anlatır : “Denizli medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i azamı Meyve Risalesi olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin kıymettar bir ders-i ekmeli Elhüccetüzzehra olması gibi, Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i azamı da İsm-i Azamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden Otuzuncu Lem’adır.” (Nesil 1, 797)

Sürgün, yetmemiş tutuklama, hapishane, tecrit Bediüzzaman bu büyük kumpas içinde yine eser vermiş, kendisini ispat etmiştir. Allah istedi mi zulüm, baskı, tecrit, hapis, sürgün gıdaya dönüşür, Napolyon’un dediği gibi, “ zulüm dehaların ekmeğidir” Bediüzzaman en çok zulüm gördüğü yerde en büyük eserlerini vermiştir. İmparatorluklar kurmuş, bin yıl koca bir coğrafyayı idare etmiş milleti sıradan değil adileştirmek için kurulan komiteleri yanıltmıştır Bediüzzaman. Süleyman Nazif’in dediği gibi “Nasıl zinde bir millet çıktı gördüm hasta sinenden” der. On altıncı asırdan beri oyunlarla süflileştirilirmiş Anadolu ve İslam dünyasını Bediüzzaman mayalamış ve zinde bir nesil ortaya çıkarmıştır.

Namık Kemal de artık siyasetten ümidini mecburen kestikten Magosa sürgününden sonra en fazla eser vermiştir. O günün yöneticileri onu muhalefet görevinden alıp Magosa’ya sürgün etmiştir, o da bunu bir fırsat bilerek hayatının en önemli eserlerini vermiştir.

[devamı gelecek…]


Prof. Dr. Himmet UÇ
Kaynak: risaleakademi.com