Etiket arşivi: Nuriye Çakmak

Günde 2 Milyon Ekmek

ON BİR ayın sultanını ağırladığımız kutlu zaman diliminin yarısı bitti bile. Afrika’daki açlığın damgasını vurduğu bu günlerde israf kelimesi kendine gündemde yer aradı durdu. Kimi zaman buldu. Ama bunun hiç yeterli olmadığını anlamak için tek bir haber yetti de arttı bile. Manşeti şöyleydi bu haberin; “Günde 2 milyon ekmek çöpe atılıyor”..

Haberin devamını okumak için beklerken beynimde dönüp durdu bu cümleyi oluşturan kelimeler. Sadece bir gün.. Tam 2 milyon adet.. Ekmek ve çöp. Bir arada olmasının hiçbir açıklaması olmayan kelimelerden oluşmuş bir cümle bu. Önce bir günde böyle bir rekor rakama sahip olan yerin neresi olduğunu merak ettim. Allah biliyor, Amerika, Avrupa gibi bir coğrafyadan bir isim bekledim, umdum. Ancak ne yazık ki burası tam da benim yaşadığım yerdi, İstanbul. Bu şehir tarih boyunca ne kadar güzel sıfatlarla anılmıştı oysa. Hiç yakışmamıştı bu cümleye İslambol, hiç.

Sonra bunun kaynaksız bir haber olmasını umdum. Abartıldığını düşünmek istedim. Ama ne yazık ki kaynak da oldukça sağlamdı. “İstanbul Ekmek Fırıncıları, Sanatkarları ve Ekmek Satıcıları Esnaf Odası Başkanı Fahri Özer, sadece İstanbul’da günde yaklaşık 2 milyon ekmeğin çöpe atıldığını söyledi.” diyordu haberde. Benzer bir açıklamanın ve rakamın Kadir Topbaş tarafından da yapıldığını okudum sonra. Fahri Özer bu durumu ekmek gramajlarının yükseltilmesine bağlıyor ve şöyle diyordu; gramaj artınca bir ekmek 1,5 ekmek oldu dolayısıyla diğer yarısı ertesi güne kaldı. Ertesi güne kalan ekmeği bizim vatandaşımızın yüzde 90’ı tüketmez.

Gözlerimi gayrı ihtiyari gökyüzüne çevirdim, toplumda gördükleri kötüleşme karşısında eskilerin dillendirdiği meşhur söz geldi aklıma; “Taş yağacak başımıza”. Masmavi gökyüzüne bakarken içimden sadece şunu söyleyebildim; “Eğer bize azap edecek olursan biz bunu kesinlikle hak eden bir topluluğuz. İnşallah azmaları için mühlet verilenlerden olduğumuz için değildir bu dinginlik, inşallah katında bize rahmetini indirmen için şefaat edicilerimiz daha çok olduğu içindir…

Satış noktalarında satılmayan ekmeklerin sadece yüzde 10’u galeta unu yapılıyor, geriye kalan yüzde 90’ı ise çöpe atılıyormuş. Çöpe atılmak için bekleyen dağ gibi ekmek yığıntılarını görseler, herkesin için parçalanır diyor yetkili. Keşke parçalansa. Keşke.

BM’ye göre bu rakam Türkiye geneli için günde 5 milyon ekmek. Bunun ülkeye sadece maddi zararı 8 trilyondan fazla. Rakamlar demişken, sadece Somali’de ölüm sınırında olan insan sayısı ise 1,2 milyon.

Haberin kenarında bir küçük fotoğraf var. Hiç dokunulmamış bütün bütün ekmekler, yarım olanlardan fazla bu karede. Bir çöp tenekesinin kenarındaki kaldırıma dizilmişler fotoğraf çekimi için. Damarlarımda kanımın donduğunu hissediyorum. İçimi haşyet kaplıyor, uzun zamandır hissetmediğim kadar hissediyorum Allahın celalini. Utanç duyuyorum, insanlık ailesinin bu fertleriyle aynı aileden olduğum için. Ve çöpe atılmak üzere toplanmış ekmek yığınlarını hayal ettikçe kendimi çok çaresiz hissediyorum.

Daha birkaç gün önce gördüğüm bir fotoğraf gelip duruyor gözümün önüne. Mülteci kampına henüz adım atıp, doktorun muayene etmesi için masaya yatırdığı oğlunu, doktor daha ona ulaşamadan kaybeden anne… Parmaklarıyla az önce ölen oğlunun gözkapaklarını kapatıyor. Öyle sessiz ki. Ne kadar acı olduğunu buradan anlayabilirsiniz, zira en derin acı en sessiz olanıdır..

İnsanların nasıl bu hale geldiğini anlamaya yetmiyor beynimin çapı. Zevke ve sefaya düşkünlüğüyle ünlü Doğu Roma, Bizans hatıralarında okusam veya Firavun ve Nemrut saraylarında günlük yaşamın anlatıldığı bir metinde, dese ki, sarayın ocaklarında pişirilen ekmekler hükümdar ve eşrafına sunulur, geriye ne kadar ekmek kalırsa kalsın onlar çöpe atılarak ertesi gün yeniden ekmek pişirilirdi. Bu hiç şaşırtıcı olmazdı.

Ekmeğin her zaman ana besin maddesi olduğu bir coğrafyada. Ekmeğin azizliği üzerinde büyük bir kültürel portföyü olan bir ülkede. İstanbul gibi bir mübarek İslam beldesinde. Ramazan-ı şerif gibi kutsal bir zaman diliminde. Ve 6 dakikada bir çocuk açlıktan ölürken hem de…

Bu bir üstünlük göstergesi mi, burjuvaizmin bir gerekliliği mi? Çok mu üstün oluyorsunuz bayatlamış ekmeği kendinize layık görmeyerek. Kendi elinizle, para karşılığı aldığınız ekmeği, hiç dokunmadan ertesi gün yenisini almak üzere çöpe fırlatıyorsunuz öyle mi? Bu ne nefistperestlik, bu ne enaniyet, bu ne insanlık dışı bir hareket. İki milyon ekmeğin, nimetin çöpe atıldığı bu şehirde, ertesi gün ne yiyeceğini düşünerek yarı aç yarı tok uyuyan iki milyon insan yok mudur? Sadece bir günlük ‘çöp ekmek’leri Somali’ye göndersek ölüm sınırındaki insanların hepsi kurtulur. Bu ne yaman bir hesap. Bu ne acı bir tablo.

İnsanın kalbinde Allah korkusu kalmayınca böyle oluyor demek ki. Ekmeğin kırıntısının bile zayi olmaması için teşvik olunan bir dinin mensupları bu hale gelebiliyor demek ki. Bayatlasa da ekmeğe aynı hürmeti gösterenler, basit insanlar yani, ağızlarının tadını hiç bilmiyor olsa gerek. Ertesi güne kalan ekmeği kızartmak, üzerine sos yapıp fırına sürmek, küçük parçalar halinde tereyağı ile kızartıp çorbalara eklemek, köftelerde vs kullanmak için dondurucuya koymaktan başlayan bir sürü bayat ekmeği değerlendirme tarifi hiç ama hiç ilgi alanlarına girmiyor ne yazık ki. Neden zahmet etsinler ki! En azından ne olursa olsun çöpe atmak eylemini işlemek istediklerinde ekmekleri bir plastik kaba koyup üzerine biraz süt veya etli yemeklerin sosundan gezdirip hayvanlara vermek “inceliğini” göstermeyi neden tercih etsinler ki. Çöpe basket atmak varken!

Bu ay ne kadar kutsalsa, bu nimet ne kadar kutsalsa, israf ne kadar haramsa ve ülkemizde aç yatmakla, ümmetimizde açlıktan ölmekle karşı karşıyaysa insanlar, çöpe ekmek atmanın günahı, vebali hayal bile edilemeyecek boyuttadır. Diliyorum Allah toplumumu bu günahın vebalinden merhametiyle arındırsın. Yoksa çok iyi biliyoruz ki, nimet şükür bulamazsa gider. Nimete yapılan hareket gayretullaha dokunur. Ve insanı en çabuk mazlumun ahı bulur.

Son olarak sözlerinden en güzelinden birkaç damla düşsün avucumuza ve kendimiz ve ümmetimiz için hidayet dileyelim, af dileyelim. Elimizde, dilimize, kalbimizle mücadele edelim. Umulur ki, kurtuluşa ereriz.

Allah’ın, üzerinizdeki nimetini ve “İşittik, itaat ettik” dediğinizde sizden aldığı ve kendisiyle sizi bağladığı ahdini hatırlayın. Allah’tan korkun, çünkü Allah kalplerin özünü çok iyi bilir. (5 – 7)

Allah’ın nimetlerine nankörlükle karşılık veren ve sonunda milletlerini helak yurduna konduranları görmedin mi? (14 – 28)

Sonra, yemin olsun ki, o gün (size verilen) her nimetten hesaba çekileceksiniz. (102 – 8)

Nuriye Çakmak

karakalem.net

Kaldırımda Bir Hüzün ve Umut İzi

Seni anlamam çok güç, ey kaldırımlara unutulmaz bir iz bırakan adam. Şu kareye imza atarak yürekleri burkan adam.

BELKİ BİLİRSİNİZ, “Konuşabilseydik çizmezdik” diye bir oluşum var. İnternet sitelerinde, facebook sayfalarında özellikle haksızlıklara karşı çizgileriyle mücadele veriyorlar. Neden böyle bir isim seçtiklerini anlayabiliyorum. Çünkü ben de şimdi bir fotoğrafla bakışıyorum, uzun uzun. Boğazımda bir koca düğüm. Bu kaldırımı tanıyorum, derneğe giden ıssız yolun düzensiz kaldırımı. Ve korkarım ki, bu ayakkabıları da tanıyorum. Bu fotoğrafı bana Deniz Feneri Derneği’nden bir arkadaşım gönderdi. Kendisi bu kare üzerine bir şeyler yazmayı denemiş ama tıkanmış. Sürekli ertelemiş. Sonra aklına ben gelmişim. İlk gördüğümde boğazıma oturan düğüm hala orada duruyor. Baktım, baktım, baktım.. Sonra dedim ki, “Kelimeleri bu kareye şahit tutmalıyım.” Ve dedim, “konuşabilseydim yazmazdım.”

Bazen sözün bittiği yerdesinizdir. Dudaklarınız kilitlenmiş gibidir. Sesiniz kısılıp kalmıştır. Böyle durumlarda sayfalarca yazmayı, tek bir cümleyi seslendirmeye tercih ederim. Ağlarken konuşamazsınız, ama yazabilirsiniz çünkü.

Üzerinden defalarca geçtiğim şu sevimsiz kaldırım. Nerden bilirdim bir gün beni böyle ansızın yakalayacağını.. Burası derneğin yolu. Siyaset kuklalarının, fasıkların, Allah’tan korkmazların haksız yere hedef tahtası olduğundan beri dernek, çeşitli yerlerdeki giyim mağazalarını kapatmak zorunda kaldı. Mağazalar derneğin içine taşındı. Muhtaç kişiler, tespitleri yapıldıktan sonra buradan tıpkı bir mağazadan alışveriş yapar gibi ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlar. Eskiden bu kadar hüzünlü değildi bu kaldırımlar biliyorum. Elden başvuru alınmıyor, yardımlar doğrudan teslim ediliyor, merkez bina muhtaç ailelerle çok muhatap olmuyordu. Yoğunluk böyle gerektiriyordu. Ama bu kaldırımların kaderinde bir yandan hüzün, bir yandan umuda yol almak varmış demek ki. Giyim mağazalarından birisi merkez binada sabitlendi. Bir de il il dolaşıp ihtiyaç sahibi aileleri yepyeni kıyafetlerle sevindiren Gezici Giyim Mağazaları var. Muhtaç aileler sırayla gelip buralardan ihtiyaçlarını karşılıyor. Gelirken biraz mahcup, çekingen, üzgün ve bitkinler. Giderken mutlu, huzurlu ve umutlu.

Elbette bu kaldırımlarda birçok izler bırakıyorlar her seferinde. Ama en silinmezlerinden biridir belki bu kare. Siyah renkli bir çift erkek ayakkabısı. Ve bir çift çorap. Sonra bir çorap paketinin aynı yerde duran ambalajı. Kaldırımın üzerinde bir dekor gibi duruyorlar. Kareyi ne tarafa döndürürseniz döndürün görüntü aynı. Hem de oldukça çarpıcı. Kaç boyutlu olması gerekir acaba böyle gerçekçi bir karenin? Ayakkabı yırtık. Çorap eskimiş. Öyle hüzünlü duruyorlar ki kaldırımın üzerinde…

Belli ki yeni ayakkabısını alan kişi mağaza bölümünün içinde giymeye çekinmiş. Kim bilir, sebebi nedir. Bizim anlamakta zorluk çekeceğimiz nasıl bir bahanesi vardır. İçinde nasıl bir sıkıntı vardır, dışa vuramadığı.. Eline aldığı yeni ayakkabısını ve çorabı derneğin bahçesinden çıkana dek giymemiş. O ıssız kaldırıma gelinceye kadar… Sonra öyle acele bir şekilde eski ve yırtık ayakkabılarını terk etmiş ki, öylece düzensizce duruyorlar, çoraplarıyla birlikte. Yeni ayakkabı ve çoraptan ise sadece bir ambalaj kalmış geriye. Bu hüzün dolu karenin tek tesellisi o.

Neler geçmiyor ki aklımdan bu fotoğrafa bakarken. İyi ki diyorum, bunu buraya kim bırakmış diye öfkeyle kaldırıp çöpe atmamış birisi. İyi ki fotoğrafını çekecek kadar etkilenmiş ve düşünceli davranmış birisi. Tabi ya, belki baktığında şükretmeyi akıl eder başka birisi. İyi ki yırtık ayakkabıların yenisini hediye eden birileri var. İyi ki bu kaldırımdan sürekli geçiyorlar. İyi ki…

Acaba neden öylece bıraktı eski ayakkabılarını… Birine görünmekten korktuğu için acele mi etti? Yoksa gerçekten birini fark ettiği için mi kaçarcasına gitti. Sevincinden unuttu mu yoksa. Yoksa görmek, hatırlamak istemiyordu da ondan mı öylece uzaklaşmak istedi eski eşyalarından. Elini bile sürmek istemedi mi yoksa? İbret olsun mu istedi veya. Tahmin etmek ne zor, yırtık ayakkabılarını birer yetim âhı gibi kaldırıma terk edip giderken neler hissettiğini. Belki acelesi vardı, bir yere yetişecekti, yeni ayakkabılarıyla gitmeliydi… Belki üşüyordu ayakları, ısınmak istedi. Belki, belki…

Seni anlamam çok güç, ey kaldırımlara unutulmaz bir iz bırakan adam. Şu kareye imza atarak yürekleri burkan adam. Şükürsüzlüğümüzü yüzümüze vuran, hiç yüzümüze bakmadan. Eğer cennet mekan şu bağışçılar olmasa, dernek sana ulaşmış olmasa daha ne kadar zaman taşıyacaktı seni acaba o siyahlığını yitirmiş yırtık kunduraların. Yoksa onlar seni değil, sen mi onları taşıyordun. Bir utanç gibi. Bir yara gibi. Her baktığında içine batan bir diken gibi.

Seni suçlayacak mıyım, eski ayakkabılarını öylece bırakıp gittin diye. Aslında bu çok mantıklı olurdu, çünkü insanlar en kolay anlayamadıkları zaman suçlarlar. Ya da acıyacak mıyım sana. Sonra? Mübarek zatlar muhatap oldukları her şeye Rablerinden bir işaret gözüyle bakarlarmış. Eğer bu benim karşıma çıktıysa, bundan almam gereken bir ders vardır mutlaka diye. Şimdi mail kutuma düşen şu içler acısı resim, içimi acıtmaktan başka bir işe yaramalı değil misin? Yırtık ayakkabılarını gözlerden kaçırmaya çalışan insanların o yakıcı çabalarını yüzlerinden okuyabiliyor muyum ben. Gözlerinden? Her gece uyumadan önce beynime hücum eden düşüncelerin içinde ayakkabı derdi diye bir derdi olan insanlar yer alıyor mu hiç? “Ne kadar az şükrediyorsunuz” derken Allah, ne tarafında kalıyorum bu ayetin, diye düşündürmeli ve sordurmalısın bana. Yoklukla imtihan edilenler kadar, varlıkla imtihan edilenler olduğunu da hatırlatmalısın.

Keşke diyorum, sana o ayakkabıyı hediye edenlerin arasında olsaydım. Keşke o eski ayakkabılarını bir ah gibi terk edip giderken sen, ben de orada olsaydım. Belki şu cevabını bulamadığım sorularla tümden yanıt verirdin gözlerinle. Ve iyi ki diyorum, hafızama bir iz bıraktın. Bu gece uyumadan önce gözümün önünden gitmeyecek bir anı bıraktın. Ve umarım, yeni ayakkabıların da eskidiğinde yine aynı kaldırımdan geçip, yine yeni bir ayakkabıya kavuşacaksın.

Ben bu kareye bir isim bulamadım ve ilk kez başlıksız bir yazı yazdım. Ama sen o hüzün dolu kaldırıma, hüzün dolu silinmez bir iz bırakırken dönüş yolundaydın… Ve artık umut kaldırımdaydın. Oradan yeni ayakkabılarınla geçtin. İşte bu yüzden her zaman hüznün yanında bir umut olabileceğini da gösterdin. Tıpkı karanlıklarda beliren deniz fenerlerinin yaptığı ve her zaman yapacağı gibi…

Nuriye Çakmak

www.karakalem.net

* Bu yazı, Deniz Feneri Derneğinin websitesinde yayınlanmıştır.

** Yazı isimsiz olarak gönderilmiş, başlık dernek yetkilileri tarafından eklenmiştir.

Besmele Ve Nefis

SÖZLER’İN İLKİ olan Besmele bahsinin çoğumuzun ezberinde yer alması ve çokça okunması sevindirici olsa da, diğer bahislerin mukaddimesi olmasından dolayı ve istifadenin artması için üzerinde çok daha fazla durulması gerektiği kanaatindeyim. Her işe başlarken onu anmak, her fiilde esmaya ayine olmak ve tesir-i hakikiyi nefisten çekmek gibi doğrudan imana dair manalar ihtiva ettiğini düşünüyor ve Besmeleden nefse büyük bir atıf hissediyorum, hakkıyla bir Besmeleye niyet ettiğimde.

Gündelik işlerimiz sayılmayacak kadar çoktur. Ülfetin yardımıyla bir robot gibi kalıplaşmış bir şekilde yapageliriz onları. Küçük şeylerdir… Yataktan kalkmakla başlayan, bilgisayarı açmak, kitap okumaya başlamak, otobüse binmek vs. gibi durmaksızın süren.

 Her gün yaptığımız küçük işler…

 Aklımıza geldikçe söylediğimiz, Besmele…

 Niyetimizde vardır elbet Besmelenin önemi, her işe onu eklemek. Unutsak da vardır. Tehlikeli olan bence unutmak değil.

Sonra bu gündelik işimizde bir aksilik çıksa, “Allah Allah, fesüphanallah, hayırdır” gibi gayriihtiyari cümleler dökülür dilimizden. Elimizden geleni yapar ve o işe yeniden başlamak için güzel bir Besmele çekeriz.

 Lafın gelişi, bilgisayarı açarken gelmez de aklımıza, bilgisayar takıldı mı dökülüverir dudaklarımızdan. Evden çıkarken unutsak da, otobüse binerken aklımıza gelir vs.

Sanki bilinçsiz bir bölüşme yaşanıyor. Bu küçük işler, her gün yapageldiklerim, ben bunları iyi-kötü yapıyorum, tâ ki bir sorun çıktı, bu benim gücümü aşıyor, bana yardım et manasında kullanabiliyoruz Besmeleyi. Nefis bu unutuşu sağlayabiliyor üzerimizde. Doğrudan kulluk şuuruna bakan bir mesele oluyor böylece Besmele. Herşey de O’nu görmek, onu bilmek değil mi hakiki iman?

 “Allah” lafzı diğer isimleri içine aldığından, Besmelede birinci sırada yer alması bu küçük işler için bir uyarı belki de. Her işim için ayine olduğum isim var. İlaç alıyorum, Şâfi olan Allah, Senin isminle. Birine yardım için niyet ediyorum, merhameti sonsuz olan Allah, Senin isminle. Yatağıma giriyorum, öldüren ve yaşatan Allah, gecenin gündüzün Rabbi, Senin isminle…

 Bir tefekkür vesilesi oluyor Besmele. Hayatın sahibine, hayatın her işinin kendisine baktığı Yaratıcı ve yöneticisine ayna olduğumuzu hatırlatıyor. Kendimizin ve o işin bizim olmadığını. Sonra?

 Bu güzel başlangıca yaraşır bir “sonra” geliyor arkasından. Besmeleyle başlanılan bir işte, sonuç aciz benlikten mi beklenir? Sonuç mu beklenir veya, ona ayine olmak için yapıldığında? Ve gelene razı olunmaz mı ki, o verdi…

 O’nunla başlayan, O’nunla süren, O’nunla biten herşey ne kadar yükseldi. Mutlak hayır sahibinin ismiyle herşey nasıl da cemale erdi.

 Besmele sadece başlarken hayır değil, bu şuurla başladıktan sonra, hayır kendisi gelir ve sonuca meyletmez bile akıl. Ayinelik ve sığınmışlığın huzuru Besmeleyle gelir. Allah deriz, başlarız bir isme ayine olmaya, sonra anlarız ki o isimle birlikte Rahmân gelir, Rahîm gelir. Niyet hayır olur, akıbet hayır olur. Çünkü; Bismillah ile başlayan, Allah’a ulaşır. Rahman ve Rahîm olan ve tüm isimleri “Allah” lafzında gizli olan Zât’a, isim sahiplerinin en güzeline. Kişi kul olur böylece. O’nun ismiyle isimlenmiş şerefli bir köle…

 Öyleyse, O’nun ismiyle…

 Nuriye Çakmak

 Karakalem.net

İmtihan Ramazanı

HAYATIMIN BOĞAZIMDAN en zor geçen akşam yemeğini yediğim tarih, Ramazan ayına üç kalayı gösteriyor. Birkaç gündür etrafımda vızıldayan kurşunlar gibi dolaşıyor Afrika haberleri. Etrafından dolaşıyorum çünkü durursam vurulurum, vurulursam kalkamam.. İHH’nın yardım ekibiyle Somali’deki kamplara giden bir gönüllünün mesajı dolaşıyor elden ele, “Şu anda son nefesini vermek üzere olan bir çocuğa serum takmaya çalışıyoruz. Çocuğun gözleri kayıyor, hayatımda kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Açlıktan ölüyor, hiç anlamıyoruz.”

İşte vuruldum. Tam kalbimden isabet aldım. Ve hayata döndürdü beni bu vurgun. Demek yaşıyormuşum. Bu kurşun yarasını ta yüreğimde hissettiğime göre, yaşıyormuşum. Bir makine gibi yaşamaktan alıkoydu beni bu yara. Feda olsun.

Kara bahtlı kara kıta.. Neden öyle olsun? Beyaz adamlar kirli ellerini çekseler, o gece gözlü çocuklar biraz da aydınlık görseler. Bir ışık tutsak. Biraz beyaz pencere açsak, ne olur? Biraz anlamaya çalışsak. Biraz dikkat etsek. Biraz normal olsak. Evet normal.. Şu israfımızda boğulurken biz, açlıktan ölmek diye bir durum var bu dünyada. Kayıtlara böyle düşüyor, ama ne vicdanımıza, ne yüreğimize düşmüyor bu kayıt. İmanımızın sokağına uğramıyor.

Kendimi helale harama en çok dikkat eden bir ailede yaşıyor görüyorum. Paranın helalliğinin yanı sıra helal parayla yapılan israfın haramlığının sürekli gündemde olduğu bir aile. Durum böyle olduğu halde kendimce düşünüyorum, bir ay boyunca bu evde hiçbir alışveriş yapılmasa. Dışarıdan tek bir madde bile girmese evimize, mutfağımızdaki yiyecekler bize haftalarca yeter. Çok çok aldığımız, stok yaptığımız için de değil. Herkes bir düşünse, ortalama bir ailenin mutfağında hali hazırda bulunan yiyecekler, onlarca aileye yeter. “Evde bir şey kalmadı, acil alışveriş yapmamız lazım” cümlesini kurduğumuzda biz, o evde günlerce karın doyuracak kuru gıda mutlaka vardır mesela. Yani biz açlığın kendisini hiç yaşamadığımız gibi, herhangi bir vakitte aç kalacak olmanın korkusunu da yaşamayız, yaşayamayız. O insanları nasıl anlarız?

Senede sadece 30 gün, belli vakitlerde aç kalacağımız için marketleri eve boşaltan biz. Ramazana özel yemek zevkleri icat eden biz. Ramazan pidesi, pastırma, güllaç, iftariyelikler, ana yemekler, tatlılar, sayfa sayfa Ramazan menüleri.. Nasıl daha az aç kalırım diye kafa patlatan biz. Ve bize yardım eden ‘uzmanlar’. Hangi yiyecekleri tüketirseniz daha tok tutar diye yayınlar yapıyorlar. Sahurda davet verme modası bu sene de çok tutar. Onlarca çeşitle süslenen sofralar artık sahurda da hizmet veriyor. İftarları zaten sayamıyorum. Daha günün ilk ışıklarında akşama ne pişeceği, iftara ne kadar kaldığı, kimin çağırılıp, kime gidileceği ile geçen bu hengamede, açlık ve dolayısıyla açların hali listede kendine yer bile bulamıyor elbette.

Ve biz bu oruçtan bizi cennetin en tepesine ulaştırmasını umuyoruz bir yandan. Çünkü Ramazan ayı rahmet ayı. Bir Kuran harfinden kaç sevap alırım, bir sadaka versem yüz misli, şu duayı bir okusam sevapları katlarım.. Rahmet ayı ya bu ay, Rahmetten bile anladığımız tek şey neden nefsimiz acaba? Bu rahmetin bizim yayabildiğimiz kadar bizi saracağını hiç düşünmeden, sadece ama sadece bizi kuşatsın istediğimiz şeyin manasını da hiç düşünmeden geçen giden Ramazanlar..

 Oysa Allah Rasulünün mesajı ne kadar açık; “Ubâde bin Samit anlatıyor: Ramazan ayının başladığı bir günde Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam şöyle buyurdu: “İşte bereket ayı olan Ramazan geldi. Artık Allah’ın rahmeti sizi kuşatır. O ay, yeryüzüne bol bol rahmet iner. Günahlar affedilir. Dualar kabul olunur. Allah sizin iyilik ve ibadette yarışmanıza bakar da, bununla meleklerine karşı iftihar eder. Öyle ise kulluğunuzla kendinizi Allah’a sevdirin. Asıl bedbaht olan da, bu ayda Allah’ın rahmetinden nasibini alamayandır.

 Sizin iyilik ve ibadette yarışmanıza bakar da.. Şahsi cennetini genişletme derdinde olanlara bir uyarı değil mi, iyiliğin ibadetten önce ve onunla bir zikredilmesi. Allahın rahmetinden nasibini nasıl alır insan, merhamet etmeyene merhamet edilmez hadis-i şerifine danışmak gerekmez mi? Bir kitap dolusu hikmet barındıran hadis-i şerifteki bir diğer nokta, kulluğunuzla kendinizi Allah’a sevdirin. Onun en sevdiği kulluk insanın aciziyetini anlamasıdır. Zaten orucun manası da, nefsin farazi rububiyetinin kırılıp acizliğini ilan etmesidir. Ene ene, ente ente isyanını dillendiren nefsin, ben senin aciz bir kulunum noktasına gelmesidir. Acizliğini fark eden bir mü’min ise diğer mü’minlere şefkat eden, yardım edendir. Bizim gibi midesinin derdinden ileri bir adım atamayan gafillerdir işte, Ramazan’ı ziyafet ve eğlence ayı haline getirenler.

 “Kaçan bir gol kadar üzülmedik değil mi? Ölürken çocuklar o güzel Afrika’da” diyor İbrahim Tenekeci. Kim yalanlayabilir onu. Midesine açlıktan taş bağlayan bir peygamberin sünnetini uyguluyor ümmetimizin bu fertleri. Bir küçük kare, yeni çekilmiş ve yeni düşmüş ajanslara, son 60 yılın en kurak günlerini yaşayan Somali’de açlıktan karnına kalınca bir ip bağlayan bir adamı gösteriyor. Eğer konuya biraz ilgi gösterirseniz, kanınızı donduracak onlarca kare daha bulabilirsiniz. Efendimizin boykot zamanı yaşadığı açlığa hala gözyaşı döken biz, bu Müslümanlar, bu insanlar için nasıl bu kadar kör olabiliriz?

Açlığı yaşadığımız, yaşayabileceğimiz tek fırsat, Allahın merhametiyle bize farz kıldığı oruçtur. Eğer o bize bunu zorunlu kılmasa, bizim asla buna meyletmeyeceğimiz kesin. Şu halimizle bile ‘açların halinden anlamayan toklar’ durumundayken, oruç elimizden tutmasa firavun gibi semirirdi nefislerimiz. Ama keşke oruçtan payımıza düşen tek şey açlık olmasa. Ki bence açlık bile düşmüyor payımıza. Beynimiz açlıkla değil, iftarla meşgul çünkü. Geçeceğini bildiğimiz için zamanla meşgul. Dakikaları sayıyor, açlığı duyumsamıyoruz bile. Onun ne acı bir çaresizlik olduğunu anlamıyoruz. Oysa şimdi, şu anda sayıları milyonlarla ifade edilen bir halk, açlıktan kıvranıyor ve zaman onlar için hiçbir şey ifade etmiyor. Çocuklar kemiklerinden ayrılmayan derilerini sineklerden arındıracak takatleri olmadan ölüm uykularına yatıyor. Ramazan ayına bir adımlık zaman var. Bir şey yapmalı değil miyiz? Uykularımız kaçmamalı mı, yediklerimiz boğazımıza durmamalı mı, ne yüzle bakarım hesap günü yetimler yetimi efendime, nasıl medet umarım, komşum açken tok yattım ben, sen bizden değilsin derse, diye yüreğimiz burkulmamalı mı? Ümmet bir vücudun azaları gibidir ve o ümmetine çok şefkatlidir. Ve ancak merhamet edene merhamet edilir..

Afrika açlıkla imtihan oluyor. Peki ya biz? İmtihanımızın farkında bile değiliz. Ramazan ayı, rahmet ayı, ümmetin ayı kapıda, onu nasıl karşılamak istersiniz? Gece gözlü çocukların gözlerinden yıldızlar kayarken lütfen en azından israf etmemeyi başarabilelim. Lütfen basiret sahibi olalım biraz, davetlerimizi israf panayırlarına çevirip, zaten tokları ağırladığımız soframızda ümmetin vebalini yüklenmeyelim. Her Ramazan yapmamız gerektiği halde başaramadıklarımız için biraz daha gayret edelim. Çünkü bu dünyada açlıktan ölmek diye bir şey var. Çünkü ümmetimizin fertleri can çekişiyor yokluktan. En azından varlıktan kısarak bir adım atalım olmaz mı? İsraftan kısarak. Yani normal olarak. Yani olması gereken gibi olan bir mü’min olarak. Vasat bir Müslüman olarak. Bir adım atamaz mıyız, bir niyet edemez miyiz, bir damla gözyaşı dökemez miyiz, biraz zaman ayıramaz mıyız, bir tabak yemek ayırsak onlara, bir damla su, sadece israftan kaçındıklarımızla sadaka biriktiremez miyiz, çevremizdekileri uyaramaz mıyız, biraz olsun duyarlı olamaz mıyız?

Bizi Rahmet ayına eriştir diye ettiğimiz duaların kabul olmasını istiyorsak olmalıyız. Çünkü Ramazan’a erişmek, takvimlerde 1 Ramazan yazdığını görmek değildir, Ramazan’ın manasına, hakikatine erişmek demektir. Eğer böyle bir insanlık dramına karşı, hem de böyle bir ayda, Müslümanların çoğunun para derdini unuttuğu bir zamanda, hala orada açlıktan ölecekse çocuklar, bu Ramazan ayının bizden soracağını çok hesap olacak. Bir kefenden mahrum eriyerek ölenlerin veballeri israflı sofraların üzerine olacak. İdrak etmeyen, ilgilenmeyen, yorum üreten ama merhamet etmeyenin hissesi ektiği kadar olacak.

Şimdi geçmişte ıskaladığımız Ramazan hikmetlerine tövbe etme zamanı. Şimdi bu Ramazan ayını hakkıyla yaşayabilmek için sağlam bir niyet etme zamanı. Şimdi niyeti eylemle destekleme zamanı. İsraf değil, infak zamanı. Şimdi Afrika’ya acil yardım zamanı. Bir yıldız daha kaymadan, harekete geçme zamanı.

 Nuriye Çakmak

 Karakalem.net

 *et-Tergib ve’t-Terhib, 2:99

Sırat; Kulluğun Her Anı..

YILLARDIR HİZMETİN içinde olduğunu bildiğim bir ablamla sohbet ediyoruz. Sırat köprüsünden konu açılıyor. Küçük bir çocukken kendisine son dönem animasyonlara taş çıkartacak bir köprüden bahsedildiğinden biraz buruk bir hüzünle bahsediyor. Şükür ki, şu an tatlı bir anı haline gelmiş, o zaman için caydırıcı olsun diye çokça korkutucu olsa da, zamanla bu da aşılmış…

Aşılması gerekiyor mu ki? O kadar korkunç olması ve bu korkunçlukla baş edemeyen ve acıları tehir eden idrakin, onu alıp taa ötelere atması gerekiyor mu? Birinci sınıf bir animasyon filmi gibi, ötelerden bir manzara gibi olması ne kadar doğru sırat köprüsünün? Hem sonra bu haliyle caydırıcı mı?

Dağların kulluk yükünü almamasının sebebi, bu sırat köprüsünden geçmek olmasa gerek. Çünkü zor olan bu değil, zor olan oraya gidene kadar olan kısmı zaten. Oraya varabilmek…

An’lardan oluşan kocaman bir yol ulaştırıyor beni oraya. An’daki sırat vuruyor en çok. İşte diyorum; dağın taşıyamadığı bu olsa gerek. Anlarımda saklı sıratlar; kıldan ince ve kılıçtan keskin. Ötelerdeki sırattan tek farkı, düştüğümde kalkabilmem. Hâlâ tevbe edecek vaktin olması. Ama yol aynı; kıldan ince ve kılıçtan keskin…

Vicdan inceldikçe sesi tüm sesleri bastırıyor. Burası kesin. İç âlemimizdeki dinmeksizin süren konuşmalar hep ‘içimizden gelen ses’e ait. Dinledikçe zorlaşıyor, yaptıkça kolaylaşıyor. Huzur sarsa da bitince, başlamak hep çok zor oluyor. Bu sözü söylesem mi, söylemesem mi; şu adımı atsam mı, atmasam mı; şu tuşa bassam mı, basmasam mı; şu telefonu açsam mı, açmasam mı; vs, vs. Hepsi bir anlık sıratlar işte. Bizi götürecekleri yer kendileri kadar küçük değil küçücük bir amelle tarifsiz veballere giren insanoğlu için, her günahtan küfre giden o yol için.

Küçük şeyler… Bir an’lar…

Ve vicdan ve sorgulama; ve hep o ses ve ben. Sıratın üstünde olan ben…

Beni dosdoğru yoldan ayırma diye her gün 40 defa bana söylettiren Allah’a hamdolsun. Kendime ve kendim gibilere en lazım dua bu olsa gerek. Her günüm için, gönümdeki anlarım için. İstikamet olan ve ucu sahil-i selamete çıkan o yola ulaşmak üzere her amelde üzerinden geçtiğim sırat için…

Bizi sırat-ı müstakimden ayırma ve her ameldeki, her lahzadaki doğru yoldan giderek kurtuluşa erenlerin yoluna çıkar bizi ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Dağlar gibi güç ver bize, emanetini doğru teslim edebilmek için!

 Nuriye Çakmak

Karakalem.net