Etiket arşivi: nimet

Aslolan açlıktır

Şüphesiz insan azgınlaşır. Kendini ihtiyaçtan uzak görürse… Alâk sûresi, 6-7.

Bana şöyle geliyor: Mülkümüz tokluk değil açlıktır. Tokluk geçici bir haldir. Aslolan açlıktır. Allah en çok neyin kıymetini bilmemizi isterse bizi ona acıktırır. Tekrar be tekrar acıktırır. Ona dair herşeyi tadımlık kılar. Acıkmak kaybetmektir çünkü. Kaybetmek aramanın başıdır. Her nimet bir açlığa mukabildir. İnsan ihtiyaç duymadığı (veya duymadığını sandığı) şeyden yapılan başığı nimetten saymaz. En güzel sofralar dahi tokun istiğnasını sarsmaz.

Bu yüzden çoğu zaman elimizdekilerin kıymetini kaybettikten sonra anlarız. Neden kaybettikten sonra? Çünkü kayboluşu ihtar eder ancak lazımımız olduğunu. Eksikliğinin yokluğu hatırlatır varlığını. Bu nedenle ‘nimet’ kelimesine bir tanım getirdiğimizde, yalnız ‘faydalı’yı değil, ‘lazım derecesinde faydalı’yı da kullanmalıyız.

‘Lazım’ ile ‘faydalı’ arasında ince bir nüas var. Lazım, olmazsa seni eksik bırakandır. Faydalı, olduğunda seni arttırandır. İsraf, arttığında seni zarara uğratan, eksiltendir.

Bu kulakla dinlersek; “Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!” emr-i Kur’anîsi diyor ki bize: Dikkatli olun. ‘Lazım’ için çıktığınız yolculuk ‘faydalı’ya uğradıktan sonra (çünkü lazım olan herşey nihayetinde faydalıdır) müptelası edip israfa düşürmesin. Yemek ve içmek sizin lazımınız idi. Oradan yola çıktınız. Ne güzel. Lezzet, koku, süs, renk vesaire, o lazımı yapmanızın mükafatı/ücreti idi. Aman maşaallah. Fakat sakın lüzumun mükafatını lazımın kendisi sanıp yemeyi ve içmeyi araçsallaştırmayın. İşte o zaman yediğiniz, içtiğiniz israf olur. Sizi arttırmaz, azaltır. Yalnız tenevv-ü et’imeden (yeneceklerin çeşitliliğinden) gelen bir yalan iştah kalır dilinizde. Ücreti hedef kılmışsınızdır çünkü. Kapıcıyı sultan etmişsinizdir. Sağlığınızın bozulmasından dahi azaldığınızı farkedersiniz. Mürşidim nasıl tarif ediyor onu 19. Lem’a’da:

İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”

Dedik ya başta: Her nimet bir açlığa mukabil. Kumruya aslanlara layık et versen makamında değersizdir. Kedinin kuyruğu tavus olsa ona yakışmaz. Balıklara oksijen tüpü bağlasan severler mi sanırsın? Herşey yerinde hikmetli. Herşeyin yerli yerindeliği hikmet. Hikmetin bir gözü ‘ihtiyaç’a bakıyor. Muhtaç edildiğin kadar edinebilmeyi öğütlüyor. Görebilirsek.

Ve görebilirsek, Allah’ın rububiyeti, yani terbiye ediciliği, o ihtiyaçların diliyle ve eliyle bize gösteriliyor. İhtiyaçlarımız bizim öğretmenlerimiz. Belki de bu yüzden, 78 ayetlik Rahman sûresinde, tam 31 kere aynı şey soruluyor: Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Ben bu soruyu nimet ve ihtiyaç arasında yukarıda kurduğum bağlantının diliyle şöyle de işitiyorum: “Ey insanlar ve cinler topluluğu ihtiyaçlarınızdan hangi birini inkâr edersiniz?” Öyle ya. İhtiyaçlar inkâr edilmezdir. Nimeti ihtiyaç penceresinden okuduğunuzda nimetler de inkâr edilmezdir.

Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en keskin tarîk olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat mâşuk-u mecâzîye yapışır. Onun zevalini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarîk daha eslemdir.”

O mübarek sûrede sayılan mübarek şeylere dikkatle baksan göreceksin ki: Olmazsa olmazların onlar senin. Güneş, ay, gece ve gündüz, otlar, ağaçlar, beyan yeteneği, Kur’an ve diğerleri. Hepsine muhtaçsın aslında, fakat elinden alınmadıkça ve alınmış haliyle alınmamış halini kıyaslamadıkça, farketmiyorsun, farkedemiyorsun.

Ey imtihana gelen arkadaşım, sen, Allah’ın rububiyetini ihtiyaçlarınla ders alıyorsun. Birinci Söz’de geçen, aczinin ve fakrının en makbul şefaatçi oluşunu biraz da böyle anla. Onlar senin öğretmenlerin, eğer görebilirsen, o gözle bakabilirsen.

Sen Allah’a ihtiyaçlarının sayısınca muhtaçsın. Sen Allah’ı ihtiyaçların sayısınca bilebilirsin. Sen Allah’a ihtiyaçların sayısınca dua edebilirsin. Her ihtiyacın bir irtibat noktası aynı zamanda. Bir kapı, dilenebileceğin, arayabileceğin, görebileceğin. Demem o ki: Ancak ihtiyaçlarının sayısınca alabileceğin dersler var.Muzaaf meyil, ihtiyaç olur; muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur; muzaaf iştiyak, incizab olur.” Yani ancak böyle Rahman u Rahim’e doğru çekilir, zaten muhtacı olduğun Allah’ın (tabir-i caizse) yörüngesine kapılır, pervanesi olursun. Acz, fakr, şefkat, tefekkür yolunu bir de böyle düşün. Yüzünü öğretmenine dönmeyen nasıl dersini tefekkür etsin?

Ahmet Ay – hicbisey.com

Depresyon da cennetin bir delilidir

Hayatı arzulanır kılan tokluk değil açlıktır. Özleyecek ve bekleyecek birşeylerimizin olması bize bağışlanmış bir nimettir. Varılamasa da, içimizde açlık olarak kalması, hayatımızı daha yaşanılır kılar. “Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?” buyuran ayet-i celile, duası edilecek birşeylerimiz olmasının, varlığımızla ne kadar yakından ilgili olduğunu da gösteriyor. Yaratılmış olan için aslolan açlıktır. Tokluk değildir. Çünkü yaratılmışlık bizzat açlıktır. Yaratana ve yaratılmaya açlıktır. Varolan ‘daha çok ve hep varolmaya aç olarak’ varlığa gelir. Umulan ve beklenen hiçbirşey kalmadığında insan bitmiştir. Sonsuzluk, elde edileceklerin sonuna gelinmiş bir düzlemde düşleniyorsa, sonsuzluk denmez ona.

Vampirle Görüşme filmini anımsa. Seküler bir sonsuzluğun nasıl sıkıcı bir hal aldığını ölümü düşleyen/dileyen vampirlerden ders al. Gayba iman etmeden kurulan sonsuzluğun hayali tatlı gelse de kendisi eziyettir.

“Sonsuzluk sonun yokluğundan daha fazlasıdır…” diyor Lars Iyer, Kuşku romanında. Evet, hakikaten sonsuzluk sonun yokluğunun bilinmesinden, yani sondan kurtulmaktan çok daha fazlasıdır.

Özlenecek hep birşeyler olacağının bilinmesi, öğrenilecek hep birşeyler kalacağının bilinmesi, tadılacak hep yeni şeyler yaratılacağının bilinmesi, görülmemiş daha pekçok güzelliğin varlığından haberdar olunulması, inanılması… En özünde gayba iman. Herşeyin gaybının varlığına dair bir iman. Bunlar da sonsuzluğa dairdir.

İnsan sonsuz olmuş ama dünyada bilinecek birşey kalmamış. İnsan sonsuz olmuş ama okunacak kitapların bir sonu var. İnsan sonsuz olmuş ama görülecek sûretlerin/gözlerin sayısı sınırlı… Dostum, sen cehennemi nasıl tarif edersin bilmem ama, böyle bir yer benim için zaten cehennemdir. Mürşidim bu sadedde der ki: Nimetin devamı nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekàsı lezzetten daha lezizdir. Cennette devam cennetin fevkindedir. Hiç dikkatini çekti mi bilmem: İnsanın cennet hayali de sonsuzdur, cehennem dehşeti de. Sonlu bir cennet ‘cennet’ olmayacağı gibi, sonlu bir cehennem de ‘cehennem’ gibi gelmez bize. Acımızın da neşemizin de dibi sonsuzluktur. Hem derdin en dibi, hem devanın ta kendisi, odur.

Bu yüzden ben cenneti öğrenileceklerin ve yapılacakların bittiği, sadece yan gelip yattığımız bir yer gibi düşlemek istemem. Ben cenneti, burada yaptıklarımı, yapmaktan keyif aldıklarımı daha üst düzeyde yapabileceğim bir yer olarak düşünürüm.

Mesela: Burada hafızam zayıf. Dilerim Rahim olan Rabbimden ki orada bana çok daha güçlü bir hafıza versin. Okuduğum herşey hatırımda kalsın ve onların arasındaki bağlantıları daha net ve sık şekilde görebileyim. Görebileyim ki yazabileyim. Evet, evet, yazabileyim. Cennette de yazabileyim. Gördüğün gibi: Ben cenneti yazacak ve okuyacak pekçok şeyin olduğu bir yer olarak düşlüyorum. Burada yaşaması sevdirilen, tadına baktırılan, ama doyurulmadığımız şeylerin doyasıya yaşandığı bir yer olmalı cennet. Ancak böyle olursa cennet olur. Burada talim ettiğini orada usta olarak yapmaya başlarsın.

Ki yaratılışın esas amacı da, imtihanın bizzat kendisinde değil, imtihanın ardından yaşayacağın o sonsuzlukta saklıdır. Ben insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım!” buyuran Allah, herhalde şurada yaşadığın altmış-yetmiş seneyi kastetmiyor yalnızca. Bu sınırlı ibadeti kastetmiyor. Cennet ehlinin memnuniyetinin de bir ibadeti var, cehennem ehlinin pişmanlığının da.

İkinci Söz’de Bediüzzaman’ın; “Diğer adam ise, mü’mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır…” diyerek işaret ettiği şey belki biraz da budur. Burada yaşatılmamız, kötünün kötü, iyinin iyi olduğunu bizzat yaşayarak, tadarak, her bir latifemizle onaylayarak vatan-ı aslîmiz cennete bir hazırlıktır.

Dertlerimizden boşuna şikayet ediyoruz. Çünkü onlar, gurbette olduğumuzu bize ihtar ediyorlar. Uyumsuzluk, tatminsizlik, karamsarlık, keder, monotonluk ve belki de depresyon… Üzerine yaratılmış olduğun âlemin bu âlem olmadığını gösteriyorlar sana. Otoban için tasarlanmış spor arabanın köy yolunda çektiği çiledir şunlar. Hayatı yalnız dünyadan ibaret sanırsan tekerleklerin seni dürtüyorlar: “Bu doğru değil, bize acı çektiriyorsun, burası için yaratılmadığımız o kadar belli ki!” Öyle ya! Sende öyle istidatlar var, onları ancak cennet paklar. Cennet varolmasa önce hayalgücünün gücüne gitmez miydi arkadaşım?

Ahmet AY – risalehaber.com

Gel de İsraf Et!

Bizler öyle bir zamana denk gelmişiz ki, kulağımıza sürekli fısıldanıyor “tüketirsen mutlu olursun, sahip olursan değerlisin…” Zira kurulu düzenin varlığını devam ettirebilmesi için bizim sürekli tüketmemiz gerekiyor. Kullanıp atmamız, eskimeden değiştirmemiz, moda-marka peşinde koşmamız, ihtiyacımız olmayan şeylerle donanmamız… Aslına bakarsanız bizden istenen şey açık: sürekli “israf” etmemiz…

İsraf toplumda öylesine normalleşmiş ki, israf ettiğimizin farkına bile varmıyoruz. Hele yeni yetişen nesiller için israf neredeyse bir yaşam biçimi. İktisat, tasarruf, kanaat, yazık etmemek gibi kavramlar belki de hayatlarına hiç girmemiş.

Geçmiş yıllarda üniversite yurdunda çalışmış bir arkadaşım vardı. Bir gün bu konuyla ilgili konuşurken, anlattıkları karşısında dehşete düşmüştük. Mesela makarna pişiriyor kız öğrenci, paketin yarısını pişiriyor, kalanını çöpe atıyor. Diğer birisi paketteki sabunların üçünü kullanmış, ikisini hiç kullanmadan çöpe atmış. Pişirilmiş yemekler zaten o gün yeneceği kadar yenilip, kalanı çöpte. Elektrik, su, kâğıt israfının haddi hesabı yok…

Belki de bu gençler ve akranları, israfın yanına bile yanaşmayan dedelerimizi, ninelerimizi hiç tanımadılar. Onlarla hemhal olup, güzel davranışları da devşiremediler hayatlarına. Ben çocukluğumdan hatırlarım anneannemin, babaannemin neslinin ellerine geçen hiçbir şeyi ziyan etmediğini, edemediğini. Çok az şey çöpe gider, her şey değerlendirilir, yerini bulurdu. Bu gençler belli ki ailelerinde görmediler, bilmiyorlar. Üstelik her şeye kolayca sahip oluyorlar, bedelini ödemiyorlar ki, kıymetini bilip değer versinler, israf etmesinler.

Peki ya bizler… Kendimizi kurtarabiliyor muyuz israf çarkından?

Evet diyemiyorum maalesef. Şahit olduğum bir vakıadan gireyim söze. Hayırlı bir işe vesile olsun diye kahvaltı düzenlenmişti ve katılanlar o muhitin muhafazakâr sivil toplum kuruluşları, dernek, vakıf mensuplarıydı. Açık büfeydi kahvaltı. Şaşırmadığım üzere herkes tabaklarını yiyebileceğinin ötesinde doldurdu. Yine şaşırmadığım üzere o tabaklardaki yiyecekler bitirilemedi. Beni şaşırtan, onca nimetin çöpe gideceği biline biline, tabakların dolu bırakılıp gidilmesi olmuştu. Maalesef salondakilerden çok küçük bir kısmı tabağında kalan parçaları peçetelere sarıp yanına alarak çöpe gitmekten kurtarmıştı. Toplumda örnek olarak benimsenen ve hayır için orada bulunan farklı gruplardan insanlar, arkalarında bıraktıkları israf resminin farkında olmadan çıkıp gittiler. Bir hayır toplantısıydı, katılanlar hayırlı insanlardı ama ortaya çıkan hayırsızlığın farkına varan pek azdı.

İsraf bizi sarmış. Vahim olan bunun farkında olmayışımız. Vahim olan yanlış olanın normalleşmesi, hayat tarzı haline gelmesi. Ekranlardan öyle görüyoruz diye, etrafımızdakiler öyle yapıyor diye, elalem ne der diye, her şey bol diye, kolay elde ediyoruz diye, nebevi yaşam tarzından uzaklaştıkça uzaklaşıyoruz.

Kâinatta israf yok. Elbetteki Efendimizin (sav) hayatında da.

Konuyla ilgili olarak Hz. Ömer’den (ra.) rivayet edilen bir misal, bu çağın insanı olarak oldukça düşündürdü beni. Hz. Ömer, oğlu Abdullah’ı bir gün et yerken görmüş ve: “Hayrola et mi yiyorsun?” diye sormuş. Oğlu: “Evet canım çekmişti de…” deyince Hz. Ömer ona: “Sen öyle canının her çektiğini alıp yiyorsun öyle mi? Bilmez misin ki, Efendimiz (sav) “İnsanın canının çektiği her şeyi yemesi de israftır” buyurmuştu, demiş.

Bugün canımızın çektiklerinin peşinde koşup durmuyor muyuz? İster yiyecek olsun, ister giyecek olsun, ister eşya olsun… İhtiyacımız olduğu için değil, canımız çektiği için peşinde değil miyiz çoğu zaman?

Ve bugün sıklıkla düştüğümüz bir hata da, çok ve ucuz olanın kolayca harcanabileceği (israf edilebileceği) yanılgısı.

Mesela bir et yemeğini dikkatlice muhafaza ediyoruz, ziyan etmiyoruz da, örneğin artan salatayı düşünmeden çöpe döküveriyoruz. Ete ödediğimiz bedeli ödemedik çünkü, altı üstü bir salataydı. Değeri birkaç sebzeye ödediğimiz cüzi para kadardı. Yani değerini, ödediğimiz bedel üzerinden biz biçiyoruz. Ucuzsa fazla düşünme, israf et; pahalıysa koru, tasarruf et! Bir şey bol mu, ucuz mu? Ne gerek var düşünmeye, “kullan at” öyleyse!..

Oysa öyle mi der Efendimiz (sav), yol göstericimiz? O (sav), bir gün sahabelerinden Sa’d’a (ra) uğramıştı. Sa’d (ra) bu esnada abdest alıyordu. Efendimiz (sav), (onun suyu aşırı kullandığını görünce); “Bu israf nedir?” diye sordu. Sa’d de, “Abdestte de israf olur mu?” dediğinde Hz. Peygamber (sav) de: “Evet, hatta akmakta olan bir nehirde abdest alsan bile…” şeklinde cevap verdi.

Ne büyük bir ders, ne kapsamlı bir tavsiye… Bu tavsiye sanırım en çok da bize, tüketim çağında kendini kaybetmiş ümmete… Diyor ki, her şeyin bol, kolay elde edilebilir, ucuz olduğu bir zamanda yaşıyor olabilirsin ama dikkatli ol, düşün, hassas davran, “sınırsız” ve “bedava” bir kaynağı kullanıyor olsan bile “israf etme”!..

Bir arkadaşım, babasının bahçesinden gönderdiği sebze meyveleri gözü gibi koruduğunu, oysa pazardan aldıklarına aynı hassasiyeti gösteremediğini söylemişti. “Çünkü babamın ne emeklerle onları yetiştirdiğini biliyorum, kıyamıyorum onları yazık etmeye. Satın aldıklarımızda maalesef öyle hassas olamıyoruz.” itirafında bulunmuştu.

Gerçekten de öyle. İnsan değer verdiğini koruyor, israf edemiyor.

Peki, bize Rabbimizden bize gelen hangi nimet değerli değil ki? Parasını verip kolayca alabiliyor olmamız nimete bakışımızı basitleştirmeli mi? Nimet cihetinde bakınca, hangi nimet diğerinden aşağı ki?

Biz hepsine ayrı ayrı muhtacız, hepsi için de Rabbimize minnet etmeliyiz…

Hâsılı kelam israf ettiğimizde şükre zıt hareket ediyor, Rabbimizin nimetlerini hafife almış oluyor ve zarara düşmekten kurtulamıyoruz.

Cenabı Hak, nimetlerinin kadrini kıymetini bilen, hangi nimet olursa olsun “O’ndan geldiği için” hürmet gösterip, israf etmekten hassasiyetle çekinen ve bunu bir hayat tarzı haline getiren kullarından eylesin…

Mükerrem Cahide Saraoğlu

zaferdergisi.com.tr

Sanma ki Dert Sadece Sende Var

Sanma ki dert sadece sende var,

Sendeki derdi nimet sayanlar da var.

Hz. Mevlana

 

 

Bırak bîçare feryâdı, belâdan; gel tevekkül kıl.

Zîrâ feryad belâ ender, hatâ ender belâdır; bil.

Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan; gel, tevekkül kıl.

Tevekkül ile, belâ yüzünde gül; tâ o da gülsün.

O, güldükçe küçülür; eder tebeddül.

Bediüzzaman

Kör ve Nankör

nimetlerVarlıklar içerisinde en fazla ikrama layık görülen varlık, insandır. Kâinat ve içindeki her şey insan için yaratılmıştır. Bütün varlıklar ve canlılar, Allah’ın emriyle insana hizmetkâr olarak yaratılmıştır.

Her şey insan için çalışıyor, insanın yardımına koşuyor ve ona hizmet ediyor. Bütün varlıklar içinde Cenab-ı Hak, insanı kendisine muhatap seçmiştir. İnsan en şerefli varlık olarak yaratılmıştır. İnsan, görünen ve görünmeyen ( maddi – manevi ) sayısız nimetlere sahiptir.

Kutsal Kitabımız Kuran-ı Kerimdeki,  “Allah’ın nimetlerini saymakla bitiremezsiniz” mealindeki ayet de bu konuya ışık tutmaktadır. İnsan şu kâinatın sultanıdır. Örneğin; Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle;
Şu dünya insanın evi,
Hayvanlar hizmetçisi,
Güneş soba ve lambası,
Bahar bir deste gül,
Yaz bir nimet sofrası,
Ay gece lambası,
Yıldızlar karanlık gökyüzünü süsleyen mumlar,
Dağlar ise dünya evimizin su depolarıdır…

İşte bir insanın bu dünyada hiçbir şeyi olmazsa bile böyle mükemmel bir zenginliğe – her insan- sahiptir. Ayrıca; akıl nimeti, var olma nimeti, sağlık nimeti, İslamiyet nimeti, insan olma nimeti, hayat nimeti gibi daha birçok asıl zenginlikler ve nimetler… İşte bir insanın bunca nimetleri görmemesi ve bilmemesi körlüktür.

Bu nimetlere imanıyla, ibadetiyle, ahlakıyla ve kulluğuyla layık olmaya çalışmaması ise nankörlüktür… Rabbim bizi kör ve nankörlerden eylemesin. Sahip olduğu nimetlerin farkında olan ve bu nimetlere layık olmaya çalışanlardan eylesin. Âmin…

İbrahim Yardım / İlahiyatçı – Yazar