Etiket arşivi: Ömer Sevinçgül

Deprem Kader Değil mi?

Bediüzzaman Hazretleri, bir risalesinde, “insanların ağzından çıkan ve küfrü işmam eden kelimeler var,” der ve inananların bu kelimeleri “bilmeyerek” kullandıklarını söyler.

Küfrü işmam eden, yani “koklatan, kendilerinden küfür kokusu gelen” kelimeler… Bu tesbiti okuduktan sonra ben de kelimeleri koklamaya çalışıyorum. Gün geçmiyor ki böyle bir sözle karşılaşmayayım. İşte onlardan biri:

“Deprem kader değildir!”

Uluorta söylenmiş bir söz. Kadere iman ölçülerine vuruldu mu, rahatsız edici bir koku yayıyor etrafa. Bu sözü, kaderin ne olduğunu bilen biri söylerse tehlike büyük. Ben iyiye yoruyor, “inanan” birinin “bilmeyerek” söylediğini düşünüyorum.

Deprem kader mi değil mi, bunu tahlil etmek için önce kaderin ne olduğunu hatırlayalım:

Kader, her olayın ne zaman ve nerede olacağının Allah tarafından bilinmesi ve takdir edilmesi. Her hâdise “mukadderdir,” yani yeri ve zamanı ezelden belirlenmiştir. Kâinatta olup bitenler gibi, olacaklar da Allah tarafından bilinir. İlâhî ilmin dışında kalan hiçbir olay düşünülemez.

Her ne oluyorsa, adına kısaca “kader” dediğimiz İlâhî ilmin sınırları içinde olmaktadır. Kâinatta tesadüf yok, tevafuk vardır. Bütün yerleri ve bütün zamanları kuşatan kader hakikati tesadüfe meydan bırakmamıştır.

Deprem, ya bir ilim ve irade dahilinde oluyor veya tesadüfen. Başka türlü ifade edersek, bu nevi olaylar ya Allah Tealâ’nın ilmiyle, iradesiyle ve kudretiyle meydana geliyor veya kendi kendine.

Deprem de bir fiil. Her fiil gibi elbet failini gösteriyor. Dünyayı yoktan var eden, onu güneşin etrafında bir uzay gemisi gibi uçuran, büyük bir sistem dahilinde mevsimleri değiştiren, yeryüzünde bitkileri, hayvanları, insanları halkeden, sayısız işleri vakti vaktine, şaşırmadan, akıl almaz bir ölçüyle düzenleyen, nihayetsiz ilmi, iradesi ve kudretiyle atomları mucizevî bir şekilde yan yana getirip harikulâde eserler yaratan Allah, kendi mülkünde meydana gelen ve yokluk karanlıklarından çıkardığı insanları yakından ilgilendiren deprem gibi önemli bir hâdiseyi bilmesin, irade etmesin, başıboş bıraksın, tesadüfe havale etsin… mümkün mü!

Kâinattaki her olay gibi, deprem de Allah tarafından bilinmektedir. Ne zaman ve nerede deprem olacak, nasıl olacak, neticesinde kimler ölecek, kimler kurtulacak bütün bu unsurlar, bütün ayrıntılarıyla kaderde mevcuttur.

Bu temel hakikati böylece tesbit ettikten ve imanımızı tazeledikten sonra şimdi başka bir hususu inceleyelim.

Biri çıkıp diyebilir ki: “Biz bu cümleyi kaderi inkâr etmek ve depremin tesadüfen meydana geldiğini söylemek için kullanmıyoruz. Maksadımız, insanları tedbire davet etmek. Deprem kuşağında yerleşim birimleri kurmamak, deprem ihtimalini daima göz önünde bulundurarak binalar yapmak, inşaatlarda depreme dayanıklı ve hafif malzemeler kullanmak gibi tedbirlerle bu felâketin zararını bir derece önleyebiliriz. İşte biz, bu noktaları hatırlatarak ihmalcileri ikaz etmek istiyoruz.”

Eğer söylenmek istenen bu ise, hata kullanılan kelimeden kaynaklanıyor demektir. Biz de bu ihtimali nazara aldık ve bu sözü söyleyenleri bir çırpıda küfürle itham etmeyip, ihtiyatlı davranarak “inananlar bilmeyerek kullanıyor” dedik.

Körü körüne teslimiyetçiliğe “kader” deyip, tedbirler almayı “kaderi değiştirmek” diye ifade etmek yanlıştır. İslâmî tevekkül anlayışı hiçbir tedbir almadan sonucu beklemek değildir; elden gelen her şeyi yaptıktan sonra teslimiyetle neticeyi beklemektir. Sebeplere teşebbüs edip, sonucu Allah’tan istemektir. Çünkü, sebepler bir araya gelmekle mutlaka netice hasıl olur diye bir kural yoktur. Sebepler yaratıcı değil, birer vesiledirler. Tedbir için her ne yapılırsa yapılsın, yine de neticeleri yaratacak olan Allah’tır.

Tedbir alınsın veya alınmasın, her iki halde de olup bitenler ‘kader’dir. Tedbir almakla kaderin dışına çıkılmaz. Gemi rota değiştirmekle okyanustan çıkmış olmaz. Biz insanlar kader okyanusunda yüzen birer gemi gibiyiz. Rotamızı ne yana çevirirsek çevirelim, tedbir alalım veya almayalım o ilim okyanusundan ayrılmış olmayız. Tedbir almamaya kader deyip, tedbir almayı kaderden kurtulmak zannetmenin doğru kader inancı ve anlayışıyla hiçbir alâkası yoktur.

Hâller değişir, ama kader değişmez. Meselâ, bir fakir çalışıp zengin olmakla “Ben kaderimi değiştirdim,” diyemez. Değişen onun hâlidir, fakirliğin yerini zenginlik almıştır. Şöyle demesi gerekir: “Benim kaderimde önce fakir olmak, sonra da çalışıp zengin olmak varmış.”

İslâm bize, “Kadere inanıyorsan tedbiri bırakacaksın,” demiyor. Aksine, önce tedbir alıp, sonra tevekkül etmemizi istiyor.

İnsanın her ameli ve her sözü kulluğunun ifadesidir. Başıboş bırakılmayan ve bütün varlıkların üstünde bir önem sahibi olan insanın her sözü lehine veya aleyhine şahit olarak kullanılacaktır. Söylediği sözler, kâtip melekler tarafından yazılmakta ve Allah tarafından işitilmektedir.

Bazen bir cümle bizi yücelerin en yücesine çıkarır, bazen da bir söz aşağıların en aşağısına düşürür. Söyleyeceğimiz her kelimeyi İslâm terazisiyle iyice tartmak zorundayız.

Ağızdan çıkan yanlış kelimeler, tabancadan rastgele atılan mermilerden daha az tehlikeli değildir! Bizi gözetleyen, her söylediğimizi işiten, bütün amellerimizi yazanları unutmayalım. İçimizde kendi söz ve davranışlarımızı elekten geçiren bir sansür müessesemiz olsun.

Ömer Sevinçgül – Zafer Dergisi

Haydi Benzerini Yapın!

Her devirde ayrı bir nesne önem kazanır, revaç bulur. Herkes ona rağbet eder. Mesela Musa aleyhisselam zamanında sihir, İsa aleyhisselam zamanında tıp revaçtaydı. Bu nedenle Hazreti Musa aleyhisselam sihir alanında, Hazreti İsa aleyhisselam tıp alanında mucizeler gösterdiler.

Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz zamanında ise edebiyat revaçtaydı. Bu yüzden Kurán hem lafzı hem de manası itibariyle bir edebiyat mucizesi olarak indirildi. Zamanın bütün ediplerine, hatiplerine, şairlerine meydan okudu. Dedi ki:

Madem inen vahyin Allah kelamı olduğuna inanmıyor, insan sözü diyorsunuz, bir insanın yaptığını başka insanlar da yapabilir. Haydi ona bir nazire yapın, onun bir benzerini söyleyin! Fakat nazire yapacak edibiniz Peygamber gibi ümmi yani okuma yazma bilmez biri olsun!

Madem okuma yazma bilmeyenleriniz yapamıyor, öyleyse bilenleriniz yapsın! Tek başınıza yapamıyorsanız yardımlaşarak yapın. Dilerseniz uydurma ilahlarınızı da davet edin, size katkıda bulunsunlar.

Madem yapamıyor acze düşüyorsunuz, öyleyse Kurán’ın Allah kelamı olduğunu kabul edin. İnadı bırakın da hakka teslim olun artık. Muhalefete devam eder de Kurán nurunu söndürmeye çalışırsanız canınız, malınız, nesliniz tehlikeye düşer, bunu böyle bilin!

Bu meydan okumaya karşı hiçbir şey yapamadılar. İnsan takatini aşan bir belagatla karşı karşıya olduklarını anladılar. Zorbalık yolunu tuttular, baskı yaptılar, karantina uyguladılar, zulmettiler, müminleri sürgüne gönderdiler ama yine de iman nurunu söndüremediler.

Kurán’ın meydan okumasına karşı ellerinden bir şey gelseydi elbette yaparlardı. Yapabilselerdi, bunu dillerine dolar, her yerde anlatırlardı.

Söze sözle karşılık veremeyince canlarını, mallarını, evlatlarını tehlikeye düşüren savaş yolunu tercih ettiler, belalarını buldular. Dünyada rezil oldular. Ebedi hayatta daha beter hâle düşecekler.

Meydan okuma her çağda sürdü, şimdi de devam ediyor. Yüzyıllar boyunca herkesin gözü önünde bir kitap var. Hasımları onun hatasını bulmaya çalışıyor, bulamıyorlar. Hayranları onun gibi konuşmak ve yazmak istiyorlar, yapamıyorlar.

Muhtelif bilim dallarından yüz binlerce üstün zekâlı bilginler, düşünürler, aydınlar onda bir yarık, çatlak, çelişki, aykırılık bulma umuduyla sürekli inceliyor, hiçbir hata, hiçbir kusur bulamıyorlar.

Müminler onu okumaya doyamıyor, her defasında feyizler, nurlar alıyorlar. Halbuki en güzel sözler bile sürekli tekrarlansa dinleyeni, okuyanı bıktırır.

Bilirsin, ölmek üzere olan insanları her ses incitir. Kurán ise onlara eza vermiyor, bilakis ruhlarını rahata erdiriyor.

Birbirine benzer ayetlerle dolu koca kitap parmak kadar çocukların hafızalarına kolayca yerleşiyor.

Her meslek, mezhep ve meşrepten âlimler, muhakkikler, mürşitler ilimlerini, nurlarını, feyizlerini ondan alıyor, insanları aydınlatıyorlar.

Kurán ile amel edenlerde yüksek bir ahlak, terbiye ve edep görünüyor. Hükümlerini ihlasla uygulayan toplumlar huzura kavuşuyor. İman etmekle birlikte onu hayat kitabı yapmayanlar cehalet ve zillet cehenneminde yanıyorlar.

Kurán’ın meziyetleri saymakla bitmez. Burada sıraladıklarım ancak denizden bir damla. Bu kadarı bile onun nasıl bir mucize olduğunu göstermeye kâfidir. İnsafla bakan herkes kabul eder ki bu kitap mucizedir, semavidir, ilahidir, beşer sözü olamaz.

Ömer Sevinçgül – Zafer Dergisi

Tembellik Başka, Tevekkül Başka…

Kimi yazarlar “Müslümanlar kadere güvenip beklediler, bilimsel gelişmelere katkı sunmadılar” diyor, tevekkülün tembelleştirici rolünden söz ediyorlar. İslâm âlemindeki sorunları da müminlerin ‘kaderci’ tavrına bağlıyorlar.

Böyle Müslümanlar varsa bunlar kader ve tevekkülü yanlış anlamış, kadere iman etmekle kaderci olmak arasındaki farkı kavrayamamışlar demektir. Her mümin ilim sahibi olamıyor.

Bu konu eski zamanlarda da tartışılmış. Kitap ve sünnet üzere olan âlimler, İslâm âlemindeki ‘kaderci’ bakış açısının temsilcisi olan Cebriye mezhebini şiddetle eleştirmiş, hakikati açıklamışlar.

Evvela şunu söyleyeyim: Müslümanın hatası yüzünden İslâm suçlanamaz. Tıpkı bazı doktorların hatası sebebiyle tıbbın itham edilememesi gibi.

İkincisi, bir mümin, yaşadıklarına bakarak “Kaderim böyleymiş” diyebilir, fakat “Bu durum gelecekte de benim kaderimdir” diyemez. İstikbal bilinemez ve insan irade sahibidir, çalışıp çabalayarak durumunu değiştirebilir.

Tevekkül ise, hiçbir şey yapmaksızın “Allah kadir!” diyerek beklemek değildir. Sebeplere teşebbüs ettikten, elinden geleni yaptıktan sonra neticeyi Rabbinden beklemektir.

Allah, sınırsız hikmeti icabı her neticeyi bir sebebe bağlamış. Sebepler bir araya getirilmeli ki neticeyi yaratsın. Gerçi sebeplere mahkûm değildir, onlarsız da dilediğini yaratabilir ama dünya hayatını böyle takdir etmiş.

Hakikat böyle olunca, kişi evvela sebeplere teşebbüs edecek. Üzerine düşeni yaptıktan sonra neticeyi bekleyecek. Tevekkül budur!

Teslimiyet ise insanın Rabbine teslim olmasıdır. Müslim, bir daha geri almamak üzere kendini hakka teslim eden kimsedir.

Teslimiyet insanı korkulardan, kaygılardan, buhranlardan kurtarır. Her şeyin dizgini elinde olan, hem dünyaya hem de ahirete hükmeden bir zata teslim olmak ruha emniyet verir.

“Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki, rahat edesin” sözü bunu dile getirir. Musibet fırtınaları eserken “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler” demek kalbe huzur verir.

Kadere iman eden kul, “Beni bilen, bana ikramlar eden, merhametiyle nimetler veren biri var” diye düşünür. Hayat yükü hafifler.

Rabbine güvenen kişinin gözünde ölümün rengi değişir. Kabir, Rahmani bir kucak olur. Ecel ise sıkıntılı dünya imtihanının bitişi, sonsuz mutluluk kapılarının açılışı manasına gelir.

Ömer Sevinçgül – Zafer Dergisi

Huzura Durmayan Huzur Bulamaz…

Namaz kılmıyor oluşunu sıradan bir olay gibi söylüyorsun. Halbuki namaz imandan sonra en önemli hakikattir. Namazsız insan nesi varsa yitirmiştir.

Bak ne geldi aklıma. Bir zamanlar bir ressam arkadaşım vardı. Kendisini zaman zaman camide görürdüm. Fakat son zamanlarda göremez olmuştum.

Bir gün ziyaretime geldi. ‘Seni epeydir camide göremiyorum. Hayırdır inşallah’ dedim. Önemsiz bir olaydan söz eder gibi ‘Ben namazı bıraktım, artık kılmıyorum’ dedi.

Üzüldüm elbette. Bir müddet düşündükten sonra, aramızdaki samimiyete güvenerek şunları söyledim:

Kardeşim! Nefsin seni aldatıyor. ‘Namazı bıraktım’ derken yanılıyorsun. Namaz seni bırakmış da haberin yok. Allah seni huzuruna almıyor artık, anlasana.

Allah adildir. Kimseye zulmetmez. Her hak sahibine hakkını verir. Belli ki liyakatını kaybetmişsin. Kim bilir neler yaptın da böyle oldu.

Bundan sonra sana düşen, tevbeyle, istiğfarla nefsini arındırıp tekrar huzura varmak, Rabbine yalvarmaktır.

Bir makam sahibi insan bile herkesi makamına almaz. Makamı yükseldikçe girmek daha da zorlaşır.

Allah da manevi huzuruna herkesi almıyor. Namaz nimetini herkese vermiyor.

Bir süre namaz kılan yani onun divanına varabilen kişinin sürekli orada kalma garantisi yok. Her an düşebilir ve bir daha alınmayabilir.

Bunları düşün de aklını başına topla. Ömrün sular seller gibi akıp gidiyor. Rabbinin davetine huşû duyarak var. Kalbin saygı duysun, ruhun titresin, gözün yaşarsın.

Sen kulsun, tevazunu takın. Kibirden, gururdan arın. Rabbini daha yakından bilmeye, tanımaya, sevmeye çalış. Muhabbetini kazanmak için çaba harca.

İman da elbise gibi eskir, onu yenile. Rabbinin kitabını oku, eserlerini tefekkür et. İnanmak başka, tanımak başka, sevmek büsbütün başkadır.

İnancını derinleştirmelisin. Bunun için de Rabbini tanımalısın. Bu tanıma sebebiyle muhabbetini artırmalı, sevgilisini özleyen, bir an evvel onun yanında olmak isteyen âşık gibi olmalısın.

Sen Rabbini sever de gereklerini yerine getirirsen Rabbin de seni sever. Rabbine sevgini ifade etmenin yolu ise onun habibine benzemektir.

Allah sevgisinin en mühim neticesi ve şiarı namazdır. İblis seni ondan uzak tutmak için vesvese verir.

Dinleme onu! İblisin sözüne aldanan kişi nefsinin şerrinden kurtulamaz.

Unutma! Huzura durmayan huzur bulamaz!

Ömer Sevinçgül

Zafer Dergisi

Her Varlık Niyaz Eder

İnsan iki türlü dua eder. Biri hâl diliyledir, fiilidir. Kul çalışır, yapması gerekeni yapar, neticeyi Rabbinden bekler. Sebeplere, vesilelere yapışmak fiili bir duadır.

Bitki yetiştirmek için tarla sürmek, para kazanmak için ticaret yapmak, sınıfı geçmek için derse çalışmak, evlat sahibi olmak için evlenmek birer emek duasıdır.

Kul sebeplere teşebbüs eder, Allah da neticeyi yaratır. Mümin olsun, kâfir olsun, fasık olsun, salih olsun, bu nevi dua sahiplerini mahrum etmez, verir.

Her mahlûk dua eder. Gök yıldızlarıyla, denizler dalgalarıyla, ağaçlar yapraklarıyla, dağlar taşlarıyla, kuşlar ezgileriyle sürekli Rahman’a yalvarır, ihtiyaçlarını ona arz eder, yalnız ondan yardım dilerler.

Tohumlar yeşerip bitki olmak için niyaz eder. Yumurtalar biçimlenip hayvan olmak için yardım ister. Nutfeler gelişip insan olmak için inayet diler. Zorda kalan nice canlılar zaruret diliyle hep ona nida ederler.

Allah her eserini bazı sebepleri vesile ederek yaratır. Fakat sebeplerin hakiki tesiri yoktur, onlar birer perdedir. Veren de odur, alan da. Sadece ondan yardım dile, yalnız ona sığın, her ne isteyeceksen ondan iste…

“Ben kimim ki duam kabul edilsin” deme. Sen küçüksün ama Allah büyük. Rahmetinden ümidini kesme, ayete muhalefet etmiş olursun.

Rahman isminin tecellisi büyük küçük bütün mahlûkatı kapsar, tıpkı ışıkları vasıtasıyla güneşin yeryüzündeki bütün varlıkları kapsaması gibi.

Dua bir ibadettir. Meyvesi ahirette verilir. Peşin istemek ihlas sırrına aykırıdır. İbadeti iptal eder. Sadece dünya menfaati için edilen dua ibadet olmaktan çıkar, kabule liyakatini yitirir.

Teşvik için vaadedilen şeyler dua ibadetinin illeti, yani hakiki sebebi olmamalı. Duaların faziletleri hakkında anlatılanlar zayıfları gayretlendirmek içindir. Bir de, ibadetin vaktini tayinde mühim rolleri vardır.

Mesela hastalıklar, musibetler, felaketler dua ibadetinin vakitleridir. Nasıl ki güneş batınca akşam namazını kılıyor, ramazan gelince oruç tutuyorsun, öyle de hastalanınca şifa iste, başına bir musibet gelince Rabbine sığın.

İnsan kendisi hakkında neyin hayırlı olduğunu bilemez. Bunu bil de Rabbine itimat et. Rahman olan Rabbin sana karşı senden ziyade merhametlidir.

Ömer Sevinçgül / Zafer Dergisi