Etiket arşivi: osman gazi

Gençlerle bir sohbet

Sevgili gençler…

Hayat sosyal medya aracılığıyla sağa-sola düzen vermekten ibaret değil!..

Sınıf geçmekten, üniversite sınavı kazanmaktan, iyi not almaktan, a, b ve c şıkları arasında dolaşmaktan ibaret de değildir.

Hayatın bütünü, her safhası bir sınavdır. Bunlardan bazılarını kazanacaksınız, bazılarını kaybedeceksiniz.

Asıl başarıyı kaybettiklerinize yanmamakta, kazandıklarınıza kanmamakta arayın! Dikkat edin: Başarılar da başarısızlıklar gibi kalleştir! Hepsi gelir geçer. 

“Baki kalan bu kubbede bir hoş sada”dır. Esas olan hayattan geriye hoş bir sada bırakabilmektir.

Bu işin özündeki sır, dengeli bir hayat yaşamaktır. Her anlamda olgunluk ise hayatı ayrıntılarıyla kavramak anlamına gelir. 

Başarıdan dolayı şımarmayan, başarısızlıktan dolayı da paniğe kapılmayan insan, olgun insandır. Siz olgunluğa talip olun. 

Sevgili gençler, hayatı daha anlamlı kılan birkaç şey var:

1. Allah’a ve indirdiklerine şuur plânında inanmak,

2. Kalıcı hedef sahibi olmak,

3. Hiçbir şekilde ümitsizliğe kapılmamak,

4. Zamanı iyi değerlendirmek,

5. Okumak, araştırmak, baktığını görmeyi bilmek,

6. Sevgiyi sevmek,

7. Her şartta elden geleni yapmak.

Allah’a ve indirdiklerine şuur planında inanmak insanı güçlü kılar. Gerçekten inanan insan olaylar karşısında yılmaz, yıkılmaz. Çalışır, çabalar, ama buna rağmen üstesinden gelemediği problemler karşısında “Tevekkeltü Alellah”tevekkülü içinde Yaradanına sığınıp dünyayı sırtında taşımaktan kurtulur.

Bu hem “kul” olmanın gereğidir, hem de moral verir: Başarıdan şımarmamak, başarısızlık karşısında yıkılmamak için de inanç lâzımdır.

Gelelim şimdi kalıcı hedef sahibi olmaya:

Osman Gazi’nin hedefi devlet olmaktı, hedefine kilitlendi ve devlet oldu…

Fatih’in hedefi Bizans’ı İstanbul yapmaktı, hedefine kilitlendi ve istediğine ulaştı.

Yavuz’un hedefi İttihadı İslâmı(İslam birliği) sağlamaktı. Halifeliği aldı, birliği kurdu.

Peki, sizin hedefiniz nedir?..

Hedefiniz nerededir?..

Ona nasıl ulaşacaksınız?..

Şunu asla unutmayın: Hem hedefiniz meşru olmalıdır, hem de sizi hedefe ulaştıracak vasıtalar: Aksi takdirde handikaba düşer, kendi kendinizi harcarsınız.

Tüm hayallerinizi dünya hayatıyla sınırlamayın. Ebediyet için yaratılmış ve cennet vadedilmiş insanın, dünya ile kendini sınırlaması doğru olmaz. Hedefiniz hem dünyayı kuşatmalı, hem de dünya ötesine taşmalı. O zaman hedefiniz ebedileşirken, siz âbideleşirsiniz.

Fani hedeflerde varlık aramayın. Kendinize sonsuzluğu hedef seçin: Sonsuzlukta kâinatı keşfedeceksiniz. Kâinattaki mükemmel nizamda da o nizamın nâzımını, yani Allah’ı bulacaksınız: “Dünya ötesi hedef belirleme” derken, kastettiğim buydu.

Birkaç sene sonra bazılarınız memleketin yönetiminde söz sahibi olacaksınız…

Ama siz, bazı büyüklerinizin dediği gibi, bu yüzden önemli değilsiniz…

Yönetici olmasanız da önemlisiniz, üniversiteyi kazanamasanız, bitiremeseniz de önemlisiniz, sınıfınızı geçemeseniz de önemlisiniz, başarılı olamasanız da önemlisiniz… 

Çünkü sizler bizim çocuklarımızsınız; sizi çok seviyoruz! 

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

“Sevgi dini”nin neresindeyiz?

 Dinimiz “sevgi dini”, Peygamberimiz “Rahmet Peygamberi”…

Peki biz “sevgi dini”ne mensup Müslümanlar olaraktan “sevgi insanı” mıyız? İnsanları gerçekten seviyor muyuz? Dindaşlarımızı “kardeş”, diğerlerini “türdeş”olarak görüyor muyuz? 

Biz de tıpkı Peygamber-i Âlişân Efendimiz gibi, merhametli miyiz, hamiyetli miyiz, şefkatli miyiz? 

Böyle isek, şu bencilleşmiş, paylaşımsız, acımasız dünya kimin dünyası?

Bu dünyada şefkat yok, merhamet yok, insan yok, izan yok, hakperestlik yok, tevazu yok, yardımlaşma yok…

Tıpkı kapitalist dünya görüşüne kilitlenmiş tek dünyalılar gibi kendi eksenimize kilitlenmiş, sırf kendimiz için yaşıyoruz.

Bu da terörü besliyor. Çünkü bir tarafın her şeyi var, bir tarafın hiçbir şeyi yok. Hiçbir şeyi olmayanlar, normal yoldan elde edemedikleri şeylere ulaşmak için, o imkânı sembolize eden ikiz kuleleri berhava ediyorlar.

Bediüzzaman bir kez daha haklı çıkıyor: “Kalb-i insaniden (insan kalbinden) rahmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâvet daha onu durduramaz, anarşist olur, bir semm-i katil (öldürücü zehir) hükmüne geçer.”

İnsanın gerçekten insan olması, bir başka deyişle “adam gibi adam” olabilmesi için kalbinde “rahmet” ve “merhamet” taşıması lâzım. Bu ikisi “sevgi” eksenlidir. Demek ki, insanın gerçek insan olabilmesi için diğer insanlara karşı merhametli olması ve tabiî hayatı-kâinatı sevmesi gerekiyor.

Ancak durduk yerde insan insanı sevemez. İnsanın insanı sevebilmesi için, o mükemmel varlığın Yaratıcısını kavraması lazım. 

Ancak Yaratıcıyı kavrayabilir, idrak edebilirse, “Eşrefi mahlûkat” (yaratılmışların en yücesi, en şereflisi) olarak yarattığı en müstesna varlığı da (insanı da) sevebilir. 

Yani işin başı yine Allah sevgisi…

Yunusleyin bir deyişle, “Yaradan’dan ötürü, yaradılanı sevme” san’atıdır.

Oysa biz hâlâ Yaratıcı Kudreti kavrayamadık. Onu kavrayamadığımız için de insanı sevmeyi öğrenmedik…

Hâlâ “benim inancım, benim mezhebim, benim milletim, benim tarikatım, benim cemaatim, benim siyasetim, benim partim, benim liderim, benim takımım, benim hemşehrim” mantığındayız…

Farkında olmadan bölücülük yapıyoruz!

Oysa kadîm kültürümüz devlet, para ya da eşya eksenli değil, insan merkezlidir.

***

Çağını aşan devletler kurmuş bir milletin çocuklarıyız. 

“Çağını aşma” tabirini kuru övünme olsun diye kullanmadım. Bunu peşinen söylüyorum ki, tespitlerim tarihle övünme meylimizin dürtüsü olarak görülmesin. Benim derdim tarihle övünmek, ya da dövünmek değil, sadece doğru dürüst tespitler yapmak, bir bakıma geleceğe tarihin ışığını tutmaktır.

Bugünlerde, uyulmasa bile, çok revaçta olan şu “önce insan” sloganı var ya, gerek ceddimizin dünya görüşüne, gerekse Osmanlı Devleti’nin temel felsefesine tamı tamına oturuyor. Bu söz zaten, Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Gazi’nin maneviyat önderi ve kayınpederi Şeyh Edebali’ye aittir. Edebali’nin Osman Gazi’ye öğütlerinin bir cümlesi aynen şöyledir: “Oğul Osman, insanı yaşat ki, devlet yaşasın!”

Osman Gazi bu öğüdü tuttuğu, arkadaşlarına değer verdiği için çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde civarındaki Bizans kalelerini fethedip Selçuklu’nun “Uçbeyi” oldu.

Sadece Osman Gazi değil, ondan sonra gelenler de Şeyh’in öğüdünü tutmuş, devleti insan merkezli bir temele oturmuşlar. Ve devleti bir “Şefkat Devleti”ne, “İnfak (yardım) Devleti”ne, açıkçası tümüyle büyük, devasa bir hayır kurumuna dönüştürmüşler.

Osmanlı Devleti, askerî zaferlerinin yanı sıra, siyasal, ekonomik ve medenî başarılarını da bu anlayışına borçludur.

Bugün de insan hakları eksenli devletler çağın önder devletleridir.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Şanlı Ecdadımız

Destan hâline gelen İslam tarihi içinde adalet, merhamet ve civanmertlikleri ile ün salan iki hanedan vardır ki, bunlar Selçuklular ve Osmanlılardır. Tarihin sayfalarına göz gezdirilince bu iki hanedanın askeri, idarî, içtimaî, siyasî, hukukî ve kültürel bakımdan birbirlerine benzer birçok cihetlerinin olduğunu görülür. Kader-i İlahînin sevki ve fıtri bir gelişmenin neticesi olarak bu iki hanedanın devlet hâline gelmesi son derece sağlam temeller üzerine bina edilmiştir. Zira bu iki devletin temeli, Mevlana, Yunus Emre, Ahmet Yesevi, Şeyh Edebali, Dursun Fakih, Hızır Çelebi, Molla Gürani, Akşemsettin, Kemal Paşazade ve Zenbilli Ali Efendil gibi nice manevi sultanların rehberliğinde aşk ile iman, insaf ile adalet ve akıl ile mantık esasları üzerine bina edilmiş; yine bu manevi otoritelerin rehberliğinde mantıklı, sağlam ve intizamlı bir şekilde yürütülmüştür.

Evet bir devleti devlet yapan, onun temelini ve esasını oluşturan, medeniyetin zirvesine çıkaran, sadece, askerî ve siyasi gücü değildir.

Samiha Ayverdi Hanımefendi “Türk Tarihi’nde Osmanlı Asırları” adlı eserinde için şöyle der:

“Tarihin tayin ettiği zaman içinde vazifelenmesini istediği bu faziletli soy, mazi mirasının çekirdek hâlindeki kuvvetlerini orijinal bir terkip olarak cihanın karşısına çıkarmak için her şeyden evvel tahtının bir yanına Dursun Fakih gibi bir şeriat temsilcisini, diğer tarafına da Şeyh Edebâli gibi bir mürebbî ve mürşidi almış ve bu iki müşavir kuvvet ortasında fütuhat göklerine kanat açmaya başlamıştır.”

Tarih sahnesinde vazifelerini iftiharla yapan Selçuklular, artık nöbetlerini devretmek üzere idiler. Bu büyük emanet sahibini arıyor; güneş sanki yeniden doğacağı saati bekliyordu. Ancak ömrünü tamamlamış böyle muhteşem bir devletin dünyâdan elini çekmekle, tarih sahnesinden silinmesi mümkün değildir. Zira dünyanın birçok yerinde onların dalga dalga her tarafa yayılmış ilim ve irfan abidesi olan birçok camileri, köprüleri, kervansarayları, maddi ve manevi terakkiye büyük hizmetleri olan ve ilmin ışığını tüm dünyaya saçan medreseleri, milletin hizmetinde olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Bütün bunların izini ve nişanını tarih sahnesinden silip atmak kolay değildir. Selçuklular, bir yandan Haçlı seferlerine karşı savaşırken bir yandan da ilim, irfan ve sanat adına birçok eser ortaya koymuşlar; bal arısı gibi muhtelif ülkelerden topladıkları farklı çiçeklerden bal yapmasını bilmişlerdir.

Selçuklulardan nöbeti devralacak olan cihan imparatorluğunun yani Osmanlı devletinin kuruluş aşaması çok hayret ve ibret vericidir. Şimdi tarihi seyir içerisinde bu muhteşem imparatorluğun kuruluşuna bir göz atalım.

Mabetleri, kütüphaneleri, bağ ve bahçeleri yıkıp tarumar eden, çoluk çocuk, kadın ve ihtiyar demeden binlerce masum insanı katleden zulüm ve fitneden çekinmeyen Cengiz’in şerrinden uzaklaşmak niyetiyle birçok Türk kabilesi gibi Kayıhanlar boyundan Kaya Alp’ın oğlu Süleyman Şah dört oğlu ve kabilesi ile beraber Türkistan’dan kalkarak “Mahan ovasına” gelir, burada bir müddet kaldıktan sonra “Ahlat’a” giderler. Ahlat’ta uzun bir süre kaldıktan sonra, Erzincan Ovalarının daha verimli olduğunu duyar ve koyunlarını önlerine katarak buraya hicret ederler. Bu ovada da kısa bir süre kalan bu göçerler, Hâlep yaylalarının çok geniş ve verimli olduğu haberini alınca “Hâlep’e” gitmek üzere hareket ederler. Ancak, vatan sevgisi ağır basan Süleyman Şah, memleketine geri dönmek ister; ne yazık ki, Ceber Kalesi önünden Fırat nehrini geçerken atından nehre düşüp boğulur ve şehit olur. Fırat nehrinin onu ağuş-u ebedîsine alması sonucu meydana gelen bu üzücü hadiseden sonra dört oğlundan Gündoğdu ve Sungur Tekin bu seferin kendileri için hayırlı olmayacağı kanaatine vararak vatanlarına geri dönerler, Ertuğrul Gazi ile Dündar Bey dört yüzden fazla cengâverle birlikte başka bir yayla arama niyetiyle yola koyulurlar. Bu da kaderin garip bir tecellisidir ki, eğer Süleyman Şah Fırat nehrinde boğulmasaydı hepsi geri döneceklerdi belki de bu muazzam devlet kurulmayacaktı.

Ahlakları civanmertlik, sanatları yiğitlik olan bu göçerler, Konya ovasına gelince, iki ordunun çarpıştığını görürler. Ertuğrul Gazi savaşan iki orduyu biraz izledikten sonra “bize buradan savuşup uzaklaşmak yakışmaz, bu duruma lakayt kalamayız, mağlup olan tarafa yardım etmeliyiz” diyerek büyük bir âlicenaplık ve hamiyet örneği göstererek mağlup olmak üzere olanların saflarında savaşa katılırlar ve bunların himmet ve kahramanlıkları ile, savaşı kaybetmek üzere olan o ordu galip gelir. Allah’ın hikmetine bakın ki, muharebe bittikten sonra galip gelen tarafın Selçuklu Hükümdarı Alaaddin Keykubat, mağlup tarafın da şerrinden kaçtıkları Cengiz’in ordusu olduğu anlaşılır. Selçuklu Hükümdarı Alaaddin Keykubat onların bu âlicenaplıkları ve himmetleri karşısında fevkalade memnun ve mesrur olur ve onlara birçok izzet ve ikramlarda bulunur. Daha sonra kendisinden bir arzularının olup olmadığını sorar ve ne isterlerse verebileceğini söyler. Onlar da kendilerinin göçer olduklarını ve koyunlarını otlatabilecekleri bir yaylanın verilmesini talep ederler. Alaaddin Keykubat da onlara Domaniç yaylalarını ve Söğüt Kasabasını bahşeder ve daha sonra bir bayrakla beraber çeşitli hediyeler gönderir.

Domaniç yaylalarına yerleşen bu göçerler, zaman zaman Hıristiyanların saldırılarına maruz kalır ve onlarla savaşmak mecburiyetinde kalırlar. Nihayet bir Hıristiyan olan Köse Mihâl’in de yardımı ile onları mağlup ederek ilk defa Bilecik’i ele geçirirler. Köse Mihâl, daha sonra Allah’ın inayeti ile İslam ile şereflenir. Böylece kader, koyun güden bu göçerlerden o muhteşem devletin kurulmasına zemin hazırlamıştı. Âdeta yatağını bulan su, mecrasına doğru akıyor, kahraman ve âlicenap bir aşiret beyi bu emaneti devralmaya hazırlanıyordu.

Devlet-i Aliye-yi Osmaniye’nin müessisi olan Sultan Osman Gazi, Hicri 656 tarihinde dünyaya gelmiştir. Ertuğrul Gazi 680 yılında vefat edince, yirmi dört yaşında yerine geçen Osman Gazi, İnegöl, Bilecik ve Karacahisar’ı fethetti. Son Selçuklu Hükümdarı Alaaddin Keykubat’ın Gazan Han askerleri eline esir düşmesiyle Selçuklu devletinin yıkılması artık kaçınılmaz oldu. Osman Gazi’nin ismine nispet olunarak kurulan Osmanlı devleti, muhteşem bir imparatorluğa inkılap etti. Selçuklular yıkıldığı zaman on iki küçük beylik vardı. Bunların on bir tanesi kısa bir zaman sonra yıkılıp yok oldukları hâlde, Osman Bey’in kurduğu Osmanlı Devleti altı yüz küsur sene şan ve şerefle hüküm sürdü.

Osman Bey’in aşireti, diğer beylikler ile aynı coğrafya, aynı siyaset ve askerlik şartlarının içinde olmasına rağmen, Kocaeli’den başlayıp Bizans hudutlarını ve Türk beyliklerini zorlayarak istikbalde meydana gelecek olan Devleti Aliye-yi Osmaniye’nin temellerini atıyordu.

Osman Gazi H. 726 yılında Söğüt Kasaba’sında vefat etti ve oraya defnedildi. Daha sonra Bursa fethedilince Osman Gazi’nin vasiyeti üzerine mübarek naaşı Bursa’ya getirilerek kendisi için hazırlanan Yeşil Türbe’ye defnedildi. Söğüt’te bulunan kabrinin yeri günümüze kadar muhafaza edilmiştir. Nitekim vefatından bugüne kadar her yıl etraftaki yörükler tarafından büyük kazanlarda pişirilen pilavlar misafirlere ikram edilir ve böylece Osman Gazi ölümünün yıl dönümünde yâd edilir. İnşallah bu hâl kıyamete kadar da devam edecektir.

Hakkı müdafaa ve haksızlıkları bertaraf etmek için onların bir elinde kılıç, diğer elinde de hikmet ve adalet vardı. Dehâlârı ve himmetleriyle medeniyet ve insâniyet namına binlerce asar-ı aliyeyi vücuda getiren şanlı ecdadımız, kıyamete kadar payidar olacaktır ve olmaya da layıktır.

Burada şu ibretli vakayı anlatmadan geçemeyeceğim:

Osmangazi daha genç iken, Peygamber Efendimiz’in (sav.) neslinden gelen Şeyh Edebali’ye misafir olur. Gece istirahat için kendisine ayrılan odanın duvarında asılı olan Kur’an-ı Kerim’i görünce, “Ben bu Allah kelamının olduğu yerde nasıl yatarım.” diyerek ona hürmeten ellerini bağlar ve sabaha kadar Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunur. Sabaha yakın yorgunluktan gözleri kapanınca şöyle bir rüya görür: Bir ses ona şöyle der:

“Mademki sen Kur’an-ı Kerim’e hürmet ettin, senin evlatların da nesilden nesile şan ve şerefe nail olsun ve insanlar arasında hürmet görsünler.”

Bu durum sadece bir geceye has değildir. Zira Osman Bey, hayatı boyunca Kur’an’ın emirlerine imtisal etmiş ve onun ulvi hakikatlerini kendine rehber etmiştir.

“Dört yüz çadırlık bir aşiretin” Orta Asya’nın uçsuz bucaksız ve geçit vermeyen dağlarını aşarak Anadolu’nun yaylalarına yerleşip kısa bir zamanda küçük bir beylikten büyük bir imparatorluk hâline gelerek ismini tarihe altın harflerle yazdırması sadece maddi güçle olmamıştır. Osmanlıyı bu derece kudretli ve haşmetli yapan ulviyetin sırrı; onların kalplerinde Allah korkusunun mevcudiyeti, Kur’an’a karşı nihayetsiz derecede merbutiyetleri ve onun nurunun ve nihayetsiz feyzinin ruhlarında yerleşmesi, manevi bir güç olan İslamiyet’e sımsıkı sarılmaları, âlimlere karşı son derece hürmet göstermeleri, örf, adet ve mukaddesata bağlılıklarıdır.

Bediüzzaman Hazretleri de ecdadımızı şu ifadeleriyle meth-ü sena etmektedir:

“Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’anı ilân etmişsiniz. Millîyetinizi, Kur’ana ve İslamiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müdhiş tehacümatı def’ettiniz, tâ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي يَأْتِي اللّه سَبِيلِ اللّه âyetine güzel bir mâsadak oldunuz.”1

“…Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar.”2

Evet, Osman Gazi beyliğin başına geçtiği zaman etrafı Şeyh Edebali, Şeyh Mahmud, Ahî Şemsüddin, Dursun Fakih, Kasım Karahisari, Şeyh Muhlis Karamani ve Elvan Çelebi gibi ilim ve irfan sahibi olan gönül sultanları tarafından sarılmış ve devlet manevi bir temel üzerine bina edilmiştir. İslam fıkhına derin bir vukufiyeti olan Dursun Fakih Osmanlı kadısı olarak tayin edilmiş, fetva ve dava işlerine bakmaya başlamış ve böylece Osmanlının ilmiye ve hukuk sisteminin temeli atılmıştır. Diğer taraftan Osmanlı devletinin manevi önderi olarak kabul edilen ve tasavvuf terbiyesi ile yetişmiş olan Şeyh Edebali’nin de devletin yapılanmasında büyük hizmetleri ve gayretleri olmuştur.

Birçok kaynaklarda 1206 yılında Karaman’da dünyaya geldiği söylenen Şeyh Edebali, ilmini Şam’da tamamlamıştır. Tefsir, hadis ve özellikle İslam hukuku alanında derin bir bilgiye sahip olan Edebali 1326 tarihinde Bilecik’te vefat etmiştir.

Evet, Osman Gazi âlimlere karşı son derece hürmetkâr davranmış, çocuklarına İslam âlimlerine hürmet etmelerini, onlara her türlü konuda yardımcı olmalarını ve her işlerinde onlarla meşveret etmelerini tavsiye etmiştir. Onun bu vasiyetine layıkıyla uyan bütün Osmanlı sultanları da, âlimlere son derece hürmetkâr davranmış, fethettikleri yerlerde cami, medrese, zaviye, imarethane, darülkura ve türbeler yaptırmışlardır. O büyük ve müstesna âlimler de İslamiyet’in ulviyetini ve kutsiyetini anlatarak nefisleri tezkiye, kalpleri tasfiye edip, ruhlara inkişaf ve akıllara istikamet vererek nice insanların irşadına vesile olmuşlardır.

Osman Gazi, son derece dindar, adaletli, cömert, hikmet sahibi ve takva ehli idi. Siyasette ve harp sanatında gayet mahir olan Osman Gazi, fevkalade şecaatli, cesur ve dirayetli biri idi. Aynı zamanda kanaatkâr ve dünya cazibesine aldanmayan müstesna bir kişi idi. Onun bu hasletlerini düşmanları bile tasdik ve itiraf ederdi. Ahirete irtihâl ettiği zaman bıraktığı miras ancak, fakir bir ailenin sahip olabileceği miktar kadar idi.

Osman Bey, başta oğulları olmak üzere, bütün erlerine, adalet ve insaf dersi vermekten geri durmazdı. Devleti oğlu Orhan Bey’e bıraktığı zaman; “ Dinimizin şanını koru…Tuttuğumuz yolu boş bir cenk yolu sanma!” diyerek ona en büyük vazifesini hatırlatmış oluyordu.

Osman Bey Selçuklulardan devraldıkları saltanat ve istiklal, onların kahramanlıklarının yanında, Allah’ın emirlerine imtisal ve kul hakkına göstermiş oldukları titizlikten dolayı asırlarca ihtişamını sürdürmüştür.

Osman Bey’in manevi mürşidi olan Edebali: “Sen ve senin zürriyetin, yeryüzüne hâkim olacak bir devlet kuracaksınız.” dedikten sonra, genç aşiret beyine kendi kızını vermek suretiyle onun o meşhur rüyasını fiilen de tabir etmiş oluyordu.

Garplı tarihçilerden Gibbon, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunda, devletin kurucusu Osman Bey’den bahsederken söylediği şu sözler çok dikkat çekicidir:

“Osman etrafını teshir eden bir şahsiyetti. Öyle bir şahsiyet ki, kendisine rekabet edecek olanlar veya üstün bulunanlar bile maiyetinde seve seve hizmet ederlerdi. Birçok orta kırattaki kimselerin yaptıkları gibi, rakiplerini aradan çıkarmak ve etrafına yalnız kendisinden aşağı simaları toplamak suretiyle üstünlüğünü meydana vurmak ihtiyacını duymazdı. Gerek kendini, gerek başkalarını inzibat altında tutmayı bilirdi. Bir bina kurucu, ancak binasından belli olur.”3

Evet, Selçuklulardan sonra asırlarca her yerde İslam’ın ve Kur’an’ın bayraktarlığını yapan, millîyetlerini İslamiyet’e kale ve siper eden, tarihe hak ve adaletiyle damga vuran Osmanlılar, yetmiş iki milleti hâkimiyetleri altında bulundurdukları hâlde, Kur’an’dan aldıkları iman ve feyiz ile başka din mensuplarının mabetlerine, inançlarına, giyimlerine, lisanlarına kısaca yaşantılarına karışmadıkları gibi, onlara geniş hak ve hürriyetler tanımışlardır.Bernard Lewis şöyle der:

“Osmanlı, İslam konusunda öylesine samimiydi ki, âdeta kendi varlığını İslam’la özdeşleştirmişti. Ülkesinin adı Osmanlı ülkesi değil, Memalik-i İslamiye idi, hükümdarın adı padişah-ı İslam’dı, ordusunun adı asakir-i İslâm’dı, din adamlarının adı Şeyhülislâm’dı.”4

Hem mesela; Araplara asırlar boyunca hâkim oldukları hâlde onların örf ve âdetlerine müdahâle etmedikleri gibi, her sene bütçeden pay ayırarak ‘sürre alayları’ ile özellikle Mekke ve Medine’ye yardımda bulunmuş ve onlara hizmet etmişlerdir. Bütün bunlar tarihle sabittir.

Osmanlılar bir taraftan sanayi ve ticarette diğer taraftan da maarif ve ilimde ilerlediler. Medreselerde insanları cehaletten kurtarıp, İslam dinini hakkıyla anlatan ilim ve irfan erbabı binlerce âlim yetiştirdikleri gibi, tekke ve hangâhlarda ise; milleti tenvir ve irşad eden birçok mürşitler yetiştirdiler. Bununla birlikte başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde beşer takatinin fevkinde azami bir gayret ile birçok şehirde haşmetli ve müzeyyen camiler, mescitler, kışlalar ve saraylar inşa ettiler, asırlar boyunca dünyâda eşine rastlanmayan, her yönüyle mükemmel bir medeniyet kurdular.

Yine, dört yüz yıl Osmanlıların hâkimiyetleri altında bulunan Balkanlar’da da ciddi manada hiçbir terör ve anarşi hadisesine meydan verilmemiş, onların huzur ve asayişleri sağlanmış, mabetlerine, örflerine ve yaşantılarına asla müdahâle edilmemiştir.

Hâlbuki, fetihten evvel insanların zulüm altında inim inim inledikleri tarihçe sabittir. Şark ve Garp’ta büyük fütuhatlar ile gittikleri yerlere adalet, ilim, ahlâk ve şefkat gibi güzel meziyetler götüren Osmanlılar, orada yaşayanların kalp ve vicdanlarını da fethetmişler ve bu sayede birçok insanın Müslüman olmasına vesile olmuşlardır. Issız sahraları ve geçit vermez çölleri aşarak eşsiz bir medeniyet vücuda getiren, cehalet ve zulümat dikenlerini ortadan kaldırarak yerine, marifet ve adalet çiçekleri eken ecdadımız, başta Bosna Hersek olmak üzere o bölgelerde medrese, camii ve köprü gibi birçok eserler inşa etmişlerdir.

Birinci Cihan Harbinden sonra, o topraklar elimizden çıkmasına rağmen, oralarda yaşayan hâlkın Osmanlıları hâlâ büyük iştiyak ve hasretle andıklarını büyük bir memnuniyetle duymaktayız. Ayrıca Trablusgarp’daki Cezayirlilerin boyunlarına muska diye Osmanlı parası taktıkları bilinen bir hakikattir.

XVI. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin gelişmesini engellemek için Türk orduları ile savaşmış ve bundan dolayı Katolik Avrupa tarafından kendisine “Hristiyanlığın şövalyesi” unvanı verilmiş olan Boğdan Beyi Büyük Stefan ölüm döşeğinde, evlatlarına şu ibretli nasihati yapmıştır:

“Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız. Asla Rus’a yanaşmayın, onlar, sizi yok ederler. Kendinizi Osmanlılara emanet edin, onlar adil ve merhametlidirler.”

Osmanlı devletinde millîyet, cins, zümre yahut din farkı gözetmeden herkesin eşit olduğu bir adalet anlayışı vardır. Bu adaletin sadece insanlara has olmayıp, kurda, kuşa, toprağa ve suya şamil bulunduğunu ve bu yüzden; Osmanlı kanunnamelerinde

“… ve ayağı yaramaz beygiri işletmeyeler. At, katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler ve ağır yük urmayalar, zira dilsüz canavardurlar, her kangısında eksük bulunur ise sahibine tamam itdüre, eslemeyanı tamam gereği gibi hakkından geline ve hammallar ağır yük urmayalar, mütearef (örf) üzere ola…”

diye hükümler konularak bu meselenin beygirin sakat ayağından eşeğin semerine kadar gözden uzak tutulmadığı detaylarıyla yazılmıştır.

Bizler de o şanlı ecdadın torunları olarak, şan ve şerefle yaşamak, madden ve manen terakki etmek istiyorsak, onları yücelten ruh ve manayı ferdi ve içtimaî hayatımıza tatbik etmek mecburiyetindeyiz.

Bu vasıflar sayesindedir ki, Osmanlılar altı asır boyunca dünyaya hâkim olmuş ve hükmetmişlerdir. Adalet mekânizmasını tam olarak işletmişler, bayrağı altındaki muhtelif kavimlerin aralarında adalet ve eşitlik esaslarını korumaya gayret göstermişlerdir. Bu adalet sayesinde kuvvet ve kudret kazanmışlar, hoşgörüde insanlık âlemine numune olmuşlardır. Osmanlılarda en haşmetli hükümdarlarla en âciz fertlerin, huzur-u mehâkimde müsavi olduğu tarihle sabittir. Onlar bu sayede cihanşümul bir devlet olmuşlardır. Fethettikleri ülkelere sevgi, barış ve huzur götürmüşlerdir. Kur’an-ı Kerim’in,

“Ey iman edenler! Adil şahitler olarak Allah için hakkı ayakta tutun…”5

ayetini kendilerine rehber etmişler, savaş zamanlarında bile adaletten ayrılmamış, düşmanlarına karşı merhametle davranmışlardır. Bu merhametli davranış sayesinde insanların kalplerinde muhabbete dayalı hâkimiyetlerini devam ettirmişler. Böylece cihanı kucaklayan şevket ve saltanatları bütün haşmet ve şaşaasıyla asırlarca devam etmiştir. Yakın tarihimizde vuku bulan Çanakkale Savaşında âlicenap askerlerimizin kendilerini öldürmeye çalışan düşman askerlerini esir ettiklerinde onlara karşı gösterdikleri muameleler de bunun en büyük şahididir.

Tarih yapraklarını çevirip ibretle atf-ı nazar edersek, ecdadımızın insanlığa ettikleri maddi ve manevi hizmetler ile başta Asya olmak üzere fethettikleri yerleri nizam altına alarak ilim ve marifet ile süslendirdiklerini görürüz.

Osmanlı Kanunnameleri, İslam hukukunun temeline dayanmakla beraber, devletin işlerini tanzim eden bu kanunlar, millî ve manevi esaslar ile beraber yürümüştür.

Mazisi derin, tarihi şanlı ve ihtişamlı ve nice ulvi meziyetlerle dolu olan bu muhteşem devlet-i aliye-yi Osmaniye ile ne kadar iftihar etsek azdır. Burada bir hatıramı nakletmek isterim:

1976 yılında hacca gitmiştim. Cidde radyosunda çalışan Avukat Bekir Berk’i ziyaret etmek için, Abdulkadir Badıllı, Ahmet Apay ve Hacı İshak Efendi ile beraber, radyo binasına gittik. Görevliler, Bekir Berk’le görüşebilmemiz için müdür beyden izin almamız gerektiğini söylediler. Biz de izin almak için müdür beyin yanına gittik. Müdür bey bizi içeri buyur etti ve ziyaret sebebimizi sordu. Bekir Bey’i görmek istediğimizi söyleyince hemen Bekir Bey’e haber gönderdi. Uzun bir muhabbetten sonra konuştuğumuz mevzu gereği müdür bey, Fatih Sultan Mehmed’i medh ü sena ettikten sonra şöyle dedi:

“İslamiyet her ne kadar Mekke ve Medine’de nazil oldu ise de onun dünyaya yayılmasını, layıkıyla, sizin ecdadınız yaptı. Böylece Peygamber Efendimizin (sav.) ‘Elbette İstanbul fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden asker ne güzel asker.’ müjdesine sizin ecdadınız mazhar oldu.”

Ertesi gün Hacı İshak Efendi ile beraber Arafat’a gitmek üzere bir taksiye bindik. Ben taksi şoförüne iltifat için; “Siz Araplar vaktiyle dünyanın efendisi idiniz.” dedim. Şoför benim bu sözlerime itiraz ederek celalli bir şekilde şöyle dedi:

“Hayır hayır! Asıl efendi ilim, irfan ve adaletleriyle İslamiyet’e büyük hizmetler yapan ve onun ulvi hakikatlerini dünyanın dört bir yanına götüren sizin ecdadınızdır.” Şoförün bu sözlerinden ziyâdesiyle memnun ve mesrur oldum ve yanımda bulunan Hacı İshak Efendi’ye dönerek şöyle dedim:“Dikkat ettiniz mi makam sahibi olanı da şoförü de aynı şeyi söylüyor.”

Evet, ilim ve irfanlarıyla insanlık âlemini ihya ve irşat ederek insanları derin gaflet uykusundan uyandıran ve cihanda ebede kadar sönmeyecek bir şule-i marifet yakan Geylaniler, Şah-ı Nakşibendiler, Yesevîler, Gazalîler, Rufailer, Taftazanîler, Mevlânalar ve Fahreddin Razîler de Osmanlı devletinin manevi teşekkülünde rehber aldığı müstesna şahsiyetlerdir. İla-yı Kelimetullah gibi mukaddes bir dava uğruna büyük bir aşk ve şevkle meydanı mübarezeye atılanSaltuk Beyler, Baburşahlar, Tuğrul Beyler, Gündüz Alpler, Alparslanlar ve Harzemşahlar gibi nice cihanbaha kahramanlar Türkistan’ın yâdigârıdırlar.

Hem, İslamiyet’i hakkıyla ders veren, insanları cehaletin taassubundan kurtaran, hurafatın karanlık gecelerinden, ilim ve irfan sabahına çıkaran Anadolu’yu harekete getiren ve bereketlendiren Horasan er ve erenleri ve Maveraünnehir uleması o bereketli toprakların meyvesidir.

Milletini evc-i kemalâta, fazilet ve marifete îsal etmiş, parlaklıkta güneşe rekabet edecek kadar fûyuzat-ı ilahiyeye mazhar olmuş ve âlemin gıpta ve hayranlıkla taktir ettiği bu müstesna şahsiyetler, bu nevvar dimağlar ve ateşin ruhlu kahramanlar kıyamete kadar şayan-ı takdir ve hürmetle yâd edilecektir.

Hem yine irfan âleminde derin izler bırakan, âlem-i insaniyete şerefler bahşeden, ruhlarda ve fikirlerde büyük tesirler bırakan o Semerkânt ariflerinin, Buhara mürşitlerinin, Belh mutasavvıflarının medreselerinde, tekkelerinde ve zaviyelerinde nice müstesna şahsiyetler yetişmiş ve bunlar Osmanlının ruhunda derin izler bırakmıştırlar.

Evet, yukarıda zikredilen kişilerin izinden giden ecdadımız büyük bir şevk ile Kur’an’a sarılmış, din-i İslam’ı akıl ve mantığın mizanıyla tetkik ve tahkik etmişlerdir. Onlar İslam dininin bütün beşeri hayır ve saadete, vahdet ve uhuvvete davet eden bir din-i fıtri ve umumî olduğunu yakinen anlamışlar, vifak ve ittihadı, nezahet ve nezafeti, hürriyet ve adaleti, şefkat ve merhameti, mürüvvet ve ihsanı onda görmüşler ve bu sayede nice fütuhatlar yapmışlardır.

Eğer bizler de ecdadımız gibi İslamiyet’in kudsi ve ulvi hakikatlerini dünyanın dört bir yanına yaymak istiyor ve bu mukaddes vazifeyi hakkıyla ifa etmek istiyorsak, Kur’an’ın hükümlerini ve sünnet-i seniyeyi ferdi ve içtimaî hayatımıza hâkim kılmamız lazımdır.

Hidayet ufkundan doğup dalalet ve sefahat karanlığını aydınlatan güneş gibi, Osmanlılar da adalet, şefkat ve merhamet gibi ulvi meziyetleriyle zulüm karanlıklarını izale ettiler. İşte o zaman ikbal sabahının ilk huzmeleri, devlet hilalinin ilk ışıkları cihanı kapladı. Zaman da onların sayesinde bereketlendi ve parladı. Başta Osman Bey olmak üzere Osmanlı soyunun yıldızlarla süslü kubbesinde, cihanı aydınlatan bu güneş nice ülkeleri iman, ahlak, fazilet ve adalet ile ziyalandırdı. Hakkı koruyan ve dinin ulvi hakikatlerini kendilerine rehber edinen Osmanlı padişahları, fethettikleri yerlerde güven ve adaletin temsilcisi oldular ve zulmün ve fenalıkların kapısına kilit vurdular. Dinin ve imanın saf akçelerini, irfanın parlak incilerini, insanlık âlemine kazandırmak için asırlarca cihat ettiler.

Osmanlı padişahları ki, cihanı koruyan adaleti kendilerine gaye edinmiş ve bu sayede huzur ve güveni sağlamışlardır. Zira onlar, adalet güllerini her dem taze tutmuşlardır. Şeriatın parlak pınarı onların gayretleri sayesinde asırlarca şarıl şarıl akmıştır. İslam’ın sağlam kalesinde gedik ve delikler açılmasına fırsat vermemişler, onu sağlam bir şekilde korumayı başarmışlardır. Sancakları üzerine;

“Zafer ve yardım ancak Azîz ve Hakîm olan Allah katındandır.”

ayetini yazmışlardır. Zafer ayetleriyle süslü olan bu sancak, cihanın birçok yerinde asırlarca şan ve şerefle dalgalanmıştır. Takva ve istikametle süslenen hilafet ve saltanatları, adalet güneşiyle ışıklandırılmıştır. Onların adalet rüzgârları cihanı kaplamış ve kerem çeşmeleri insanlık için emel pınarları olmuştu. Marifet güneşi, onların gönül bahçesini güllük ve gülistanlık etmişti. Vakar, azim, sebat, sabır, celadet, cesaret, şecaat ve marifet gibi ulvi cevherler onlarda cem olmuştu.

Bütün bu saltanat ve ihtişama rağmen, her şeyden ibret ve hisse almasını bilen padişahlar, bu fani dünyanın geçici güzelliklerine aldanmadılar. Her doğuşun arkasından bir batışın, her yücelikten sonra bir çöküşün olacağını çok iyi idrak ettiler.

Osmanlı sultanlarının her birisi yapmış oldukları maddi ve manevi hizmetleri yanında birçok meziyetler ile de gelecek nesillere örnek olacak müstesna şahsiyetlerdir. Evet, Sultan Bayezit-i Veli’nin salahat ve takvası, Murat Hüdavendigâr’ın şecaati ve ince basireti, Şark ve Garb’ın hükümdarlarına ve prenslerine istinadgâh noktası olan Kanuni Sultan Süleyman’ın dünyaya parmak ısırtan fütuhatı, daha yirmi yaşlarında iken İstanbul’u fethederek Hz. Peygamber’in (sav.) hadisine mazhar olan Fatih Sultan Mehmed’in kahramanlığı ve Sultan Abdulhamid’in siyasi dehası. Onları hayırla yâd etmek, insani ve vicdani bir vazifedir.

Cenab-ı Hak cümlesinin kabrini pür nur eylesin ve onları cenneti âlâda cemetsin! Âmin…

MEHMED KIRKINCI – 2010

Dipnotlar:

1 Nursi, B.S. Mektubat.
2 Maide Suresi, 5/54.
3 Herbert Adams Gibbons, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu (Çev. Bülent Arı), İstanbul 1998.
4 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (Çev: Metin Kıratlı) , V. Baskı, Ankara 1993.
5 Nisa Suresi, 4/135.

Şeyh Edebali Kimdir?

Kaynaklarda Ede Şeyh diye de geçen bu maneviyât eri, Karaman’da dünyaya gelmiştir. Asıl adının İmâdüddin Mustafa bin İbrahim bin İnac el-Kırşehrî olduğu bazı kaynaklarda yer almaktadır.

Hanefi hukukçusu Necmeddin Ez-Zâhidî’den fıkıh ilmini öğrenen Edebalı, sonradan Şam’a giderek oradaki âlimlerden İslâmî ilimler dersini tamamladı. Şam’dan döndükten sonra kendisini tasavvufa veren Şeyh Edebalı, Bilecik’te bir zaviye kurdu ve halkı irşada başladı.

İşte bu sırada âlimleri ve maneviyât erlerini çok seven Osman Bey ile tanıştı ve ona dinî ve idarî konularda danışmanlık yaptı.

  şeyh edebalı ve osman gaziBir seferinde Osman Bey, Şeyh Edebalı’nın zaviyesinde misafir kaldığında, herkesin dilden dile naklettiği ve bazı tarihçilerin de Ertuğrul Gâzî’ye isnad ettiği meşhur rüyasını görmüştür. Bu rüyaya göre, Şeyhin koynundan çıkan bir ay Osman Gâzî’nin koynuna girer; aynı anda göbeğinde bir ağaç biter ve gölgesi bütün dünyaya yayılır; ağacın altından dağlar yükselir ve dağlardan da ırmaklar akmaya başlar. Bu rüyasını Şeyh Edebalı’ya anlatan Osman Gâzî’ye Şeyh’in cevabı aynen şöyledir: “Hak Te’âlâ sana ve nesline padişahlık verecek. Mübarek olsun. Kızım da senin helâlin olacak”.

 Daha önce belirttiğimiz gibi, bazı kaynaklara göre, Şeyh Edebalı’nın Osman Gâzî

İle evlendirdiği kızının adı, Mal Hâtun’dur Ancak Sultân Orhan’a ait bir vakfiyeden öğrendiğimize göre, Şeyh Edebalı’nın kızının adı Rabî’a Bâlâ Hâtun’dur. Dolayısıyla Sultân Orhan’ın annesi, bir Selçuklu veziri olan Ömer Bey’in kızıdır. Şeyh Edebalı’nın kızı Bâlâ Hâtun’un oğlu ise Şehzade Alâ’addin’dir.

 Şeyh Edebalı, Vefâiyye tarikatına mensuptur ve aynı zamanda Anadolu Ahilerinin reislerindendir. Vefâilik ise, Şâzelî Tarikatının bir koludur. Bektaşi veya Haydarî tarikatı ile hiç bir ilgisi yoktur. Bektaşi menkıbelerine dayanarak böyle bir irtibat kurmak yanlıştır. Osmanlı Devleti’nin ilk kadı ve müftüsüdür demek daha doğrudur. Zira Dursun Fakih, Şeyh’in talebesidir ve Osmanlı Devleti’nin ikinci kadısıdır. Çandarlı Kara Halil’in de bu zatın talebeleri arasında bulunduğu söylenmektedir. Netice olarak, Şeyh Edebalı’nın Bektaşilik veya Alevîlikle ilgisi yoktur.

 Şeyh Edebalı 1326 veya 1327 yılında Bilecik’te vefat etmiştir. Belgelerden öğrendiğimize göre, son zamanlarında kızı ve torunu Alâ’addin Bey ile Bilecik’te oturan Şeyh Edebalı’ya Kozağaç Köyünün vergi gelirleri tahsis edilmiş ve kızı Rabî’a Bâlâ Hâtûn da burayı vakfetmiştir. Bilecik’te Şeyh Edebalı Zaviyesinde türbesi olup burada Osman Gâzî’nin hanımı ile birlikte Edebalı’nın hanımı, Şeyh Edebalı, Dursun Fakih, zamanının büyüklerinden Molla Hattab-ı Karahisarî, Şeyh Muhlis Baba ve Şeyh Edebalı’nın bazı yakınları defn olunmuşlardır.

 Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ

BİLİNMEYEN OSMANLI

 Şeyh Edebali’nın Osman beye vasiyeti;

Ey Oğul!

 Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana… Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..

 Ey Oğul!

 Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teâlâ yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize vaat edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.

 Oğul!

 Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın! Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.

 İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve

adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir…

 Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki âlime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.

 Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözü pek) derler.

 En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar.. (Bu nasihat Osmanlıyı 600 sene yaşatmıştır.) İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!..

 Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı… Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!..

 Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!

 Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.

 Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.

 Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.

Derleryen: Çetin Kılıç / Lüleburgaz

Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey Kimdir? (1258-1324)

Osman Bey hakkında özet bilgi verir misiniz? Kaç hanımı, kaç çocuğu vardı ve zamanında mevcut olan büyük âlimler kimlerdi? Osmanlı toprakları onun zamanında ne kadar büyüdü?

Osman Bey, Osmanlı Devleti’ni ve Osmanoğullarını kuran ve adını devletine ve soyuna vermiş bulunan ilk Osmanlı Sultânıdır. Kendisine Kara Osman, Fahruddin ve Mu’înüddin de denmiştir. Osman Gâzî, hayatının sonuna kadar emîr yani bey olarak anılmıştır; vefatından sonra Hân ve Sultân denmiştir. Çünkü hayatının sonlarına doğru uc beyi olmuştur.

 Osman Bey, 1258 tarihinde Söğüd’de veya Osmancık’da dünyaya geldi. Babası Ertuğrul Gâzî ve annesi Halîme Hâtun’dur. 24 yaşındayken babasının yerine geçti. Osman Gâzî, önce Kastamonu’daki Çobanoğullarına, sonra da Kütahya’daki Germiyanoğullarına bağlı idi. Onlar da Selçuklu Sultânına bağlıydılar.

  İlk evliliği, 1280 civarında, Sultân Orhan’ın annesi ve Selçuklu vezirlerinden Ömer Abdülaziz Beyin kızı olan Mâl Hâtûn iledir. 1289 yılına doğru Şeyh Edebali’nin kızı Rabî’a Bâlâ Hâtûn ile evlenince, nüfuzu ve kudreti arttı. Bu hanımından da Şehzade Alâ’addin dünyaya geldi.

1281 yılında babasının yerine aşiret beyi olan Osman Bey, bir görüşe göre, Selçuklu Sultânı II. Gıyâseddin Mes’ûd’un 1284’de Söğüd ve çevresinin kendisine tahsis edildiğine dair olan fermanı ve yanında hediye ettiği ak sancak, tuğ ve mehterhane ile uc beyi olmuştur. 1288 veya 1291 tarihinde Karacahisâr’ı fethetmesi ve Dursun Fakih’e kendi adına hutbe okutması, Osman Bey’in yarı istiklâlini kazanması demektir.

 Osman Gâzi’nin Bizans sınır şehirlerini birer birer fethetmesi üzerine telâşa düşen Bizanslılar onu ortadan kaldırmak için bir düğün vesilesiyle bir baskın hazırlarlar. Baskına baskınla cevap veren Osman Bey, 1299 yılında Yarhisâr ve Bilecik’i fethetti ve beylik merkezini Bilecik’e nakletti ve fitneye sebep olan Yarhisâr Tekfurunun kızı Nilüfer’i (Holofura’yı) oğlu Orhan ile evlendirdi. Bu tarih, daha önce açıklanan sebeplerle Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılı kabul edildi.

 27 Ocak 1300’de Selçuklu Sultânı III. A-lâ’addin Keykubad’ın saltanat alâmeti olan tabi, alem ve tuğu Osman Beye bir fermanile göndermesi ile artık Osman Bey müstakil bir uc beyi olmuştu.

 1301 yılında Bursa’ya yakın bir yerde Yenişehir’i kurdu ve saltanat merkezini buraya nakletti. Bu arada bütün bu fetihlerde kendisine yardım edenleri de unutmadı ve kardeşi Gündüz Bey’e Eskişehir’i; oğlu Orhan Bey’e Sultânönü’nü; Hasan Alp’a Yarhisâr’ı; Şeyh Edebalı’ya Bilecik’i ve Turgut Alp’e İnegöl’ü verdi ve Edebalı’nın torunu Alâ’addin’i yanında götürdü. 1308 yılında İlhanlı Hükümdarı Ahmed Gazan tarafından Selçuklu Devletine son verilince Osmanlı Devleti tamamen müstakil hale geldi.

 1313’de Harmankaya Hâkimi Köse Mihal Bey’in Müslüman olmasıyla Mekece, Akhisar ve Gölpazarı Osmanlının eline geçti. 1320 yılından itibaren çevrede fazla görünmeyen Osman Bey, 1324 yılında beyliği oğlu Orhan Bey’e devretti.

 1324 yılı Şubat ayında Bursa’nın fethini görmeden 67 yaşında vefat eden Osman Bey, vasiyeti üzerine, geçici olarak gömülü bulunduğu Söğüd’den alınarak 2.5 yıl sonra 1326 yılında Bursa’daki Gümüş Künbed’e defn olunmuştur.

 Babasından 4800 km2 olarak aldığı toprakları 16.000 km2’ye çıkaran Osman Bey’in Orhan ve Alâ’addin dışındaki çocukları şunlardır: Fatma Hâtûn, Savcı Bey, Melik Bey, Hamîd Bey, Pazarlı Bey ve Çoban Bey.

Bugünkü mülkî taksimata göre, Osman Bey zamanında Osmanoğullarının ülkesi, Bilecik, Eskişehir merkez, Sakarya’ya bağlı Geyve, Akyazı ve Hendek, Kütahya-Domaniç ve Bursa ilinin Mudanya, Yenişehir ve İnegöl ilçelerini kapsıyordu.

 Osman Bey zamanındaki büyük âlimler ve şeyhlerden bazılarını da hatırlatmakta yarar vardır: Âlimlerden en önemlileri Mevlânâ Şeyh Edebalı, Dursun Fakîh ve Hattâb bin Ebî Kasım Karahisârî’dir. Maneviyât reislerinden ise, Şeyh Muhlis Baba, Şeyh Âşık Paşa, Şeyh Ulvân Çelebi, Şeyh Hasan Çelebi ve Baba İlyas mutlaka zikredilmelidir

 Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ

BİLİNMEYEN OSMANLI