Etiket arşivi: NEVZAT TARHAN

Risale-i Nur ile Gülen Hareketi Arasındaki 17 Fark

Bu savaşta nerede duruyoruz?

İki ihtimal var. Ya Türkiye’de akıl tutulması yaşanıyor ve cinnet halindeyiz ya da önemli kişi veya cemaatler güç odaklarının psikolojik savaş stratejilerine proje malzemesi oluyorlar.

Bir Nur cemaati grubu diğer gruba komplo kuruyor iddiası çok korkunç. Gerçek neyse ortaya çıkmalı, kimse yargıdan kaçmamalı… Düşünmemiz gereken şey şu: Bediüzzaman’ın öğretisi bu mu? Bugün Bediüzzaman’ın takipçisi olduğunu söyleyen grupların çoğu ‘Gülen Hareketi’ ile arasındaki sınırları tam olarak çizmiş değil.

Gülen Hareketi

Fethullah Gülen hareketi ile Bediüzzaman Said Nursi’nin orjinal hareketi arasında sosyal davranış açısından şu 17 farkı tespit ettim.

1-Merkezi figür: Risale-i Nur (RN) Hareketi kitap merkezli, Gülen Hareketi ise şahıs merkezlidir.

2-Kutsallaştırma: Bediüzzaman kendisine ‘Ulu kişi, kutsal kişi’ dedirtecek söylemlere şiddetle karşı çıkmış, şahsi keramet olarak anlaşılabilecek davranışlardan kaçınmış, kitaplarındaki tevafukla yetinmiştir. Mezarının bile gizli olmasını vasiyet etmiştir. Fethullah Gülen ise kendisinin yüksek manevi makamlardan ilahi mesajlar aldığını söyleyen takipçilerine sessiz kalarak bunu desteklemiş ve onaylamıştır. Takipçileri arasında yaygın olarak söylenen ‘Her Perşembe Hz. Peygamber’le görüştüğü’ iddiasını resmen yalanlamamıştır.

3-Müsbet hareket: Bediüzzaman kendisini idamla yargılayan savcının çocuğunu gördüğünde ona beddua etmekten vazgeçmiş, Gülen ise kamera önünde bedduaya başvurmuş ve bunun yayınlanmasına izin vermiştir.

4-Para ve hediye kabul etme: Bediüzzaman hiç hediye almamış, yaptığı hizmeti mali karşılığa tahvil etmemiştir. Ticaret yapmak isteyen talebelerine de şahısları adına ticaret yapmayı tavsiye etmiştir. Gülen Hareketi ise bankasından okullar ve dersanelerine kadar büyük bir sermaye grubu oluşturmuştur.

5-Metodolojisi: Başlangıcı Osmanlı dönemine dayanan Risale-i Nur Hareketi’nin üç ana ayağı mevcuttur.
a-İman hakikatlarıyla ilgili kitapları ile temel eğitim,
b-Lahika kitapları ile hizmette metodoloji eğitimi ve sosyal konularda rehberlik örnekleri,
c-Müdafaalarla ilgili kitapları ile saldırılara savunma stratejilerini anlatır.

Gülen Hareketi Risale-i Nur Hareketi içinde başlayarak Risale-i Nur eserlerinden faydalanmış ancak 1970’li yıllarla birlikte hizmette farklı metodoloji uygulamıştır. b ve c ayaklarını ölçü olarak göz önüne almamıştır.

6-Kendini tanımlama: Bediüzzaman; Nur Talebesi, Nurcu sözünü açıklıkla kullanırken Gülen Hareketi yüksek sesle Bediüzzaman ve Risale-i Nur tanımlamalarından kaçınmış ve sürekli Fethullah Gülen’i ön planda tutmuştur.

7-Kitapların korunması: Bediüzzaman eserlerini hayatında Türkçe harf karakteri ile bastırmış ancak açıklayıcı ve sadeleştirici metin (text) değişikliğini istememiştir. Gülen Hareketi sadeleştirmeyi orjinali yerine geçecek biçimde yaparak basımını gerçekleştirmiş, varislerinin muhalefetine ve fikri te’lif haklarının müsade etmemesine rağmen Risale-i Nur eserlerinin temel yapısı ile oynamıştır.

8-Kişisel bağlanma: Gülen Hareketi Bediüzzaman’ı vazifesini tamamlamış bir din büyüğü olarak görmüştür. Diğer Nur Hareketleri ise Bediüzzaman’ın eserlerine bağlılığı yeterli görerek sadakatlerini devam ettirmişlerdir.

9-Devletle ilişki: Risale-i Nur Hareketinin orijininine sadık gruplar aktif siyasete mesafeli olmuşlar, cemaat adına devlet talebi ve siyasi talepte bulunmama ilkesine hassasiyet göstermişler. Bediüzzaman ve yakın talebeleri siyasete girmek isteyen kişilere sadece kendileri adına girmeleri yönünde telkinde bulunmuşlardır. Siyasette ilişkilerini görüş verme sınırları içinde tutmuşlardır. Dini değerlerin canlanmasına ortam hazırlama kapasitesindeki her siyasi hareketi desteklemişlerdir. Gülen Hareketi ise hiyerarşik bir yapılanma içinde aşırı büyüme arzusu ile kendinden olanı liyakata bakmaksızın tercih eden bir kadrolaşmaya girmiş devleti yönetmeye talip olmuştur.

10-Açıklık ve şeffaflık: Bediüzzaman’ın metodu üzere giden gruplar açıklık ve şeffaflıktan çekinmemiş gizli servislerin elemanı olduğunu bildikleri kişilere bile kapılarını açmışlardır. Açık grup olmaya özen gösteren Bediüzzaman’ın tersine Gülen Hareketi ise özel güvenlik alanları oluşturup ‘kapalı bir grup’ olmuştur.

11-Doğruluk anlayışı: Bediüzzaman eserlerinde ve yaşayışında doğruluk, yalan söylememek gibi ilkelerden hiç vazgeçmemiş, yargılanırken dahi yalana başvurmamıştır. “En büyük hile hilesizliktir” sözü meşhurdur. Gülen Hareketi ise ‘faydacı ve fırsatçı’ denilebilecek güven vermeyen yöntemleri doğallaştırmıştır. Zengin, şöhret ve başarı tutkunluğu ile ayrımcılık yapmıştır.

12-Güç odakları ile ilişki: Bediüzzaman hayatının hiç bir döneminde güç odakları ile pazarlık iması dahi olabilecek davranışlara girmemiş, 28 yıl sürgün yaşadığı ve 18 defa zehirlendiği halde Türkiye’yi terk etmemiştir. Sayın Gülen ise 15 yıldır yurt dışında kalmaya devam etmekte, İsrail lobisinin siyasetine paralel söylem ve duruş göstermektedir.

13-Din ve siyasi güç ilişkisi: Bediüzzaman “Dini siyasete alet ediyor” iddiası ile ilgili sayısı 700’ü geçen davalarında en son 1973 olmak üzere beraat etmiş kitapları iade edilmiştir. 17 Aralık 2013’ten sonra yaşanan siyaset-cemaat tartışmalarında Bediüzzaman’ın resmi vesayet verdiği talebeleri ve diğer Nur Hareketi gruplarının siyasi duruşu farklı olmuştur. “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” diyen Bediüzzaman’a uygun olarak siyasi ilgileri ikinci planda kalmış ilgilendiklerinde de meşru hükümeti savunma şeklinde olmuştur. Mevcut hükümeti mümkün olanlar içerisinde en iyisi olarak ele alarak değiştirme gerekecekse bunun seçimden seçime olağan işleyişle olmasını savunmuşlardır. Gülen cemaati ise siyasi bir hareket gibi davranarak bütün varlığı ile devleti yönetme talebi ile topyekün mücadele sergilemiştir.

14-Stratejik hedef: Bediüzzaman’ın stratejik hedef olarak “süreç ve vazife odaklı” olduğu, sonucu ilahi iradeye bıraktığını İhlas Risalesi’nde yazdığını ve uygulamada da bunu hayata geçirdiğini görüyoruz. Maksat olarak Allah rızasını gaye edinmiştir Ancak Gülen Hareketinin ise söylemde böyle olduğu ancak tatbikatta stratejik olarak “sonuç odaklı” olduğu, uyguladığı gizli gündemli metodolojiden ve büyüme arzusundan anlaşılmaktadır. Gülen cemaatinde Allah rızası anlayışının Allah adına liderlik anlayışı ile karıştırıldığı görülmektedir.

15-Dünyevîlik-uhrevîlik farkı: Kemiyet, keyfiyet bakışını da belirleyen bir farktır. Bediüzzaman en yüksek değer olarak ihlası almış, ihlasa aykırı olan maddi zenginliği, takipçi olanın çokluğunu reddetmiştir. Uhrevi bir cemaat olmaya itina göstermiştir. Gülen Hareketi ise ihlası ikinci plana almış adanmışlık adı ile itaati ve daha çok çoğalmayı yüceltmiştir. Dünyevi bir cemaat olmayı önceliklemiştir. Bu esas açısından temel bir fark olmuştur.

16-Diğer dini cemaatlerle ilişki: Risale-i Nur Hareketi İhlas Risalesi’nde yer alan “Hak sadece benim mesleğimdir dememelisiniz” düsturuna uymayı tavsiye ederken Gülen Hareketi diğer dini cemaatlere uzak, yukarıdan bakışlı, mesafeli durmuş ve işbirliğinden kaçınmıştır.

17-Zulme karşılık verme biçimi: Bediüzzaman vefatı öncesi Urfa’ya vuslat yolculuğuna çıkarken söylediği son sözler “Beni anlayamadılar” olmuştu. Her iktidar tarafından zulüm, eziyet, hapis ve en azından mecburi ikamete mecbur edildi. O büyük imamların yaptığı gibi itiraz etti ama isyan etmedi. Gülen grubu ise maalesef zülme uğradığını düşünerek 28 Şubat 1997 “medya, asker, yargı” darbesini hatırlatır “medya, polis, yargı” darbesi diyebileceğiz girişimlerde bulunmaya devam ediyor. Karşısında güçlü bir liderlik bulunmasaydı şu anda Türkiye kaos yaşayacaktı. Kaldıki karşısında isyan edilecek bir kadro da yoktu. Bediüzzaman gelenekle geleceği birleştirmiş İslamla demokrasiyi mezcetmişti.

Büyük İmamlar ne yapmıştı?

Hanbelî, zalim hükümdarlarla ilgili hadisleri neşrettiği için, Hanefî; katl fetvası vermediği için, Malikî baskı ile boşanmanın geçersiz olduğunu söylediği için, Rabbanî ordu içinde müridleri var şiayı tenkid ediyor denilerek işkence, hapis ve sürgüne maruz kaldılar. Şafî; ilmi tenkitleri nedeniyle idamdan dönmüştü. Bütün imamlar zaman üstü olarak anlaşmışlar gibi itirazlarından vazgeçmediler ama isyan da etmediler. Bediüzzaman kendi döneminde farklı fikirlerini, itirazlarını yazılı olarak neşretti hapse razı oldu ama vatanını terk etmedi, itirazını isyana çevirmedi. “Dahilde cihat maddi olmaz manevi olur” diyerek fikir mücadelesi yaptı. Bu sosyal duruş İslam dininin şiddete izin vermediğinin canlı bir duruşu ve bence demokrasi dersi idi.

BAŞARI KÖRLÜĞÜ

Görüldüğü gibi aralarında önemli farklar olan dini cemaat ve gruplar müştereklerini bir kenara bırakarak birbirlerine benzemeyen özellikleri üzerinden çatışmaya girmişlerdir. Bu çatışmayı maksimize eden üçüncü taraflar vardı ve yaşananları bir proje olarak düşünmek gerçekçi bir değerlendirme olacaktı.

Çözüm olarak hiç bir dînî cemaatin, zulme de uğrasa, açık açık yolsuzluk vakaları dahi olsa, meşrû iktidara savaş açma hakkı yoktur, silahı toprağa gömen taraf Gülen cemaati olmalıydı.

Psikolojik savaş stratejistlerinin en çok kullandığı özellik olan “Narsizm”dir. Yani kendini özel, önemli, ayrıcalıklı ve üstün görmek. Hem cemaat narsizmi hem de yöneticilik narsizmi haddi aşmaktır ve bir çeşit zulümdür. Buna başarı körlüğü ve başarı hastalığı da diyebilirsiniz.

Siyasi iktidar ise ihanete uğramanın asabiyeti ile adaletten sapıp sapmama sınavı ile karşı karşıyadır. “İnsanların size itaat etmesini istiyorsanız onlara adaletli davranınız.” diyen semavi öğretileri hepimizin hatırlamasında fayda var.

İtirazı isyana çeviren de, tedbiri adaletsizce yapan da sınavı kaybeder. Hepimiz son olaylarda nerede durduğumuzu sorgulamalıyız.

Vesselam.

risale haber

Çocuğunuzu evin küçük hükümdarı yapmayın!

Şımartılan çocuklar ileride büyük sorunlar yaşıyor

Çocuğunun her ihtiyacını karşılayan, bir dediğini iki etmeyen ebeveynler aslında çocuklarına kötülük yapıyor. Çünkü her ihtiyacı karşılanan çocuk bir süre sonra benmerkezci oluyor ve evin küçük hükümdarı haline geliyor. Hep almak istediği gibi vermeyi öğrenemiyor. Büyüdükçe istekleri de büyüyor, zevk eşikleri yükseliyor. Bir süre sonra ise sıradan şeylerden zevk alamaz olup, sıra dışı şeylere yönelmeye başlıyor. Tehlike de işte o zaman geliyor.

Ebeveynin çocukluk yaralarını onarmak için kendi çocuklarını kullanabildiklerine dikkat çeken Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatr Prof. Dr. Nevzat Tarhan, ebeveynin aklın gereğinden ziyade duyguların gereğini yaptıklarına dikkat çekiyor. Hal böyle olunca çocukların zamanla evin küçük hükümdarları haline gelebildiğini vurgulayan Tarhan, çocuğun zamanla her şeyi yönetmeye başlayabildiğini kaydediyor. Tarhan her ihtiyacı karşılanan çocuğun bir süre sonra benmerkezci olabileceği uyarısında bulunuyor.

Benmerkezci çocuk daha kolay zevk tuzağına düşüyor

“Her ihtiyacı karşılanan çocuklar bir süre sonra benmerkezci olurlar, hep almak isterler, vermeyi öğrenemezler. Biraz daha büyüdüklerinde istekleri de büyür, zevk eşikleri giderek yükselir. Artık sıradan şeylerden zevk alamaz olur ve sıra dışı şeylere yönelmeye başlarlar. Zevk tuzağına kapılabilirler; iş uyuşturucu madde kullanımına kadar varabilir. Anne-babalar da ‘Biz ondan hiçbir şeyi esirgemedik, ona iki kişilik sevgi verdik. Neden böyle oldu?’ diye sormaya başlarlar.”

Bu tehlikeden uzak durmak için çocuklara arzularını durdurmayı, kontrol etmeyi, “dur-düşün-yap” mantığını öğretmek gerekir diyen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, çocuğun ihtiyacı olmayan şeyi istediğinde çocuğa hayatta her arzulananın karşılanmasının mümkün olmadığını uygun bir dille anlatabilmesi gerektiğini ifade ediyor.

“Çocuk ihtiyacı olmayan bir şey almak istediğinde ona sevgiyle yaklaşıp ‘İhtiyaçlarını gidermeyi biz de çok isteriz. Senin mutluluğun bizim mutluluğumuzdur. Ama insanın hayatta tüm arzularının karşılanması mümkün değil. Sadece senin ihtiyaçların yok; kardeşinin de, evin de ihtiyaçları var’ şeklinde bir açıklama yapılmalı ve çocuğun arzularını kontrol etmeyi öğrenmesi sağlanmalıdır.”

Bu tarz bir açıklamanın çocukta sorumluluk duygusunu geliştireceğinin altını çizen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, çocuğa arzularını erteleme anlayışını aşılayabilmek için ebeveynlerin rol model olabilmesinin önemli olduğunu belirtiyor.

Anne-baba gerektiğinde “hayır” diyebilmeli

“Bir şey alacakları zaman onun gerçekten ihtiyaçları olup olmadığını sorgulayan anne-babayı gören çocuk bir süre sonra aynı davranışı sergileyecek, sadece hoşuna gittiği için istediği bazı şeyleri almaktan vazgeçecek, ihtiyacı varsa onu edinme yoluna gidecektir.

Unutulmamalıdır ki, anne-babaların görevi çocuklarını mutlu etmek değildir. Gerektiği yerde hayır diyebilmelidirler. Çocuk üzülebilir, ağlayabilir ama iyi yönde değişmesi için bazı acılara katlanması gerekir.”

Prof. Dr. Nevzat Tarhan

Taksim Gençlerine Bediüzzaman’ın Metodunu Kullanabiliriz

Prof. Dr. Nevzat TarhanGünlerdir konuşuluyor, tartışılıyor. Çevre duyarlılığı uğruna her taraf yakılıp yıkılıyor. Yüzlerce insan yaralanıyor ve hatta ölenler oluyor. Taksim’de başlayan ve gündemimizi bir anda değiştiren Gezi Parkı olayları neden bu kadar büyüdü? Gençleri sokağa döken idealin arkasında nasıl bir güç var? Özellikle doksan sonrası yetişen gençlerde nasıl bir anlayış var? Türkiye bu soruların cevaplarını ve çözüm metodları arıyor.

Üsküdar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan ile Taksim olaylarını konuştuk. Rektör Tarhan, “Toplumda maalesef popüler ve Holywood kültürünün etkisi ile yetişen sınırsız ve sorumsuz bir gençlik kitlesi var” diyor. Çözüm noktasında ise, “eğitim sistemimizde insani değerleri yücelten bir sistem oluşturulmalı” şeklinde öneride bulunuyor.

Prof. Tarhan’a Bediüzzaman Hazretlerinin müspet hareket metodunu da sorduk.

TÜRKİYE’Yİ SADECE DIŞ GÜÇLER KARIŞTIRMAYA ÇALIŞIYOR DEMEK DOĞRU OLABİLİR AMA EKSİKTİR

Gezi Parkı’nda ağaç kesilmesi ile başlayan olayları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Taksim olaylarını komplo teorilerine bağlıyorum. Fakat komplo teorilerinin uygulanabilmesi için psikolojik bir zeminin olması lazım. Senaryoyu yazanlar toplumda oluşacak bir birikimi harekete geçirmeye çalışıyor. Toplumun sosyo-psikolojik temelini değerlendirmeden sadece dış güçler yapıyor, Türkiye’yi karıştırmaya çalışıyorlar gibi değerlendirme doğru olabilir ama eksiktir. Ben kendi mesleğimle değerlendirdiğimde daha çok olayın psikososyal yönü ile değerlendiririm.

GENÇLER POPÜLER KÜLTÜR RÜZGÂRLARININ ETKİSİNDE KALIYOR

Olayların temelinde genç bir kitlenin olduğunu müşahede ediyoruz, bu gençliği nasıl tanımlayabiliriz?

Toplumda maalesef popüler ve Holywood kültürünün etkisi ile yetişen sınırsız ve sorumsuz bir gençlik kitlesi var. Bu gençlik kitlesinin ellerinde hedef ve amaç bulunmuyor. Popüler kültür rüzgârlarının etkisinde kalıyor.

DOKSAN SONRASI YETİŞEN GENÇLİKTE SOSYAL HEDEFLER VE İDEALLER YOK

Hangi genç kuşağı bu gruba alabiliriz? Önceki genç kuşak ile şimdiki kuşak arasında ne fark var?

Doksan sonrası yetişen gençlikte sosyal hedefler ve idealler yok. Soğuk savaş sonrası kuşak bunlar. Doksan öncesi gençlikte hangi dünya görüşünde olursa olsun sosyal hedefleri vardı. Sağ ve solu seçiyordu. Toplum için riske girmeyi biliyorlardı, başarıyorlardı. Ama şimdiki gençler; toplum için riske girmek değil, egoları daha yüksek bir gençlikle önümüze çıkıyor.

MİLLİ EĞİTİM GENÇLİĞİ YEMEK, İÇMEK VE ÜREMEKLE POPÜLER KÜLTÜRÜN ETKİSİ İLE YETİŞTİRİYOR

Peki bunların temelinde ne yatıyor? Doksan sonrası gençlikte niye sosyal hedefler yok?

Dediğim gibi daha bireyselleşmiş daha bencilleşmiş bir izlenimim var. Son olaylarda da gördüğümüz gibi gençler kendilerine sosyal ideal olarak yeşile sahip çıkmayı görüyorlar. Toplum için bir şey yapmak yerine ağaç için bir şey yapmayı hedeflemiş. Uğrunda gençlikte yaşanacak bir ideali yoksa popüler kültürün rüzgârlarına kapılır ya da gizli odakların oyunlarının etkisinde kalır. Buradaki temel sorun milli eğitim sistemimiz bu gençliği yemek, içmek ve üremekle popüler kültürün etkisi ile yetiştirmesidir.

Taksim olaylarındaki gençliği nasıl değerlendiriyorsunuz?

On tane dükkânın camlarını kırıyor, ATM’yi kırıyor, araba yakıyor ama öbür taraftan da yeşili koruma idealim var diyor. Çok ciddi bir çelişki var. Açık açık dezorganize olmuş bir gençlik geliyor.

EĞİTİM SİSTEMİMİZDE İNSANİ DEĞERLERİ YÜCELTEN BİR SİSTEM OLUŞTURULMALI

Nasıl önlem alınabilir?

Eğitim sistemimizde insani değerleri yücelten bir sistem oluşturulmalı. Pozitif psikoloji ve insani değerleri yüceltmek gerekiyor. Bunlar orta ve uzun vadede. Kısa vadede ise bu gençliğe özeleştiri kültürünü sağlamak gerekiyor. Bunları karşımıza almak yerine yanımıza alıp yönlendirmemiz gerekiyor. Şu anda yapılan, bir ergene nasıl yaklaşılırsa bu gençliğe o şekilde yaklaşılıyor. Doğrularımızdan vazgeçmeyelim ama karşı tarafta öfke birikimini harekete geçirecek metotlardan uzak durmalıyız.

Gezi parkında çevre duyarlılığı ile eylemler başladı. Belli bir süre sonra şiddet olayları da bulaştı. Şiddet bir hak arama yöntemi midir?

Şiddet hak arama ve sorun çözme yöntemi değildir. Yeşili koruma ideali ile yola çıkılıyor ama çevredeki dükkânları tahrip ediyor. Burada yüzde yüz çelişki var. Niyet iyi ama metod yanlış.

BEDİÜZZAMAN, MÜSPET HAREKET METODU İLE DUYGULARI İFADE EDECEK KANALLAR AÇTIRIYOR

Bu olayları Said Nursi Hazretleri’nin “müspet hareket” prensibini çerçevesinde nasıl yorumlayabiliriz?

Bu tür toplumsal olaylarda Üstad’ın müspet hareket metodu çok önemlidir. Mütehakkimle hareket eden birine tahakkümle yaklaşmak daha çok inatlaşmaya yol açar. “Bunu niye yapıyorsun, ne biçim adamsın demek yerine şu şekilde hareket edilse daha doğru olmaz mı?” denilmelidir. Bediüzzaman’ın bize öğrettiği müspet hareket yöntemi budur. Hatta 9.Mektup’ta Bediüzzaman, nasihat verenlerin nasihatlerinin tesirsiz kalmasının sebeplerini açıklıyor. İnatçı adama “inat etme”, hırslı adama “hırs gösterme” denildiğini söylüyor. Hâlbuki bu tür insanlara müspet yollarla yaklaşılsa inadı da, hırsı da hayır tarafına dönüşür. İşte o gençlere de “enerjini kullanma, yanlış yapıyorsun” deyip karşımıza almak yerine onlara duygularının ifade alanlarını açacak kanallar oluşturmamız gerekiyor. Eğer ifade alanı oluşturamasak duygular birikir. İşte Bediüzzaman hazretleri, bize öğrettiği müspet hareket metodu ile duyguları ifade edecek kanallar açtırıyor.

Risale Haber / Ömer Çelebi

Ahir zaman Müslümanı farklı olmalı!

Prof. Dr. Nevzat Tarhan, bir toplumun kaliteli yaşam standardının yükselmesinin sadece ekonomik göstergelere bağlı olmadığını belirterek “Eğitim seviyesi de çok önemlidir. Çünkü ekonomik göstergelerden sonra insanların kaliteli yaşamı istemesi eğitimle alakalıdır.” dedi.

Moral FM’de Sabah Gündemi programına konuk olan Üsküdar Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) Kaliteli Yaşam Endeksi’inde Türkiye’nin en son sırada olmasını değerlendirdi. Prof. Dr. Tarhan, Türkiye’nin ekonomik yapıya göre gelir yapısında en üst seviyeye çıktığını kaydederek, “OECD ülkeleri içinde Türkiye’nin hayat standarttı bakımından en alt seviyede olması anlamlıdır. Çünkü Türkiye dünyadaki birinci lig ülkeleri arasında sonuncudur.” yorumunu yaptı. Prof. Dr. Tarhan, hayat standartlarının yükselmesinin o toplum içinde yaşayan insanların bunu istemesiyle mümkün olacağını ifade ederek eğitim konusuna şöyle değindi: “Eğitim seviyesi yüksek olan ülkelerde insanlar yaşam seviyesini yükseltmeye başlarlar. Şuan Türkiye’de eğitim seviyesi lise düzeyinde. Üniversite okuma oranı artınca insanların hayat standardı da artacaktır. Çünkü daha kaliteli bir yaşam isteyeceklerdir. Yalnız bununla birlikte o gençlere değer eğitimi de vermek gerekiyor. Eğer bu eğitim verilmezse bu sefer farklı sorunlar ortaya çıkar. Kısacası eğitim seviyesini Türkiye yükseltmedikçe bu sorunu aşamaz.

Genç kuşaklara kaliteli yaşamla birlikte bu dünyanın bir misafirhane olduğunu da öğretmenin çok önemli olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Tarhan, “Yeni kuşakları elimizde tutmamız için bizim onlara dünyanın bir misafirhane olduğunu, ama bunun yanında kaliteli yaşamasını da öğretmemiz gerekiyor. Onları tamamen bu dünyadan soyutlayıp ‘bir lokma bir hırka’ ile olmaya davet edersek bu çağdan koparlar ve o insanları kaybederiz. Çünkü ahir zaman Müslümanı farklı bir Müslüman olmalı.” diye konuştu.

OECD KRİTERLERİ
OECD, endeksi hazırlarken ülkeleri konut, gelir, iş imkanları, toplum, eğitim, çevre, şeffaflık, sağlık, hayat memnuniyeti, güvenlik ve iş-özel hayat dengesi kriterlerinde değerlendirdi. Endeksin hazırlanmasında kullanılan 11 kriterin tamamı göz önüne alındığında Türkiye Brezilya, Şili ve Meksika’nın ardından sonuncu oldu. Listenin en üst sırasında ise Avustralya yer aldı.

Moralhaber.net

Eğitim Sistemi İçin Atılan Tarihi Adım

Türkiye Akademisyenler Platfromunun teşebbüsü ile başlatılan Eğitimde Paradigma Dönüşümü adlı çalıştayı yöneten Prof. Dr. Osman Çakmak ;
“Çalıştayın tarihi bir görev ifa ettiğini şimdiye kadar yapılmayanı yaptığını” söyledi. Çakmak, çalıştay, eğitim düzen ve anlayışımızın bir  medeniyet  duruşu sergileyen konuma çıkarılması ve kendi kimliğimizle  ayağa kaldırılması ihtiyacını,  ortaya koyduğunu  sözlerine ekledi.  Platform başkanı Çakmak ayrıca yeni Bakanın işe  zihniyet dönüşümü ile başlamalı” gerektiğine dikkat çekti.
Çalıştay tarihi bir görev yaptı
 Bu yazımda esasen, Milli Eğitimin direksiyonuna geçen sayın Nabi Avcı ’nın önünde bulacağı eğitim sorunlarından söz edecektim.. Yeni bakan işe zihniyet değişimi ile başlamalı, muhtevaya dair reformları gündeme getirmeli diyecektim. Halbuki, geçen haftalarda organizesinde yer aldığım EĞİTİMDE PARADİGMA DÖNÜŞÜMÜ  adlı çalıştaydan söz etmeyi ve bir değerlendirme yapmayı daha uygun buldum.
 
Türkiye Akademisyenler Platformunun teşebbüsü ile başlatılan Çalıştaya Üsküdar Üniversitesi ev sahipliği yaptı ve Tuzla belediyesi destek verdi. Bu toplantıya vesile oldukları için Üsküdar Üniversitesi rektörü Nevzat Tarhan hoca ve Tuzla Belediye Başkanı Şadi Yazıcı ve Belediye başkan yardımcısı Turgut Özcan’a ne kadar teşekkür etsek az. Zira bu Çalıştayla çoğu katılımcıların ifade ettiği gibi “tarihi bir görev ifa edildi”. Zira bu çalıştayın ders kitaplarının materyalist, seküler ve tek tipçi söylemlerinin bizi biz yapan değerleri yerle bir ettiği, bizleri hormonlu kişilere dönüştürdüğü bütün çıplaklığı ile ortaya kondu. Çözüm paketleri gündeme geldi. Eğitimde kendi referans sistemlerimizin kurulmaya başlanması ve ders kitaplarının ve eğitim materyallerinin kendi medeniyet anlayışımızla yeniden yazılması için imkanları bir araya getirilmesi ihtiyacı bütün şiddeti ile kendini gösterdi. Çalıştay, eğitim düzen ve anlayışımızı revize ederek yeni bir paradigma, müfredat ve içerikle buluşturmanın zamanının gelip geçtiğini ortaya koydu. 
Bu çalıştay, ülkede ders ve eğitim kitaplarının kimliğe kavuşması için çırpınan akademisyen, öğretmen, yayıncı ve bürokratları bir araya gelmişti. Toplantılar sonucunda ortak bir yol haritası belirlenmesi yolunda önemli mesafeler alındı.
Çalıştay, ders kitaplarına ve yayınlarına muhteva-mana ve derinlik kazandırılması için bir yol haritası arayışı idi. Amaç, eğitim ve bilim dünyamızda süregiden kopya ve taklitçiliğe dur demek ve eğitimi kendi ekseninde kimliğe ve medeniyet duruşuna sahip kılmaktı. Özellikle ders kitaplarını ve müfredatı jakoben ve ideolojik ögelerden arındırmak için neler yapılabileceğini ortaya koymaktı.
Çünkü okullarda okuduğumuz kitaplar bize bu âlemi ve içindeki varlıkları sahipsiz ve gayesiz olarak öğretir. Bu bakış açısına göre gökte bir Güneş vardır, ama onu oraya yerleştiren birisi yoktur. Güneşin orada olmasının bir amacı da yoktur. Bulutlar hareket eder, yağmur yağar, ama onu kimse göndermez, kendiliğinden ve hedefsiz bir şekilde gelir! Göklerde veya yerde var olan her şey ve cereyan eden her hadise, böyle başıboş ve hedefsiz bir şekilde anlatılır. İnsan ise amaçsız olarak dünyaya gelir, gelişmiş hayvanlardan bir hayvandır. Bilim diye, objektiflik diye sunulan pozitivist, determinist, mater¬yalist anlayış zihinleri şekillendirmeye devam ediyor.
Bu hem çalıştay ve hem de panel aktivitelerinin birlikte yürütüldüğü bir yoğun toplantılar dizisiydi. Türkiye Akademisyenler Platformu (TAP) adına genel aktivitenin koordinasyonu ve organizasyonu görevini üstlenmiştim. Kısa bir zaman aralığında gerçekleştirilmesi gerekiyordu toplantının. Marmara öğretmenler grubu, sömestir tatilini değerlendirmek istiyor ve bu aktivitenin Şubat tatili aralığında olmasını talep ediyorlardı. Bu yüzden Samanyoluhaber.com haftalık süregiden yazılarıma bir iki hafta yazılara ara vermek zorunda kaldım. Okuyucularımızdan özrümün kabulünü rica edeceğim. Bu arada 20 yıldır görev yaptığım Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nden ayrılmam ve yeni bir üniversiteye (Yıldız Teknik Üniversitesi) geçişim de bu yoğunluğun içinde vaki oldu.
İşgal Altındaki Eğitime Özgürlük Arayışı
Gerek panellerde ve gerekse çalıştayda gündemde olan asıl konu, yukarıda da belirttiğim gibi, eğitimdeki materyalist felsefi bakış ve ideolojinin bilim diye sunulmasına karşı eğitimin objektifliğe kavuşturulması için çözüm yolları teşkil etti. Hatırlarsanız sayın başbakan Recep Tayyip Erdoğan “dindar bir gençlik yetiştirmek istediklerini, muhafazakâr demokrat bir parti olarak kendilerinden ateist bir nesil yetiştirmelerinin beklenemeyeceğini ifade etmişti. Bu söz hayli tartışmalara yol açmıştı o zaman. Bu sözün ardından çözüm için eğitimin yetenek öğütmesi ve hiç bir şeyi hakkıyla öğretmemesi (örneğin ülkemizdeki yabancı dil öğrenimini ele alalım) konusu gündeme getirilmeliydi. Bunun yanında eğitimin ve okulların inanç ve insani değerleri yerle bir eden yapısına nasıl çözüm bulaca konusu ele alınmalıydı. Bunların hiç biri gündeme getirilemedi. Çünkü problem hem teşhis edilmiş değildi, hem de nasıl çözüleceğine dair elde çözüm paketi bulunmuyordu. İşte bu çalıştayla çözüm paketlerine ulaşıldığını söyleyebilirim.
Evet okullarda batıda çoktan terkedilen determinist kartezyenci bilimsel hurafelerin öğretildiği kimsenin umurunda görünmüyor. Bu konularda doğru dürüst ne sempozyuma ne de çalıştay vb aktivitler yapılıyor. Medyanın da gündeminde değil. Teşhisi bile yapılmamış hastalık olarak devam ediyor materyalizmin eğitime hakimiyeti. Biz de böyle olduğu gibi topyekün islam dünyasının bir problemi bu. Çocuklarımız iyi ve doğru şeyleri okullardan değil alternatif kaynaklardan sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu eğitim ve yayıncılık faaliyetlerinden öğreniyorlar. Yada derslerin-müfredatın zehirlerini panzehire dönüştürmede mahir muallimlerimizden talim ediyorlar. 
Çalışma masalarından birisi “derslerin ve müfredatın felsefi arka plana kavuşturulması” idi. Bu çalışma grubunca ele alındığı gibi, eğitime ruh ve muhteva – ideal verilmeyince biçimsel-şekilsel tedbirler öne çıkıyor Marifet ve hikmet yerine malumat -kuru bilgileri kafaya yığıp duran ezberci sistem (sınav-test çözme için eğitim yapma) hakim oluyor. Okullarla testlerle öğretilenlerin temeline inerseniz -ilkel, kaba, çağdışı pozitivist hurafeler ve jakoben söylemleri görürsünüz. Eğitimin bu ruhsuz hali ne öğrenciyi motive ediyor ne de öğretmeni.
Milli Eğitim Bakanlığı’ nda hep merkezden (Ankara) üretilen “güzel” (şekilsel) projeler sahipsiz kalıyor. Ders kitapları bedava ama, % 90 öğrenci ve öğretmen tarafından kullanılmıyor. Diğerleri gibi “Yapılandırıcı Müfredat Reformu” da yarı yolda kaldı. FATİH projesi ile derslikler akıllı tahtalarla donatılıyor ama teknoloji harikası “akıllı tahtalar”, içerik kazandırılamadığından, az sayıda kullanan öğretmenlerimiz ise, “hızlı test çözmede iyi bir alet bulduk” diyorlar (her şey merkezi sınavlara endekslendiğinden). Halbuki bu muazzam ve değerli yatırımlarda amaç bu değildi. Tüm bu durumlar Milli Eğitimin “politikasızlığını” daha doğrusu “sahipsizliğini” göstermiyor mu?
Ortaokullarda, liselerde zıvanadan çıkan uyuşturucu kullanımı, çarpık cinsel ilişkiler gibi ahlâkî çöküntüler bu eğitimin “acı meyveleri” ve amaçlanmayan “yan ürünleri” olduğu da görülmüyor. Bu ülkenin hırsızları, yolsuzları, tuzu kuru semirmiş Ergenekoncuları ve dağa çıkmış teroristleri kaba ve ilkel hurafeleri, öğreten bu seküler-laik eğitimin ürünleri değil mi? Teröre karşı tedbir üstüne tedbirler alınırken, milyarlar bu yolda sarfedilirken, bu eğitim , ahlaksızlığı-kimliksizliği olduğu kadar terörü de beslediği görülememektedir.
 
Çalıştayın Başarısı
Çalıştayın en dikkate değer bir yönü yayıncılık ve eğitimle ilgili tarafları bir araya getirmesiydi. Çalıştaya 250 aşkın kayıtlı katılımcıların büyük çoğunluğunu öğretmen ve öğretim üyeleri teşkil etti. Milli Eğtim bakanlık yetkilileri kadar sivil toplum kuruluşları ve örnek ve model eğitim ve yayıncılık geliştiren kurumların temsilcileri geliştirdikleri modeli anlattılar. Bakanlıkca hayata geçirilmeye çalışılan FATİH projesini ve dijital yayıncılık konusunu Bakanlık yetkililerinden dinleme imkanı bulduk. FATİH projesi genç ve dinamik bir ekip ve ülkenin yerli kaynakları ile geliştirilen muazzam bir proje. İçi doldurulabilse eğitime çağ atlatacak bir poje. Fatih projesinin içinin doldurulması ihtiyacının bu çalıştayda aşikar bir şekilde görülmesi bu çalıştayın önemi bir kat daha artırdı. Yayıncılık ve ders kitabı ve eğitim materyal üretiminin boyutları ve bilinmeyen yönleri (özellikle dijital yayıncılık) her sahanın uzmanı tarafından ele alındı ve anlatıldı. Böylece büyük resmi ve resmin bütününü görme şansı ortaya çıktı.
Tuzla Belediyesi Kültür tesislerinde yapılan kapanış törenine Hekimoğlu İsmail’in katılması aktiviteye ayrı bir renk kattı. “Bilimler ve Yorumlar” kitabı ile fen eğitimine yeni bakışın ilk tohumları atılmıştı. Hekimoğlu İsmail’e bu hizmetinin anısına bir şükran plaketi takdim edildi. Dikkat ve ilgi çeken, takdir gören bir olay ise Van Valiliğinin “bu toplantı çok önemli, mutlaka katılmamız gerekir” diye karar alarak, Vali Yardımcısı Zafer Coşkun’un bir ekiple (İl Milli Eğitim şube müdürleri ile) toplantıya katılması idi. Zafer Coşkun eğitime duyarlı, dinamik ve çalışkan bir bürokrat. Aynı zamanda üstün bir yetenek. Van Valiliği, terörün önlenmesinde eğitimin ve insanımızın manevi değerlerinin öne çıkarılması konusunun farkında. Van’da Valiliğin ve Milli Eğitim Müdürlüğünün öncülüğünde uygulanan Değerler eğitimi örneği Van Vali Yardımcısı Zafer Coşkun tarafından sunuldu. Van Valiliğinin eğitime duyarlılığını tebrik ediyoruz. Bu duyarlılığın diğer vilayetlerimize de sirayet etmesini diliyoruz. İstanbul Milli Eğitim müdürü Muammer Güler’in programa katılımı ve programın ruhuna uygun bir konuşma yapması da takdire değen diğer önemli bir olaydı.
Programa yurt dışından da katılım vardı. Örneğin “evde eğitim (Home Education)” konusunun uzman Jarred Everette Thomson (ABD) Açık öğretim-ev okulu ve aile eğitimi modelleri masasına katıldı ve Amerikadaki uygulamayı anlattı. Sosyolog Prof. Dr. Ferid el-Attas (Singapur Milli Üniversitesi Malay Araştırmaları Bölüm Başkanı) ile Doç. Dr. Necati Aydın (King Saud University) bilimin ve eğitimin nasıl ateizme-materyalisme alet edildiğini anlattılar konunun dünyadaki uzmanları olarak.
Çalıştaya ön hazırlık olarak gündüz ve akşam akşam ayrı programlar yapıldı. Toplamda 40 kadar sunum gerçekleşti. Akşam programının bir oturumu yayıncılıkta ve eğitimde güzel ve örnek uygulamalara tahsis edilmişti. Örnek ve model uygulamalar bizzat işin pratisyenleri tarafından anlatıldı.
Ülkemizde özel kuruluşların geliştirdiği çok değerli yayıncılık ve eğitim örnekleri ile ilgili sunumlar heyecanla izlendi. İnsanımızın önü açıldığı takdirde (müfredat serbestliği sağladığımız ve eğitim üstündeki devlet tekelini kaldırdığımızda) muazzam sonuçlar çıkacağını hayal etmeye başladım. Temennimiz, içine düştüğümüz kompleksten, Batıya göre hizaya gelme hastalığından kurtulup kendi kimliğimiz ve insani değerlerlerimizle ayağa kalkmak. Görülmüyor mu ki değerlerimizden aldığı güçle bulunduğu ülkelerde model eğitim ve örnek okullar oluşturan insanımız Dünya yüzünde eğitim destanları yazmaktadır.
Açık Öğretim Liselerinin Açtığı İmkanlar
Açık Öğretim Lisesinde okuma imkanını gerçek bir eğitim başarısına dönüştüren eğitim model ve uygulaması şayan-ı hayretti. Kısaca söz etmeden geçemeyeceğim.
Liselerin ahlaki yozlaşmanın mekanı haline gelmesi ve üstelik hayata-mesleğe dair faydalı bir şeyler sunamaması karşısında duyarlı aileler Açık Öğretim Liselerini iyi bir alternatif olarak görüyorlar. Eğitim hizmetleri sunan vakıf ve kuruluşlar, Açık Öğretim Lisesinin içini dolduracak metotlar keşfetmişler ve bu imkanı büyük bir fırsata dönüştürmüşler. Şöyleki, çeşitli özel kurumların kurs niteliğinde sürdürdükleri faaliyetlerde Açık Öğretim Lisesine kayıtlı olan öğrenciler için üstelik en az üç tür eğitim birlikte sunuluyor: (1) Açık Öğretim Lisesi sınavlarında başarılı olmak için lise eğitimi, (2) temel ahlaki – manevi değerler eğitimi yanında bazı mesleki ders ve uygulamalar-entelektüel becerileri kazanma kurs ve eğitimleri, (3) Üniversite Giriş Sınavına hazırlık eğitimi. Genelde yatılı olarak sürdürülen bu süreçte öğrenci vakitlerini rehber öğretmenler eşliğinde daha verimli geçirmekte ve yaşayarak öğrenme imkanı bulmaktadır. Bu eğitim süreci, gezi, gözlem, kitap okuma gibi sosyal ve kültürel aktiviteleri ile destekleniyor. Entelektüel faaliyetler, spor ve sanat faaliyetleri liselerde olduğu gibi buralarda “sözde” kalmıyor. Disiplinli ve planlı çalışma meyvesini veriyor ve bu eğitim kurumu mezunları ÖSS nin üniversite giriş sınavlarından fevkalade yüksek puanlarla istedikleri üniversite bölümlerine kayıt olma imkanı elde ediyorlar. Üstelik bu eğitimle Açık Öğretim Lisesini 2.5 veya 3 yılda tamamlama şansına ulaşıyorlar.
Bu kurs eğitimlerini cazip hale getiren bir başka nokta, masraflar dışında kâr amacı güdülmemesi vesilesi ile eğitim masraflarının çoğu aile için makul bir düzeyde kalmasıdır. Burada eksikliği hissedilen şey, ateizmin ve materyalizmin sözcüsü haline gelen ders ve eğitim kaynakları karşısında kendi medeniyetimizin ve kimliğimizin sesi olacak ders kitap, yardımcı kitap yada eğitim materyal ve kaynakları.
Açık öğretim lisesi örneği de gösteriyor ki çağın en yeni bilgilerini sunacak hikmet dersi verecek eğitim kaynaklarına olan ihtiyaç üst düzeyde bulunuyor. Umarız ki yeni Milli eğitim bakanı şeklî dönüşümlerden meden uman öncekilerin yolundan ayrılır ve aslî ihtiyaçlara ve çözümlere yönelir. Eğitimi bir medeniyet davası olarak görür ve Batının karikatür taklidi şeklinde süregiden eğitim için gerçek reçeteleri gündemine alır.
İnsanımızın geliştirdiği Açık Öğretim Lise modelini daha ileri götürmek için Devletin yapacağı çok katkılar var. Örneğin Liselerin laboratuar ve uygulama alanları bu amaçlarla boş saatlerde kullandırılabilir.. Böylece çoğu Liselerde atıl vaziyette duran imkanlar değerlendirilmiş olacaktır (liselerde çoğu laboratuarların kapılarının sürekli kilitli kaldığını, ders ve laboratuar malzemelerinin çoğunun kutularının açılmadan beklediğini bu vesile ile belirtelim).. Devlete yük olmadan fedakarlıklarla yapılan bu tür faaliyetlere kolaylıkların sağlanması örneğin bu kurumlara öğrenci başına burs gibi katkılar yapılması bu faaliyetlerin yaygınlaşması ve eğitimin topluma mal edilmesi adına önem taşımaktadır. Aslında bunlar Devletin başta gelen görevleri arasında bulunuyor.
Devlet Patron Olmayı Bırakmalı ve Eğitim Rekabete Açılmalı
Panel sunumlarında ve çalıştay gündeminde beliren eğitime kısa ve basit çözüm yolu şuydu: Eğitimin toplumsallaşması ve sivilleştirilmesi. Bu konu sıkca dile getirildi. Bu konuda masa çalışmalarında önemli sonuçlar çıktı. Konunun hayatiyetine binaen ele alınan gerçekçelerden kısaca söz etmek isterim..
Bakın sendikalar özgürlük çabası içinde olduklarını iddia ediyorlar. Özgürlük çabası içinde olduklarını iddia eden bir çok sivil kuruluş var. Ancak onlardan eğitimin önünün açılmasının müfredat serbestliğinin sağlanması, eğitimin topluma mal edilmesi ve devletçi tekelin bırakılmasına bağlı olduğunu duyamıyoruz. Sendikalar ve sivil kuruluşlar, devletin eğitim-öğretim faaliyetlerindeki tekeline karşı mücadele etmesi gerekirken, tam tersine devlet müdahalesinin kendi ideolojik arzularına göre olmasını istiyorlar. Gerçek eğitim sorunlarını dillendirmenin, eğitimi özgürleştirmeye yönelik çabaların çok çok uzağında kalıyorlar.
Güvensizlik üzerine kurulu ve kendi insanından korkan ürkek yapı devam ettikçe insanımızda var olan dinamikliği eğitime ve gelişime aktarmak mümkün değil elbette. Evet nasıl ekonomide özelleştirme savunuluyor ve özel sektörün pek çok işi devletten daha iyi yaptığını görüyorsak, eğitimde de -gerçek anlamda- özelleştirmenin önünü açmak durumundayız. Devlet eğitimin finansmanında, müfredatın belirlenmesinde, eğitim sektörünün çalışanlarının statüsünde konum değiştirmedikçe yapılanlar kozmetik değişiklikler olmanın ötesinde bir anlam ifade etmeyecektir.
Türkiye’de çoğu müesseseler misyonuna uygun yapılandırılamadığından varlığı “sözde” kalmaktadır. Özel okullar konusu da bunlardan birisi. Ülkede görüntüde özel okullar var. Ama bu okullarda da her şey “merkezden” belirleniyor. Evet tekrar tekrar vurgulayalım ki ülkemizde devletçi yapı eğitime her alanda hakim durumda. Hem finanse ediyor, hem müfredatı hazırlıyor ve istediği gibi değiştirebiliyor ve hizmet sağlıyor. Bu şekliyle Kuzey Kore tipi katı ve merkeziyetçi bir yapı hükmediyor ülkemizde. Ülkemizde ana okullarından üniversiteye kadar, adı vakıf ve özel okul olsa da hepsi de aslında devlet okulu. Gidin bakın okulların giriş kapılarındaki tabelalara. Kimisi MEB, kimisi YÖK üzerinden olmak üzere tamamı devlete bağlı ve bağımlı. Bağımsız bir eğitim kurumu göremezsiniz. Müfredat, tamamen, bazen doğrudan bazen dolaylı yollardan, devlet tarafından belirlenmekte. Merak edenler bir “özel kolej” ile bir devlet ilkokulunun sözgelimi birinci sınıflarını müfredat ve dersliklerin ideolojk endoktrinasyon mesajlarıyla bezenmesi bakımından karşılaştırsın. Evet ülkemizde eğitimde kelimenin tam anlamıyla bir tekelcilik var. Tekeli tasfiye edip piyasaları serbestleştirmedikçe eğitimin önünü açmamız zor görülüyor. Üstelik bu durum kimseyi şaşırtmıyor ve bu tekelcilik ve devletçi anlayış kabullenilmiş durumda.
Hayatın her alanında gelişmenin, ilerlemenin başlıca yolu rekabet olduğunu biliyoruz ama iş eğitime gelince özelleşmenin karşısında duruyoruz. Özel sektörün eğitim sahasına girmesi ile işleri daha iyi yapma arayışı, iyileri taklitle kötüyü terk etme süreci olan rekabet başlayacaktır. Halbuki rekabet hangi sektörde dışlanmışsa o sektör atalete, verimsizliğe mahkûm olmaktadır.
Özel okulların yaygınlaşmasını sağlayacak büyük bir alt yapı olduğu halde, bu sahada gelişme olmamasını iyi tahlil etmeliyiz. Özel sektörün eğitime girmesini sağlayacak şartlar teşekkül etmemektedir. Rekabet ortamı kaldırıldığında kalite yarışı da olmamaktadır. Devlet özel okullara destek vermeyerek özel eğitimin önünü kapatmaktadır.
Çalıştay masalarında, bu konular ayrıntıları ile ele alındı. Eğitimde kalitenin sağlanmasının devlet tekelciliğinin bırakılmasına ve eğitimin topluma mal edilmesine bağlı olduğu ortak görüş olarak belirdi. Devletin demokrasinin de gereği olarak halkına güvenmesi ve müteşebbislerin önünü açması, müfredat serbestliğini sağlaması ve maliyeti önemli ölçüde karşılayacak şekilde öğrencilere destek (burs vb destekler) vermesi konuları ele alındı.
Devlet sadece bazı dersleri tüm eğitim kurumlarında zorunlu tutabilir. Örneğin kendi tarih, kültür ve medeniyetimize ait derslerle birlikte Türkçe mecburi ders olabilir. Avrupa’da nasıl ki, Latince mecburi bir ders ise, bizde de örneğin Osmanlıca dersi mecbur tutulan derslerden olabilir. Fizik, Kimya, Biyoloji, ve diğer temel dersler de tabi öğretilmelidir. Ancak bunların dışındaki derslerin muhtevasını ve süresini, içinde suç unsuru barındırmadıkça özel okulların belirlemesine izin verilmelidir.
Kimlik İnşa Edici Bir Eğitim
Tekrar edelim ki toplantılar dizisinde, ülkemizde eğitimin kimliksizliği ve yönsüzlüğü ve hedefsizliği asıl problem olarak ortaya çıkıyordu. En belirgin ihtiyaç ise kendi kimliğimizi, medeniyet değerlerimizi yansıtan ve aynı zamanda bilimsel derinliği ve yeterliliği olan kitap ve eğitim materyali hazırlanması..
Katılımcıların birleştiği hususlardan birisi, çocuk ve gençlerimiz okullarda aldığı eğitimle kimliğini ve kendisini bulamadığı, kendi olamadığı gerçeği idi. Mevlana’yı, Şeyh Galib’i, İbni Arabi’yi, Farabi’yi, İbn-i Sina’yı, Heysem’i, Ak Şemsettin’i Gazali’yi, Bediüzzaman’ı tanıtmadan başka medeniyetlerin Buda, Eflatun, Descartes, Konfüçyüs, Kant, Hegel, Heidegger gibi zirveleri bir anlam ifade etmiyor. Kendini tanımadan başkalarını tanımak taklitçiliği, kopyacılığı netice veriyor. Çocuk ve gençlerimiz kişiliksiz ve ezik fertler haline geliyor ve büyük düşünmeyi öğrenemiyorlar.
Çalıştay raporunda eğitim müfredatlarının milli kimliğin korunarak yenilenmesi, ders ve eğitim materyal ve kitaplarınn ideolojik ve jakoben öğelerden arındırılarak bilimselliğe ve felsefi arka plana kavuşturulması; müfredatta tek tipçiliğe ve müfredat dayatmasına son verilmesi; okulların benimsetme ve şartlanma merkezi olmaktan çıkarılması bunun için ezber yerine keşfe dayalı, icada dayalı öğrenme metotlarının hakim kılınması gibi teklifler yer aldı. 
Sonuç olarak Panel ve Çalıştay’ın “formalite” çalışmalar cümlesinden olmayıp büyük bir ilgi ve içtenlikle gerçekleştirildiğini, çok değerli düşünce ve önerilerin dillendirildiğini söyleyebilirim.Hazırlanan raporlar ilgili ve yetkililere sunulduktan sonra platform web sitesine (www.akademikplatform.net) yüklenecek ve kamuoyu ile paylaşılacak. Ortaya çıkan raporlar, Türkiye Akademisyenler Platformunun bundan sonraki çalışmalarında yol haritası teşkil edecektir. Katkı verenlere teşekkür ediyoruz.
 
Yeni Milli Eğitim Bakanından beklenenler
Boyutlarını pek de farketmediğimiz eğitimdeki “işgalin” ortaya konması açısından konuya baktığımızda tarihi bir görevin ifa edildiğini söyleyebilirim. Elbette problemin çözümlenmesi için üstü örtülü halden kurtarılması ve anlaşılması, teşhis edilmesi gerekiyordu. Bu toplantı bu yönde önemli bir adım oldu. Toplantının tam da Milli Eğitim Bakanlığında görev değişimi sürecine rast gelmesi Çalıştayı daha da manidar kılmaktadır. Zira Çalıştay sonuçlarını ve raporlarını diğer bürokratlara olduğu kadar bizzat sayın Bakana da sunmayı planlıyoruz.
Yeni bakan Nabi Avcı entelektüel birikimi ve tecrübesi oldukça yüksek bir bürokrat, pratisyen ve aynı zamanda bir akedemisyen. Anadolu Üniversitesi’nde ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde iletişim felsefesi ve iletişim sosyolojisi üzerine dersler verdi. 1995 ve 1996 yıllarında Kanal 7 Televizyonunda 360 derece isimli program yaptı. Aynı dönemde Yeni Şafak gazetesinde yazarlık ve yöneticilik yapmıştı. Milli Eğitim Bakanlığı’nda ve Başbakanlık’ta danışman olarak çalıştı. Başbakanlık Başdanışmanı ve UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanlığı görevlerini yürüttü. Edebiyat ve sanat bilgisi oldukça yüksek bir entelektüel.
Tüm bunlar Milli Eğitim dünyasında güzel şeyler olacak diye bize ümit veriyor. Süregiden makus talihin değişeceğine dair kanaatlarımızı güçlendiyor. Sayın Bakana yeni görevinde başarılar diliyoruz. Sivil toplum kuruluşlarını olduğu kadar özellikle işin mutfağında ve uygulamasında yer alan öğretmen ve eğitim yöneticilerini de çözüm sürecine dahil eden katılımcı (tabanın sesini dinleyen) bir yönetim anlayışı takip edeceğini umuyoruz ve bekliyoruz.
Prof. Dr. Osman Çakmak / Samanyolu Haber