Etiket arşivi: Nebî

Hatemu’l Enbiya

‘Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Ancak o Allah’ın Resulü ve Hatemu’l-Enbiyadır. Allah herşeyi hakkıyla bilendir.’ (Ahzab, 40)

Bu ayetin Arapça aslında, ‘Hatemu’l-Enbiya,’ ‘Hatemu’l-mürselin’ tabirine tercih ediliyor. Çünkü Nebi kavramı, Resul kavramına göre daha genel bir anlam taşır ve içinde onu da ihtiva eder. Resul, sözlük anlamı itibariyle risalet kökünden gelen bir kelimedir. Anlamı elçi demektir. çoğulu, rusul ve mürselun’dur. Buna karşılık nebi ise, nebe’ kökünden gelir ve haberci/haber alan kimse anlamındadır. Çoğulu nebiyyun ve enbiyâdır. Kur’an’da ‘Hz. İsa’nın havarilerinden olan elçiler (Yasin Suresi: 13-14), Hz. Yusuf’a giden elçi (Yusuf Suresi:50) için söz konusu olan ‘Resul, Murselun’ kelimeleri bu anlamda kullanılmıştır.

Ayrıca, Kur’ân’da vahiy meleği, ölüm meleği, amellerimizi yazan melekler ve cinler için kullanılan Resul kavramı da bu anlamda kullanılmıştır. Aşağıdaki ayetlerde bu mânâları yansıtan ifadeleri görmekteyiz: ‘Andolsun o akıp giden yıldızlara, Akıp akıp yuvasına giden (yıldız) lara, Kararmaya yüz tuttuğunda geceye andolsun! Ağarmaya başladığında sabaha yemin olsun ki, bu Kur’an, çok şerefli, güçlü, Arş’ın sahibi Allah’ın katında itibarlı, orada kendisine itâat edilen, güvenilir bir elçinin (Allah’tan getirdiği) sözdür. (Tekvir Suresi: 15-21)

‘Sizden birinize ölüm gelince, onu Resullerimiz vefat ettirir.’ (Enam Suresi: 61)

‘Yoksa onlar; Bizim, onların sırlarını ve fısıltılarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, onların yanlarında bulunan Resullerimiz (kiramen kâtibin melekleri) , (onların yaptıklarını ve konuştuklarını) yazıyorlar.’ (Zuhruf Suresi:80)

‘Ey insan ve cin topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze ulaşacağınız konusunda sizi uyaran içinizden resuller (elçiler) gelmedi mi?’(Enam Suresi: 130)

İslam dininde bir terim olarak Resul ve Nebi kavramlarının ikisi de peygamber mânâsında kullanılır. Ancak, ‘Biz, senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki o bir şeyler temenni ettiği zaman, şeytan onun arzusuna vesveseler karıştırmış olmasın. Fakat Allah, şeytanın karıştırdığı şüpheyi giderir. Sonra da Allah, âyetlerini sağlam kılar. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir’ (Hac Suresi:52) mealindeki ayette belirtildiği gibi, ikisi arasında bir fark vardır. İslam âlimlerinin bildirdiğine göre, aralarındaki fark şöyledir:

Resul kavramı, yeni bir kitap ve şeriatla gelen peygamberler için,

Nebi ise, kitap ve şeriat getirsin ya da getirmesin bütün peygamberler için kullanılan bir terimdir.

Nebi, bu özelliğiyle Resul kavramından ayrılır. (Razî Tefsiri,23/45) Buna göre,‘peygamberler için kullanılan bir terim olarak’ her Resul Nebi’dir, fakat her Nebi, Resul değildir. Yani Nebi, Resul kavramına oranla daha geneldir. Bu üslup, Kur’an’ın bir i’caz parıltısıdır ki, veciz bir sözle çok derin ve kapsamı geniş manalar ifade eder.

Hz. Muhammed(.a.s) ise, hem Resuldur hem Nebidir.

Hz. Muhammed’in (a.s.) ayrıcalıklı özellikleri;

*Son peygamberdir:

Peygamberlik kurumu kendisiyle birlikte tamamlanmıştır. Hz. Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu: ‘Şüphesiz benimle diğer peygamberlerin durumu şu misale benzer: Adamın biri bir saray yapmış, onu güzelleştirip mükemmel bir şekilde tamamlamış, fakat bir tuğla yeri boş kalmıştır. Herkes gelip bu saraya giriyor ve ona hayran kalıyor ve: ‘Şu boş kalan tuğla yeri olmasa, bu köşke diyecek yok!’ diyorlar. İşte ben o köşkü tamamlayan tuğlayım.’(Tirmizi, Emsal, 2 )

*Risaleti umumidir:

‘Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak göndermiş bulunuyoruz’ (Sebe’ Suresi: 28).

Hz. Ebu Hüreyre (r.a.) anlattığına göre, Hz. Perygamber (a.s.) şöyle buyurdu: ‘Ben altı şeyle diğer peygamberlerden üstün kılındım: Az sözle çok şey ifade etme kabiliyeti bana verildi. Düşmanın kalbine korku salınarak zafere ulaşmam sağlandı. Savaştan alınan ganimetler bana helal kılındı. Bütün yeryüzü benim için temiz bir mekân ve bir mescit kılındı. Ben bütün insanlara peygamber gönderildim. Peygamberler zinciri benimle son buldu.’ (Müslim, Mesacid, 5).

*En büyük mucizeye sahiptir:

Diğer peygamberlerin peygamberlik belgeleri gözle görülen mucizeler türünden idi. Dolayısıyla da bu mucizeler maddî türden olduklarından dolayı da tesirleri geçici olup, zamanla değerlerini yitirmişlerdir. Söz gelimi, bugün hiç kimsenin bir zaman ejderha olan Hz. Musa’nın asasını, o olağanüstü haliyle görüp de Hz. Musa’nın peygamberliğine iman etme şansı yoktur. Oysa Hz. Peygamber’in (a.s.) en büyük mucizesi olan Kur’an-ı Kerim, hem manevî hem aklî bir mucizedir. Bu özelliğiyle de o, zaman üstü bir konuma sahiptir. Hatta zaman ihtiyarladıkça, Kur’an gençleşiyor, mucizelik yönü daha da parlıyor.

Hz. Peygamber (a.s.), Kur’an’ın bu yönünü şöyle açıklamıştır: ‘Allah’ın gönderdiği peygamberlerden her birine mutlaka insanların onun gibi bir şeyi görmekle imana geldiği bir mucize vermiştir. Ancak bana verilen mucize ise onlardan farklı olarak Allah’ın bana gönderdiği bir vahiydir. Bu yüzden kıyamet günü, onların hepsinden daha fazla tabileri (uyanları) bulunan bir peygamber olacağımı ümit ediyorum.’ (Buharî, İtisam, 1)

*Onun ümmeti, ümmetlerin en hayırlısıdır:

Aşağıdaki ayette bu gerçeğe vurgu yapılmıştır: ‘Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyilği emreder, kötülükten sakındırırsınız ve Allah’a imân edersiniz. Eğer kitap ehli de iman etseydi, bu elbette onlar için daha hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır.’ (Al-i İmran Suresi, 110)

*Hz. Âdem neslinin efendisidir:

‘Ben kıyamet günü Âdem neslinin efendisiyim. Kabri ilk açılacak olan benim. İlk şefaat eden de şefaati ilk kabul edilen de benim.’ (Müslim, Fedail, 3)

*Makam-ı Mahmud sahibidir:

Bu makam, başta kendi ümmeti olmak üzere bütün insanlar için söz konusu olacak büyük şefaattir. Bu gıpta edilmeye değer makamın tek namzeti Hz. Muhammed’dir. Aşağıdaki ayette Allah’ın sözverdiği bu makama işaret edilmiştir. ‘Resulüm! Gecenin bir kısmında kalkıp, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. Artık Rabbinin seni Makam-ı Mahmud’a tayin etmesini bekleyebilirsin.’ (İsra Suresi: 79)

*Livau’l-hamd sancağının sahibidir:

Livau’l-hamd, Allah’a en çok tesbih ile hamd etmiş ve bu yüzden Ahmed adını almış, sonra ‘Sen gerçekten çok büyük bir ahlak üzerindesin’ mealindeki ayetin de ifade ettiği gibi, Allah tarafından en çok övgüye laik görülmüş ve bu sebeple de Muhammed adını almış Hz. Peygamberin bu manevî kimliğinin bir belgesi ve manevî riyasetinin bir simgesi olan sancak anlamına gelir. Şu hadis-i şerif bu hususu belirtmektedir: ‘Ben kıyamet günü Âdem neslinin efendisiyim. Livau’l-hamd sancağı benim elimdedir. Fakat asla gururlanma olmaz. O Âdem ve ondan sonra gelen bütün peygamberler benim sancağım altındadır. Ve kabri ilk açılacak olan da benim. Fakat asla gururlanma yoktur.’ (Ahmed,III/2)

*O Bir Sirac’ı Münirdir:

Bu kavramı ihtiva eden ayetin meali şöyledir: ‘Ey Nebi’ muhakkak ki, biz seni bir şahid, bir müjdeci, bir uyarıcı, kendisinin izniyle Allah’a davet edici ve aydınlatıcı bir güneş/lamba olarak gönderdik.’ (Ahzab, 33/45-46) Bu ayette, Hz. Peygamber(a.s.) hem güneşe hem de Ay’a benzetilmiştir. Şöyle ki: ‘M. Said Ramzan el-Butî’nin de belirttiği gibi’ Arapçada ışığın kaynağı olan şeyler için muzî tabiri, ışığını dışarıdan alanlar için de münîr tabiri kullanılır. Meselâ: Aydınlık bir oda için Ğurfetün müzîetün denilmez, aksine münîretün denilir. Çünkü odanın ışığı dış kaynaklıdır. Buna karşılık bir ateş közü için kabesün münîr denilmez, aksine müzî denilir. Çünkü, ateşteki ışık kendisinindir. İşte Kur’an-ı Hakim’in Kur’an’da ay için nur-münîr, güneş için ziya-siraç tabiri kullanması bu ince farkı belirtmek içindir. ( el-Butî, Revâyi’, 115-16)

İşte söz konusu ayette normal Arapça dil kuralına ve Kur’an’ın diğer kullanış alanlarından farklı olarak Hz. Muhammed için siracen münira tabirinin kullanılması, burada hem Güneş hem de Ay’a yapılan bir benzetmenin göstergesidir. Ayette bu benzetmenin varlığını gösteren işaretleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Hz. Muhammed(a.s.) nübüvvet cihetiyle bir ay gibidir. Vahyin ışığını Şems-i Ezelîden/Veya Kur’an güneşinden alıyor. Risalet cihetiyle bir güneş gibidir. Güneşin kendisinde bulunan ışığını her taraf saçtığı gibi, o da ”konuşan, yaşayan bir Kur’an olarak” kendisinde bulunan hidayet ışığını tüm insanlığa saçmıştır. Ayette geçen Sirac-ı Münir kavramı bu iki hususa ışık tutmaktadır.
  2. Hz. Peygamber (a.s.), Allah’tan vahiy alan bir kişi olarak nebi, aldığı ilahî mesajı başkalarına ulaştırma görevinden dolayı da resul/elçi adını alır. Ayette ‘Ey Nebi’ mealindeki ‘ya eyyüha’n-Nebiyy’ ifadesi onun nübüvvetine, ‘seni elçi olarak gönderdik’ mealindeki cümlesi ise, risaletine işaret etmektedir. ‘Allah’ım! Risalet semasının güneşi, nübüvvet yörüngesinin ayı olan Hz. Muhammed’e salat ve selam eyle’ mealindeki salavat-ı şerifede, bu hakikate işaret edilmektedir.
  3. Sirac-ı Münir kavramı ‘yukarıda açıklandığı üzere’ iki zıt vasfı ihtiva etmektedir. Sirac kelimesi, ışığı kendisinden olan bir cismi ifade etmekte ve Kur’an’da güneş anlamında, kullanılmaktadır: ‘Biz gökte alev alev yanan/ışığı kendinden olan bir güneş yarattık.’ (Nebe’ Suresi:13) mealindeki ayet bunu göstermektedir. Münir kelimesi ise, ışığını dışarıdan alan bir cismi ifade etmekte ve Kur’an’da Ay için kullanılmaktadır. ‘Biz göklerde bir sirac/lamba/güneş ve aydınlatıcı bir Ay (Kamer-i Münir) yarattık.’(Furkan Suresi:61) mealindeki ayet bunu göstermektedir.

Risalet semasının güneşi ve nübüvvet yörüngesinin Kamer’i/Ay’ı olan Hz. Muhammed’e Onun âl ve ashabına kâinatın atomları sayısınca salat ve selam olsun. Âmin!

Niyazi Beki / Zafer Dergisi

Gıybet Yapacaksan Anneni veya Babanı Yap!

kissaHerkesin İstifade edeceği bir Peygamber kıssası

Peygamberler bizim için birer rehber ve yol göstericidirler. Her bir Peygamberin hayatı bizim için hikmet ve ibret verici olaylarla doludur. Bu olaylar karşısında onların tavrı bize örnek olmakta ve o gibi hadiseler bizim de başımıza gelirse bizde onlar gibi olalım ve öyle davranalım diye onların başından geçen olaylar bize nakledilir. İşte bu ibretli ve hikmetli kıssalardan birisi eski çağlarda beni İsrail peygamberlerinden birisinin başına geliyor ve şöyle bir hadise bize de ders olsun diye rivayet ediliyor.Şöyle ki:

Cenabı Hak bir Peygamberine vahi ile şöyle diyor. Sabah kalkıp dışarı çıkarak yol almaya başla ve yolculuk esnasında karşına çıkacak beş şey olacak. O beş şeyi şu şekilde karşıla ve muamele eyle.

1-Karşına çıkan birinci şeyi yiyip yutacaksın.

2-Karşına çıkan ikinci şeyi de saklayacaksın.

3-Karşına çıkan üçüncü şeyi de koruyacaksın.

4-Karşına çıkan dördüncü şeyi üzmeyeceksin.

5-Karşına çıkan beşinci şeyden de kaçacaksın.

O nebi bunları dinledikten sonra Bismillah der ve yola çıkar. Yolda giderken yol onu bir dağa götürür ve karşısına birinci olarak koca bir dağ çıkar.

O nebi bunu görünce şaşırır ve kendi kendine der.

Allah Allah bu dağ nasıl yenilir ve yutulur. Sonra olsun dedi madem Rabbim böyle emretti mutlaka bunda bir hikmet bir sır saklıdır. Ben bana söyleneni yapayım der ve koca dağı yemeye niyet ederek dağa doğru ilerler. O dağa doğru yemek için gittikçe dağ küçülür. Nihayette dağ bir lokma kadar olur. O da onu alır ve yer. Yerken de o dağ tatlı bir yiyecek gibi olur.

Yoluna devam eden nebinin önüne bu sefer altından bir leğen çıkar. Bunu görünce dedi. Bunu saklamam söylenmişti. O leğeni aldı ve toprağa gömerek sakladı. Yola devam ederken döndü geriye baktı. Gördü ki, o leğen sakladığı yerden çıkmış. Tekrar geri döndü ve o leğeni yine sakladı. Yoluna devam ederken yine geriye baktı. Yine o altın leğenin çıktığını görünce “ Fesubhanallah”  dedi  ve tekrar döndü o leğeni sakladı. Leğen yine saklandığı yerden çıkınca o nebi. Ben üzerime düşeni yaptım ve sakla denen şeyi sakladım. Fakat o sakladığım yerden hep çıktı. Vardır bunda da bir hikmet dedi ve yola devam etti.

Yolculuğuna devam eden nebinin bu sefer karşısına atmacadan kaçan bir serçe çıktı. Serçe korkmuş bir şekilde nebiye sığındı. Ve ne olur bana yardım et atmaca beni yakalarsa yer dedi. O nebi biraz düşündü ve üçüncü karşıma çıkanı koru denmişti. Serçeyi aldı ve koynuna koyarak onu sakladı. Derken dördüncü olarak atmaca yanına geldi ve o nebiye şöyle dedi.

Sen Allahtan korkmaz mısın?  Neden benim rızkımı elimden  aldın. Nebi. Bana öyle emredildiği için serçeyi sakladım dedi. Atmaca.

Peki, şimdi ben ne yapayım, aç karnımı nasıl doyurayım. Nebi biraz düşündü ve  Bana dördüncü şeyi üzmemem söylenmişti.

O zaman yanındaki yiyeceğinden bir parça kopardı ve atmacaya vererek Al bu da senin nasibin diyerek atmacaya verip yoluna devam etti.

Yola devam ederken önüne kokmuş bir leş çıktı. Kokusu çok rahatsız ediciydi. Hemen aklına beşinci şey geldi ondan da kaçacaktı.  O da hemen oradan hızla kaçarak uzaklaştı. O nebi gideceği yere gitti. Yol bitince dinlendi sonra ellerini açarak şöyle bir niyazda bulundu.

Ya Rab sen her şeyi hakkıyla gören ve bilensin. Her işinde hikmet ve güzellikler bulunduransın. Yolculuğumda benim başıma gelen bu beş şeyin hikmet nedir. Bunu bana bildir. Ta ki bende o hikmetleri ümmetime bildireyim dedi. Ve semadan bir nida geldi ve ona dedi.

-Ey nebi, yolda gördüğün o beş şeyin hikmet ve tabiri şudur.

Birinci olarak önüne çıkan dağ öfkeye işarettir. Öfkeni yenmek istiyorsan ondan korkma ve kaçma. Öfkeni dışa çıkarma ve onu yut. Öfke yutuldukça küçülür ve zararsız olmaya başlar. Hele öfkenin dediği yapılmaz da yutulursa sonu tatlı olur. Öfke şeytandandır. Şeytan da ateştendir. Ateşi su söndürür. Bu bakımdan ateşe körük olmamak su olmak gerekiyor. İş hayatında, aile hayatında bir taraf öfkeli ise öbür taraf su gibi olmalıdır ta ki öfke ateşi sönsün. Eğer su değil benzin olma seçilirse ateş yani öfke büyür ve zararlı olur.

İkinci olarak bulduğun altın leğen senin güzel amellerindir. Onlar altın gibi kıymetlidir. Onları saklamak lazımdır. Eğer o güzel amelleri başkasına anlatırsan kıymeti düşer. Belki gurura ve kendini beğenme tehlikesine düşme ihtimali vardır. Bundan sakınmalı ve güzel amelleri gizlemeliyiz. Fakat sen saklamakla beraber başkaları onu dışarı çıkarsa bunda da sana zarar yok, başkalarına ise yarar çoktur.

Üçüncü olarak saklaman gereken şeydi. Bu da sana teslim edilen ve verilen emanetlerdir. Emanete hıyanet etmeyip onu koruman gereklidir. Sana verilen en büyük emanet iman ve insaniyettir. Hayatımız, gençliğimiz ve diğer sahip olduklarımız birer emanettir. Yani geri alınmak üzere verilen şeylerdir ve zamanı gelince de alınmaktadır. Sende görüyorsun ki kimsenin elinde bırakılmıyor. Emanetin sahibi emanetini geri alıyor ve alacak. Öyle ise senin görevin Rabbinin emanetini korumaktır.

Dördüncü olan şey üzmemen gereken şeydi. Senin üzerinde hakkı olanlar vardır. Bunlardan birincisi Allah’ın hakkı, ikincisi Peygamberin hakkı, üçüncüsü anne ve babanın hakkı, dördüncüsü diğer kullar ve canlıların hakkıdır. Allah’ın hakkı emirlerini yapıp yasaklarından da kaçmaktır. Peygamberin as hakkı Ona tabi olmak ve Onu örnek ve rehber kabul etmektir. Anne ve babaya helal isteklerine itaat etmektir. Eşimiz, çocuklarımız ve diğerlerinin üzerimizdeki haklarını saygı duyup onları korumaktır. Bu hak sahiplerini üzmeyerek onların hakkını korumaktır.

Beşinci olarak gördüğün kokmuş et gıybete işarettir. Onu nerde görsen mutlaka ondan hep kaçan olmalısın. Gıybet yapılan güzel amelleri bozan bir şeydir. Zor kazandığın sevabı kolay harcamaktır. Gıybet zehirli bal gibi dışı tatlı içi öldüren zehirdir. Gıybetten kaçan ve sakınan olmalısın. Eğer illa gıybet yapacaksan anneni veya babanı yap ki sevapların onlara gitsin. Niye sevmediğin birini gıybet edip de en kıymetli sevabını ona veresin.

Gıybet ateş gibidir. Ateş nasıl odunu yakar bitirir ise, gıybette senin Salih ve güzel amelleri öyle yakar ve yiyerek bitirir. Bu kıssadan bize de düşen bir hisse olmalıdır. Rabbim bizi de hisse alanlardan ve öfkesini yutup gıybetten de kaçanlardan eylesin.

Resulullah’ın (a.s.m) Sureti

O’NU ANLAT

Ünlü komutan Hâlid bin Velid (R.A.) ordusuyla bir sefere çıkmıştı. Uzun süren yolculuğun ardından bir aşiretin yakınında konakladılar. Aşîret reisi, Halid bin Velid’i (R.A.) ziyarete geldi. O Kâinatın Efendisi’ni (S.A.S.) yakından tanımak istiyordu:

– Efendim bize Hazreti Muhammed’i anlatır mısın?
– O’nun güzelliklerini anlatmaya gücüm yetmez!
– Bildiğin kadarıyla anlat.
– Gönderilen, Gönderen’in kıymetince olur.
(Gönderen âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ (C.C.) olunca, gönderilen Elçisi’nin kıymetini var sen hesap et!)

Münâvi, V, 92/6478; Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye Tercümesi, İstanbul 1984, s. 417

O’NUN GİBİ

Ebu Kursâfe (R.A) saadet çağında yaşayan bir çocuktu. Annesi ve teyzesi ile birlikte Resulullah’ı (S.A.S.) ziyarete gittiler. Bir süre oturduktan sonra izin istediler. Eve doğru yola koyuldular. Peygamberimiz (S.A.S.) ile görüşmenin sevinci içindeydiler. Bu sırada annesi, teyzesine şunları söylüyordu:

– Ben O’nun kadar güzel, O’nun gibi temiz, O’nun kadar tatlı sohbet eden birisini görmedim… Konuşurken mübarek ağzından sanki nûr çıkıyordu…

Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, 1/119-120

GÜZELLER GÜZELİ

O’nun sevdalılarından El-Bera (R.A) dedi ki:
– Ben, Resûlullah’tan daha güzel hiçbir şey görmedim. O ay gibi parlardı.

Cabir Efendimiz’in (R.A) güzelliğini:
– Peygamber Efendimizi kırmızı bir elbise giymiş olarak gördüm. Bir ona bir de gökteki aya baktım. O, benim gözlerimde aydan daha güzeldi, sözleriyle anlattı.

Ümmü Ma’bed’in (R.A) tarifi ise şöyleydi:
– Uzaktan, insanların en tatlısı ve en güzeli, yakından da en açığı ve en güzeliydi.

Hanımı Hazreti Aişe (R.A) ise:
– Resûlullah insanların en güzel yüzlüsü ve rengi en parlak olanıydı. dedi.

Beyhakî, Delailü’n-Nübüvve, I/200; Buharî, Kitabü’l-Menakıb, bab: 23; İmam Ahmed, Müsned, IV/281, V/102,Tirmizî, Sünen, Kitâbü’l-edeb, nr: 2811; Beyhakî, age, 1/196, Ebu Nuaym, Delailü’n-Nübüvve, 283-287

İSİMLERİ

Peygamber Efendimiz (S.A.S.) buyurdu:

– Benim bir takım isimlerim vardır: Bir ismim “Muhammed“dir. Bir ismim de “Ahmed“dir. İsmimin biri de “Mâhî”dir ki, Allah benim vasıtamla küfrü mahveder. Diğer bir ismim de “Hâşir“dir. Yani kıyamet gününde ben herkesten önce dirileceğim diğer insanlar ise benden sonra dirilecektir. İsimlerimden birisi de “Âkıb“dır. Âkıb, artık kendisinden sonra bir daha peygamber gelmeyecek kimse demektir.

Peygamberimizin (S.A.S.) yirmi üç adı vardır. Bunlar: Muhammed, Ahmed, Mâhî, Haşir, Âkıb, Mukaffî, Nebiyyu’r-rahme, Nebiyyu’ t-tevbe, Nebiyyü’l-melâhim, Şâhid, Mübeşşir, Bedr, Dahûk, Kattal, Mütevekkil, Fâtih, Emîn, Hâtem, Mustafa, Rasûl, Nebî, Ummî, Kusem‘dir.

Mukaffî ve Âkıb: Peygamberlerin sonuncusu demektir.
Melâhim: Savaşlar manasına gelir.
Dahûk: Onun Tevrat’taki adıdır. Güzel latife yaptığı için böyle denilmiştir.
Kusem: Vermek manasına gelir. O insanların en cömerdiydi.

Tirmizî, Şemail, 50.bab, 1. hadis, Beyhakî, Delailü’n-Nübüvve (1/160)

MÜBAREK VÜCÛDU

Hazreti Hasan (R.A) küçükken, Gönüllerin Sultanı Efendimiz (S.A.S.) vefat etmişti. Yıllar geçtikçe O’nu (S.A.S.) daha çok özleyen Hasan (R.A), dayısı Hind’e (R.A) dedesini (S.A.S.) anlatmasını istedi. O’da (R.A.) söze şöyle başlamıştı:
– Resûlullah’ın bütün vücudu düzgündü. Ne şişman ne de zayıftı…

İbnü’l-Cevzi, Ashâbın Dilinden Peygamberimizin Hayatı, 344

RESULULLAH’IN MÜBAREK BAŞI

Hazreti Ali’ye (R.A.) soruldu:
– Peygamberimizin başı nasıldı?
– O’nun başı büyüktü. dedi.

– O’nun alnı nasıldı? diye Hazreti Hind’e (R.A.) sorulunca:
– Resûlullah geniş alınlıydı, dedi.

Beyhakî, age, 1/216, Tirmizî, Şemail, 6

MÜBAREK YÜZÜ

Hind, (R.A) Efendimiz’in (S.A.S.) yüzünü şöyle tarif etti:
– Her türlü büyüklük Resûlullah’ta toplanmıştı. O’nun yüzü, ayın ondördü gibi parlardı. Yanakları da düz idi.

Hazreti Ali (R.A) ise:
– Resûlullah’ın yüzü yuvarlakçaydı. dedi.

Ümmü Ma’bed (R.A) O’nun (S.A.S.) hakkında:
– Güzelliği aşikâr ve parlak yüzlü bir zat idi. demiştir.

Beyhakî, age, I/214,125, Ibn Kesir, age, VI/20,21, İbn Sa’d, Tabakat, I/230; Tirmizî, Kıyâmet/42

EFENDİMİZ’İN BURUN ŞEKLİ

Hind bin Ebî Hâle (R.A) O’nun (S.A.S.) burnunu şöyle tarif etti:
– Resûlullah Efendimizin burun kemiğinin ortasında bir kavis.vardı. Burnunda, ona güzellik veren bir parlaklık vardı. Dikkat etmeyen kimse onun burun kemiğinin uzun olduğunu zannederdi.

Zebidi, Ithafü’s-Sadeti’l-Müttakîn, Beyhakî, age, I/286

AĞZI VE DİŞLERİ

Hazreti Cumey (R.A), Hind (R.A), Ebu Hureyre (R.A) ve İbni Abbas (R.A) Efendimizin (S.A.S.) mübarek ağzını şöyle tarif ettiler:
– Resulûllah güzel ve geniş ağızlıydı. Dişleri aralıklıydı. Gülümsediğinde dişleri dolu taneleri ve nur gibi görünürdü.

İbnü’l-Cevzi, age, 337; İbn Kesir, age, VI/37; Beyhakî, age, I/288; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VIII/279

SAÇLARI VE SAKALI

Enes İbn Malik (R.A..):
– Resulullah’ın saçı, orta bir saçtı. Ne kıvırcık ne de düz idi, dedi.

Hind bin Hâle (R.A..) ise şöyle anlattı:
– Saçı, kendiliğinden ikiye ayrılır, yanlarına dökülürse, onları birleştirmezdi. Birleştikleri zaman ise onları ayırmazdı, oldukları gibi bırakırdı. Saçını uzattığında, kulaklarının memesini geçerdi.

Hazreti Ali (R.A..) şunu söyledi:
– Resûlullah’ın sakalı sıktı.

El-Berâ’nın (R.A.) tarifi:
Resûlullah’ın omuzlarına dökülen saçları vardı, şeklindeydi.

Buhârî, Kitabu’l-menâkıb, 23; Beyhakî, age, I/214,125,1/216, Nesâî, VII/183

KAŞI, GÖZLERİ VE KİRPİKLERİ

Hazreti Hind (R.A.) şöyle dedi:
– Kaşları uzun, uçları ince ve araları çok yakındı. Kirpikleri ise uzundu. Göz bebeklerinin siyahı çok siyahtı.

Cabir Hazretleri (R.A.) de:
– Resûlullah’a baktığım zaman iki gözü sürmeli derdim. Oysa gözlerine sürme çekmiş değildi, dedi.

Beyhakî, age, I/214,125, İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, VI/33, İmam Ahmed. Müsned, V/97,105, Suyuti, age, 1/117-118

MÜBAREK ELLERİ

Bir gün Avn’nın Babası (R.A.) Efendimiz’i (S.A.S.) ziyarete gitti. Onu selamladıktan sonra mübarek elini tuttu ve yüzüne sürdü… Efendiler Efendisi’nin (S.A.S.) eli, kardan daha soğuk, miskten daha hoş kokulu idi.

Enes b. Malik (R.A.) de şöyle dedi:
– O ‘nun avucunun yumuşaklığı ne atlasta ne de ipekte bulunur.

Hz. Ali (R.A.)
– Resûlullah’ın elleri iriydi, dedi.

Hind (R.A.) de:
– Avuçlarının içi geniş idi, dedi.

İbnü’l-Cevzi, age, 342; İmam Ahmed, Müsned, 111/107; Beyhakî, age, I/216; I/214

MÜBAREK OMUZLARI

El-Bera İbn Azib (R.A.) Efendiler Efendisi’nin (S.A.S.) mübârek omuzlarını şöyle tarif etti:
– Resûlullah Efendimiz’in omuzları genişti.

Buharî, Kitâbü’l-Menâkıb, 23

MÜBAREK AYAKLARI

Hazreti Resûlullah’a (S.A.S.) peygamberlik görevi verilmeden önceydi. Kureyşliler bir kâhine:
– Söyle bakalım! İbrahim makamındaki ayak izine içimizde en çok kimin ayağı benziyor?” dediler.

Kâhin:
– Şu yere bir yaygı serin, sonra sırayla hepiniz üzerinde yürüyün. Ben de sizlerin ayak izine bakarak cevap vereyim” dedi.
Onlar yere yaygı serip üzerinde yürüdüler. Kâhin sıra Peygamberimizin (S.A.S.) ayak izine gelince:
– İşte! İçinizde İbrahim’e en çok benzeyeniniz budur” dedi.

Hazreti Hasan’ın dayısı Hind (R.A.) Efendimiz’in (S.A.S.) ayaklarını bize şöyle tarif etti:
Resûlullah’ın ayaklarının altı düz değil, çukurdu. Ayakları hafif etliydi. Ayaklarının üzerine su döküldüğü zaman etrafa yayılırdı.

Suyuti, age, 1/131; Beyhakî, age, I/214, 125

GÜL RENGİ

Enes İbn Malik (R.A.):
– Resûlullah insanların en güzel renklisiydi, derken,

Ebu Hureyre (R.A.) şöyle söyledi:
– Resûlullah beyazdı. Sanki gümüştendi.

Hazreti Ali (R.A.) de:
– Resûlullah’ın rengi, kırmızı gül rengine yakın beyazdı dedi.

İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, VI/23. Tirmizî, Şemail, 12;Beyhakî, age, 1/212, 218

BOYU

Hind (R.A.) der ki:
Resûlullah normalden daha uzun, çok uzun olandan kısaydı, yani uzuna yakın orta boyluydu.

Hazreti Âişe (R.A.) O’nun (S.A.S.) boyundaki mucizeyi şöyle anlattı:
– Yanına uzun boylu biri gelse, kendisi ondan daha uzun görünürdü, iki uzun boylu kimseyle birlikte yürüdüğünde ise onlardan daha uzun görünürdü. Onlardan ayrılınca, kendisi normal boyuna döner, o iki kişi de uzun boylu hallerine dönerdi.

Zebîdî, age, VII/145, Tarihu İbn Asakir, I/333

NEFİS KOKUSU

Peygamberimiz’in hizmetkârı Enes (R.A.) der ki:
– Resulullah’ın yanında on yıl kaldım. Bütün kokuları kokladım. O’nun kokusundan daha güzel bir koku koklamadım. O’nun vücûdu misk ve amberden daha güzel kokardı. Peygamberimiz’in rengi gül rengi gibiydi. Atlas ve ipek O’nun vücudundan daha yumuşak değildi.

Müslim.Kilabu l-Fedâil, 8. Buhârî, Menâkıb/23, Müslim, Fezâil, 82

PEYGAMBERLİK MÜHRÜ

Selman Fârisî’nin (R.A.) Resûlullah’ı (S.A.S.) müslüman olmadan önceki üçüncü ziyaretiydi. Efendimiz (S.A.S.) ashabıyla birlikte oturmaktaydı. Selman (R.A.) bu kez daha önce bir rahibin söylediği peygamberlik mührünü görmeyi istiyordu. Selam verdikten ve belki görürüm diye, Efendimiz’in (S.A.S.) etrafında dolaşmaya başladı. Peygamberimiz (S.A.S.) Selman’ın (R.A.) ne istediğini anladı. Elbisesini omuzundan biraz sarkıtıp:
– Sana söylenen mührü görmek istersen bak, dedi.

Selman (R.A.) şaşırmıştı… Kendisine, bir rahibin ne anlattığını Efendimiz (S.A.S.) bilmekteydi. Evet bu bir mucizeydi. Dikkatle Resûlullah’ın (S.A.S.) mübârek sırtına baktı. İki omuzu arasındaki mührü gördü. Üzerindeki şekil, “Muhammedün Resûlullah” yazısına çok benziyordu.
Sonunda Selman (R.A.) aradığını bulmuştu. Sevinç gözyaşlarıyla dudaklarından şu cümleler döküldü:
– Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed O’nun kulu ve elçisidir.

Ahmed b. Hanbel, V, 442-443

Kaynak: hazretieyupsultan.com