Etiket arşivi: ömer faruk paksu

Ömür boyu sürecek Gıybet Orucu’nda birinci yılını tamamladı!

Nesil Yayınları Editörü ve Yazarı Ömer Faruk Paksu, 2012 yılının Kutlu Doğum Haftası’nda, ilahî bir emri yerine getirme ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bir sünnetini yaşama adına bir uygulama başlatır: Gıybet Orucu

Paksu’nun “Artık gıybet etmeyeceğim, dedikodu yapmayacağım, mü’min kardeşlerimin arkasından konuşmayacağım. Allah’ım beni bu gayemde muvaffak kıl” niyetiyle başladığı Gıybet Orucu, normal şartlarda helal olan “konuşma” nimetini harama bulaştırmamayı, dilimizi gayrimeşru sözlerden, gıybetten, dedikodudan, iftiradan uzak tutmayı amaçlıyor.

Ömer Faruk Paksu’nun başlattığı ve bu ay idrak edeceğimiz Kutlu Doğum Haftası’nda birinci yılını dolduracak olan bu güzel uygulamanın toplumun tüm kesimlerine örnek olmasını temenni ediyoruz.

Gıybeti hayatınızdan nasıl çıkardınız ve buna neden “Gıybet Orucu” dediniz?

Gıybeti hayatımızdan çıkarmak bir niyetle, bir irade beyanıyla başlıyor. Bir ibadete niyet eder gibi, “Artık gıybet etmeyeceğim, dedikodu yapmayacağım, mü’min kardeşlerimin arkasından konuşmayacağım. Allah’ım beni bu gayemde muvaffak kıl” diyerek bir zihin kodlamasıyla başlıyor.

Bunu Ramazan orucuna benzeterek “Gıybet Orucu” dedim. Dinî literatürde böyle bir şeyin olmadığı zaten malum… Nasıl Ramazan orucunda, sahurla birlikte yememeye, içmemeye, nefsimizin arzularına gem vurmaya niyet ediyoruz ve gün boyu hep zihnimizde bir uyarı ışığı yanıyor: “Elini yemeğe uzatma, suya dokunma, nefsine hakim ol!” Hep bir uyarıcıyla yaşıyoruz. Aynı şekilde gıybetten, dedikodudan, suizandan korunmak için de böyle bir irade göstermemiz gerekiyor.

Ayrıca, mükemmel orucun tanımında, bütün duygularımıza ve organlarımıza oruç tutturma manası vardır. Dilimizi, gözümüzü, kulağımızı, hatta hayalimizi bile kötü ve haram şeylerden korumamız gerekiyor. Yalan konuşmamalı, gıybet etmemeli, harama bakmamalı, helal olmayan seslere kulağımızı kapamalı, hayalimizi kötü düşüncelerden, gayrimeşru manzaralardan uzak tutmalıyız.

Bunun gibi, normal şartlarda helal olan “konuşma” nimetini harama bulaştırmamayı, dilimizi gayrimeşru sözlerden, gıybetten, dedikodudan, iftiradan uzak tutmayı bir anlamda oruca benzetiyorum ve “Gıybet Orucu” diye ifade ediyorum.

Sizce neden gıybet yapılıyor?

Gıybete sebep olan pek çok faktör var: Haset, kıskançlık, inat, kin, düşmanlık, kendini beğenmişlik… Birilerine kin ve düşmanlık beslediğiniz zaman gıybetini yapıyorsunuz. Bir başkasının malının çokluğunu, makam mevkiini ya da bir özelliğini çekemediğiniz için gıybet yapıyorsunuz. Bazen de egonuzu tatmin için, kendinizi başkalarından üstün gördüğünüz için gıybet ediyorsunuz, açıkça söylemeseniz de, “Ben o kişiden daha iyiyim, daha üstünüm” demeye getiriyorsunuz. Bu anlamda gıybet en basit tarifiyle ikiyüzlülük. O kişinin yanında farklı, diğer zamanlarda farklı davranıyorsunuz. Yüzüne gülüyor, arkasından iş çeviriyorsunuz.

Bu oruca ne zaman niyetlendiniz?

Geçtiğimiz yıl Kutlu Doğum’la birlikte, yani 20 Nisan 2012’de niyetlendim. İstedim ki, hayatımda yeni bir doğuş gerçekleşsin, mü’mince yaşamaya bir adım olsun, bu da Efendimizin (a.s.m.) Kutlu Doğum’uyla birlikte hayata geçsin. Gıybeti, diğer anlamıyla dedikoduyu, birilerini arkadan çekiştirmeyi hayatımdan çıkarayım istedim.

Bu oruca niyetlendikten sonra neler yaşadınız?

Gıybet Orucu’na niyetlendikten sonra, zihninizde hep bir uyarıcıyla yaşamaya başlıyorsunuz. Aklınıza her geleni söylemiyor, ölçüp tartıyor ve gıybet tanımına girmeyecek şekilde konuşmaya çalışıyorsunuz. Pratik bir yöntem olarak şöyle hayal ediyorsunuz: “Hakkında konuştuğum kişi şu an yanımda ve benim söylediklerimi duyuyor.” Kelimeleri ona göre seçiyor, üslubunuzu ona göre ayarlıyorsunuz. Yüzüne söyler gibi söylüyor, onun kırılmayacağı tarzda konuşmaya gayret ediyorsunuz.

Gıybetten uzak durmayı sağlayan en önemli şey empati duygusu. Yani kendinizi başkasının yerine koyarak hareket etmek… Size yapılmasını istemediğiniz bir şeyi, sizin de başkasına yapmamanız… Hakkımızda yapılan bir gıybet, bir dedikodu kulağımıza geldiğinde ne kadar rahatsız oluruz değil mi? Darılır, kızar, yerinize sığmazsınız. Aynı şekilde ben nasıl gıybetimin yapılmasından hoşlanmıyorsam, ben de başkalarının dedikodusunu yapmamalıyım, arkasından konuşmamalıyım, çekiştirmemeliyim.

Bu hayata bakışınızı da değiştiriyor değil mi?

Evet, aynen öyle. Bu konuda hassasiyetiniz geliştikçe, düşünceleriniz, hayata ve insanlara bakışınız da değişiyor. Güzel görmeye, güzel düşünmeye ve güzel zanlar beslemeye başlıyorsunuz. Suizandan, önyargılardan, niyet okumalarından uzaklaşıyorsunuz. Güzel olanı görüyor, çirkin olanı görmezden geliyorsunuz. Bakış açınız mü’mince olmaya başlıyor. Gıybeti “ölmüş kardeşinin etini çiğnemeye” benzeten Hucurat Suresi’ndeki ayette, önce, mü’minlere suizan ve başkalarının özel hallerini araştırmak yasaklanıyor. Çünkü gıybetin başlama noktası suizan, niyet okuyuculuğu ve önyargılar… Sonra acabalarla devam eden araştırmalar, soruşturmalar, laf taşımalar, dedikodular vs.

Bir günahın önüne geçmenin ilk şartı, onu hazırlayan unsurlardan uzak durmak olduğuna göre, gıybetin önüne geçmek de suizandan uzak durmakla oluyor, yani güzel düşünmekle ve hüsnüzanla…

Bunu başkalarına duyurmaya neden ihtiyaç duydunuz?

Çünkü gıybet toplu işlenen bir günah… Sizin tek başınıza gıybetten uzak durmanız yetmiyor, etrafınızdaki insanların da bu konuda duyarlı olması gerekiyor. Birilerinin aleyhinde konuşmak kadar, konuşulanlara kulak misafiri olmak da sorumluluk getiriyor. Gıybeti yapan kadar, isteyerek dinleyen de aynı günahı işlemiş oluyor.

Bunun için aile, eş, dost ve arkadaş çevrenizi de bu konuda uyarmanız, gıybet konusunda daha bilinçli olmalarını sağlamanız gerekiyor. Yaşayarak, örnek olarak başlayan bu süreç, diğer insanları uyarmakla devam ediyor. Bu şekilde aynı zamanda “emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker” (iyiliği emretme, kötülükten sakındırma) vazifesi yapıyorsunuz.

Ben buna sosyal medyayı da dahil ettim. Twitter’da @ofpaksu adresinden her gün gıybetle ilgili birkaç mesaj paylaşıyorum. “Gıybet Orucu” başlığıyla, okuduğum, duyduğum, yaşadığım, tecrübe ettiğim şeyleri yazıyorum. Böylelikle kendi duyarlılığımı da canlı tutmaya çalışıyorum.

Gıybet Orucu tutmaya neden karar verdiniz?

Gıybet etmemek, dinimizin apaçık bir emri; namaz gibi, oruç gibi, zina etmemek gibi, faiz yememek gibi… Ancak her ne hikmetse, biz Müslümanlar dinin diğer emirlerine özen gösteririz de, gıybeti çok sıradan bir şeymiş gibi değerlendiririz. Daha birkaç dakika önce aynı safta namaza durduğumuz bir kardeşimizi ardından çekiştirmeye başlarız. Aynı sohbet ortamında muhabbet ettiğimiz bir arkadaşımızın, gider gitmez dedikodusunu yaparız. İşyerinde aynı mesaiyi paylaştığımız bir arkadaşımızın yokluğunda hata ve kusurlarını sayıp dökeriz.

Oysa gıybet tam anlamıyla “kul hakkı”dır. Allah, kul hakkı dışındaki bütün günahları dilerse affedebilir. Ama insanların hakkına girmişseniz, onlarla helalleşmeden affınız mümkün değildir. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde “Müsrif kimdir?” diye soruyor ve cevabını şöyle veriyor: “Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnat ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir.”

Düşünün, sınırlı bir hayatta nefisle ve şeytanla mücadele ederek bir şeyler yapmaya çalışıyor ve sevap hanenizi doldurmaya çalışıyorsunuz. Sonra hakkına girdiğiniz insanlar bunları birer birer elinizden alıyorlar, almakla kalmıyor kendi günahlarını da size yüklüyorlar. Bu çok korkutucu bir şey…

Kul hakkı, sadece mal ve para üzerinden oluşmaz; bir insanın kişiliğini, onurunu, şerefini rencide etmek de kul hakkına girer. Belki bu o kişiyi daha fazla üzer. “Malım çalınsa yerine yenisi gelir, ama onurumla oynanırsa bunu telafi edemem” diyen çok insan vardır. Gıybet, bir insanın onurunu zedelemektir, kişiliğine zarar vermektir, insanlar arasındaki itibarını yok etmektir.

Bazen bir kitlenin, bir grubun, bir cemaatin dedikodusu yapılıyor. Bunun sorumluluğu da aynı şekilde mi?

Onun sorumluluğu daha fazla… Düşünün ki yüz binlerce, milyonlarca mensubu olan bir cemaatin, bir grubun, bir memleketin, bir milletin, bir futbol takımının aleyhinde konuşuyorsunuz. Ve onlar duysa bu konuşmalardan rahatsız olacaklar. Hatta biraz abartarak hakarete varan şeyler söylüyorsunuz. Bu durumda, o camianın ne kadar mensubu varsa hepsinin hakkına girmiş oluyorsunuz, onların günahını yüklenmiş oluyorsunuz. Hepsinin tek tek helalliğini almanız gerekiyor ki, bu da dünya şartlarında mümkün değil.

Peki söylediğiniz doğruysa…

Zaten doğruysa gıybet. Doğru değilse, hem yalan, hem gıybet, hem de iftira… Asr-ı Saadet’te yaşanan aynı böyle bir olay var, Peygamber Efendimize soruyorlar, o da bu cevabı veriyor.

“Gıybet olmasın ama…” diye başlanan konuşmalar var. Bunlar için ne dersiniz?

Cümleye böyle başlayan kişi de biliyor ki, konuşacağı şey gıybet… Güya bu şekilde kendisini temize çıkarmak istiyor. Ama bu kurtarıcı bir şey değil. Hatta daha tehlikeli… Günah olduğunu, kötü olduğunu, yanlış olduğunu bile bile bu işi yapıyor. Gıybet olmasın demekle, söz gıybet olmaktan çıkmıyor.

Bir de bazıları, “Allah affetsin ama…” diye konuşmaya başlıyor ve birilerini kötülüyor, aşağılıyor, kişiliğine saldırıyor. Bu ifade de kişiyi kurtarmaz.

Gıybetin bir türü de “Ben bunu yüzüne de söylüyorum” şeklinde… Yüzüne söylediğiniz nedir ve o kişi size nasıl tepki gösterir bilinmez ama arkasından söylediğiniz apaçık gıybet…

Bulunduğunuz ortamda gıybet ediliyorsa buna nasıl mani oluyorsunuz?

Bunun birkaç yolu var: Öncelikle, sözümüz ve nazımız geçiyorsa o insanı susturmalı, konuştuğumuz şeyin gıybet olduğunu söylemeliyiz. Buna gücümüz yetmiyorsa farklı konulara girerek konuşmanın seyrini değiştirmeliyiz. Bu da mümkün değilse ortamı terk etmeliyiz. O da olmazsa kalben buğzederek rahatsızlığımızı belli etmeliyiz. Hadisteki ifadesiyle, “Bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle düzeltin. Buna güç yetiremiyorsanız dilinizle düzeltin. Buna da güç yetiremiyorsanız içinizden buğzedin. Bu da imanın en zayıf noktasıdır.”

Peki insan hiç konuşmadan da gıybet yapabilir mi?

Bir el-kol hareketi, bir kaş-göz işareti, bir bakış ya da bir duruşla gıybet edebilirsiniz. Ya da doğrudan söylemez, ima edersiniz. Bu işaret ve imalar sözle anlatacağınız pek çok şeyden daha tehlikeli olabilir, çünkü ucu açık bir şey yapmış oldunuz. Acaba anlattığınız kişi bunlardan ne manalar çıkaracak, ne suizanlara neden olacak!

Bazen de “O insanın daha neleri var da ben söylemek istemiyorum” dersiniz. Bu o kadar büyük ve kapsamı geniş bir gıybettir ki, zihinlere attığınız bir virüs masum bir bünyeyi yok edebilir.

Peki hiç konuşmayacak mıyız; neler gıybet, neler gıybet değil?

Tabii ki konuşacağız, ama güzel konuşacağız. Aynı meseleyi iki şekilde anlatabilirsiniz; bir anlattığınız gıybet olur, bir anlattığınız gıybet olmaz. Anlatma biçimi, ifade tarzı, seçilen kelimeler bu konuda çok önemli… Bir meseleyi, bir hadiseyi nakletmeniz gerektiğinde, haber dili dediğimiz bir üslupla, hakkında konuştuğunuz insanları incitmeyecek şekilde anlatabilirsiniz; yorum katmadan, kötülemeden, aşağılamadan…

Peki Gıybet Orucu’nun iftarı ne zaman?

Bu soru şaka yollu da olsa çok soruluyor. Şöyle cevap veriyorum:  “İftarımız inşallah son nefeste Allah diyerek olur ve ziyafetimiz de Peygamber Efendimizin (a.s.m.) cennet sohbetlerine dahil olmak olur.”

Çünkü bu dünyada gıybetin iftarı, tekrar harama dönmek demektir. Ayrıca amellerin devamlı olanı makbuldür. Dinin emirlerini yerine getirmenin ve günahlardan kaçınmanın biteceği nokta dünya imtihanının bittiği noktadır.

Bediüzzamanın Öğretmene Verdiği Önem!

Öğretmen okulunu yeni bitirmiş ve tayini memletinden uzak bir kasabaya çıkmıştı. Acemiliğini henüz üzerinden atamamıştı. Dersten çıktığında kan ter içinde kalıyor ve bahçeye kendini zor atıyordu.

Okula geldiği gün tanıştığı ve sık sık yardımına başvurduğu tecrübeli bir öğretmen arkadaşı onun en büyük teselli kaynağıydı. Sıkıntısını onunla paylaşıyor, onun desteğiyle derslerine giriyordu.

Zamanla ikisinin dostluğu iyice ilerledi.

Bediüzzaman ismini ilk defa ondan duydu. Eserlerinin bir kısmını onun vesilesiyle okudu ve büyük bir heyecan duymaya başladı. Onu görmek, bizzat ders almak isteği doğdu içinde…

Bu arzusunu öğretmen arkadaşına ilettiğinde, arkadaşı, “Bilmem ki,” dedi. “O herkesi kabul etmez. Zaten hasta, ziyaretçi kabul edebilecek durumda olduğunu da sanmıyorum.”

Israr etti, mutlaka görmek istiyordu.

Denemeye karar verdiler ve bir hafta sonu Isparta’ya gittiler.

Öğleye doğru Bediüzzaman’ın evinin önündeydiler. Daha kapıyı çalmaya fırsat kalmadan kapı açıldı ve içeriden genç biri çıktı, “Üstad sizi bekliyor” dedi.

Şaşırdılar, geleceklerini kimse bilmiyordu. Telaşla içeriye girdiler. Önde Bediüzzaman’ın talebesi, arkada onlar merdivenleri çıktılar.

Bediüzzaman onları ayakta karşıladı. “Hoş safa geldiniz kardeşlerim” dedi ve onlara yer gösterdi.

İki öğretmen arkadaş şaşkınlıklarını üzerlerinden atamadan Bediüzzaman’ın elini öperek, yer minderlerinin üzerine oturdular.

Kardeşim,” dedi. “Ben bu zamanın dindar öğretmenlerine eski zamanın velileri gözüyle bakıyorum.

Talebesine, “Misafirlerimize lokum ikram et” dedi.

Öğretmenlere dönerek devam etti:

Çünkü eski zamanda dini eğitim anne babaya verilmişti, bu zamanda o vazife öğretmenlere verilmiş. Öğretmenin iyisi çok iyi, kötüsü de çok kötüdür. Çünkü masum çocuklar öğretmenlerine çok dikkat ederler, adeta mıknatıs gibi hocalarından ne görürlerse aynen çekerler. Öğretmenin iyisi minare başında, kötüsü kuyu dibindedir. Ortası yoktur.

Genç öğretmen kendisinden geçmişti. Bu kadar özlü bir dersi okul hayatında hiçbir hocasından almamıştı. Bediüzzaman’a hayranlıkla baktı.

“Efendim, bizi de talebeliğinize kabul eder misiniz? Bize dua eder misiniz, biz de sizin tarif ettiğiniz o öğretmenlerden olalım” dedi.

Bediüzzaman tebessüm etti, “Sizleri de duama dahil ettim,” dedi, “sabah akşam size dua edeceğim. Siz de hizmetinizi iyi yapın. Öğrencilerinize öncelikle iman dersi verin.”

Ve ilave etti:

Eğer benim imkanım olsaydı, hergün dindar bir öğretmene on altın lira verirdim. Çünkü dünyada benim çocuğum olmadığından, bütün dünyadaki çocuklara şefkat cihetiyle alakadarım.

Kaynaklar: Bediüzzaman’la Yaşayan Öyküler (Ömer Faruk Paksu)

Sosyal Medyanın En Güzel Faaliyeti GIYBET ORUCU

Nesil Yayın Grubu, Editör-Yazarı Ömer Faruk Paksu herhalde bu zamana kadar hiç yapılmamış güzel bir eyleme imza atmış ve “GIYBET ORUCU” diye bir oruç tutmaya başlamış ve bunu da başka insanlarada teşvik olsun diye twitter sayfasından ( Twitter Adresi @ofpaksu ) gıybet ile alakalı twitler atarak takipçilerini zinde tutmayı başarmış ve birçok kişinin “GIYBET ORUCU” tutmasına da vesile olmuştur.
Bizde sosyal medyada ki bu güzel faaliyetten Araştırmacı Uğur Akkafa ( Twitter Adresi @ugurakkafa ) vasıtası ile haberdar olduk ve sizlerle paylaşmak ve sizleri de bu güzel eylemden haberdar etmek istedik. Olur ya belki sizlerden de bu güzel ORUCA niyet etmek isteyen olur.
Ömer Faruk Paksu’nun “GIYBET ORUCU” serüveni twitter adresinden anladığımız kadarı ile şöyle başlamış ve devam etmiş o twitlerden bazılarını biz aşağıya kaydediyoruz.Sizler diğerlerini okumak ve yeni twitleri takip etmek için ( Twitter Adresi @ofpaksu ) takibe alabilir bu güzel faaliyete eşlik edebilirsiniz.
Kendilerini de tebrik ederiz, bu zamana kadar duyduğumuz en orijinal ve faydalı sosyal medya faaliyeti olmuş.
GIYBET ORUCU BAŞLANGICI VE İLK TWEETLER ! 
20 Nisan 2012 – Bugün itibariyle “gıybet orucu”na başlayacağım inşaallah. Yaşadıklarımı paylaşacağım.
İLK 3 GÜN
21 Nisan 2012 – En zor şey, gıybet eden birine gıybet ediyorsun, lütfen sus diyememek.
21 Nisan 2012 – Bir anda kendimi birinin aleyhinde konuşurken buldum. Ve hemen sustum. İlk başarım.
21 Nisan 2012 – Bir tanıdık Allah yardımcın olsun. Zor bir şeye girişmişsin dedi. 🙂
21 Nisan 2012 – “Rabbim bu orucun iftarı olmasın!”
22 Nisan 2012 – “Ya hayır konuş ya da sus!”
22 Nisan 2012 – Birisinin aleyhinde konuşarak kötülediği biriyle karşılaştığımda adama düşman gibi baktım. Oysa hiç de öyle değilmiş.
23 Nisan 2012 – Kendisi yokken hakkında konuştuğum kişiyle yüzyüze görüştüğümde aynı şeyleri konuşabilirim ve hiç kırılmaz. 🙂
23 Nisan 2012 – Allah, “Namaz kılın” emri kesinliğinde, “Gıybet etmeyin” diyor. Ama biz Müslümanlar bunu hiç umursamıyoruz.
23 Nisan 2012 – Eğer ben birilerinin hakkında kötü konuşmazsam, Allah da başkalarını benim hakkımda kötü konuşturmaz. Buna inanıyorum.
30. GÜN
20 Mayıs 2012 – Orucumun ilk ayını doldurdum şükürler olsun. İftarı son nefeste Allah lafzıyla olsun inşaallah.
20 Mayıs 2012 – Gıybet zift gibidir. Yapıştığı yerden bir daha çıkmaz.
20 Mayıs 2012 – Gıybetçi insanın ruh dünyası karanlıktır. Güzellikleri görmez.
60. GÜN
19 Haziran 2012 – Niyet okuyuculuğu en sinsi ve en tehlikeli gıybet şeklidir.
19 Haziran 2012 – Her kim gıyabında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyamet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder.
19 Haziran 2012 – Gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silahıdır. (Bediüzzaman)
90. GÜN
21 Temmuz 2012 – Gıybetten uzak durmak, insanı diğer kötü duygulardan da arındırır.
21 Temmuz 2012 – Gıybetle çözeceğini düşündüğün bir meseleyi, Allah’a havale et. O senin yerine güzel bir şekilde çözer.
21 Temmuz 2012 – Zor olan gıybet etmemek değil, yanınızda gıybet eden insanlara mani olmak
122. GÜN
21 Temmuz 2012 – Şeytan vesveseyle insanların arasını açar ama dedikoducu insanın yüzüne baka baka fitne fesat çıkarır.(Eşrefoğlu Rumi)
Kaynak: Risale Ajans

Bediüzzaman’ın Verdiği İlk Ders

Takvim yaprakları 1944’ün Ağustos’unu gösteriyordu. Dokuz ay süren bir hapis hayatından sonra Emirdağ’da ikamete mecbur edilmişti. Burada da kimseyle görüştürül­müyor, kapısına gelen geri çevriliyordu.

Kapısında devamlı bir bekçi bekliyordu. Hizmetindeki talebeleri bile ayrı bir evde kalmak zorunda bırakılmıştı. Baskının ve takibin her türlüsü uygulanıyordu.

Böyle bir durumda, her şeyi göze olarak ona sahip çıkan bahtiyar bir aile vardı Emirdağ’da: Çalışkan’lar… Çoluk çocuk, genç ihtiyar ailenin bütün fertleri, canlarıyla, başlarıyla ve bütün varlıklarıyla onun hizmetine girmişlerdi.

Birgün ailenin büyüklerinden Mehmed Çalışkan, yanına oğlunu da alarak Bediüzzaman’ı ziyarete geldi. Elini öpüp duasını almak ve bir ihtiyacı olup olmadığını sormak arzusundaydı.

İçeri girip selâm verdiler. Gösterilen yere oturdular. O esnada Abdülkadir Geylanî’nin bir eserini okuyordu Bedi­üzzaman.

Neyin oluyor bu senin?” diye sordu Mehmed Çalışkan’a.

Oğlum oluyor efendim” dedi.

Bu sefer ona dönerek, “Adın ne evladım senin?” dedi.

Ceylan, efendim” dedi.

Ceylan” diye tekrar etti Bediüzzaman. “Geylan’dan ge­liyor. Abdülkadir Geylanî’den… Benim Abdülkadir Gey­lanî’ye özel alâkam var. O benim üstadım. Bak o da bizden bahsediyor” diyerek okuduğu yeri gösterdi.

Ceylan zeki çocuktu. Soyismi gibi de çalışkandı. 15 yaşındaydı. Babası onu okutmak, yüksek okullara göndermek istiyordu.

Bediüzzaman babası Mehmed Çalışkan’a:

Ceylan’ı ne yapacaksın?” diye sordu.

Efendim, okutmayı düşünüyorum,” dedi. “Çok parlak zekası var, okula göndereceğim. Yüksek okul okumasını is­tiyorum.

Bediüzzaman Ceylan’daki cevheri fark etmişti. İçine ka­dar sirayet eden bir bakışla Ceylan’ı süzdü.

Bak kardeşim,” dedi. “Benim çocuğum yok. Sen onu bana ver. Madem zeki ve akıllıdır, önce benden iman dersi alsın, sonra yüksek okula gönderirsin.

Mehmed Çalışkan itiraz etmedi. Üstadına gönülden bağ­lıydı.

Peki efendim, nasıl isterseniz” dedi.

Bediüzzaman memnuniyet ifade eden bir gülümsemeyle karşılık verdi buna… ve Ceylan’a verdiği ilk ders şu oldu:

Ceylan evladım, devamlı doğru olacaksın. Hiç yalan söylemeyeceksin.

Ceylan’a baktı. Ceylan can kulağıyla dinliyordu. Devam etti:

Sana bir milyon verirler, sen bana ihanet edebilirsin. Fakat adın sonsuza kadar kötü anılır.

Ceylan bundan sonra bir sadakat ve doğruluk timsali olarak Üstadı vefat edinceye kadar ona hizmet etti.

Ömer Faruk Paksu

Bediüzzaman Padişaha Nasıl Boyun Eğmedi?

Saray’da bir tören düzenlenmişti. Dönemin padişahı Sultan Reşat’tı. Bu törene zamanın diğer âlimleriyle birlikte o da davet edilmişti. Bediüzzaman, bu davete, kendisine özel yerel kıyafetiyle katılmak istedi: Ayağında çizmesi, belinde kuşağı ve hançeri, başında da ucunu omuzlarına kadar sarkıttığı sarığı. Ona, hiç olmazsa bu tören süresince diğer âlimler gibi cübbe giymesini rica ettiler. Israrlar üzerine, bir cübbe giyerek Saray’a öyle gitti.

Şeyhülislâm, âlimler, bakanlar, yüksek rütbeli komutanlar ve üst düzey memurlar “saçak” öpeceklerdi. Padişahın oturduğu tahtın yan tarafından ipekten yapılmış bir kumaş sarkıtılmıştı. Saçak öpme merasimi başladığında, kimi bu saçağı, kimi padişahın eteğini öpüyor, kimi de baş eğip gerisin geri çekiliyordu.

Sıra Bediüzzaman’a gelmişti. Bediüzzaman yerinden çıktı, dik ve vakur adımlarla yürüyerek Padişahın önüne kadar geldi. Eli göğsünde “Esselâmü aleyküm” diyerek selâm verdi ve Sultan Reşat’ın önünden geçerek gitti.

Padişah şaşırmıştı. Bu eşi benzeri görülmemiş bir şeydi. Yanındaki paşaya sordu: “Kim bu adam paşa? Beni mahalle muhtarı mı sandı? Niçin böyle selâm etti?

Paşa eli önünde bağlı bir halde: “Efendim, bu zâtın lakabı Bediüzzaman, ismi Said’dir. Çok yüksek bir ilmi vardır. Çok da izzetlidir. Feleğe baş eğmeyen biridir.

Sultan Reşat kısa bir süre düşündü. Durumu kavramıştı. Zaten âlimlere büyük saygısı ve sevgisi olan biriydi. Böyle bir âlim ise onun daha çok ilgisini çekmiş, takdirini kazanmıştı. Herkesin duyabileceği bir şekilde şunları söyledi Sultan Reşat:

Ben şimdiye kadar ilmin izzetini koruyan pek az insan gördüm ve tanıdım. Gerçek âlim, işte böyle olmalıdır.

Bu olaydan sonra Bediüzzaman’la Sultan Reşat samimi iki dost oldular ve pek çok şey paylaştılar.

Ömer Faruk Paksu