Etiket arşivi: Osman Nuri Topbaş

Ecdadımızın Devrinde Vakıf Hizmetleri

Efendim, vakıf müessesesi ne zaman ve nasıl başladı?

-Rivâyete göre Hazret-i İbrâhim, kendisini imtihan için insan sûretinde gelen Cebrâîl -aleyhisselâm-‘ın Cenâb-ı Hakk’ı üç kere zikri karşısında vecde gelir. Bütün sürülerini ona hibe etmek ister. Cebrail -aleyhisselâm-‘ın, kendisinin bir melek olduğunu söylemesi ve sürüleri Hazret-i İbrahim’e iade etmesi üzerine, İbrahim -aleyhisselâm- sürülerini tekrar kabul etmek istemez, o sürüyü satar ve geniş bir arâzî alarak, bu araziyi Müslümanların istifâdesine sunar. Böylece ilk vakıf, bilebildiğimiz kadarıyla, İbrâhim -aleyhisselâm- ile başlamış olur.

Peygamber Efendimiz -sallallahü aleyhi ve sellem-:
“Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin!” buyurmuşlar ve kendileri de Medine-i Münevvere’de sahibi bulundukları yedi ayrı hurmalığı vakfetmişlerdir. Fedek ve Hayber’in fethinden sonra, buralarda kendi hisselerine düşen hurmalıkları da Allah yolunda vakfetmişlerdir.

Peygamber Efendimizin bu hâlini gören ashâb-ı güzîn de ellerindeki pek çok mal ve mülkü vakfetme yarışına girmişlerdir. Hazret-i Cabir, Ashabın bu coşkusunu şöyle anlatır:
“-Muhâcir ve ensârdan imkan sahibi olup da vakfı bulunmayan tek kişi bilmiyorum.”

Ecdadımızın devrinde vakıf hizmetleri hakkında bilgi verir misiniz?

-Ashâbın infâk seferberliğinden nasîb alan Osmanlılar, vakıf mevzûunda pek büyük hizmetlerde bulundular. Vakıflar, en büyük gelişmeyi Osmanlı devrinde yaşadı. Osmanlılar’da vakıf, millet sayesinde kazanılan serveti, tekrar o toplumun istifâde ve hizmetine sunan birer vefâ müessesesi şeklindedir. Bu müesseseler, merhamet ve insâniyeti öne çıkaran bir anlayışın ortaya koyduğu gönül mahsûlü eserlerdir.

Bu aziz millet, binlerce vakıfla toplumu şefkat ve merhametle bir ağ gibi örmüş ve âdeta sarılmadık yara bırakmamıştır. Câmî, mescid, tekke, medrese, kervansaray, han, hamam, dâru’ş-şifâ, kuyu, su yolları, su kemerleri, çeşme ve sebiller, yollar, kaldırımlar, iskeleler, deniz fenerleri, ve benzeri pek çok hizmet müessesesinin inşası, tamir ve her türlü ihtiyaçlarının temini, vakıflar eliyle gerçekleşmiştir.

Toplumun geneline hitap eden bu hizmetlerin yanı sıra, daha çok muzdarip ve mahzun gönüllerin îmarına hizmet eden husûsî vakıflara da büyük önem verilmiştir. Bunlar, esir ve köle âzâd etmek, fakirlere yakacak te’mîn etmek, efendileri tarafından azarlanmaması için, hizmetçilerin kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak, yetim kızlara çeyiz hazırlamak, borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, fakir ve kimsesizlerin cenâzesini kaldırmak, bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek… gibi daha pek çok hususta toplumun ihtiyaç sahiplerini kucaklamıştır. Bugün bu duygu derinliğine hayalimiz bile varamaz. Bunlar incelmiş ve zarifleşmiş büyük rûhların mahsulleridir.

Osmanlı’da vakıf duyarlılığı o kadar zirveleşmişti ki, insanlara hizmet kemâl noktasına ulaştıktan sonra hayvanlara da hizmet çığırı açılmıştır. Yaralı kuşlara, hasta hayvanlara bile tedavi merkezleri kurulmuştur. Kış aylarında kuşların beslenmesi, göç edememiş olan hasta ve garîb leyleklerin bakımı ve tedâvîsi gibi uzayıp giden daha pek çok maksadla muhtelif vakıflar te’sîs edilmiştir.

Osman Nuri Topbaş ile yapılan röportajdan…

osmannuritopbas.com

İslâm Nazarında Zengin Olmanın Yeri Nedir?

İslâm nazarında mülk ne demektir?

İslâm’da mülk, gerçek mânâda ne fertlerin ne de toplumundur. Mülk ancak Allâh Teâlâ’nındır. Kula, belirli bir zaman dilimi içerisinde ve muayyen şartlar çerçevesinde, bu mülkte tasarruf hakkı verilmiştir. Bu bakımdan kul, sâhip olduğu mülkü istediği gibi keyfince kullanamaz. Mülk, gerçek sâhibinin, yâni Cenâb-ı Hakk’ın gösterdiği istikâmette sarfedilmelidir. Bu demektir ki servet sâhibi, istifâde ettiği dünya nîmetlerinden muhtaç ve muzdaripleri de, İslâm’ın belirlediği ölçüler dâhilinde kendine ortak etmek mecbûriyetindedir. Bunda gâye, elinden, dilinden, malından başkalarının emin ve müstefîd olduğu bir mümin olabilmektir. Bu keyfiyet, servetin, Allâh Teâlâ’nın kuluna verdiği bir emâneti olduğu idrâkine ermenin bir neticesidir. Aksi istikâmette kullanılırsa emânete hıyânet olur ve bugün toplumun müştekî olduğu çeşitli istismarlar vücud bulur.

İslâm nazarında servet sâhibi yâni zengin olmanın yeri nedir?

İslâm, insanları meşrû bir sûrette servet sâhibi olmaya teşvik eder. İslâm’ın beş temel esâsından ikisi ancak dînen zengin sayılan kimselere farz kılınmıştır. Bunlar hac ve zekât ibâdetleridir. Bunun mânâsı meşrû bir sûrette zengin ol, zekât ver ve hacca git demektir. Diğer taraftan Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-: “Veren el, alan elden üstündür.” (Buhârî, Zekât, 18) meâlindeki hadîs-i şerîfleriyle, veren kişi olmayı teşvik ederek, imkân nispetinde “alıcı değil, verici olmayı” tercih etmemizi telkin buyurmuşlardır.

Osman Nuri Topbaş / (Vakıf – İnfak – Hizmet)

Vakıf Malında Ne Gibi Hassasiyet Gereklidir?

Vakıf gelirleri, farklı farklı ve çok sayıda şahısların mal ve mülkünden oluştuğu için, yersiz tasarruflarda helalleşecek bir mercî yoktur. Helalleşme işi, kıyâmete kalır.

Diğer taraftan âyet-i kerîmede:
“Mallarında, isteyene ve (isteyemediği için) mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar…” (Zâriyât, 19) şeklinde ifade buyurulan bu kimseler, iffeti dolayısıyla isteyemeyen nezih insanlar, belli bir terbiye görmüş kimselerdir. Bu mahrumları ihmal etmemek lâzımdır. Onların dış görünüşlerine bakıp, bunların ihtiyaçları yoktur, diyerek geri dönülmemelidir.

Yani, ciddi bir araştırma gerekmektedir. Çünkü özellikle farz bir ibadet olan zekâtta “taharrî: araştırma” şarttır. Zaten araştırma yapılmazsa ve zekât yerine gitmezse, o zekâtı yeniden vermek lazımdır. Zira zekâtın iki şartı vardır:
1. Taharrî, yani araştırmak.
2. Temlîk, yani mülkiyetini muhtâca devretmek.

Vakıflara veya hayır derneklerine verilen zekatlarda “araştırma mes’ûiyeti” tamamen müesseseye aittir. Müessesenin bu işle vazifeli kimseleri, gidip mahallinde araştırma yapmalı, zekat verilecek kimselerin durumunu mahallenin muhtarından, caminin imamından, yani ehlinden tedkîk etmelidirler. İmkan olursa evine de bir ziyaret gerçekleştirmelidir. Çünkü zaman zaman hayır müesseselerini, bazı şuursuz insanlar istismar edebiliyor. Bu kadar araştırmadan sonra -Allâhu a’lem- bir mes’uliyet kalmaz. Yani araştırma yapılıp verilen paralarda, bunların zekâta muhtaç olmadıkları sonradan ortaya çıkarsa, zekâtı tekrar iade etmek icab etmez.

Tabii zekât yalnızca şahsa verilir, temlîk şarttır. Hükmî şahıslara zekât verilmez. Bütün camiler, mektepler, Kur’ân Kursları, hastaneler zekâtla değil, infakla yapılır.

Vakıfların, maksadına matuf kullanılmaları hususundaki ciddiyetin daima hatırda tutulması bakımından umûmiyetle vakfiyelerin ya başında veya sonunda hem hayır dua, hem de beddua vardır. Hayır dua, vakfa hizmette kusur etmeyenler içindir.

Vakıf malında hassâsiyet ve onun muhâfazası çok mühimdir. Nitekim Sâlih -aleyhisselâm-‘a mûcize olarak verilen deve, kimsenin mülkiyetinde değildi. Bir vakıf malıydı. Sütü, bir sebîl gibiydi. Sâhibi de Cenâb-ı Hakk’dı. Fakat azgın kavim, deveyi öldürerek vakıf malına ihânet ettiler. Neticede helâke dûçâr oldular.

Halk ağzında kıssadan hisse olarak anlatıla gelen Süleymân -aleyhisselâm- ve serçe kuşu arasında geçen şu hâdise de çok ibretlidir:
Birgün Hazret-i Süleymân -aleyhisselâm-, serçe kuşunu (veya Hüdhüd kuşunu) azarlamıştı. Bunun üzerine serçe, Süleymân -aleyhisselâm-‘ı tehdîd etti:
“-Senin saltanatını mahvederim!” dedi.
Süleymân -aleyhisselâm-:
“-Senin cüssenle mi benim sarayımı mahvedeceksin?!..” dedi.
O küçük kuş, şöyle cevap verdi:
“-Kanatlarımı ıslatır ve bir vakıf toprağına sürerim. Sonra da kanatlarıma bulaşan vakıf toprağını senin sarayının damına taşırım. Böylece benim taşıdığım o vakıf toprağı, senin sarayını çökertmeye yeter!..”

Kıssadan hisse olarak bu hâdise, vakıf mallarının ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermesi açısından pek mühimdir.

Nitekim büyüklerimiz; “Vav’lardan (yani vallâhi diyerek lüzumsuz yere yemin etmekten, mes’ûliyet şuur ve hassâsiyeti taşımayan bir vâli olmaktan, hakkını îfâ edemeyen bir vâsî olmaktan ve gâyesine uygun sarf edilmediği takdirde ağır bir vebâli mûcip olan vakıf malından) kaçının; mes’ûliyetinden korkun!..” buyurmuşlardır.

Bu hassasiyet insanları vakıf malından uzaklaştırmalı mıdır?

Ancak bu ifâdedeki mânâyı doğru anlamak lâzımdır. Mesela gereğini ifa edebilecek imkan ve liyâkat sahibi kimselerin vakıf hizmetlerinden müstağnî kalması da, büyük bir vebâli mûcibdir. Burada korkmaktan maksad, bu müesseselerden istifâde edenlerin haklarının dikkatli tevzî edilmesi ve vakıf emlâkinin liyâkatle korunmasıdır.

Kula düşen, bu üçtimâî ibâdeti, aşk, şevk ve vecd dolu bir gönülle ve nezâketle îfâ edebilmektir. Mü’min karanlık bir gecenin mehtabı gibi derin, hassas, cömert, cesur, ince ruhlu, müşfik ve munsif olmalıdır. Mevlanâ, “Gönül, Kibriyâ’nın nazargâhıdır.” buyurur. İman bir gönül işidir. Merhamet bir gönül meyvesidir. Yeryüzündekilere merhamet edelim ki, gök yüzündekiler de bize merhamet etsin. Sınırsız güç ve kudret sahibi Rabbimiz, bu vesileyle bize acısın ve bizi affetsin. Âmîn!

Osman Nuri Topbaş ile yapılan röportajdan…

osmannuritopbas.com

Vakıfların Fertlere ve Toplumlara Ne Gibi Tesirleri Olmuştur?

Vakıflar, toplumun merhamet âbideleridir. İnfakların en güzel tevzî yerleridir. Bu itibarla toplumun huzur ve sükununu sağlamak gibi son derece ehemmiyetli bir vazife icra ederler. Yani kardeşlik duygularını güçlendirir, zengin ve fakir arasındaki kin ve husumeti kaldırırlar. Bugün buna ne kadar muhtacız…

Vakıfların en mühim faydalarından biri de, isrâf ve sefâhatten alıkoymasıdır. Bununla birlikte vakfın asıl gâyesi, Allâh’ın yüce rızâsına nâil olup âhiret selâmetine ermektir. Tâ başlangıcından beri vakıflar bu minvâl üzere kurulmuş, bu minvâl üzere devam etmiştir. Öyle ki bu gâye, “et-takarrub ilâllâh” (Allah’a yakınlık vesilesi) şeklinde vecîzeleştirilmiş ve vakfın sıhhat şartlarından biri olarak kabûl edilmiştir.

Bu itibarla mübârek ecdâdın ihlâsla kurduğu vakıflar, kıyâmete dek faâliyetlerinin devam etmesi duâ ve temennîsi ile te’sîs edilmiştir. Bugünkü toplumumuz dahî, o âlicenap ecdâdımızın müesseselerinin nîmetlerinden istifade halindedir. Câmîler, çeşmeler, askerî kışlalar, hastahâneler, hattâ içtiğimiz sular ve daha isimlerini sayamadığımız nice hayır hizmetleri, bugün onlardan kalan muazzez emânet ve hâtırâlardır. Vakıflar, tarihten günümüze âdeta, müstesna bir medeniyet menbâı olmuşlardır.

Vakıflarda hizmet eden şahısların nelere dikkat etmesi lazımdır?

Vakıf gibi ulvî bir müessesede vazife alan bütün şahıslar, bu mânevî hizmet yolunda Cenâb-ı Hak tarafından lütuf ve ikrâma nâil olmuş kimselerdir. Âdetâ onlar, bu ilâhî lutuf ve ihsanın bereketiyle vakıf hizmetine kabul edilmiş ve vazifelendirilmiş gönül hizmetçileri durumundadırlar. Bu şeref onlara kâfîdir. Bu yolun lütfen ve keremen kabul ve istihdam olunan hizmetçileri mesabesindedirler.

Vakıf mütevellîleri, farz olan zekâta da vekâlet ettiklerini düşünerek, son derece hassas olmak durumundadırlar. Zira müteberrî (bağışta bulunan kimse), kendi infâkını kendi yapabileceği halde, infakının daha ötelere varabilmesi, Arş-ı âlâya çıkabilmesi için vakfı vekil tayin etmektedir.

Bizlere tevdî edilen mal, mülk ve evlâd gibi emânetlere gereği gibi riâyet edip, onların üzerinde, asıl sahibinin rızâsı istikâmetinde tasarrufta bulunmak, ilâhî rahmet ve bereketi kazanmanın yegane sebebidir.

Osman Nuri Topbaş ile yapılan röportajdan…

osmannuritopbas.com

Vakıf Ne Demektir, Vakıf İnsan Kimdir?

Vakıf, yaratandan ötürü yaratılanlara merhamet, şefkat ve sevginin müesseseleşmiş halidir. Diğer bir ifade ile Allah’a adanan, yani mülk olarak satın alınmak ve devredilmekten ebediyen men edilen mülkiyetlerdir.

Bunun da gayesi, bütün mahlûkâta, Allah’ın rahmet, şefkat ve merhamet nazarıyla bakmak ve elimizdeki dünyevî emanetleri, yine Cenâb-ı Hakk’ın rızasını gözeterek cömertçe infak edebilmektir. Buna, canını ve malını Allah için hibe edebilme, cenneti satın alabilme yarışı da denebilir.

Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de:
“O takvâ sahipleri, kendilerine rızık olarak verdiğimiz her şeyden (Allah yolunda) infak ederler.” (el-Bakara, 3). “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını cennet mukâbilinde satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)

Hadis-i şerifte buyurulur.
“Kişinin kendi malı, hayır yaparak önceden gönderdiği; mirasçının malı da harcamayıp geri bıraktığıdır.” (Buhari)

Onun için kâmil bir mü’min olabilmenin asıl şartlarından biri de “servet emanettir” şuuruyla yaşayabilmektir. Memleketimiz şu sıralar, maddî, mânevî, içtimâî ve iktisâdî buhranlar içindedir. Böyle zamanlarda sadece farz olan zekatla iktifâ edilmemelidir. Cenâb-ı Hak, infâkın haddi hususunda:

“….Sana Allah yolunda ne vereceklerini soruyorlar. “İhtiyaç fazlasını!” de..” (Bakara, 219) buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘in, Ebû Zer gibi, dünyada bir dikili taşı dahî bulunmayan, fukarâ-i sâbirinden olan bir sahabîye:
“-Çorbana biraz daha su kat ve infakta bulun!” buyurması ne kadar mânidârdır.

İşte bu hassasiyetin müesseseleşmiş şekli olan vakıflar, İslâm’ın, yaratılmış her şeye karşı Müslümana yüklediği bir mesuliyettir.

Vakıf, ihsan yeridir. Maddî ve mânevî olarak muhtaca yürek sergileme mekânıdır. Bu bakımdan vakıf hizmetlerinde bulunan kimselerin, olgun, samîmî ve gönül insanı olması zarûrîdir.
İşte bu hassasiyetler içinde malı ve canı dâhil olmak üzere, sahip olduğu her şeyi Allah yolunda cömertçe sarf eden, ve bu sarfiyatı tevzîde büyük bir titizlik ile hizmet eden şahıslar “vakıf insan” olarak vasıflandırılır. Bu “vakıf insan”lar kendilerini bütün imkanlarıyla hayra sarf etmiş olduklarından, fânî vücudlarının toprak olmasından sonra da rahmetle anılmak sûretiyle ömürleri devam eder.

Vakıf insanının hizmeti sınırlı değildir. Vazifesi, elinin ve yüreğinin uzanabildiği her mekan ve her varlıktır. Vakıf insanı, ganî gönüllü, yani gönlü zengin insandır. Kalbi zengin olana, cüzdan fakirliği zarar vermez. Kalb zenginliği, kişinin zenginliğidir. Kalbi fakir olana da cüzdan zenginliği bir fayda vermez. Ancak onun fakirliğini arttırır.

Vakıf insanı çilekeş insandır. Zehirle pişmiş aşı yemeye tâliptir. Gönlü muhabbetle dolu olması îcâb eder ki, sırtındaki ve gönlündeki yükler hafiflesin. Tebessüm ve saygı onun karakterinin aslî bir vasfı olmalıdır. “İddia” ve “ben”, yani ucub (kendini beğenme hâli) ömrünü tüketmeli, onların yerine “sen” veya “siz” girmelidir. “Ben” ve “iddia” olan yerde ilâhî rahmet tezâhür etmez, zıddına gazab-ı ilâhîye dûçar olunur. Öfke, liyâkatsizlik ve âcizliktir. Zayıfı ezme temâyülüdür. Öfke, yalnız kişinin nefsini semizlendirir. Diğer bir ifade ile “benliğe” bahşiş vermektir.

Muhtaçların hassas zamanları vardır. Onların kırılmamasına çok dikkat etmek îcâb eder. Hiçbir imkânımız yoksa dahî tebessüm ve tatlı söz tasadduk etmeliyiz. Aksi halde onları, gönlünden vururuz. Onların bedduâları da, mâzallah, hüsrana vesîle olur.

Hadis-i şerifte buyurulur:
“Allah bu ümmete aralarındaki zayıfların duâsı, ibâdeti ve ihlâsı sebebiyle yardım etmektedir.” (Neseî)

osmannuritopbas.com

* Osman Nuri Topbaş ile yapılan sohbetten…