Etiket arşivi: niyet

Tereddüt De Güzeldir Bazen

Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer.” Thomas Mann, Mario ile Sihirbaz’dan.

Taberanî’de nakledildiğine göre; İbn Sa’d es-Saidî (r.a.), Resulullah aleyhissalatu vesselamın şöyle buyurduğunu rivayet eder: Müminin niyeti, amelinden daha hayırlıdır. Münafığınsa ameli, niyetinden daha hayırlıdır. Abdurrahim b. Yahya el-Esved, bu hadisi izah sadedinde der ki:Müminin ameldeki ihlası amelinden daha hayırlıdır. Ebu Talib el-Mekkî aynı hadisi şöyle yorumlar:Niyetler gizlidir ve gizli amellerin sevabı kat kat verilir. (…) Aynı zamanda Allah Teala, bir kula niyeti bahşettiği zaman ihlası da bahşeder ve o kişiyi niyetine gelebilecek afetlerden korur.

Daha bunlar gibi pek güzel izahlar var. Bir tanesini de ben işitmiştim. Diyordu ki: Mümin, bir amele niyet ettiğinde, niyetinde bir saflık vardır. Ama o niyetle amel ettiğinde, işlediği amel, niyetindeki kadar saf kalmayabilir. Örneğin: Bir insan, tam bir ihlas ile cihada niyet edebilir. Ama cihad ederken yaptığı kahramanlıkların ardından insanların iltifatları karşısında (öz nefsinin beğenisi de dahildir buna) ihlasını aynı saflıkta koruması zordur. Yine mesela: Allah rızası için sadaka vermeye niyet eden adam, niyeti amel oluncaya kadar safiyetini bihakkın koruyabilir. Ama amel ortaya döküldüğünde, şahid olanların kendisine göstereceği teveccüh/iltifat karşısında, riyakâr bir tereddüte düşmesi muhtemeldir.

Bütün bu insanî endişelerin yanısıra, ‘Kusur insanın imzasıdır.’ Yaptığı her amele atar onu. Kendisinin olduğunu belli eder. Bu sebeple; niyetken, hayalken veya tasavvurken sorunsuz olan kimi düşler, sahada tamamen insanî vartalarla kusurlu hale gelebilirler. Sen cihad diye kılıcını sallarken, Allah korusun, belki önüne bir masum denk gelir, haddini bilemezsin, incinir. Yahut sadaka niyetiyle bağışta bulunurken, takındığın kem bir tavır, bir fakirin gönül sarayını incitir. Veyahut namaz kıldığın yer necistir, dikkat etmemişsindir, namazına zarar gelir vesaire.

Bana öyle geliyor ki; mümin, ameli ve niyeti arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa, oyunu mutlaka niyetinden yana kullanır. Güvenmez yani amellerine. Ucba düşmez. Hadiste kendisine nasihat edildiği şekilde ‘daha hayırlı olanın’ niyet olduğunu bilir. Amelinden niyetine kaçar. Böyle bir bakış sahibinin, zararlı amelini terketmesi kolaydır. “Niyetim iyi idi. Fakat ne de olsa insanım. Belki de yanlış yaptım/yapıyorum” demesi kolaydır. Çünkü söylem ile eylemin, niyet ile amelin birebir ölçüşmediğini, hadis-i şeriften güzelce ders almıştır.

Mümin, elinden ve dilinden insanların emin olduğu insandır. Fakat aynı mümin, diğer bir yönüyle, asla kendisinden ve akıbetinden veya amellerinden emin olmayandır. Ömerî bir tereddüt taşır içinde her zaman. “Bütün insanlar cennete, bir tek kişi cehenneme gidecek olsa, korkarım ki ben olayım!” der. Zaten onu diğerleri için zararsız hale getiren de bu insanî tereddüttür. “Ya ben yanlıştaysam?” sağlıklı endişesidir. Bu endişe, onu, masivaya karşı daha merhametli, Rabbine karşı daha tevbekâr ve hakikate daima aç bir hale getirir.

Buharî’deki meşhur fitne hadisinde bahsedilen ‘koşanı yürüten, yürüyeni durduran, ayakta olanı oturtan, oturanı yatıran, yatanı uyutan… ‘ müminane tereddüt budur. “Hatalı olan ben miyim?” sorgulamasıdır.

Fakat münafıkta, hadisin de altını çizdiği gibi, işler böyle yürümez. Münafık ahlakının bir yanı ikiyüzlülükse, diğer yanı amelini sorgulatmamaktır. Evet, münafık, konuştuğumuz örneklerden hareketle izah edersek, “Elinden ve dilinden emin olunamayan, ama kendisi her işinin doğru olduğundan kesinlikle emin olan…” insandır. Kalbini de amellerini de sorgulatmaz bu yüzden. İyi niyetli olmasının(!) amellerinin iyi olması için yeterli olduğunu düşünür. Temiz kalbine(!) o kadar inanmıştır ki, elinden yanlış işler sudur edebileceğine ihtimal vermez, verdirmez. İhtar edenleri tekdir, hatta tekfir eder. Bakara sûresinde şöyle anlatılır onların bu hali:

Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. İyi bilin ki, asıl bozguncular kendileridir, fakat farkında değillerdir. ‘Siz de herkesin inandığı gibi inanın’ dendiğinde, ‘O beyinsizler gibi mi inanalım?’ derler. Oysa beyinsizlerin tâ kendisi onlardır, lakin bunu da bilmezler.

Görüyorsunuz ya, ne kadar açık. Amellerinin sahada sorunlar çıkardığı, bozgunculuk yaptıkları, yanlışta oldukları kendilerine hatırlatıldığında nasıl da daha hayırlı buldukları amellerinin yanında yer alıyorlar! O kadar kendilerinden ve yaptıklarının doğruluğundan emin bir halleri var ki.

“Bakın bütün insanlar sizden farklı bir şekilde düşünüyor. Onların sözlerine kulak verin. Onlar gibi bakın/düşünün/iman edin!” denildiğinde de tepkileri nasıl oluyor? “Yahu acaba biz mi yanlıştayız?” diyeceklerine, farklı düşünenleri aşağılamayı seçiyorlar: “O beyinsizler gibi mi inanalım?

Halbuki aslında bu ‘seçilmişlik algısıyla’ aptallıklarını ortaya koymuş oluyorlar. Tıpkı ters yönde giden Temel gibi: Radyoda “Bir araba ters yöne girmiş. Otobanı birbirine katıyor!” diye duyduğunda “Kardaşum ne bi tanesu? Ha bunlarun hepisu ters yolda!” diyebiliyorlar. Halbuki Bediüzzaman demiyor mu: Gayr-i meşru tarik ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat. Bunların da gayrımeşru tarikleri/yolları onları en nihayet hezimete götürüyor.

O yüzden sen sen ol amellerinden emin olma. İnsanî bir tereddüt hep bulunsun yüreğinde. “Ya ben yanlışsam?” de. “Ya ben yanılıyorsam?” Bu Cenab-ı Hakkın bir lütuf olarak kalbimize bıraktığı, bizi insan kılan, kıymetli bir tereddüttür. Empatiyi ve merhameti arttırır muhataplarımıza karşı. İtirafa ve tevbeye kapı açar. O münafıklara ahlakça benzeme ki; küçük bir zümredirler, ama doğru yolda yalnız kendilerini bilirler, kendi doğrularına uymayan herkesi de tıpkı ayette geçtiği şekilde aşağılarlar. “Ümmetim dalalet üzerine birleşmez!” buyuruyor Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Ümmetin adamı ol. Ümmetle birlikte yürü. Sıradanlığın içinde huzuru bulursun. Bu arada, cadde-i kübraya bir tarif arıyorsan, belki son paragrafı tekrar okumalısın.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Dünya Ticaretinin Ahiret Boyutu

“Ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelaline dönecekler ve Mevlâ-yı Kerim`lerine kavuşacaklar.” (Mektubat)

Bir ayet-i kerimede şöyle buyruluyor:

 “Muhakkak, Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet karşılığında satın aldı.” (Tevbe, 9/111)

Buna göre dünya bir yönüyle ticaret yeridir.

Bütün mülk Allah’ındır. İnsan nevi bu mülkte emaneten tasarruf etmektedir.

Öte yandan, Allah Resulü (asm.)  

“Dünya ahiretin tarlasıdır.”

buyururlar. Bu tarlanın mahsulleri, öte âlemde, cennet yahut cehennem olarak tezahür edeceklerdir.

İnsana cüz’i irade verildiği için, dünya tarlasına dilediği şeyleri ekip biçmekte serbest bırakılmış. Keza,  nefsini ve malını Allah’a satıp satmamakta da serbest bırakılmış.  

Nefsini, yani ruhunu, bedenini ve bunlara takılı bütün maddî ve manevî cihazlarını Allah’a satan insan, çok farklı ekimler yapmakta ve bunlardan yine çok değişik mahsuller derlemekte, kazançlar elde etmektedir.

Bir iki örnek verelim:

İnsanın bakışları bir sermayedir. İnsan bir ömür boyu, nazarını helal yahut haram dairelerde dolaştırır. Her bakış bir ekimdir;  cennet veya cehennem hesabına bir mahsul verir.

Konuşma ayrı bir sermayedir. Ağızdan çıkan her kelime bir tohum gibidir, ondan ya sevap çıkar, ya günah. Bunlar ise insana ya kâr getirirler, yahut zarar.

Düşünme bir başka sermayedir. Doğru fikirler büyük bir kâr kaynağı iken, yanlış düşünceler birer zarar menbaıdır.

Öte yandan,  her bir hissimiz,  “sevgimiz, nefretimiz, korkumuz, merakımız, gıptamız,…” ayrı birer  sevap yahut günah kaynağıdırlar.

Bütün bu saydıklarımız ayette geçen “nefis” kavramı içine giriyor.

“…Hakiki terakki ise; insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.”  (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

Bunların dışında kalan ve haricî âlemde sahip olduğumuz “mallarımız, makamlarımız,…” da ayrı birer kazanç yahut zarar kaynağıdırlar.

İşte insan, bütün bunları rıza çizgisinde kullandığı taktirde  Allah’a satmış olur ve bu ticarette kendisine verilen kâr, Allah Resulünün “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ne de beşerin kalbine gelmemiş” diye tarif ettiği o eşsiz saadet menzili olan Cennettir.

Ayette çok önemli bir mesaj var:

“Allah sadece müminlerin nefislerini ve malların satın alıyor.”

Şu var ki, müminin nefsini Allah’ın satın alması için o nefsin mümine yakışır bir nefis olması gerekir. Aynı şekilde müminin malı da “mümin malı” vasfını taşımalıdır.

Bir mümin nefsine ve şeytana uyarak birtakım gayr-ı İslamî sıfatlar taşıyabiliyor; yalan söylemek, kumar oynamak gibi. Aynı şekilde, meşru olmayan mallar da edinebiliyor; faiz ve stokçulukla elde ettiği varlıklar gibi. İşte bunların hiç biri cennet mukabili satın alınmayacaktır.

Çürümüş, bozulmuş, asliyetini kaybetmiş ve cennetle hiçbir ilgisi kalmamış nefisler ve mallar satın alınmazlar. Aksine bu iki büyük sermayeyi yanlış kullanmanın hesabı ahirette sorulur.  Cehennem, bu hesabı veremeyenleri azap diyarıdır.

Her insan imtihandadır, her insan dünya tarlasında ahiret namına bir ekim yapmaktadır ve yine her insan bu dünya ticarethanesinde ebed yurdu namına bir şeyler kazanmakta yahut kaybetmektedir. Bununla birlikte, ayette geçen “satın alma” kavramı ticareti hatırlattığı için konunun ticaret erbabına bakan yönü üzerinde biraz daha durmak istiyorum.

Rızkın onda dokuzunun ticarette olduğu hadis-i şerifte haber veriliyor. Yine Nur Külliyatında rızık için üç temel yolun “ziraat, sanat ve ticaret” olduğu, memuriyetin ise hizmetkârlık olduğu vurgulanıyor. Yani, memuriyet bu üç temel faaliyetin yürümesine yardımcı olan bir “destek hizmettir.”

Her işte olduğu gibi ticarette de insan, öncelikle, kul olduğunu unutmayacak, bütün işlerini helal dairesinde yapması gerektiğinden gaflet etmeyecektir. Aksi halde, bu fani dünyada elde edeceği cüzi bir kâra karşılık, ebedî hayatını tehlikeye atabilir.

Allah, insanı arza halife, kendisine muhatap, cennetine aday, iman, marifet ve muhabbete kabiliyetli müstesna bir mahluk olarak yaratmıştır.  Bu büyük şerefe, zengin olsun fakir olsun, amir olsun memur olsun her insan mazhar olabilir. Görevini yerini getirip dünyadan iman ile göçen bütün müminlere “dünyadan daha geniş ve  baki bir mülk” ihsan edilecektir.

İnsan ticarî hayatında ne kadar başarılı olursa olsun bütün dünyaya sahip ve hakim olamaz.  İnsanın mülkünün, servetinin, makamının kâinattaki yeri ise  görülmeyecek kadar küçüktür. Ticaret yaparken bu küçük servet ve makam uğruna o büyük ve sonsuz saltanatı kaybetmek akıl kârı değildir. Bir ticaret erbabı bu noktayı daima göz önünde bulundurmalı, her iki dünya saadetini birlikte elde etmenin yolunu tutmalıdır.

“Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış.” (Şualar)

Her işte olduğu gibi ticarette de niyetin büyük bir önemi var. Ömrümüzden ve rahatımızdan fedakârlıklar yaparak elde ettiğimiz o servetin, ahirette boynumuza yük olmaması için dikkat etmemiz gereken çok önemli bir faktör “niyettir.”

“Evet niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder.” (Mesnevî-i Nuriye)

Ticarî hayatta insanın niyeti, en azından, “aile fertlerine helal rızık yedirmek” olmalıdır.

Niyette bir ileri safha, zekât ibadetini yapabilecek bir servete sahip olmakla hem bu ibadeti yapma şerefine nail olmak, hem de Allah’ın kullarının maişetine yardımcı  olmaktır.  

Bir hadis-i kutsîde şöyle buyrulur:

“Kulum bana en fazla farzlarla yaklaşır. Sonra nafilelerle (farz ve vacip dışında kalan ibadetlerle). … (Sonunda kul öyle bir noktaya gelir ki,)  ben onun gören gözü işiten kulağı olurum.” (Buhârî,  Rikak 38.)

İşte zekât da kulu Rabbine yaklaştıran en önemli bir farzdır.

Zekât, fakirin hakkı olarak zenginin uhdesinde bulunan bir maldır. Bunun verilmemesi bir hakkın gasp edilmesidir. Alimlerimiz, zekâtın  verilmesini sehavet,  yani cömertlik saymazlar. Çünkü, zaten fakirin  hakkı kendisine iade edilmektedir.

Bununla birlikte, zekât vermemin sevabı da hiçbir sadakayla kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Çünkü zekât farzdır, onlar ise nafilelerdir. Binlerce nafile bir farzın yerini tutmaz.

Zekât en alt sınırdır. Burada kalmayıp sadakayı artırmakla hem daha çok sevap kazanmak, hem de fakir kulların yardımına daha fazla koşmak gerekir.

Bir başka niyet, Bediüzzaman Hazretlerinin, “Bu zamanda İ’la-yı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır.” diye ifade ettiği büyük hizmeti yapabilmek, yani “Allah kelamının nice gönüllerde hükmetmesi, İslam’ın daha da yücelmesi” için servet sahibi olmayı istemektir. Bu niyette samimi olan kimse, istediği noktaya gelemese bile bu halis niyetinin karşılığını mutlaka alacaktır. O noktaya varırsa yapacağı hizmetlerin sevabını ayrıca alır.

“Her bir mü’min İ’lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.” (Tarihçe-i Hayat)

Bir diğer niyet, bir Müslüman olarak İslâm ülkelerinin geri kalmışlığını içine sindiremeyip, bundan üzüntü duymak, bu konuda bir şeyler yapılması gereğini vicdanının derinliklerinde hissetmek ve elinden geldiği kadarıyla bu sahada gayret göstermektir.

Maddeten terakkinin çok önemli bir boyutu da şudur:

Bir zengin, elbisesi kırk yamalı, aç ve susuz bir fakirden nasihat dinlemeye yanaşmadığı gibi, bu günün maneviyata susamış,  ateizmin ve sefahatin kucağına düşmüş batı insanı da bu hastalıkların ilacını fakir bir Müslümandan almak istemiyor ve perişanlığı devam ediyor.

Öte yandan, “Biz doğru islamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu fiillerimizle göstermediğimiz” takdirde bizden bu nurları almaya müşteri olmuyor.

Buna göre, “maddeten terakki” ile “İslâm’ı fiilen yaşamayı” birleştirdiğimiz gün, dünyanın her yanındaki manevî hastalara ulaşma imkânını yakalamış olacağız.

Bu noktaya kadar insana manevi kârlar getirecek “niyetler” üzerinde durduk. Niyetin bir de yanlış kullanımı ve hatalı yapılışı  var. Meselâ, bir insan “meşhur olmak, yahut zenginlikte rakiplerini geride bırakmak, başkalarına üstünlük taslamak” gibi nefis ağırlıklı niyetler taşıyorsa, o kişi dünyada başarıya ulaştığı taktirde zaten ücretini de peşin olarak almış oluyor. Artık ahirette her hangi bir karşılık görmesi, ücret alması söz konusu olmuyor.

Canını tehlikeye atarak harp meydanına koşmak büyük bir  cihat ve yine büyük bir sevap kaynağı olduğu halde, bunu yapan kişinin asıl maksadı ganimet elde etmek ise bu cihattan hiçbir sevap kazanamıyor. “Nasıl bir yiğit olduğumu herkese göstereyim.” şeklindeki bir niyet de, aynı şekilde, o kişiyi cihat sevabından mahrum bırakıyor.  

* * * 

Biraz da ticaret yapan kişiyi bekleyen tehlikelerden söz edelim:

Ticaret erbabının karşısında birbiriyle ilgili ve biri diğerini doğuran altı büyük tehlike mevcut:

“Hırs,” “faiz,” “haset,” “kul hakkını çiğnemek,” “meşveretsiz hareket etmek,” “emaneti ehline vermemek.”

Birinci ve temel tehlike hırstır. Hırs kanaatin zıddıdır. Kanaat, tevekkülle yakından ilgili bir kavramdır.

Bediüzzaman Hazretleri, “Tertib-i mukaddematta “tefviz” tenbelliktir, terettüb-ü neticede tevekküldür.” der ve şöyle devam eder: “Semere-i sa’yine ve kısmetine rıza; kanaattır, meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.” (Mektûbat)

Buna göre tevekkülü doğru değerlendirmek, başarı için gerekli şartları eksiksiz olarak yerine getirmek ve çıkacak sonuca da kanaat etmek gerekiyor. Mevcut imkânlarını yeterli bularak tembelce oturmak ise “himmetsizlik” olarak, “hamiyet zaafı” olarak nazara veriliyor.  

Bu ölçüden saparak, “Mutlaka şu noktaya gelmeliyim, şunları ne pahasına olursa olsun elde etmeliyim.” diye hırs gösteren kişi, umduğunu bulamayınca, ruh âleminde, birtakım manevî hastalıklara kapıyı açmış ve kadere itiraz için nefsine büyük bir fırsat vermiş olur. Bu tehlikeli yola giren kişi,  hayalindeki  neticeyi  “olmazsa olmaz” bir hedef olarak belirleyince, şeytanın kendisini meşru olmayan yollara sevk etmesine de büyük bir pirim vermiş olur.

Ve artık bu hırslı adam, faiz tehlikesiyle karşı karşıyadır. Biraz sonra onunla el ele verecek, derken onunla kucaklaşacak ve bu büyük haramı rahatlıkla işleyecek kadar kalbi ve ruhu zafiyet gösterecektir.

Zekâtı, “sermayesini azaltan, rekabet gücünü zaafa uğratan ve hedefine ulaşmada ona engel olan” bir faktör olarak görmeye başlayacak ve İslam’ın beş şartından biri olan bu büyük farizayı işlemekten uzaklaşacaktır.

Faiz alıp veren kimselerin o büyük hesap günündeki halleri Allah Kelamında şöyle ifade ediliyor:

“Faiz yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa öyle kalkarlar.” (Bakara, 2/275)

Faiz gibi, temeli hırsa dayanan önemli bir tehlike de “hasettir.”

Haset, başkalarında olan servet, makam ve diğer imkânların ortadan kalkmasını, onların elinden alınmasını hırsla istemektir. Haset eden kişi, o nimetlere kendisinin kavuşmasını hiç nazara almadan, sadece rakibinden alınmasını arzu eder. “Hasetle gıptanın farkı” da buradadır. Gıpta da “rakibindeki imkânlarının kendisinde de olmasını istemek” esastır; “onun olduğu gibi, benim de olsun” mantığı hakimdir. “Hasette ise benim olup olmaması çok önemli değil, yeter ki onun olmasın.”düşüncesi ağırlık kazanır.

Hasedin iki önemli zararı vardır: Birisi şahsın iç alemini huzursuz kılması, diğeri de gıybete ve düşmanlığa  yol  açması.

“Hased evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.” (Mektûbat)

“Gıybet;  nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a’mal-i sâlihayı yer bitirir.” (Mektûbat)

Burada Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerini nakletmek isterim:

“Ümmetimden müflis (iflas etmiş kişi) odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından (sevaplarından)  şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.”  (Müslim)

Kul hakkına riayet, bütün Müslümanların görevi olmakla birlikte bunun en fazla ihlal edildiği saha, İslâmî esaslardan uzak olarak yapılan ticarettir.

Hırs ve rekabetle hisleri akıllarına ve vicdanlarına galip gelen kişiler kul olduklarını unutur ve Allah’ın kullarına haksızlık yapmaktan geri durmazlar. Karşılarındaki kişiler şahsi güç ve imkânlarıyla bu haksızlığa karşı koyacak halde değillerse, onlara acımasızca zulmeder, haklarını çiğnerler.  Halbuki, bu kişilerin Allah’ın kulları oldukları hatırlansa ve onlara yapılacak bir haksızlığın hesabının mutlaka sorulacağı dikkate alınsa nefisler dizginlenir, heveslere engel olunur ve zulüm ortadan kalkar.

İslâmda kul hakkının özel bir yeri vardır. Samimiyetle tövbe eden bir kişinin bütün günahları affedilmekle birlikte kul hakkı bundan istisna tutulur. Kul hakkının affı, kulun kendisine bırakılmıştır. Şehitlik dahi kul hakkını ortadan kaldırmaz.

Hacca giden bir kişi, Arafat’tan indiğinde bütün günahları affedilir. Eğer bu konuda bir şüpheye düşse ve “Acaba günahlarım affedildi mi?”diye tereddüt geçirse büyük günah işlemiş sayılır. Bunun sadece iki istisnası vardır: Kul hakkı ve kaza namazı.

Her ikisinin de telafisi mümkündür. Biricisinde kulun hakkı ödenecek ve kendisinden helallik alınacak, ikincisinde ise kılınmamış namazlar kaza edilecektir.

Kul hakkı ikiye ayrılıyor: Maddî ve manevî hukuk-u ibad.

Kişinin malına, servetine, makamına verilen zararlar onun maddî hukukunu çiğnemektir.  Gıybetinin yapılması, iftira atılması, haset edilmesi, su-i zanda bulunulması gibi günahlar ise manevî hukuka tecavüzdür.

Devlet malından haksız yere menfaat elde etmek ise bütün bir milletin hukukuna tecavüzdür ve cezası da o nispette büyüktür.

Asr-ı Saadetten ibretli bir tablo:

Sahabeden biri harpte öldürülen arkadaşının şehit olduğunu söyler.  Bunun  üzerine Allah Resulü müdahalede bulunur ve şöyle buyurur:

“Hayır!  Ben onu ganimetten haksız yere aldığı cübbe veya abaya bürünmüş olduğu halde cehennemde gördüm.” (Riyâzu’s-Sâlihin, I, 252, 268)

Devlet malını gasp ederek kısa zamanda zengin olanlara bazılarının heveslendiklerine ve “Adam işini becerdi, köşeyi döndü.” gibi sözlerle bir bakıma onları takdir ettiklerine şahit oluruz. Burada dikkate alınmayan önemli bir nokta var:

Kazanılan bir  menfaat, kişinin ruhunu alçaltıyorsa, kalbini yaralıyor, vicdanını bozuyorsa, imanına ve ahiretine zarar veriyorsa bu zehirli menfaate heveslenmek akıl kârı değildir.

Bir mağazayı soyanlar, ceplerine bir şeyler koyarlar ama ruhları “hırsız” damgasını yer. Dışardan bakanlar o ruhların perişan halini görmezler de ceplerinin kabarıklığına ilgi duyarlar.

Eli bombalı anarşist gençlerin silahlarına el koyup, kendilerine en lüks elbiseler giydirirseniz, bu defa karşınıza ihaleye fesat karıştıran bir “hırsız şebekesi” çıkar. Kalpleri bozulmamış kişiler, o birincilerden nasıl nefret ediyorlarsa, bu ikincilerden de en az o kadar nefret ederler.

Başarının üç temel unsuru:

Bediüzzaman hazretleri terakki ve asayişin üç mühim esasını şöylece tespit eder:

“Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar.” (Lem’alar)

“Terakkiyat,” terakkinin çoğuludur. Ticaretteki terakki de bunun bir şubesidir ve bu üç esas ticarî hayatımız için de aynen geçerlidir.

“Mesailerin tanziminin” en güzel örneği kendi vücudumuzdadır; büyük örneği ise kâinatta.

Her organın belli özellikleri ve bununla başaracağı belli işler vardır. Bunlar İlâhî taktirle tayin edilmiştir. 

Toplu olarak icra ettiğimiz bütün işlerde mesai tanzimi ön plana çıkar. Ancak, kişiler, çoğu zaman, kendi kapasitelerini tam tespit edemez, his ve hevesin karışmasıyla, güçlerinin çok ötesindeki görevlere talip olurlar.

Bunu engellemenin yolu, meşverettir. Herkesin kapasitesi test edildikten sonra meşveretle görev taksimi yapılır. Bu iş ne kişilerin kendi heveslerine bırakılır, ne de şirket yetkililerinin münferit kanaatlerine.

Bir kişinin fikri ve tedbiri her konuda yeterli olmayabilir.  Tek çıkar yol meselelerin ihtisas sahibi ehil kişilerle meşveret edilmesidir.   

 “Aralarındaki emniyetin tesisi” şartı, özellikle şirketleşmelerde büyük önem kazanır. Bu emniyetin olmadığı ortamlarda, sermayeler birleşmez, herkes kendi gücüne göre yol alır. Kazanç asgarî seviyede kalır ve herkes  “kârdan zarar” eder.

“Teavün (yardımlaşma) düsturu” her sahada gerekli olmakla birlikte, bunu “zor durumda olan şirketlerin yardımına koşma” şeklinde anlamamız, ticarî noktada,  daha yerinde olur.

sorularlaislamiyet.com

İslam’da Niyet Nedir?

niyetÇevremizdeki insanlardan bir sürü davranışlar görürüz. Onları kendimize göre yorumlarız.  Acaba doğru mu anlamışız? Allah bilir. Elimizde niyet ölçer bir araç, alet de yok. Hatta kendimizde bir çok şeyler yaparız. Hangi niyetle yaptığımızı ancak kendimiz biliriz.

Etrafımızda bazı insanlar vardır, diğer insanların sorunlarıyla ilgilenirler, nerede bir acı yaşansa, kimin derdi olsa Hızır gibi yetişirler. Normal insanların ilgi ve yakınlıklarından çok daha aşırı ilgi ve yardımseverlik gösterirler. Bunlar gerçek yardımsever değildirler. Günümüzde Psikiatrlar bunları “üstü kapalı sadistlik” olarak tanımlıyorlar. Böyle kişiler insanların zor durumda kalmalarında, acı çekmelerinden, onları bu şekilde görmekten zevk alırlar. Bazen de insanları zor durumda bırakacak ortamlar sağlayarak onları bocalatıp seyretmekten sinsice haz duyarlar.(*)

İslâmda kişinin yaptığı işten daha önemlisi niyetidir. İyi niyetle yapılan işlerin değeri vardır. Kötü niyetle yapılan, kendine kişisel yarar sağlamayı amaçlayan eylemlerin, yardımların Allah katında hiçbir anlamı yoktur. İnsanlara hoş görünmek, onların taktir ve alkışlarını almak için de bazı iyilikler, protestolar, yürüyüşler yapılabilir. Allah rızası için yapılmayan hiçbir işin ahrette kişiye faydası yoktur. Bu konuda tarihte çok örnekler vardır, savaşa katılanlar gazi olanlar bile vardır.

Bizler ancak gördüklerimizi doğru sanırız. Kişilerin niyetlerini bilemeyiz. Onun için islâmda sevaplar eylemlere göre değil, niyetlere göredir. Kuran bu konuda insanları uyarıyor.“….Siz içinizde olanı açıklasanız da, saklasanız da, Allah onu bilir ve onunla sizi hesaba çeker…. ” (Bakara : 284)

Bütün bu olanları düşünürsek bizler olayın yalnızca bize bakan yönünü görüp düşündüğümüz gibi algılıyoruz. Ancak algılarımız bizi aldatır, her zaman doğruyu bulamayız. Eğer bir insan abartılı davranışlarda bulunuyorsa o davranışların karşıtı duygular içinde de olabileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız.

Asrımızın Kuran tefsirlerini yazan Bediüzzaman bu konuyu şöyle anlatır:

Arkadaş! Bu niyet mes’elesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet, niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acib bir iksir ve bir mâyedir.

Ve keza niyet, ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur.

Ve keza niyette öyle bir hâsiyet vardır ki; seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder. Demek niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. Öyle ise necat, halas ancak ihlâs iledir. İşte bu hâsiyete binaendir ki; az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki; az bir ömürde, Cennet bütün lezaiz ve mehasiniyle kazanılır. Ve niyet ile insan, daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.”(**)

(*) Engin Geçtan,Prof.Dr. İnsan olmak s.61  .”

(**)Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s. 68, RNK Yay.

Dr.Selçuk Eskiçubuk

Şevval Ayı ve “Altı Gün Orucu” nedir? Arka arkaya mı tutulmalı?

Şevval ayında oruç tutmak, hadislerdeki teşvikten sonra teravih namazı gibi sevaplı bir ibadet olarak hep ilgi görmüştür.

Nitekim Efendimiz (sas) Hazretleri, şevval ayı orucunun bir sene nafile oruç tutmuş gibi sevaba vesile olacağını duyurduğu hadisinde şöyle buyurmuştur:

“Kim oruçla geçirdiği Ramazan ayından sonraki Şevvâl ayında altı gün oruç tutarsa bütün seneyi oruçla geçirmiş gibi olur!” (Müslim-Tirmizi)

Demek ki, bir aylık Ramazan orucundan sonra Şevvâl’de de altı gün oruç tutarak orucunu otuz altıya çıkaran kimse, bütün seneyi oruçlu geçirmiş gibi sevaba layık görülmektedir.

Hadisi yorumlayanlar bütün seneyi oruçla geçirmiş gibi sevap almanın açıklamasını şöyle yapmaktalar:

Ramazan boyunca oruç tutan insan, her orucuna on sevap almışsa yekûnu üç yüz eder. Şevvâl ayında tuttuğu altı orucuna da altmış sevap alınca eder üç yüz altmış. Yani bir sene… Dolayısıyla hadisin işaret ettiği (kameri) seneyi oruçlu geçirmiş gibi büyük bir sevaba ulaşma hali söz konusu olur.

Aslında ibadetlerdeki sevap çokluğu konusunda esas olan, o ibadeti ihlasla yapmak, vesveseden uzak bir istek ve ümitle ona talip olmak. Bazen samimi bir niyetle yapılan öyle iyilikler, ibadetler olur ki, yapanın gönlünde duyduğu derin istek ve sâfî ihlas yüzünden 360 gün değil, belki 360 senelik nâfile ibadet sevabı bile kazanabilir. İhlas ve samimiyet meselesidir bu… “İhlas ile kim ne isterse Rabb’imiz verebilir.” Onun için Müceddid’üz-zaman’ın sözü hep tekrar edilegelmiştir. Der ki:

Zerre kadar ihlaslı amel, batmanlarla ihlassız amele müreccahtır, tercih edilir.

‘Âdetleri bile ibadete çeviren niyetlerdeki bu samimiyet ve ihlasın’ önemini geçmişte verdiğim bir misalde şöyle bir örnek ile arz etmiştim. Çölün ortasında giden bir yolcu düşünmüş ki:

– Bu dümdüz yolda yaşlı bir adam ve çocuk bineğine binmek istese, üzerine basıp da yukarı çıkarak hayvanına binebileceği bir basamak yoktur. Öyle ise şu tepedeki kayayı yuvarlayıp yolun kenarına getireyim de, yolda yürümekte olan yaşlı ve çocuklar hayvanlarını taşın yanına çekip üstüne çıkarak kolayca binme imkânı bulsun, sevabı da bana olsun.

Adamın bu hâlis niyeti sebebiyle Rabb’imiz ondan razı olmuş, istediği sevabı ihsan eylemiş.

İşte böyle güzel bir niyetle getirilen taşı yolun kenarında gören bir başka yolcu da düşünmüş ki:

– Bu kayayı buraya getiren kimse ne kadar da yanlış bir iş yapmış. Hiç düşünmemiş ki, buradan gözleri görmeyenler geçer, gece karanlıkta fark edemeyenler taşa takılıp yere düşerler. Şu taşı buradan yuvarlayıp uzaklaştırayım da kimse takılıp yere düşmesin, sevabı da bana olsun…

İşte bu adam da halis bir niyetle taşı buradan uzaklaştırdığından dolayı sevaba nail olmuş. Her ikisinde de niyet hâlis, yorum makul.

Biz de sâfi bir niyetle altı gün orucumuzu tutarsak, belki Rabb’imiz bu niyetimize, bu bağlılığımıza bütün seneyi oruçlu geçirmiş gibi sevaplar ihsan edebilir. Rabb’imizin sınırsız rahmetine kimse sınır koyamaz, diye düşünsek yanlış olmaz.

– “Bu altı gün orucun arka arkaya bitişik mi tutulması gerekir, yoksa aralıklı olarak tutulsa da olur mu?” sorusunun cevabı: Bitişik olması şart değildir, ay boyunca aralıklarla tutulması da yeterli olur. Hatta pazartesi perşembe günleri de tutulabilir, şeklinde olmaktadır.

Ayrıca: Özellikle hanımların Ramazan içinde tutamadıkları borç oruçları varsa, önce o borç oruçları tutmak daha isabetlidir diyenler de vardır. Çünkü önce farz olan borçtan kurtulmak önemlidir, denmektedir.

Şayet bu borçlar tutulurken vakit geçer de altı gün nafile orucuna fırsat bulunamazsa muhtemeledir ki, borç olarak tutulan oruçlar da Şevvâl orucu sevabını da kazandırabilir, diye beklemek de mümkündür. Rabb’imizin sınırsız rahmetinden böyle ikram ümit etmek yanlış olmasa gerektir.

 Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

Niyet denilen “Maya”nın Amel’e etkisi nedir?

Niyet eşyanın mahiyetini değiştirir. Günahı sevaba, sevabı günaha çevirir. Niyet; adî, ama ibadet kastıyla yapılan bir hareketi ibadete; gösteriş için yapılan bir ibadeti de günaha dönüştürür.

Mesnevî-i Nuriye’de geçen, ‘Nazarla niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder.’ cümlesini açar mısınız? Niyet sevabı günaha, günahı sevaba nasıl çevirir?”

Peygamber Efendimize (asm), hicret edenlerin arasında birisinin, sadece bir kadını nikâhlamak niyeti taşıdığı, bunun için hicret ettiği bildirilir. Peygamber Efendimiz (asm): “Ameller niyetlere göredir. Herkese ancak niyet ettiğinin karşılığı vardır. Kimin hicreti Allah ve Resûlü için ise, hicreti Allah ve Resulü içindir. Kimin de hicreti dünya malı veya nikâhlayacağı kadın için ise, hicreti onun içindir.” buyurur.1

Sizin de aktardığınız gibi, Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle niyet eşyanın mahiyetini değiştirir. Günahı sevaba, sevabı günaha çevirir. Niyet; adî, ama ibadet kastıyla yapılan bir hareketi ibadete; gösteriş için yapılan bir “görünüşte ibadeti” de günaha dönüştürür. Meselâ, varlıklara sebeplerin yaptığı şeyler niyetiyle bakılırsa cehalet olur; Allah’ın yarattığı şeyler niyetiyle bakılırsa marifet olur, ilim olur, irfan olur; imanı olgunlaştırır.2

Yine meselâ yoldaki taşları Müslüman’ın ayağına takılmasın ve zarar vermesin niyetiyle kenara atmak sevaptır, hayırdır, güzeldir, ibadettir. Bu işi yaparken, dikkat etmesine rağmen sehven birisine zarar verse özür diler, zarar verme kastı ve niyeti olmadığından, günahtan da muaf olur. Yine bu işi yaparken yolun sertleşmesi ve oturması için döşenmiş taşları da sehven ayıklamış ve atmış olsa, bilgi eksikliğinden doğan zararı telâfi eder. Niyetinin sıhhatinden dolayı günahkâr olmaz, sevabında eksilme de olmaz.

Fakat aynı davranışı kötülük yapmak ve zarar vermek niyetiyle yaparsa, yaptığı iş ibadet olmaz, günah bir fiil olur.

Peygamber Efendimiz (asm) bu hususu şu veciz hadisiyle ifade buyurur: “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. Münafığın ameli ise niyetinden hayırlıdır. Herkes kendi niyetine göre amel işler. Mü’min hayır ve iyilik niyetiyle bir amel işlediğinde kalbinde bir nûr ve feyiz bulur.” 3

Bu hadislerin tefsiri sadedinde Üstad Saîd Nursî Hazretleri, niyetin sıradan âdetleri ve adî davranışları ibadete çeviren pek acîp bir iksir, bir mâye ve bir ruh olduğunu, ölü halleri ibadetle canlandırdığını kaydeder. Bediüzzaman’a göre niyetin ruhu ihlâstır. Öyle ise gerçek kurtuluş ancak ihlâs ile mümkündür. Az bir ömürde, bütün lezzetleriyle ve güzellikleriyle Cennet ancak böyle bir halis niyetle kazanılır. Çünkü niyet ile insan daimî bir şâkir olur, daimî şükredici olur; daimî şükür sevabı kazanır.4

Niyetin mahşerdeki yansımasını Peygamber Efendimizden (asm) dinleyelim:

* “İnsanlar niyetlerine göre diriltilecek ve hesaba çekilecektir.”5

* “İnsanlar niyetlerine göre dirilirler ve haşrolunurlar.”6

* “Kıyamet gününde aleyhinde ilk önce hüküm verilmek üzere, şehit olduğu bilinen bir kimse getirilir. Allah ona olan nimetlerini anlatır. O da mazhar olduğu nimetleri hatırlar. Allah:

Ne amel işledin?” diye sorar. Adam:

Allah’ım, Senin yolunda cihad ettim ve nihayet senin için şehid düştüm.” der. Allah:

Yalan söyledin. Sen cesaretlidir desinler diye savaştın. Senin için öyle de denilmiştir.” buyurur ve ameli kabul görmez.

Sonra ilim öğrenmiş, öğrendiğini başkasına öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kimse getirilir. Allah ona da nimetlerini hatırlatır, o da itiraf eder. Sonra Allah ona:

“Ne amel işledin?” diye sorar. O da:

Allah’ım, Senin rızan için ilim öğrendim. Onu başkalarına öğrettim. Senin için Kur’ân okudum.” der. Allah:

Yalan söyledin. Sen âlim denilmek için ilim öğrendin. Ne güzel okuyor desinler diye Kur’ân okudun. Hakikaten senin hakkında bunlar da söylendi.” buyurur ve amelini kabul etmez.

Sonra Allah’ın kendisine her çeşit maldan bolca verdiği bir kimse getirilir. Allah ona nimetlerini hatırlatır. O da hatırlar. Sonra Allah ona:

“Ne amel işledin?” der. Adam:

Allah’ım, verilmesini istediğin yerlere senin rızan için bolca verdim.” der. Allah:

“Yalan söyledin. Benim için vermedin. Ne cömert bir kimsedir desinler diye verdin. Nitekim hakkında böyle de denilmiştir.” buyurur da amelini kabul etmez.7

Süleyman KÖSMENE

Dipnotlar:

1- Buhârî, 1,50; Müslim, İmâre, 155; Riyâzu’s-Sâlihîn, 1; Câmiü’s-Sağîr, 1/1

2- Mesnevî-i Nûriye, s. 45

3- Câmiü’s-Sağîr,4/3810

4- Mesnevî-i Nûriye, s. 61

5- Câmiü’s-Sağîr, 1436

6- Câmiü’s-Sağîr, 3890

7- Müslim, İmâre, 152