Etiket arşivi: Onkolog Dr. Haluk Nurbaki

Ölümün Sırları

Benlik yalancılığının ve gölge varlığın yok olduğu büyük iklim…

Gerçek varlık ve teslimiyetin eşiği, vücud yapımındaki her zerreyi yaratıcısına döndü­ren mes’ud kânun: İşte ölüm..

Sâdece ölüm bahsîle küfür ve inkârı cerh azmindeyiz.

Ölüm evvelâ bütün fizyologların kabul ettiği gibi, ihsas hassasını kayıb eden hüc­renin mecburî olarak dûçâr olduğu ve kuv­vetle arzu ettiği bir madde istihâlesidir. Bü­tün hâdise ve dâvanın özü, ölümdeki istihale­nin mânâ bütününe teshindeki aldatma key­fiyetidir, ölüm hâdisesi, maddi istihale bakı­mından da hakikî bir yok oluş değil; bilâkis yeni bir varlığa giriş sırrını taşır. Hepimizce malûmdur ki ölen vücûdun hücre bütünü toprakdaki mikroplar vâsıtasile basit kimyevî anâsırına ayrılır. Ayni kimyevi cisimler, mü­teakip istihalelerden sonra, yeni hayat mev­zularında tekrar, yaşatıcı mevkilerini elde ederler. Meşhur bir tabiat âliminin ifâde etdiği şu sır, mezkûr kimyevî maddelerin uzuv­ları değiştirirken taşıdıkları ana prensibi belirtmek bakımından mühimdir: (Tabiat alıştığı kanunları muhtelif hâdiselerde k sık tekrar eder.) Bu mutlak kânunun tezahürü çeşitli misâllerile bütün tabîatçıların malû­mudur, ölümün madde plânında sıralı sekli­de belirtdiği, bu yeniden oluş, hâdiselerin sakınılmaz vak’ası yanında, bilhassa insanla­rın ölüme geçerken taşıdıkları ruhî incelik­leri mütâlâa edersek, ölümün mutlak âdem olmadığı hakikati kendiliğinden müsbet bir vâkıa hâlinde belirir.

Ruh varlığımızla beş duyumuz arasında­ki yakın irtibat, ölüm ânında bilhassa ruhun varlığına saik olacak şekilde, hissi değişiklik­ler belirtir. Müsbet ilimlerin tam vahdetle kabul etdikleri mühim vak’aları sura ile zik­redeceğim:

1Hafıza sistemimizde son anlarda müdhiş bir şarj olur. Adetâ ölüm ânında hafı­za bütün mazinin filmini bir anda gösterecek şekilde yüklüdür. Hayâtın hesap tablosunun bu son ve yekûn bilançosuna ait, şahsın ölür­ken bâzan bu sırrı beyan edebildiği bilhassa asılmalarda yapılan tecrübelerde görülür.

2Kulaklarda aşırı bir hassasiyet te­şekkül eder. Vücûdumuzun en sıhhatli anla­rında almaya muktedir olamadığımız birçok ses dalgalarını ölüm ânında çeşitli sesler hâlinde duyuyoruz. Sanki beynimizde o an gizli âlemlerin işaretini alan yepyeni bir radyo merkezi kurulmuştur. Hattâ sayısız şahsî müşahedelerimizle gördük ki, son anla­rını yaşayan bir çok ağır hastalar, izah kud­retinde olmayarak bizde mânâsız addedilecek hareketlerle bu duyulanların sırrını belirtmek için etrafına ikazlarda bulunur.

3En mühim ölüm inkilâbı göz mer­kezlerinde husule gelir. Göz bebekleri bütün kâinatı içine alacakmış gibi büyür. (Göz bebeklerinin büyümesi alelade bir adale felci veya vegetatif sinir sistemi kimyası yoluyla husule gelmiş bir hâdise değildir. Narkoz hâlinde olduğu gibi, ölürken göz bebekleri­mizde büyüme yerine küçülme olabilir.) Keza göz madde hududunun ötesini görüyormuş gibi hassaslaşır. Mutlaka müstesna şartlara ayarlanmış ve başka manzaralar temaşasına başlamıştır. Agoni hâlinde ölümün son basa­mağında bulunan hastaların bir noktaya müteveccih korkunç dalgınlıkları ve garib ihtilâçlarını, hattâ hiç beklenmedik manzara­ları, çeşitli işaretlerle izah etdiğlni görmemek mümkün değildir. Keza bir çok i’tizar hâlin­deki hastalarda müşahede etdiğimiz şekilde, ölen insanlar son anlarında çok eskilere âit normal şartlarda hafızada silinmesi îcâb eden hâdiseleri müşahede ediyor ve bize de kısmen anlatıyorlar. Son cümlenin ifâdesi şümulünde bâzı ilim adamlarının iddia etdikleri şu haki­kati de belirtmek isterim. İnsanların hayatda iken başkalarına karşı yaptıkları cürümler, ve bu hâdiselere âit tablolar ölüm ânında bir fotoğraf gibi teferrûatiyle canlanıyor. Bu hususta garib tecrübeler hâlinde göz bebek­lerinde cürmü tesbit eden fotoğraflar bile almak bir zamanlar adli tıbbı müşkül duruma düşürmüştü.

Ölüm anındaki değişikliklere dâir en mü­him bir tesbitle insanların son ânında nedense ıztırap ve ferahlık duygusundan temâmen ayrı kalmaları aksine bir takım ruhî mefhumların ölüm ânında maddî iztıraplardan daha müthiş olarak ön safhaya geçmiş bulunması keyfiyetidir. Yine bizzat vak’alar hâlinde tes­bit ettim ki, son ânın mes’ud veya muztarib olması, maddî keyfiyetden ileri değildir. Çok müşahhas tâkib etdiğim bir vak’ada yuka­rıdaki tezimi belirten canlı hakikati, öz hâlin­de zikredeceğim:

Yakınlarımdan bir şahıs ye­mek borusu kanserine mübtelâ oldu. Hasta­lığın tezahürü olarak da, on beş gün sonra yemekden temâmen; sudan da kısmen kesildi.

Tam bir lâboratuvar sarâhatîle incelediğim bu hasta, mânâya intikal bakımından beni korkutuyordu; zira tıbbi realiteye göre bu hastanın ölüm ânında üç korkunç hâdise ile karşılaşması lâzımdı:

Birincisi; dayanılmaz ağrılar,

İkincisi; akciğer kangreni ihtilâlîle tehammül edilmez koku meydana getirmesi,

En korkuncu da yiyememekden doğan Hipoglisemia cinneti.

Bu üç tehlike benim hastamı da ölümün­den bir gün evveline kadar kuvvetle tehdit etdi. Aklî muvâzenenin kayıp olması, koku ve ağrı, müthiş maddî ıztırab kitleleri hâlinde hastaya yüklendi. Hastanın Allâha karşı son­suz bağlılığı, muvakkat aklî muvazenesizlik hâlinde bile kayıp olmadı, ölümünden bir gün evvel beklemedik şekilde ve tıbben îzâhı müm­kün olmayan bir yenilenme husule geldi. Ağrı­lar temâmen kesildi. Çok uzaklardan bile his edilen müdhiş koku nefesinden bile kayıb oldu. Akıl ve şuur, kanda tam hipoglisemiye rağmen normal şekle döndü. Bu suretle ölür­ken hastamızda beklediğimiz maddî ıztıraplar ve cinnet yerine tam bir madde refahı, mânâ bakımında da; ölümünü evvelden sezme zevki İçinde dudaklarına son kelime olarak, salâvâtı sunduracak bir kalb felâhîie karşı­laşdık…

Ruha âit her bilgi ve bulguyu inkâra memur maddeciler, bu bir zikretdiğimiz ölüm sırlarını pisikopatik galat veya halisünasyon diye izaha kalkışırken, ruhu inkâr yolunda (Rûhî galat) kabulünü tenakuz heykeli şek­linde dikip gülünç mevkie düşmüyorlar mı? Eğer onları, ölüm ânında gördüklerini İzah mecburiyetinde tutsaydık, utançlarının hudu­dunu tâyin edemezdik.

Ölümün, kaba bir yok oluş olmadığına dâir şu müsbet vak’alar, ruh üzerindeki ev­velce belirttiğimiz hakîkatlarla beraber topar­lanınca ebedî olduğumuz sırrı, bir vakıa hâlinde belirmiyor mu?

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki – İslamın Nuru Dergisi (1952)

Mahşer

Hz. Mevlânâ’nın «Fiyhi mâ fîh» inde belirtdiği veçhile:

«toprağa hangi tohum atılırki toprak onu bize tekrar vermez».

Bioloji ilmini Hak ışığı altında dolaşan, bu cümlenin sırrını cemâdât, hayvanât ve ne­batat’da aynel yakin bulur. Bu yazımızla mah­şer sırrını yine Garb metodlarîle çözerek müstehzi münkirin dudağına çarpacağız.

Bu sayımızda dâvayı sırf fizik pencere­sinden müşahede edecek, gelecek sayımızda da metafizik analizleri toparlayacağız.

Natürel bilgilerin hayat hakkında son görüşleri şu cümlelerle ifâde olunabilir: Hayâtın ilk ana cüz’ü hücredir ve câmid mo­leküllerin suda eriyip iyonize olmasından meydana gelmiştir. Hayatî kimyanın pek ya­lan zamanlarda vardığı bu sır:

Ayet-i kerîmesinde en öz şekilde ışıklanmış değil midir ?..

Hücrelerin en İnce mimarîsi insanda, Prof. Scmvartz’ın dediği gibi: (Bu hücrelerin mânâ ahengi içinde dizilişinin ifâdesidir). Bu ahengin tam analizi Sûre-i Rahmanda en veciz şekilde ifâde edilmişdir.

Demek hayat, câmid cisimlerin bu âhenginden ibâretdir.. Ve ölüm bu ahengin başka mimarîsi.. O halde birçok ilim mürtecîlerinin sandığı gibi, hayat, rastlanması güç bir tesadüfün eseri değil; bilakis stabil kimyasına rağmen, dinamik bir ahengin ifadesidir.

Bu ifâdeyi bir kaç misâlle açıklayalım: Kimyaca terkibi mâlum olan yaprağın yeşil klorofili fen adamlarınca suni olarak yapıldı; fakat canlı (tabii) klorofil gibi Güneş ziya­sından istifâde edemedi, yâni câmid kaldı.

Spencer gibi bir çok ilim adamlarım, Hücre Ruhunu kabule mecbur tutan melkuh yumurtanın nesli meydana getirişi, misâlimi­zin en canlı delilidir. Şöyleki: Yumurta hüc­resi, rahim içinde veya dışında hiç bir tesirle husule getireceği neslin îmar işinde, velevki bir benin mevkiinde değişiklik yapacak kadar olsun, şaşırt ilam az. Çünki mânâ ahengi dizili­şini ihtiva eder [1].

Demek canlı olabilme, kimya hassaların­dan ziyâde cüzüler arasındaki bir sevgi sitesi­nin senboludur.

Diğer tarafdan son senelerde işaretli moleküllerle yapılan tecrübeler göstermişdir ki: hücre özü olan protoplazmada, gıda yolu ile alman azot, oksijen v.s. muayyen bir müd­det sonra yerlerini yenisine terk ederek vücûtden atılırlar. Yâni hücre her hafta bir yenilenme mahşeri içindedir. Demek hayat İçin kimyevî maddeler bir kerpicin Süleymâniyedeki rolü gibidir. Bütün şu ilmî kaideler­den çıkan netice şudur: Hayat, maddenin anâ­sırından ziyâde diziliş ahenginin ifadesidir. Bu oluş ve dağılış, büyük yaratıcı Rabbülâlemîn‘in tecelli titreşiminden ibâretdir.

Bir kemik parçasına bakıp, bunu canlı olacak dememek, bu gün fenni bir cehâletdir; o kemik, ahengi bozulmuş bir molekül yığını değil midir? Ve hiç bir kimya değişikliğine ihtiyâç kalmadan bu ahengin düzenlenmesi, bir tecelliye vâbestedir.

Buraya kadar yazımızla isbat etdik ki: öldükten sonra dirilebiliriz. Allah (C. C.) iste­diği an bu ahengi var veya yok edebilir.

Şimdi daha mühim bir hakikati belirte­ceğiz. Bu da yeniden dirilmenin muhakkak meydana geleceğine dâir fenni delillerdir.

Astronomi ve jeoloji ilimleri bize gösteri­yor ki, Arz için bir son, mecburidir. Ancak eski ilim adamlarının iddiaları, «Bir yılda çarpması, havanın donması» tatmin edici de­ğildir. Atom ve enerjiye ait yakin sırların çözülmeğe başladığı bu yıllarda, kıyamete dâir en uygun tahmin şudur: Atom, dolayısiyle madde muvâzenesinin madde aleyhine çözülmesi, Arzın sonunu ifâde edecektir ki; Kur’ân’ın belitdiği kıyametle tam izah oluna­bilir. Ayrıca : «Din gücünün maliki» fermanı­nın mutlak hükümlerinden biri olan kıyametin, Rabbülâlemînin vasıtasız tecellîsîle meydana geleceği keyfiyetini açıklar. İşte mahşer, Allâhın Arz enerjisinde vasıtasız olarak yeni­leme emrinden ibâretdir.

Bu enerji istifasında yeni ve taze atom­ların meydana geleceği kat’î bir fizik kaidesidir. Atomların bâ husus taze atomların, affinite şimik, ve iyonlaşmaya koşuş halleile, yukarıda işaretli atom tecrübelerinde anlatdığımız veçhile, taze atomların canlılık düzenine uyuşdaki elverişli şart, hele çok yüksek ener­ji karşısında protoplazma ve hücrenin teşkil edilebileceği keyfiyeti bize en beliğ ifâdesîle hayât ahenginin o gün muhakkak husulünü gerçekleştiriyor.

Vitamin üzerindeki hazım teorilerüe, vücûde ağızdan giren bâzı protein maddelerinin midede parçalanıp tekrar karaciğerde yapılı­şı hakikati gösteriyor ki: molekül ve atom­larda mübalâğalı tarlfile bir hafıza, alışkanlık mevcûtdür.

Şu halde o gün enerji ve maddenin deh­şetler gününde, birçok taze atom, bizim beden mimarimizi yeniden dokuyacak, gelecek sayı­da mevcudiyetini ilmen göstereceğimiz emr âleminin zaman ötesindeki nakşı olan rûh, bu oluş âhengini canlılık vasfîle süsleyecekdir. Karbon yerine, azot yerine denildiği zaman, o ufalan, hattâ zahiren yok olan kemik taze ağaç dalı gibi yeşerecekdir.

ÖLDÜKDEN SONRA DİRİLECEĞİZ EFENDİLER!…

RUHUN EBEDÎLİĞİ VE BA’Sİ

Kâinatın efendisinin Ruh hakkında, lü­zumsuz vehim ve düşüncelerden men’eden emrinin hudûdlarına sâdık olarak ve yalnız onun izinde Garb ilimleri metodu ile Ruh mevzuunu inceleyeceğiz.

Bugünün Hak görüşlü ilim adamları, Ruh hakkında iki dalâl görüsünün sırât-ı müşteki­mini aramaktadır. Evvelâ dalâl fırkalarının başında gelen mücerret maddecileri madde, madde tahsil ederek İnsan bedeninin de, hüc­re ötesinde bir mânânın mevcudiyetini isbat edelim:

1 — İnkârcı biyoloji ilim adamları, Ruhu inkâr ederken maddenin ötesinde, başka hiç­bir mevcuda ihtiyaç kalmaksızın, bütün beşer melekelerini izah edebileceklerini iddia etdiler. Kendilerine ipucu olarak da insan beyninin, bütün insanlık hasletlerini idare edebilecek yapıda olduğunu ileri sürdüler. Uzun incele­meler sonunda en ince noktasına kadar tesbit etdikleri beyin haritaları, bu münkirleri utan­dırdı. Gerek beyin hastalıklarında, gerekse bu hastalıklardan ölenlerin otopsilerinde yapılan çalışmalara dayanan ve tam bir ilmî kat’iyet ifâde eden bu beyin haritaları göstermişdirki beynin her noktasının vazifesi temâmen malûm olduğu hâlde korku, ümid, gurur gibi bir takım hissi mefhûmlara tefekkür, akıl, hayâl gibi insanlara insanlık vasfını merkezleştiren bir takım melekeler, beynin hiçbir tarafına yerleştirilememektedir.

2 — Daha mühim olarak cem’iyet ve insanı birbirine bağlayan bir takım ahlâki hasletlerimiz ve bu hasletlerin hastalık şek­linde eksikliğine müptelâ olan caniler, hır­sızlar, anormal şehvetperesler, öldüklerinde yapılan beyin tedkiklerinde hiçbir anormal değişiklik göstermemişlerdir.

3 — Son yirmi yıl içerisinde beynin elektrik grafikleri üzerindeki tedkiklerde, akıl, tasavvur, zekâ, cesaret ve ahlâki umde­ler babında, normal insanla bu melekeleri ek­sik veya çok anormal ihtiva eden kimselerin grafik çizgilerinde hiçbir tebeddülat göstermemizdir.

Tam hakkaniyetle hüküm veren bir biyo­loji âliminin bu vaziyet karşısında kabul ede­ceği müsbet karar şu olacakdır:

İnsan bedeninde beyin ve hücreden mâdâ bir mânâ cevheri yardır.

Bu hüküm mecburi bir ilim kaidesi olduğu hâlde, şu suâl hatıra geliyor: Bu karar her ağızdan niçin ilân edilmiyor? Bunun sebebini şöyle cevablandırıyoruz. Yukarıda bahsetdiğimiz iki dalâl gurubundan biri de Garbın Ruha inanan zümresinin Ruh hakkındaki yanlış tasavvurudur. İşte ilim adamları yukarıdaki hak’kı teslim edince bedene girip çıkan, gözle görünmeyen; fakat tasavvurda tecessüm ettirilmiş bir gölge gibi Ruh anla­mını ikrar mecburiyetinde kalmakdan korku­yorlar.

Eğer her ilmin özünü ihtiva eden Kur’ânın Ruh hakkındaki hükmü onlarca anlaşılmış olsaydı, bu hakkı teslim etmekden çekinmiyeceklerdi.

Şimdi Kur’ân ve onun rahmetini yer yü­züne saçan Kâinatın Fahr-ı Efendimizin Ruh hakkındaki hükümlerini kısa bir şekilde inceleyelim.

«RUH EMR ALEMİNDENDİR»

Bu hüküm müsbet görüşe o kadar uyar ki onun üzerinde münakaşa dahi boş olur.

İslamların Ruh hakkındaki görüşlerini. Kuran ve Hadîs mânâsına sadık kalarak şu misâlle izah edeceğiz:

İnsan bedeni ve maddesi, bir radyo cihazı gibidir. İnsan beyni de bu cihazın elektrik tesisatıdır. Asıl radyoya, verici cihazda konu­şan spiker, nasıl hassasını veriyorsa; Büyük Yaratıcı ALLAH (C.C.) verici radyo ile âle­me hitap ediyor, insan alıcı radyo cihazı, sinir sistemi ve beyin; alıcı radyoyu isleten elektrik radyo dalgalan da Rûhdur. İnsana insan vasfını veren Ruh olduğu gibi, radyoya radyo vasfı veren bu dalgalardır. Zahiren radyo, madde cihâzile elektrik ceryânından ibaret sayılır. Halbuki mütekellimi Ehad ko­nuşmadığı müddetçe radyo temâmen câmitdir. Esasen büyük İslâm sôfiyeleri Ruhun ebedîli­ği, ancak ALLAH’a izâfetendir buyurmuş­lardır.

Bundan 1300 sene evvel Ruh emr âlemindendir, pırlanta sözünü, bu güne kadar madde göz ve kulağı idrâk edemiyordu. Şu radyo misâli bize gösteriyor ki, spikeri konuşan (Emre teallûk eden) radyo, radyodur.

Okuyucularımıza bu babda tereddûd bı­rakmamak için sôfiyenin Vahdet, Enelhak sırlarını ifşa edişi anlarının zevkini bu misâle sığdırmağa çalışacağız. Elest meclisinde âle­me hitaba başlayan, kâinatın benzeri bulun­mayan tek spikeri, Kün Emrlie bütün alıcı radyolara yolladığı ve RAHMAN evsâfının titreşiminden ibaret bulunan Ruh hal indeki dalgalan, bu alıcılara ulaşınca; bütün diğer varlıklara bu radyo sesinin önünde Secde edin buyurdu. Mantıkçı şeytan bir demir par­çası gibi radyonun konuştuğunu görünce spikeri görmiyerek bu da kim oluyor dedi..

Vâhdet işte, Şeyhi Ekber Hazretleri Spi­keri gördü ve bütün radyolardan çıkan sesle­rin tek ses olduğunu sezdi; onun için Füsûsunda (Müessir ile Müessirinfîh) vücûdu vahitden ibâretdir. Bu isneyn radyo cihazının kinim as ile Vâhit olur) buyurdu. Onun için Hazreti Mevlânâ:(Benliğin, saman çöpü gibi olan bedenin kalkınca, âlem nuruna kavuşur) buyurdu.

Hallacı Mansûr: Radyosuz spikeri dinle­di de radyo yokdur yalnız spiker vardır bu­yurdu.

İşte mahşerde Ruhun bedene ba’sini, Kur’ândan başka hiçbir rötuş fikrine kapılma­dan islâm şöyle kabul eder: Mukarrer olan gün gelince, Kâinatın tek spikeri ALLAH (C.C) tekrar hitâb edecek yıllarca camit kalmış radyo cihazı da tekrar ses verecekdir. Neşriyatı bitdi diye radyo yarın bir daha konuşmayacak demek ne ise, Emr âleminin ih­tizâzatı olan Ruh ayrıldı diye bu beden dirilmiyecekdir demek aynî cehlin daha eşeddidir.

Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi, Elest meclisin­de ALLAH (C.C) ın ilan etdiği aşk nâmele­rinin 14 asır evvel Cebeli – Hıra da başlayan plâkdaki aksinden ibaret bu plak, milyonlarca nüsha olarak tab edilmiş ve Kuran halinde bizlere devrolmuş. Ne büyük müjdeki, O bü­yük meclisin tazeleneceğini bize müjdeliyor. Mü’minlere mahşer, aşk sohbetinin tekrar ihyâsıdır. Onu seven aşkla, zevkle, iştiyakla MAHŞERÎ bekliyor.

1 . Mutasyon bu tezi çürütmez; zira isti’dadı değiştirmez yok eder. Esasen biolojik olarak da olur.

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki – İslamın Nuru Dergisi (1952)

nurbakimektebi.com

İslamiyetin Ruh Sağlığına Verdiği Önem

İSLÂMİYETİN RUH SAĞLIĞINA VERDİĞİ ÖNEM:

İnsanın beden yapısında ciddi ölçüde yansıyan ruhî çıkmazları;

Korku

İnançsızlık 

İsteklerdeki aşırılık

Bu çıkmaz sokakların insanı yakaladıktan sonra binbir mutsuzluk içinde perişan ettiği biliniyor; ama nasıl dönüleceğini kimse bilmiyor. Gerçekten birçok bilim dallarının, insanı bu çıkmazlardan kurtarmak için yaptığı tüm çalışma ve uygulamalar boşa çıkmışdır. Neticede ancak bariz ruh hastalarına sınırlı yardımlar mümkün olmuşdur. Bunun dışında insanları alkol ve beyaz zehirden, ihtiraslı kavgalardan kurtarmak kimseye nasip olmamışdır. Hele toplum düzeninden kopan gurupları, anarşistleri, hippileri, çeşitli serseri gurupları idare etmek ise hayallerde kalmışdır. Çünkü insanları inançsızlıkdan, korkudan, kurtarmadıkça belli bir ahlâk düzenine çekmek mümkün değildir.

Kur’an-ı Kerîm, bu gerçeği 14 asır önce çok net bir şekilde bildirmiştir:

«Asra yemin olsun ki, insan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak inanıp yararlı iş yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.» (Asr Sûresi, Ayet: 1-3)

Demek ki insanlar inanmadıkça bu dar ve çıkmaz sokaklardan kurtulamazlar. Şu halde insan için iman bir lüks değildir; isterse inanır, istemezse inanmaz gibi sıradan bir tercih de değildir. İnsan, Allaha inanmazsa hüsrandadır. Çünkü:

Allaha inanmayan kendini evrende bir hiç, soluk bir nokta sayar, bu yüzden müthiş bir paniğe kapılır; sonunda korkunun pençesine düşerek daha önce saydığımız sonu gelmez ruhî bunalımlara düşer. Şu halde ruh sağlığımızın birinci anahtarı Allah inancıdır.

Bu inanç insanda ikinci bir duygu geliştirir: Merhamet ve sevgi. Bu sayede aile, toplum ve millet ilgileri başlar ki toplum kuruluşundaki tüm tüm çıkmazlar bu asil duygu sayesinde sağlığa kavuşur. Anarşiler, isyanlar böyle sevgi ve merhametle yoğrulmuş toplumlar da gelişme imkân ve ortamı bulamaz.

Asr sûresinde, bu gerçek, güzel işler, güzel davrananlar olarak ifade ediliyor.

Bu iki ana prensip; inanmak ve güzel davranmak insanın temel ruh sağlığı için elzemdir. Şimdi hatıra gelen önemli bir soruyu birlikte cevaplayalım.

İnsanlar bugün daha çok ekonomik çıkmazların içinde bulunuyorlar. İnsanları kavgacı ve ihtiraslı yapan ekonomik kavgalardır. İnsanları bu tahripden kurtaracak yol nedir?

Asr sûresinde bu sorunun da cevabı açıktır. «Hakkı ve sabrı tavsiye etmek.»

Ancak bir noktaya temas etmek isterim. Ekonomik kavgaların temelinde inançsızlık, sevgi ve merhamet eksikliği yatar. Şüphesiz bu çark böyle tersine işleye işleye günümüz insanına çok ciddi meseleler getirmiştir. İşte hakkı ve sabrı tavsiye etmek ve bunlara bağlı kalmak bu durumdan kurtarıcıdır.

Hak ve sabır üzere olmak, anlaşılması oldukça tartışma konusu olmuş bir ahlâkî davranışdır. Zira sabır ve onun bir görünümü olan tevekkül toplumumuzda baş korku olmuşdur. Bunun sebebi az bilgililerin tevekküle meskeneti karıştırmalarıdır. Meskenet uyuşukluk ve tembellik de­mektir. İslâm dini dışındaki bütün dinlerde yanlış bir kader alayışı insanları ve toplumları meskenete itmiştir. İslâmiyet geldikten sonra önce bu yanlış kader kavramını düzeltmiş; meskeneti yasaklamıştır. Her ferde gücü ölçüsünde çalışmayı emretmiş, dürüst çalışmayı, hangi meslek için olursa olsun, ibâdet saymışdır.

Bu söylediklerimizin misâlini Türk-İslâm sentezinin temsilcisi olan Selçuklu ve Osmanlıların (özellikle ilk 300 yıl) yapısından vermek gerekirse; İstanbul’a Rumeli hisarının 50 günde yapıldığı, Fatihin gemilerini karadan Halice indirdiğini hatırlatmak yeter.

Gelelim tevekküle: Tevekkül sonu gelmez bir gayretin çalışmanın neticesinde sonuçları güler yüzle karşılama sanatıdır. İşte insanları hüsrandan, mahvolmaktan günümüz tanımıyla streslerden kurtaracak tek ilaç, budur. Batı tevekkül prensiplerini yeni öğrendi ve elinden gelse bu hoşgörü ilacını eczhanelerde satacak.

İnsanın yüceliği, çalışıp uğraşması ve sonuçları hoşgörü ile karşılayabilme faziletini göstermesidir. Çağımızın derdi olan streslerin temel sebebi, insanın bu yüce ahlâka sahib olmayışıdır; yani, Hak ve Sabr düzeninde olmamaktır.

Şimdi yüce dinimizin ruh sağlığımızı korumak için bize verdiği ahlâki prensipleri özetleyeceğim.

a) İslâm dininin diğer dinlerden en büyük farkı, ahlâk kavramındaki muhteşem yaygınlıktır. Bütün dinler ahlâkı yumuşaklık, hatta marazî bir merhamet şeklinde tanımlanmışlardır. İslâmiyet ise, ahlâkı, bir davranışlar bütünü olarak tesbit etmişdir. İmandan sonra en önemli ilke kabul edilen Salih Ameller (yararlı iş ve davranışlar) ahlâkın temeli sayılmaktadır. İnsan karekterindekd tüm çizgiler, bu güzel davranışlarda güçlü bir disiplin altında tasnif edilmiş hayatın zorunlu gerçekleri ahlâkın temeline yerleştirilmişdir. Birkaç misalle söylediklerimizi açıklayalım.

1—Alçak gönüllülük (tevazu) yanında vakara yani kişiliğini korumaya yer verilmiş, ancak gurur yasaklanmıştın

2—Merhametin yanında cesarete yer verilmiş fakat zulüm yasaklanmıştır.

3—Başkalarına yardım yaparken, el açıklığı ve cömertlik getirilirken, tutumlu olma şartı getirilmiş; aşırı harcamalar yasaklanmıştır.

4—Temizlik, sağlığına itina göstermek bir ahlâk ilkesi kabul edilmiş, buna karşılık sadece kendini düşünen kişilerden olma yasaklanmışdır.

5—Cinsel hayatta meşru olan davranışlara azami müsamaha gösterilmiş, cinsel baskılara fırsat verilmemiş; bunun yanında şeref ve hayâ korunmuştur.

Bu konu, ruh sağlığı açısından son derece önemlidir.

Bütün bu misallerde gördüğümüz büyük gerçek şudur: Çoğu kişi ahlâkı, zayıfları korumak için insanın ruh yapısına baskı unsuru olarak tanır. Hâlbuki islâm dini, ahlâkı, güçlü olmanın sonucu olarak ele almışdır. Böylece hayatın mücadele yanını göz ardı etmemiş, aksine güçlendirmiştir; ahlâkı, toplum hayatında bir insanın diğerlerine karşı göstermek zorunda olduğu saygı ve sevgi sınırıyla bütünleştirmişdir.

b—Allah İnancından Gelen Ruh Sağlığı:

Yine ruhî yapımızdaki olayların bedene yansıması konusunu hatırlayalım. Tüm korkular, hormonel sistemde yaptığı baskılar sebebiyle vücut kompitürünü alt üst eden sonuçlar doğurur.

Streslere bağlı tüm sağlık meselelerinin temelinde korkunun meydana getirdiği güvensizlik yatar.

Bu konu ile uğraşan bilim dallarının tüm çabalarına rağmen Allah inancı dışında bir güven duygusu bulunamamışdır. Bütün dünyada bilinmektedir ki ruh hastalıklarının gelişmesinde güvensizlik ve korku baş köşeyi işgal etmektedir. Çocuklarda ruhî davranış bozukluğu ve ruh hastalıklarının artışı konusunda dünya çapında yapılan bir çalışma, üç yaşma kadar anne kucağında ve sırtında yaşayan Filipinli çocuklarda hiç ruh hastalığı olmadığını ortaya çıkarmışdır. Aksine bağımsız yetiştirme amacıyla bebekleri annelerinden ayıran toplumların çocuklarda ruh hastalıkları artmaktadır. Bu araştırma ruhi bozuklukların güven eksikliğinde geliştiğini ispatlıyor. Çocuklarda güven duygusu anne ile giderilebiliyor. Büyüklerde ise, ancak Allah inancı güven kaynağı olabilir.

Bu önemli konuyu çeşitli örneklerde kanıtlamak istiyorum.

1 — Doğum olayı:

Öncede, temas ettiğim gibi doğum olayı Hipotolamusdan idare edilen tamamen kompitürize bir olaydır. Kısaca özetlersek bu matematik program iki yönlüdür. Anne ve çocuk için iki ayrı program birlikte yürür, senkrondur, yani ahenk ve birlikde hareket eder.

Vücudun, çocuğun doğuma hazır oluşunu hangi ölçü içinde tesbit ettiği bilinmiyor. Genelde 40 haftasını tamamlayan çocuk için doğum işleri başlar. İki yönlü matematik program şöyle gelişir.

Çocuk, rahmin çıkış kapısı üzerine iyice oturur ve sıra ile yavaş dönme hareketleri yaparak kodumun (Rahimin çıkış kapısı) açılmasıyle birlikte çenesini öne yatırarak çıkışı tamamlar. Dar geçitten geçdikten sonra çenesini düzelterek hava almaya hazırlanır.

Anne tarafındaki matematik program ise tam bir yaratılış harikasıdır. Doğuma hazır zamanda rahim bir sigara kağıdı kadar incelir. Rahim başı çıkış kapısı ise, kalın bir et kıvamındadır. Çocuğun doğması için bu kapının incelip silinmesi gerekir. Hipotalomus özel bir hipofiz salgısıyla bir et parçası gibi olan rahim başı ince bir deri haline getirir, bu sırada 2-3 milimetre olan rahim ağzı deliği on santime kadar genişler ve çocuğun çıkmasına elverişli hâle gelir. Bütün bu kas olayları sırasında ritmik sancılar itme duygusu doğurur.

Bütün bu olaylar sırasında anne çocuğun hayatî merkezleri aynı kompitür merkezine bağlanır. Böylece anne normal bir gücün üzerinde harcama yapan yeni bir fizyolojik yapı kazanır.

Çocuk hala anneden eş aracılığı ile oksijen aldığından annenin aldığı oksijenin tümü gereksiz bölgelerden çekilir. Anne kaslarını ve çocuk dolaşımını beslemeye ayrılır.

Doğum meydana gelir gelmez, çocuk bünyesinde bir fabrikanın düğmesine basılmış gibi yeni bir hayat doğar akciğerler açılıp göreve başlar.

Göbekten gelen beslenme devre dışı kalır. Tüm bu olaylar matematik bir programın ayrıntılarıdır. Bütün bu program arızasız işler; ne varki bu sistemi bozan çok önemli bir faktör vardır; Annenin korkup paniğe kapılması, bu durumda Hypotalamadaki kompitur sanki menfi bir parazit yayınında kalan senfoni gibi alt üst olur. Ağrılar kesilir, rahim ağzı açılmaz, bebek doğum faaliyetine geçtiği halde kapısı kapalıdır.

İşte Allah inancı, doğum korkusunun en iyi ilacıdır. Onun için yüce hikmetine inanan anne, rahat bir manevi gemide seyreder.

Böylece çocuk kolayca doğar.

2 — Spazmlar (Damar Büzüşmeleri) ve Allah İnancı:

Bu gün, kalp daman hastalıkları başta olmak üzere pek çok organ hastalığı damarlarda meydana gelen büzüşmelerden doğar.

Bu tarz ruhî kaynaklı damar büzüşmeleri aynı zamanda streslerinde temel sonuçlan sayılmaktadır. Damarlardaki büzüşmeler çoğu kere beklenmedik hastalıklar yapar. Büzülen damarların ucundaki organlar beslenemeyeceği ve kendini koruyamayacağı için çeşitli hastalıklara duçar olur.

Damar büzüşmeleri mekanizmasında; moral etkiler, yine Hipotalamus çekirdeklerinden gelişerek Hipofiz yoluyla iç salgı bezlerine yansır ve hormonlar damarlarda büzülmelere yol açar.

Streslerin temelinde korku ve nefretler yatar. Başta ekonomik endişeler olmak üzere gelecek korkusu, kin ve nefret duyguları damarları büzen etkiye sahiptir. Bu etkiler bazan geçicidir ve organların tahribi az olur, eğer etkiler sürekli olursa spazmlar tam tahribat yapan daha önemlisi, güven ve sevginin damarları genişletmesi dolayısıyle bizi sağlığa kavuşturmasıdır.

Allah İnancının verdiği önemli duygular artık ilmî şekilde bilinmektedir. Samimi Allah inancı, ruh yapımıza fevkalade önemli olan şu duyguları yerleştirir.

  • GÜVEN
  • SEVGİ
  • HOŞGÖRÜ
  • MERHAMET

bu duygular, stresleri kökünden yok eden mucize ilaçlarıdır. Ve yalnız Allah sevgisi ve inancıyle kazanılabilir.

Yine ruh yapımızı temelden sarsan kuşku ve endişe duyguları, ruh hastalıkları açısından fevkalade önemli sebeplerdir. Endişe ve kuşku inançsızlığın taban direkleridir. Allah inancı ruh yapısına yerleşince; tüm olaylara rahat bir uyum ve tüm sonuçlara sağlıklı katlanma alışkanlığı (Tevekkül) meydana gelir. Artık beden moral yapının baskısı altında değil; rahat biyolojik yolunda yaşar.

Daha önce temas edildiği üzere, insanın biolojik yapısı bu temel hikmete göre yaratılmışdır.

Rahatça ifade edebiliriz ki ya insan, Allah’a inanıp ruh ve beden sağlığını yürütür. Ya da perişan olur; stresler içinde çabalar, durur.

İslâm Dini’nin sağlığa verdiği önemin çeşitli noktalarda ne denli yüce olduğunu ayrı ayrı alanlarda inceledik. Önemli olan bunların sentezidir.

İnancın verdiği hoşgörü, güven duygusu bir yandan tüm zararlı davranışlardan kaçarak güçlenecektir. Alkolle beyin dokusu harap olmamış, kanında yağ birikmemiş bir vücut, gerçek zindeliği temsil eder.

Allah inancının yanında tarif ettiğimiz bir ahlâk yapısı (Cesaretliği, alçakgönüllüğü ve faziletiyle) kurulursa, ruh tam sağlığa kavuşur.

Dolaşım sistemine hayat veren abdestir. İbâdet ciddiyet içinde uygulanması sürerse sağlığımız gerçek gücüne kavuşur.

İslâm dini boş zamanları değerlendirmede, özellikle gençlere sportif faaliyetleri öğütlemiştir. Yüzme, koşu, ok atma, güreş, at yarışı gibi. Elbette bu faaliyetler genel bir beden eğitim kavramıdır.

Sağlık için yüce dinimizin öngördüğü bütün ilkelerin uygulanmasının sonucu Türk-İslâm sentezidir. Atalarımız asırlar boyu bunu sergilemişlerdir.

Dünyanın çağımızdaki perişan hali ortadadır. İnançsızlık buhranları, vücudlarını alkolle zehirlemiş, tüketmiş ülke gençleri uygarlığın geleceğine kırmızı ışık yakmaktadır.

Türk İslâm sentezinin getirdiği geleneksel toplum yapımızdaki güçlü bağa herkes hayrandır. Bu yapı fertlerin güçlü ruh sağlığından kaynaklanmıştır. Orada inkârın sembolü olan anarşiye isyanlara yer yoktur.

Beden ve ruh sağlığı güçlü olanlar, çevresindekilere hoş görüyle yaklaşır, hoşgörüden sevgi doğar, sevgiden de gerçek sağlıklı toplum yapısı çıkar ortaya.

Ya fertler sağlıksız, ruh yapısının tuzağına düşmüş, güçsüz kalmışsa, ne olur. Bu durumda, nefretler, kinler öfkeler sarar ortalığı.

İşte tüm dünya milletleri şimdi bu çetin örümcek ağında imtihan veriyor ve gerçek anlamıyle çözülüp dağılmamanın mücadelesini yaşıyor.

Kaderleri onları kurtaracaksa, Türk-İslâm sentezinin geleneksel yapısını taklit etmeleri gerekecek. Biz ise, kendi benliğimizi kaybetmemenin faziletini göstermek, onu yaşamak zorundayız.

Gençler, lütfen kendi hayatınıza sahip çıkın. O sizden giderse kimse geri getiremez ve ömür öykünüz karanlık bir KAOS’a döner. Farkettiğiniz zamansa elden giden gençliğinizin güçsüz hatıraları sizi hazin hazin seyreder.

Allanın verdiği en yüce nimete ihanet etmeyin. Yaşama, sağlıklı yaşama hakkı size yüce yaradanın verdiği kutsal bir hakdır. Onu korumak ise insanlık borcumuzdur.

Daha önemlisi, milli, kaçınılmaz bir vatan sevgisidir.

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki – İslam Dininin İnsan Sağlığına Verdiği Önem (Ankara, 1985)

nurbakimektebi.com

Millet Nedir, Ne Değildir?

Bir millet aynı ekolojik şartlara uyumu, birlikte yaşanan ortak duygu ve düşünce paralelinde buluşabilen topluluktur.

Ne düşüncesi, ne duyguları olmayan, çıkar amacı ile bir araya gelen insan sürüsü değildir.

Bu yüzden bir millet uzun zaman süreçleri içinde geleneksel bir yapı kazanır. Bu yapı ne kadar sağlamsa, bir anlamda tarihsel varlığı ne kadar uzun ve derinse bir millet o kadar güçlüdür.

Yine bu yüzden bir millet tarihinden, kültüründen kopartılarak yaşatılamaz. Marksist felsefenin gerçek bilmez gayretleri hiçbir sonuç vermemiş, yeniden “millet yaratma” ilkeleri hep kepazelikle sonuçlanmıştır. Acaba toparlayabilir miyiz diye Marksistler bu kez ilkel milliyetçilik çadırına dönmek istemişler, dünyanın her yerinde yeni bir kavganın temelini atmışlardır.

Bu milleti yok etmenin en sinsi ve o kadar da sağlam çâresi, onu tarihinden, geleneklerinden koparmaktır. Bu amaçla girişilen âdi gayretlerin ilk şartı da milletini ve tarihini kötüleme kampanyalarıdır.

Bu acı gerçekleri hamdolsun fark eden yeni kuşakların fevkalade önemli olan var olma savaşını kazanabilmek için önce kendi değerlerine ve tarihine sahip çıkması gerekmektedir. Üstelik yine hamdolsun tarihimizde utanılacak bir tek hâtıra, ya da yanlışımız yoktur.

Fransızların büyük devrim dedikleri gelişimleri konusunda çok ilginç bir tespitleri vardır. Onlar ne 16. Lui’yi, ne de giyotinleri çalıştıran devrimcileri eleştirirler, ne de Napolyon’da bir tek yanlış görürler. Her olay tarihin, toplumun o günkü koşulları içindedir. “Onları eleştirmek millî değerlerimizi yok eder” der geçerler.

Hâlimize bir bakın. Bin yıldır tarih sahnesinde uygarlık âbidesi gibi yaşamış milletimizin 700 yıldır elliye yakın ülkeyi hatasız yöneten atalarımıza karşı davranışlarımıza bakın!

Marksist ve ateistlerin modası geçmiş, milleti yıkıp yeni ve baştan sona iğrençlikten ibaret bir kuvveti yerleştirme gayretlerine bakın!

Osmanlı Devleti gibi hârika bir yapıyı bit kadar bilgileri ile eleştirmek isteyenlere Allah ne güzel bir gerçeğin açıklanmasına fırsat verdi.

Osmanlı Devleti 19. yüzyılın başından beri çağımızın dev politikasını fark etmiş, kendini petrol sevdası ile yok etmeyen, Avrupa’ya karşı o yıllar için yeni doğmuş sayılan Amerika ile işbirliğine başlamıştır.

Amerika’ya himaye görecek birinci sınıf devlet statükosu tanımış ve bunu 19. yüzyıl boyunca maharetle yürütmüştür. En önemlisi İngiltere ve Fransa, Amerika’yı o devirde yıkıp dağıtmak için isyancılara yardım ederken Osmanlı Amerika Devleti’ne büyük ölçüde silah ve para yardımı yapmıştır.

Günümüzde, hatta gelecekte de en önemli politik olay Amerika’nın Avrupa’ya rağmen İslâm dünyası ile özellikle Türkiye ile işbirliği yapma zorunluluğudur. Nitekim ilk ışıklar belirmiştir. Fransa, Cezayir’de zoraki laik rejim kurma hevesi içindeyken, Amerika Cezayirli Müslümanları desteklemektedir.

Tarihin seyri içinde çoğumuzun bilmediği bir önemli olayı da hatırlatmak isterim. İkinci Cihan Savaşı sırasında rahmetli Elçimiz Münir Ertegün, Roosevelt’in has danışmanı idi ve Normandiya çıkarması sırasındaki, orduya dua mesajı Sn. Münir Ertegün’ün kaleminden çıkmıştır. Nitekim Münir Ertegün’ün cenazesini o günün en büyük savaş gemisi Missüri, İstanbul’a getirmişti. Evet dünya politikasından zerrece haberimiz olmadığı günümüzden 150 yıl önce insafsız hatta Marksistlerin edepsizce dil uzattıkları Osmanlı, Amerika’ya iki asır sonraki politikasını haber vermiştir.

Evet, sevgili okuyucularım, 1000 yıldır Kuran’ın bekçiliğini yapan bu milleti, tarihinden koparıp ortada bırakmak isteyen sapıkları huzurunuza getirerek nefretinizi seyretmek istedim. Marksistler ve ateistlerin, çeşitli menfaatlerin ortaya çıkardığı emirle kurulmuş milletlere benzeterek mazisinden koparmak istediği bu millet, deney hayvanı değildir. Ona istediğiniz ilacı zerkederek istediğiniz tepkiyi alamazsınız.

Ateistin bilmediği gerçeği bir kez daha tekrar etmek istiyorum. Bu millet, kültür ile yetişmiş yeni gençliği ile, ordusu ile Allah’ın himâyesindedir. Onu yok etmek, değil bir kaç Marksist ve ateistin, tüm şerlerin bile gücünü aşar.

Aslında bir toplumun millet olması için önce ilâhî takdirin sayfalarının tescil edilmesi gerekir. İşte bu millet böyle bir millettir.

Ateistler ve marksistler! Kuran tabiri ile “Ebter” olduğunuz için emekleriniz boşa gitmiştir.

Bu millet, mâzi ile ve âtisi ile payidar kılınmıştır. Bizi rahat bırakın, siz tüm dünya yüzünden dışlandınız. Biz ise Rumelihisarı’ndaki (1) imzay-ı Muhammedî (s.a.v.) sırrı ile kıyâmete dek varız.

– 1 Eylül 1994 –


  1. Rumelihisarı, tepeden bakılınca Muhammed (s.a.v.) yazısını temsil eder

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki – Kutsal Mücadelem 

nurbakimektebi.com

Güzellik ve Bakış

Bu günkü dünya insanı manevi ilgileri pek az olduğu için güzelliği gerek erkek olsun, gerek kadın olsun dışta araştırıcı yahut da kovalayıcılıkta arıyor. Fakat güzelliğin şu tarafını bilmiyorlar, yani “fizik güzelliği diye ifade edilen şey nedir?” Güzel değil ama “seksilik” var. Sonra “alımlı” filan gibi sıfatları, tabirleri insanlar uydurmuşlar. Kendi kafasına göre fizik çizgilerin mânâsını izah edemiyor, “oynak bu” diyemiyor, alımlı diyebiliyor.
Kesinlikle yüzü, fiziği ne olursa olsun güzellik bakışta komfirimedir, kapatılmıştır. O bakışı ne kadar monte edebilirsek, o kadar güzeldir. Fiziğini ilk bakışta güzel değil diye göreceğiniz bir kimsenin yahut da çok güzel diye göreceğiniz bir kimsenin bakışı diyagrafmadan kapalı ise; oylama yaptığınız zaman hakem heyeti on üzerinden üç, dört, beş puan verir. Hâlbuki o fizik güzelliklerini değil, mânâ bakışını bakabilirse o rakam üçe, dörde katlanabilir.Güzelliğin Temel Sırrı Bakıştır!

Tasavvufta güzellik kesinlikle bakışla paraleldir

“Mümin hanım hiç bir zaman çirkinlik ve dinozorluk yaşına gelmez.” Diyagrafması hep açıktır ve her zaman, her yaşında güzeldir. Kesinlikle bunu kafanıza koyun ve inanın!

Gözlere iyi bakınız! Göz güzelliği başkadır… Bakış güzelliği başkadır. O bakış güzelliği de insanın mânâsına irtibatlanmış, mânâsına kilitlenmiş bir bakıştır… Bir hususiyettir. Bu bakımdan “Cenâb-ı Hakkın emri, mümin ve mümine mutlaka güzeldir.” Çünkü güzel bakacaktır. Eğer güzel bakamıyorsa, dolayısı ile güzel değilse; kabahati imanındadır. Bunu hiç unutmayalım: güzellik imanla senkron olarak bakışla kayıtlıdır, hiç hatırınızdan çıkarmayın!

Eğer güzel görünmek istiyorsanız “o gün imanınızı takviye edin, Allah’a sevimli olmaya çalışın…” Yoksa istediğiniz kadar allık, pudra, rimel sürün güzel olamazsınız! Mutlaka bakışla güzel olursunuz. O bakışa da ancak “iman” sahip olur. Anahtarı, şifresi gönüldedir.

Ha! Diyeceksiniz ki; bir mümin olmayan, diyelim ki Hıristiyan güzel olamaz mı? Efendim bakışını biliyorsa güzel olur. Onun bakışı tesadüfî bakıştır. Hazırlanarak yapılmış bir bakış değildir.

Ama bir mümin hazırlıklı olarak bir bakış yapabilir. İmanını takviye ede ede… Her zaman güçlü, sabırlı ola ola… Netice itibarı ile Cenâb-ı Hak ona, o bakış penceresini ihsan eder… Ve istediği ân güzel olabilir.

Bu güzelliğin dışında da bir süper güzellik sırrı vardır. Bakışta gizli olan bu güzellik, bir ân vardır ki; o ilâhi cereyan, o bakış; erkeğin ya da kadının penceresine intikal ediverir. O güzellik gözlere intikal ettiği zaman, o bakış süper bir bakıştır. Karşısındakini devirmemesi mümkün değil! Öyle müthiş bir güzelliktir. O istisnai bir şeydir. Ona “ân güzelliği” derler.

Allah, işte bir takım tarihi aşkları, ilâhi aşkları o ân güzelliği ile başlatmış. Yani hem Kerem ile Aslı’nın aşkında, hemde tasavvuftaki ilâhi aşklarda o “ân güzelliği sırrı” vardır. Ayrı ayrı ikisini de Allah organize eder.

“Allah insanların bakışlarına diyagrafma koymuştur. Nasıl ki; insanın göz bebeği vardır, kısılır büzülür… Birde mânevi göz bebeği ve diyagrafması vardır. Ansızın o diyagrafma kapanır. O zaman istediği kadar fizik güzelliği olsun, onlar gelip geçici şeylerdir. İnsanın gözünü okşayıcı güzellikler mahiyetindedir. Hiç kimse ona mutlak güzeldir diyemez.”

Oysa fiziksel bir takım tersliklere rağmen, ağız ve burunda, vücudunda bir takım olumsuz çizgiye rağmen eğer Cenâb-ı Hak o kimsenin bakış merkezini açmışsa, güzellik diyagrafmasını açmışsa; mükemmel bir güzeldir o!

Zaman içerisinde insanlar birbirlerini güzel görüp, sonra zaman içerisinde onun eskimesi şeklinde ifade ettikleri tanım, aslında birbirlerine karşı perdelerini kapatması anlamına gelir. Biz onu sanırız ki “bir usanmadır!” Hayır! Perdeler kapanıyor… Perdeler kapandığı için de o bakışlar anlamını kaybeder. İnsanlar bunu bilmedikleri için güzellik soldu, eskidi zannederek bilmeden kendince, nefsleri ile uydurma tanımlar getirirler.

Bir şeye daha dikkat edin! Güzellikte esas olan mânâ yasası: iç dünyanızda devamlı surette Allah dostlarına karşı sevecen olun! İnsanları affedici olun, hadiseleri güzel görmek, iyimser olmak yanını tercih edin! İşte, bu hasletler zaman içerisinde imanınız zayıf dahi olsa bakışlarınıza tesir eder.

Birbirlerine karşı kırıcı, kinci davranışlara sahip olanlar da fizik güzelliğini sıfıra indirir. Birbirlerini gördükleri zaman öldürecek gibi olurlar. Nefret edecek kadar bir çirkinlik teessüs eder. O bir çirkinliktir! O çirkinliğin sebebi de bakışların diyagrafmayı kapatmasıdır.

Hanımlar ve Erkekler!

Diyagrafmalarına çok dikkat etsinler. Fizik çizgilerinin güzelliğine ve gençliklerine güvenmesinler! İç dünyanızdaki güzellikle bakmaya çalışın, sevginizi içinizde çoğaltacak infak reçetesini devamlı kullanın! Gönlünüzdeki sevgi ve güzellik her hücrenize, bakışlarınıza farklı bir canlılık ve güzellik verecektir.

Çocuklar da daha masum oldukları için onlar devamlı surette hoş bakıyorlar. Ekseriyeti güzel bakıyorlar, değil mi? Daha masum oldukları için bakışları iyi, diyagrafmaları kapalı değil!

Güzel bakamıyorsa, dolayısı ile güzel değilse kabahati imanındadır. Bunu hiç unutmayalım; güzellik imanla senkron olarak bakışla kayıtlıdır. Hiç hatırınızdan çıkarmayın!

Bir de Dinozorlar Sınıfı Var!

Biliyorsunuz, belli bir yaşa gelmiş… İbadetler zor gelmiş… Din zor gelmiş… Bir takım sınıflar var. Onlar kendilerini genç iken güzel sonra yaşlandıkları için çirkinleştiler, kötüleştiler zannediyorlar. Oysa, o dinozorlar sınıfı genç iken de küfürlerinden dolayı aynı çirkinliğe sahiplerdi! Şimdi de o çirkinlikler diyagrafmaları tamamen kapanmış olduğu için simalarına daha iyi oturmuş oluyor. Allah da şemal olarak kaş, göz, burun, biçim ne vermiş ise; sanki onların suratlarında bir atom bombası patlamış gibi korkunç bir stil alıyor. O da küfrün onlara gider ayak attığı kazıktır!

Evet, Mümin Olunca Ne Oluyor?

Belli bir yaşa gelince, Cenâb-ı Hakkın verdiği biyoloji itibarı ile elbette bir yaşlılık, gençlik gibi daha bir canlı olmak kabiliyetini azalttığı için belli ölçüde güzellik çizgilerinde bir solukluk ve azalma var oluyor. Ama eğer “müminse dikkat edin daha bir sıcaklık, daha bir hürmet telkin eden, daha çok aranan bir insan oluyor.” Dikkat edin bakın! Kâfirlerin o sınıfı hiç kimse tarafından sevilmez. Onlardan bir tanesi gençlerin yanına gitse, bir şey bahane eder kaçarlar yanlarından! Ama bir mümin onların yanına gitse, hiç bir zaman böyle bir tepki vermezler. Çünkü mümin daha sevimlidir, daha cana yakındır. Ve işin açıkçası daha güzeldir tabii!

“Mümin hanım hiç bir zaman çirkinlik ve dinozorluk yaşına gelmez. Diyagrafması hep açıktır ve her zaman, her yaşında güzeldir.”

Kesinlikle bunu kafanıza koyun ve inanın! Daima hayati canlılığını muhafaza eder. O biyolojik yaş dönemleri bunların tamamen altında kalır. Tamamen ölene kadar kadınlık hassasını, kadınlık zevkini, kadınlık güzelliğini hep korur, durur.

İnsanlar İslâmiyeti bilmiyor da onun için kaçıyorlar. Şeriat gelirse ne olacak, diyorlar? Şeriat gelirse ne olacak? Kadınlığın devam edecek, hiç ölmeyecek! Bilmiyor, pudrayla durdururum zannediyor. Durmuyor tabii, çaputa çeviriyor!

Şimdi derilerini aşındırıyorlar. Bu işi bir Yahudi İstanbul’da yapıyor… Kadınların yüzüne hazırladığı kimyasal maskeyi takıyor. Bu maske, bir ay müddetle yüzünde duruyor, deriyi söküyor, tamamen çürütüyor. Altından taze deri çıktığı için o daha canlı çıkıyor, daha gergin çıkıyor. On yaş falan küçüldü, diyor. Hâlbuki öyle büyük bir tahribat ki o! Bir daha ilelebet, yüzün tashihi mümkün olmayacak. Bir kaç sene sonra cildi büyük bir çöküntüye uğruyor. Sonra olsun ben yine de gençleşeyim, diyor. Allah desende gençleşsen olmaz mı? “Daha iyi can var, Allah var, Muhammed var” desen, gençleşeceksin hâlbuki!

“Sen Allah’a zevkle bakarsan, Allah da sana zevkle bakacak. Allah’ın baktığı bir sima da hiç bir zaman çirkin olmaz! Devamlı surette güzel olur.”

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki’nin sohbetlerinden derlenerek hazırlanmıştır.