Etiket arşivi: Onkolog Dr. Haluk Nurbaki

İnsanlık Tarihinin En Yüce Fazilet Savaşı

İnsanlığı şerefli mevkiine götürmek için açılan fazilet bayrağı ve onun etrafında toplanan minicik fedailer. Karşıda ise çirkinlikleri ölesiye savunan zâlimler.

Gerek Fahr-i Kâinat Efendimizin şahsına, gerekse bir avuç fedaiye karşı açılan iğrenç zulüm öyle sert başladı ki, davanın kazanılacağı katiyen ümit edilemezdi.

Hz. Sümeyye, kollarından gerilip, omuz mafsalları söküldükten sonra binbir eziyetin dayanılmaz acıları içinde Kelime-i Şahadet’i tekrar edince; Ebû Cehil göğsüne mızrak sokarak onu şehit etti. Evrenin semâlarına altın çivilerle onun silüeti işleniverdi.

Sonra boykotlar, sürgünler, açlık ve susuzluk gölge gibi Müslümanları takip etmeye başladı. Mekke dışına sürülen Müslümanlar, üç yıl boyunca gölgede 60 derece sıcağa, açlığa ve susuzluğa göğüs gerdiler. Bu arada başta Efendimizin ve Hz. Ebû Bekir’in serveti olmak üzere, mü’minlerin tüm maddi varlığı, karaborsa ekmek ve su almak için harcandı ve de tükendi.

Parası tamamen biten Hz. Ebû Bekir’e bir mü’min başvurarak yardım istedi. Hz. Ebû Bekir hiç itiraz etmeden o mü’mine fark ettirmeden gidip bir Yahudi tüccardan borç olarak o mü’minin ihtiyacını giderdi. Hayrette kalan yakınlarına:

– Onun ümidi bendim, paramın bittiğini söyleyemezdim, diyerek akıl almaz bir fazilet örneği verdi.

Bu acılı günlerde Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Cafer başkanlığında fakir mü’minleri Habeşistan’a gönderdi. O zamanki Habeş kralı Necaşi, âdil bir insandı. Mekke müşriklerinin hediyelerine ve ısrarlarına rağmen mü’minleri göçmen olarak kabul etti. Fahr-i Kâinat Efendimiz, Necaşi’den o kadar memnun kaldı ki, yıllar sonra bir gün Medine’de:

– Bir dostumuz vefat etti, gıyabında cenaze namazı kılacağız, buyurdular.

Kim olduğunu soran mü’minlere de Necaşî’nin o anda vefat ettiğini haber verdiler.

Habeşistan göçü de meseleyi çözmekten çok uzaktı. Çileli geçen günlerde her geçen zaman dilimi ümit kapılarını tek tek kapatıyordu. Önce Hz. Hatice ve hemen ardından Hz. Ebû Talip vefat etti. Bütün mü’minler ve şüphesiz başta Efendimiz, hüzne boğuldu.

Ve nihayet, bir ümit ışığı doğdu. Taifliler, Efendimizi bir konuşma yapmak üzere çağırdılar. Sonra da, Müslümanları kabul edeceklerine söz verdiler. Fahr-i Kâinat Efendimiz yanına Zeyd’i alarak Taife gitti. Ne var ki, Taifliler daha Efendimiz konuşmaya başlamadan O’nu taşladılar. Zeyd, Efendimizi korumak için 100′e yakın taş yarası aldı. Efendimiz de ayaklarından yaralandı. Taiften kaçarak dönerken, bir bağın kenarında yaralarını sarmak üzere oturdular. Ve o anda evrenlerin hayran kaldığı, bir daha emsali olmayan duayı Efendimiz okuyuverdi:

– Ya rabbi, onları cezalandırma, çünkü onlar bilmiyorlar, sende çare bitmez; bir başka ihsan lütfet.

Faziletleri akıl almaz rahim sırrı içinde bu dua ile heykelleştiren Fahr-i Kâinat Efendimizin niyazını, orada işitiveren hristiyan bir bağ bekçisi, onlara üzüm ikram etmek istedi. Fakat Efendimiz, bağ sahibinin rızası olmadan üzümü yiyemeyeceklerini bildirdi. Bunun üzerine bağ bekçisi;

– Lütfen beş dakika müsaade buyurun, şimdi gider sahiplerinden izin alırım, dedi.

Bağ bekçisi Taife döndüğü zaman, Hz. Zeyd de bir yandan yaralarının acısı, bir yandan da Efendimizin duasındaki akıl almaz merhamet hikmetinin dalgalanması içinde gerçeği düşünüp duruyordu. Efendimiz, Zeyd’e mânâ penceresini açıverdi. O anda Taifde bağ sahipleri, bekçinin müsaade almak üzere gelişini Efendimizin bir ahlâk örneği göstererek, bütün yorgunluğuna ve susuzluğuna rağmen üzümü yemeyişte gösterdiği ahlâki yüceliği işitince; hemen îman ettiler. Efendimiz Zeyd’e dönerek:

– Eğer duamızla azabı önlemeseydik, Taif yerle bir olacak ve bağın şimdi iman eden bu iki sahibi de kâfir olarak ölecekti. Hâlbuki bak, inananlar ordusuna iki kişi daha kazandık, buyurdu.

Nitekim, kısa bir süre sonra, Efendimizin bu rahîm sırrı kader kompüterlerine yansıdı, beklenen ümit Akabe Bîatı’nda doğdu. Ve Medine’ye hicret kapıları açıldı.

Bu devrin sıkıntılı günlerinde, şüphesiz ki en önemli hadiselerden biri Hz. Hamza’nın zâlim Mekkelilere karşı İslâm safina geçerek ciddi bir baraj teşkil etmesidir. Burada, gözden kaçan önemli bir gerçeği dile getirmek istiyorum. İlk Müslümanlar arasında oldukça güçlü ve zengin kimseler de vardı. Ne çare ki, Mekke müşrikleri öylesine sert ve zâlim davranıyorlardı ki; bizzat bunların hayatı dahi fakir müslümanlardan farksız sıkıntılar içinde geçiyordu. İlk müslümanlardan olan Hz. Osman bizzat akrabaları tarafından defalarca dövülmüş, korkunç eziyetlere mahkûm edilmişti. Aynı ezâlar Hz. Ebû Bekire yapılıyordu. Bunların istisnası Hz. Hamza idi. Hz. Hamza öylesine bir yiğitti ki; onunla kavga etmek, ne bir ferdin, ne de bir topluluğun haddine değildi. Nitekim, müşriklerin gözü önünde Ebû Cehil’i dövdüğü hâlde kimse ağzını açamadı. Hind’in kardeşi Huzayfe de Müslüman olmuş, ailesinin bütün ısrar ve zorlamalarına rağmen İslâm saflarında mücadeleden vazgeçmemişti. Bu sayılı kuvvete rağmen, iman, ateşten bir gömlek gibi bütün mü’minleri ızdırıptan ızdıraba sürüklüyor, hepsi de Hz. Bilâli Habeşi’de sembolleşen, zirveye ulaşan dayanma gücünü güzel örneklerle sergiliyorlardı.

Bu yazı Onkolog Dr. Haluk Nurbaki “Gönül Penceresinden Fahr-i Kainat Efendimiz” kitabından alınmıştır.

nurbakimektebi.com

Gerçek İnsan, Gerçek Medeniyet

Bugün herkes barıştan ve hürriyetten yana görünürken, ne savaş bitiyor ne de kavga. Kendisi gibi inancı olmayana, kendi gibi düşünmeyene ve dolayısıyla çıkarına ters düşene herkes düşman.

Bir yandan en iyi teknolojiyi temsil ederken bir yandan da insanların kolunu taşlarla kıran veya bu zulme ses çıkarmayan batı dünyası mı medeni? İnsanların binlerce yıldır özleyerek beklediği gerçek insan ve gerçek medeniyet nerede?

semud kavmiBinlerce  yıl öncesinden bir Semud’lu çıksa da “biz dev binalar ve kuleler diktik, en medenî biziz” diye gururlansa.. Veya bir Ad’lı “biz istediğimiz cinsî serbestliğe sahibiz, en ileri görüşlü ve modern biziz” derse, ne dersiniz?

Aklını salata tabağında yememiş bir kimse, bu iddialar karşısında: “Siz medeni değil, şaşkınsınız ve insanlığın yüz karasısınız” demez mi?

Dikkat edin, çağımızda bu iddiaları savunan ve size “çağ dışı” diyenler var. Demek ki, çağımız bir çember üzerinde hızla ilerlerken, Allah’ın lânetine uğrayan “Sodom ve Gomore”ye gelinmiştir. Bundan habersiz görünen zavallı insanoğlu, çılgınlığı ve insanlık şerefini sıfıra indiren cinsî hürriyeti gelişme sanıyor.

Biz onlara deriz ki:

—Sizin keşfettiğinizi sandığınız bu çılgın alkol ve cinsi serbestlik, 3 bin yıl önce çok daha gelişmiş olarak yaşandı. Fakat bu çirkinliklerden semâ utandı ve İlâhî gazap, onları dondurup, gelecek asırların insanlarına ibret yaptı!

Yine çağların gerisinden bir Romalı çıksa da “Biz zulmün temsilcisiyiz, en medenî biziz” derse, ne dersiniz?

Bir yandan en ileri teknolojiyi temsil ederken, bir yandan da insanların kolunu taşlarla kıran veya bu zulme ses çıkarmayan batı dünyası mı medenî? İnsanların binlerce yıldır özleyerek beklediği gerçek insan ve gerçek medeniyet nerede?

Çağımız, gerçeğin anatomi masasına yatırılıp araştırıldığı bir çağsa, çağdaş olmaktan şeref ve iftihar duyar ve onun peşinden koşarız. Fakat çağımız, zulme çifte standart uygulayan zeka ve çılgınlıkları hürriyet sayan bir motif arıyorsa, biz bundan insanlık adına utanır ve iğreniriz. Bu tarz çağdaşlıkta biz yokuz! Sodom ve Gomore’ye dönmeyi, insanlık şerefine indirilmiş en büyük darbe sayarız.

Şimdi medenî insanın, takvime bağlanamayacak olan sırrından örnekler vermek istiyorum. Böylece yeni kuşaklara, insanlığın şeref defterindeki kendi özlerini iyi tanısınlar ve böyle bir çağı örnek göstersinler.

Çağların yine karanlık bir devrinde, her türlü çılgınlıklar zirveye tırmanmış ve özellikle kadın, değeri sıfır olan bir varlık sayılmıştı. Bu durum görünürde kadına sonsuz bir hürriyet mânâsına geliyordu.

Ve yüceler yücesi Fahr-i Kâinat Efendimiz (S.A.V.) lütfen ve tenezzülen gelip önce kadını kurtardı.

İlk günlerin değişmez mesajları içinde, kadın denilen o nâzenin varlığı çıkar masasının kağıdı olmaktan kurtarıp, onu erkekle aynı eşitliğe getirdi. İlimde ve okuyup yazmada çağın bütün putlarının kırıp, onları gerçek değerine ulaştırdı.

Bu arada, tesettür, yânî örtünme, sırf onu bir metâ olmaktan kurtarıp, insanlık plâtosuna çıkarmak için farz kılındı.

Efendimiz (S.A.V.) bir taraftan Hz. Aişe vâlidemizi ilim dalında en üstün bir şeklinde eğiterek o çağların en büyük hukuk âlimi seviyesine getirmiş, bir taraftan da onunla birlikte koşu yapıp kadın neslini sonsuz eksiden sonsuz artıya doğru uzanan, hız ötesi bir sür’atle yüceltmişti.

Bu medeniyet örneklerini anladığımız sürelerde, dünyanın efendisi olduk. Anlamakta güçlük çektiğimiz ve onları görmezlikten geldiğimiz çağlarda da, dünya kaosunun içine düştük.

Selçuklular ve Osmanlıların ilk dönemini, çağımızın fikir ve inanç portresiyle karşılaştırın.

Herkes barıştan ve hürriyetten yana görünürken, ne savaş bitiyor ne de kavga. Kendisi gibi inancı olmayana, kendi gibi düşünmeyene ve dolayısıyla çıkarına ters düşüne herkes düşman.

Bir de beş asır öncesine bakın. Fatih, Müslümanların baş temsilcisi, fakat bütün doğu Hıristiyanlarının da hâmisi. İşte bir örnek:

Kontrolü sırasında, pis gördüğü bir kilise sebebiyle şu fermanı çıkartıyor.. “Bütün kiliseler, vaftiz kazanlarının gülsuyu ile yıkanacak, bu iş aralıksız devam edecek, masraflar Osmanlı hazinesinden ödenecek.”

Bu fermanın özünde, Medine fermanının özü yatıyordu. Tarihîn en medeni yazılı belgesi olan Medine Beyannamesi,insanların inançlarına bakmaksızın eşit haklara sahip olduğunu belirtiyordu.

İslâm’ın esası, iki önemli temele dayanır:

Namaz ve infak (S. Bakara; ayet: 4-5, Hadid, ayet: 7,18) Namaz Allah’a karşı sorumluluğu ve hamd’i; İnfak ise, insanlara sevgi ve devamlı yardımı ifâde etmektedir.

Medeniyet, Allah’ı bilmek ve O’nun eşref-i mahlûkat olarak yarattığı insana saygı ve sevgi duymakla yürür. Bunun dışındaki her gösteriş, bir hüsran eyleminden öteye geçemez. Marksizm’in hâli pürmelâli gibi.

Şimdi birkaç zarif örnekli, insanın ne kadar özel bir yüceliği temsil edebildiğini aktarmak istiyorum.

A- Veysel Karanî Hazretleri, Efendimizi (S.A.V.) görebilmek için Cenab-ı Hakk’a yalvardığında; gönlüne, böyle bir nasib olmadığı mesajı geldi. Bu defa:

“-Ya Rabbi, diye dua etti. O’nu görmesem de, hiç olmazsa yaşadığı toprakları ziyaret etmemi ve bir kerecik de ola, O’nun ayak izlerini öpmeli nasip eyle. “

İşte kızgın çöllerde 17 gün boyunca ve çıplak ayakla yapılan bu efsanevi ziyaret, böyle bir inceliği temsil ediyordu.

B- Bedir savaşında, esirlerin komutanlığı Hz. Ammar’a verilmişti. Efendimiz (S.A.V.) O’na şöyle buyurdu:

—Ya Ammar, esirleri bağlama ve kendin kaç lokma yersen, onlara da o kadar yedir. Kaç yudum su içirsen, onlara da o kadar ver. Dört Müslüman’a okuma-yazma öğretenleri serbest bırak. Ammar anlatıyor:

“O gün ben 12 yudum su içmiştim. Belki yanlış saymışımdır diyerek, onlara 13’er yudum su verdim!”

Sevgili okuyucularım. Unutmayınız ki bu esirler, Hz. Ammar’ın annesi Hz. Sümeyye ve babası Hz. Yaser’i türlü işkencelerle şehid eden azgın kâfirlerdi.

Böyle zarif bir örneğe dünya tarihinde rastladınız mı?

Ve 14 asır öncesinin insanının bu kadar medenî yapan gerçeği fark ettiniz mi?

C- Yedi asır öncesinin dünyasında, milletler derebeylerin sömürüsü ve zulmü altında inlerken Anadolu’da Selçuklu Devleti hüküm sürüyordu. Selçuklular, bir yandan bitmez tükenmez Haçlı Seferlerine karşı mücadele verirken, bir yandan da medeniyete altın çiviler çakıyordu. Esnaf ve san’atkârı, yalnız toplumun mutluluğu için çalışıyor, Allah sevgisi ve korkusu ile yürütülen hizmetler, bütün Selçukluları mutlu ediyordu. Kadılar, (hâkimler) dâvâya bakma imkanı bulamadıklarından, maaşlarını devlete iade ediyorlardı. Hiç kimse hakkının dışında bir özlem taşımıyor, fakat herkes, hakkının çiğnenmeyeceğinden emin yaşıyordu. Nitekim ağır Moğol darbeleriyle sarsılan Selçuklu devleti dağılınca, Hıristiyanlar kilisede ağlayarak duâ ediyorlardı:

Bize bu mutlu hayatı, bir daha kim sağlayacak?” diye.

D- Selçuklulardan aynı kan ve aynı canla yeşeren Osmanlılar, Orhan ve I.Murad devrinde, medenî hayatın öyle şaheser örneklerini verdiler ki, Avrupa’daki birçok insan, bu medeniyetin kendilerine ulaşması için kiliselerinde dua ediyordu.

Bu eşsiz insanların örnek hayatı öyle zarif bir toplum doğurdu ki, toplumda fakir kimse kalmadığından, zekâtlar hazineye verilmek zorunda kaldı. Bu ekonomik ihtişamımız, dünyada tek örnektir. Fakiri olmayan toplum! Ne Marksizm, ne de her ülkeden fazla yoksulu barındıran süper ülke uydurmaları.. Veya çok gelişmiş ülke çılgınlıkları.

Her türlü zulüm ve çılgınlığı yaşayan süslü toplumlar mı çağdaş?

Geceleri can ve mal korkusundan sokağa çıkılamayan ülkeler mi medeni?

İslâm güneşi dünyanın eskimiş ve yıpranmış çehresine doğup, ona tam anlamıyla diri bir güzellik getirdiği zaman, o çehrede atalarımızın seçkin siluetlerinin seyrediyoruz.

Selçuklunun muhteşem insanlık sevgisi, Osmanlı’nın, devletin yapısını insanın mutluluğu ile yoğuran mânâ sırrı, ışık ışık tarihin karanlıklarında parlayıp duracaktır.

Allah, medenî insanın ışık ışık güzelliğini, Türk-İslâm sentezi içinde yaşayan ceddimize öylesine yansıtmıştır ki, hâlâ milletimizin özünde bu hikmeti seyretmek mümkündür.

Ve biz bu muhteşem insanı, batında bile geleceğin teminatı için tek ümit görüyoruz.

Yoksa sahibinin usandığı ve terk etmeye fırsat aradığı Marksist rejimlerle veya yine sahibinin kurtulmak için kilisede duâ ettiği ateist batı taklitçiliği ile varılan nokta, Sodom ve Gomore felâketidir.

Bunu özlemek ve çağın gereği saymak, günahların tamamından daha vahim bir insanlık suçudur.

Atalarımızın akıl almaz medenî yapılarını ve zarif hayatlarını hatırlamak bile; bizi emsâli görülmedik mânâ zehirinden kurtaracaktır.

Gönüllerde yaşayan insanlık yüceliğini, çirkin pazarlarda ve ayak altında aramak yerine; kendimizi bulma sırrını Allah bize ihsan etsin..

 Onkolog Dr. Haluk Nurbaki

Zafer Dergisi

Su

Tek damlalık görünüşiyle, muhteşem girdaplarıyle, korkunç şelâleleriyle ve daha bin bir çeşit tezahürleriyle su, ne büyük bir sırrı fısıldar, durur! Fakat biz, Mevlanâ’nın dediği gibi, İlişlerimizle hemen vardığımız hakikatlere, aklımızla ancak asırlar sonra erişiriz. Bugünkü biolocyanın büyük prensiplerinden biri, kimyevi maddele­rin iki sınıfta mütalaasıdır: Birinci grup kimyevi maddeler, camit mo­leküllerdir ki, her gün dışarıda rastladığımız demir, mermer, kireç vesaire gibi şeyler bunlardandır. Diğer grup ise, (iyonize) canlı moleküllerdir. Bu nevi kimyevi mad­deler, bütün hayattar uzuvların esasını teşkil eder. Daha açık bir misalle, alelâde demir, terkip ba­kımından uzviyetteki kan ve te­neffüs kimyasının esasını teşkil eden (iyonize) demirden farksızdır. Aradaki ayrılık birincinin camit, ikincinin (iyonize) olmasından iba­rettir. Aynı zamanda bir maddenin (iyonize) olması için suda erimesi mecburiyeti bir (biyo-şimi) kanu­nudur. Şu halde bir maddenin canlı unsurlar teşkil edebilmesi için, su­da erimesi, mutlak bir mecburiyet­tir. Yani canlı şeylerin tecelli esası sudur. Bu kanunu mutlak mânasiyle Kur’anda buluyoruz.

Suyun başta selen biolojik kıy­metini belirttikten sonra size insan uzviyetinde su mevzuunun iki mü­him kıymetinden bahsedeceğim. Bunlardan birincisi, suyun insan deveranındaki rolüdür. Vücutta hücreler daimî faaliyet neticesinde birtakım zehirli maddeler birikti­rirler. Yorgunluk dediğimiz du­rum, bu maddelerin birikmesinden ileri gelir. İnsan bedeninde bu maddelerin ıtrahı deveran ile sağ­lanır. Ancak devamlı faaliyet gös­teren hücreler, deveranın hızı yet­mediğinden bu maddeleri atamaz­lar. Hücre, biriken bu asit madde­lerinin tesiri altında âtıl hale ge­çer, süratle ihtiyarlar ve hattâ ölür. Bu hâdiseler vücudumuzda her gün milyonlarca defa tekrarla­nır. Bazı alimlere güre, hücredeki bu vaziyet, ihtiyarlamanın esas prensiplerinden bilini teşkil eder. Yine bu hücre inkırazın in en tehli­keli tezahürü, beyinde görülür. Çünkü beyin en çok çalışan, dolayısiyle en çok yıpranan hücreleri ihtiva eder. İlmi çalışmalara ta­hammülsüzlük, bu prensipin en beliğ ifadesidir.

Şimdi, bu tabii ve mecburi hâ­disenin gayet kolay şekilde telafi edilebileceğini anlatayım… Bunun için şu deveran kanununu bilmek icap eder:

«Su cilde temas edince o mıntakanın damarlarında, ya ge­nişleme, ya daralma yapar. Bu su­retle ana damarlardaki kan kütlesinde mühim bir değişiklik olur. Bu değişikliği vücut kabul etmiyeceğinden şiddetli bir deveran karışıklığı ve mübadelesi husule gelir. »

Bu mühim hâdisenin neticesinde bütün hücreler yıkanır, zehirlerin­den temizlenir ve gençleşir. Yıkandıktan sonra husule gelen ferahlık bu deveran hâdisesindendir. Yok­sa eskilerin zannettiği gibi, kat’iyyen cilt teneffüsünden değildir. Deri sathına su temasının diğer bir faydası daha vardır: Deri altında bulunan hücreler, en son buluşlara göre (hormon) ve hastalıktan ko­ruyucu maddeler istihsal eder. Su teması bu hücreleri de canlandırır. Buna güre bütün vücut haftada en az üç kere yıkanarak yorgun hüc­reler hayata iade edilmelidir. Eğer hücre çalışmalarını azamî randı­mana çıkarmak istiyorsak aşağıda­ki tavsiyelere riayet etmek gerekir:

Günde birkaç defa yıkanarak deveranı daima tazelemek zor ola­cağından, muhiti deveranı tenbih etmek icap eder. Muhiti deveran bölgeleri, yüz, el, kol ve ayaktır. Demek ki, günde birkaç defa bu bölgeleri soğuk su ile yıkamak yu­karıdaki iyi neticeyi temin eder. Beyin deveranının temini ise, bey­ne giden damar bölgelerini yıka­makla temin olunur. Bu bölgeler, ağız içi, burun içi, kulak arkası, başın tepesi ve ensedir. Bu bölge­lerden ağızın yıkanması basittir. Burunun yıkanması ise çok önemli­dir. Beş altı sene evvel nörolocyaya giren bir refleks prensipine nazaran, burun derisi altındaki sinir uçları burun içinden alacağı intibaı bir refleksle cevaplandırır. Bu refleks (Hipotalamus) denen çok mühim bir hayat merkezinden geçer. Burun için tenbih (Hipotalamus) u canlandıracağından çok bü­yük (hormonal) ve hayatî faydalar temin eder.

Kulak arkası ile başın tepe kısmına gelince, bu kısımların bol su ile yıkanması doğru değildir (üşütme tehlikesinden dolayı). Ancak ıslak elle bu bölgeleri silmek la­zımdır.

Toplayıcı hüküm noktasına gel­meden evvel tebarüz ettirmeliyim ki, cinsi birleşmeden sonra vücut­ta o kadar çok hücre yıpranır ve ölür ki, muhakkak surette deveranı süratlendirmek icap eder. Bü­tün vücudu yıkadıktan başka be­yin deveranını ve bilhassa (Hipotalamus) u tenbih bakımından buru­nu müteaddit defalar yıkamak şarttır. Cinsi temastan sonra, söylediğimiz prensiplere riayet etmiyenlerin bedeni ve dimaği faaliyetlerini sıhhatle yapmalarına imkân yoktur.

İşte, kendi kendisine tecelli eden toplayıcı hüküm noktası:

Bugün en ileri akıl ve ilim, su­yun kıymet ölçüsü ve tesiriyle bir arada, döne doluşa, farkına varma­dan, en mükemmel sağlık rejimini, İslâmiyetin abdest ve gusül çerçe­vesi İçinde tesbit etmiş bulunuyor. Bizim gibi (Hamdederiz) o mutlak hakikatler manzumesine inanmak için asla ilmi ve akil teyide ihti­yacı olmıyanların, bu esasi iman­larından sonra elde ettikleri aklî ve ilmi teyit de dâvalarına refakat edince ne güzel olur, değil mi? Evet böyledir ve ilim sahasının ni­hai durağı muhakkak ki, o mutlak hakikatler kapısının eşiğidir.

Suyun vücut kimyasındaki rolü­ne gelince, bugün (biyo-şimi) sa­hasındaki terakkiler, (izotop) kanunlarına dayanarak bir su mole­külünü işaretleyip vücuttaki sey­rini takip edebiliyor. En müsbet tecrübeler göstermiştir ki, suyun vücuttaki ilk gidiş merkezi, kim­ya fabrikamız olan karaciğerdir. Karaciğer vücuttaki bütün madde­lerin (sentez) ve (analiz) ini yapar ve çeşitli (iyon) lar husule getirir. İşte bu terkip ve tahlil için suya, mutlak ihtiyaç vardır. Bundan baş­ka, karaciğer beslenmek için su­yun (oksijen) ini parçalıyarak alır. Susama hissinin başlangıcı karaci­ğerden doğar; beyindeki bir mer­kez ve hormon vasıtasiyle de idare edilir. Bundan dolayı müfrit âlim­ler, insanın susadığı zaman, hangi şart içinde bulunursa bulunsun, su içmesini mecburî addeder.

İşin en alâka çekici tarafı, haya­tın başlangıcı su ile sonunun da susuzluk olmasıdır. Adlî tıbba gi­ren en yeni kanunlardan (Dossi-Massi) (test) ine göre, mutlak ölü­mün ifadesi, karaciğerde, (gliko­jen) in eriyip (glikoz) haline gelmesidir. Bu olay sonucunda kara­ciğer (glikoz) ve suyunu bitirerek mutlak ölüm husule gelir.

Her türlü hayranlığın verasından kaydedelim ki, bu kanunun da bildiricisi Peygamberimizdir. Resuller Resulü, ölümü, karaciğerden suyun tükenmesi olarak bir ha­disinde ifade buyurmuşlardır.

Şüphesiz ki, her şey, her yol, bütün hakikat ve kâinat, bütün sırlariyle, «O» na hediyedir.

Bu yazı Onkolog Dr. Haluk Nurbaki, Büyük Doğu (06 Ocak 1950, Sayı: 13) Dergisinden alınmıştır.