Etiket arşivi: osmanlı devleti

“Sevgi dini”nin neresindeyiz?

 Dinimiz “sevgi dini”, Peygamberimiz “Rahmet Peygamberi”…

Peki biz “sevgi dini”ne mensup Müslümanlar olaraktan “sevgi insanı” mıyız? İnsanları gerçekten seviyor muyuz? Dindaşlarımızı “kardeş”, diğerlerini “türdeş”olarak görüyor muyuz? 

Biz de tıpkı Peygamber-i Âlişân Efendimiz gibi, merhametli miyiz, hamiyetli miyiz, şefkatli miyiz? 

Böyle isek, şu bencilleşmiş, paylaşımsız, acımasız dünya kimin dünyası?

Bu dünyada şefkat yok, merhamet yok, insan yok, izan yok, hakperestlik yok, tevazu yok, yardımlaşma yok…

Tıpkı kapitalist dünya görüşüne kilitlenmiş tek dünyalılar gibi kendi eksenimize kilitlenmiş, sırf kendimiz için yaşıyoruz.

Bu da terörü besliyor. Çünkü bir tarafın her şeyi var, bir tarafın hiçbir şeyi yok. Hiçbir şeyi olmayanlar, normal yoldan elde edemedikleri şeylere ulaşmak için, o imkânı sembolize eden ikiz kuleleri berhava ediyorlar.

Bediüzzaman bir kez daha haklı çıkıyor: “Kalb-i insaniden (insan kalbinden) rahmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâvet daha onu durduramaz, anarşist olur, bir semm-i katil (öldürücü zehir) hükmüne geçer.”

İnsanın gerçekten insan olması, bir başka deyişle “adam gibi adam” olabilmesi için kalbinde “rahmet” ve “merhamet” taşıması lâzım. Bu ikisi “sevgi” eksenlidir. Demek ki, insanın gerçek insan olabilmesi için diğer insanlara karşı merhametli olması ve tabiî hayatı-kâinatı sevmesi gerekiyor.

Ancak durduk yerde insan insanı sevemez. İnsanın insanı sevebilmesi için, o mükemmel varlığın Yaratıcısını kavraması lazım. 

Ancak Yaratıcıyı kavrayabilir, idrak edebilirse, “Eşrefi mahlûkat” (yaratılmışların en yücesi, en şereflisi) olarak yarattığı en müstesna varlığı da (insanı da) sevebilir. 

Yani işin başı yine Allah sevgisi…

Yunusleyin bir deyişle, “Yaradan’dan ötürü, yaradılanı sevme” san’atıdır.

Oysa biz hâlâ Yaratıcı Kudreti kavrayamadık. Onu kavrayamadığımız için de insanı sevmeyi öğrenmedik…

Hâlâ “benim inancım, benim mezhebim, benim milletim, benim tarikatım, benim cemaatim, benim siyasetim, benim partim, benim liderim, benim takımım, benim hemşehrim” mantığındayız…

Farkında olmadan bölücülük yapıyoruz!

Oysa kadîm kültürümüz devlet, para ya da eşya eksenli değil, insan merkezlidir.

***

Çağını aşan devletler kurmuş bir milletin çocuklarıyız. 

“Çağını aşma” tabirini kuru övünme olsun diye kullanmadım. Bunu peşinen söylüyorum ki, tespitlerim tarihle övünme meylimizin dürtüsü olarak görülmesin. Benim derdim tarihle övünmek, ya da dövünmek değil, sadece doğru dürüst tespitler yapmak, bir bakıma geleceğe tarihin ışığını tutmaktır.

Bugünlerde, uyulmasa bile, çok revaçta olan şu “önce insan” sloganı var ya, gerek ceddimizin dünya görüşüne, gerekse Osmanlı Devleti’nin temel felsefesine tamı tamına oturuyor. Bu söz zaten, Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Gazi’nin maneviyat önderi ve kayınpederi Şeyh Edebali’ye aittir. Edebali’nin Osman Gazi’ye öğütlerinin bir cümlesi aynen şöyledir: “Oğul Osman, insanı yaşat ki, devlet yaşasın!”

Osman Gazi bu öğüdü tuttuğu, arkadaşlarına değer verdiği için çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde civarındaki Bizans kalelerini fethedip Selçuklu’nun “Uçbeyi” oldu.

Sadece Osman Gazi değil, ondan sonra gelenler de Şeyh’in öğüdünü tutmuş, devleti insan merkezli bir temele oturmuşlar. Ve devleti bir “Şefkat Devleti”ne, “İnfak (yardım) Devleti”ne, açıkçası tümüyle büyük, devasa bir hayır kurumuna dönüştürmüşler.

Osmanlı Devleti, askerî zaferlerinin yanı sıra, siyasal, ekonomik ve medenî başarılarını da bu anlayışına borçludur.

Bugün de insan hakları eksenli devletler çağın önder devletleridir.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Osmanlı Devleti Bizans’ın kopyası değildir

Osmanlı Devleti, Bizans’ın bir kopyası mıdır? Bizans devlet müesseselerinin Osmanlı devlet müesseselerine etkisi var mıdır?

Bu iddia, tamamen, Batılı olan Busbecq gibi seyyâhların, Rambaud ve Gibbons gibi tarihçilerin, tıpkı İslâm Hukukunun Roma Hukukunun aynen devamı olduğuna dair iddialarda bulunan Müsteşrikler gibi, ileri sürdükleri, delilden mahrum bir iddiadır. Maalesef, bütün Osmanlı hukuk sistemi ve devlet teşkilâtı ile ilgili arşiv belgeleri, bu iddiaların tamamen hayalî ve esassız olduklarını ispat ettikleri ve Fuad Köprülü gibi araştırmacılar da, ileri sürülen bütün iddiaları, satır satır delillerle çürüttükleri halde, Avrupalı bazı tarihçilerin iddialarını sürdüren bazı tarihçilerimiz ve bilim adamlarımız hâlâ bulunmaktadır. Bu sebeple, kısa da olsa, meseleyi özetlemekte yarar vardır. Konu ile ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenleri, Osmanlı müesseselerinin, Bizans müesseselerinin bir taklidi olmayıp, kendi geleneği içinde geliştiğini gösteren ve peşin hükümlerle değil, sağlam bir tarih metoduyla ve ilmî delillerle bunu ispat eden Fuad Köprülü’nün Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te’siri adlı eserine; III. Ahmed’in fermanıyla kaleme alınan, sadece bu soruya cevap veren ve Osmanlı Kanunnâmeleri adlı eserimizin 11. Cildinde neşredilecek olan Kanun-ı Teşrîfât ve Teşkilât adlı Kanunnâmeye havale ediyoruz.

Böyle bir iddiayı ileri atanların en büyük delilleri, Fâtih’in Kanunnâmesindeki bazı hükümlerin Bizans Hukukundan adapte edilmiş olması; Anadolu-Rumeli Beylikleri ikilisinin, Kazaskerliğin, Defterdârlığın ve hatta Padişahların her hafta İstanbul’daki camilerden birine gitmesinin bile Bizans’tan taklid edildiği şeklindeki hayali sözlerdir. Bu iddialara karşı özetle şunları söylemek icab etmektedir:

  1. A) Osmanlı Devleti, Müslüman bir devlettir. Dolayısıyla bu devletin hukuk, idare ve kısaca bütün müesseselerinde İslâm’ın esasları etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin teşkilâtında iki önemli etki söz konusudur. Birincisi, İslâm Dininin esasları ve Müslüman devletlerin tesiri. Buna misâl olarak Abbasî Devletini zikredebiliriz. İkincisi, eski Türk Devlet teşkilâtı. İslâm’ın esaslarına aykırı olmayan hususlar, Türk Devletlerinde aynen korunmuştur.

Osmanlı Devleti’nin örnek aldığı devlet, çeşitli milletlerin elinde gelişip büyüyen İslâm Devletidir. Bilindiği üzere, her şeyde olduğu gibi siyasî, hukukî ve askerî bir teşkilât olan devletin gelişmesinde de tedrîcilik esastır. Her şey gibi İslâm devleti de basitten daha mükemmele doğru gelişmiştir. Hz. Peygamber kendi devrinde yasama, yürütme ve yargının başıdır. İlk yazılı anayasayı kendisi hazırladığı gibi, ihtiyaçlara göre devlet teşkilâtını da kurabilmiştir. Kur’ân’ı ve önemli belgeleri kaleme alan vahiy kâtiplerinin tesbiti, kendisine danışmanlık yapan kimselerin tayin edilmesi, vergi tahsili için âmillerin (vergi memurlarının) çevreye gönderilmesi, belli merkezlere kadı tayini yapılması ve benzeri hususlar, Asr-ı Sa’âdette de önemli bir devlet teşkilâtının bulunduğunu göstermektedir.

Hz. Ömer zamanında devletin malî ve askerî meselelerinin yürütülmesi için, Sasânî devletinde bulunan divan sisteminin benimsenmesi, İslâm devlet teşkilâtında önemli bir gelişme olmuştur. Eski Türk kurultay ananesinin de tesiriyle, bütün Müslüman Türk Devletlerinde devlet merkezinde bulunan ve devletin işlerini birinci derecede görmeye yetkili kılınan bir divan, daima bulunmuştur.

İdarî teşkilâtın oturması Abbasîlerde mümkün olmuştur. Abbasî Devletinin idarî teşkilâtı, kendisinden sonraki bütün İslâm devletlerini ve özellikle de Osmanlı Devleti’ni ciddi manada etkilemiştir. Bazı ifade değişiklikleri dışında, Divan-ı Hümâyûn’un da, Kazaskerlik müessesesinin de, eyâlet sisteminin de, başta Abbasî Devleti olmak üzere Müslüman devletlerden alındığı kesindir.

  1. B) İslâm Hukuku, Kur’ân ve Sünnet’in esaslarına aykırı olmamak şartıyla, diğer devletlerin idarî teşkilâtlarının ve askerî-malî kanunlarının Müslüman devletler tarafından alınmasında beis görmemiştir. Selmân-ı Fârisi’nin tavsiyesi üzerine Divan sisteminin Sasanîlerden alınması ve Hz. Ömer’in İran’daki bazı vergilerin, mahiyetleri şer’î hükümlere aykırı olmamak şartıyla aynen bırakılmasını emretmesi bunun en müşahhas misâlidir. Nitekim İslâm Hukukunun kaynaklarından biri de, Şerâ’iu Men Kablenâ yani eski hukuk sistemleridir. Bu manada, Osmanlı Devleti’nin Bizans’a ait muhâberât sisteminden yararlanmış olması; sorguçlar, solaklar ve peykler gibi bazı giyim ve protokol kurallarının Bizans’tan ilham alınarak düzenlenmiş bulunması; Sırbistan’ı fethettiklerinde, “mîrî arazi üzerindeki madenlerin işletme esasları ülü’l-emr tarafından tanzim olunur” şer’î hükmüne uyularak, eski Sırp Kanunlarının tadil edilerek kabul edilmesi, hep bu esasların bir meyvesidir. Bu uygulamalar, Osmanlı Devleti’nin hukuk ve devlet teşkilâtını Bizans’tan aynen aldığı manasına da gelmemektedir.

Özellikle bazı örfî vergilerin Bizans yahut bir başka devletten alınması ise, İslâm’ın esaslarına uymak şartıyla, İslâm Hukuku tarafından câiz görülmektedir. Kaldı ki, bu iktibas iddiaları da doğru değildir. Hele hele öşür vergisinin Bizans’tan alındığını iddia etmek, İslâm Hukukundan haberdar olmamak demektir.

  1. C) Tamamen faraziyeler halinde kalan ve ama ispat edilmiş mesele olarak takdim edilen bu görüşlerin aksine, Osmanlı Devleti’nin müesseseleri, Bizans’tan değil, eski İslâm Devletlerinden, İslâm’a aykırı olmamak şartıyla eski Türk Devletlerinden ve özellikle de Anadolu Selçuklu Devleti ila Anadolu Beylikleri’nin siyasî ve idarî teşkilâtından ve ayrıca Moğol asıllı Müslüman devletlerin, mesela İlhanlı Devleti’nin müesseselerinden ciddi manada etkilenmiştir. Ancak kendini yenilediği, Bizans veya başka bir devlette gördüğü yeni bir müesseseyi tadil ederek kabul ettiği de bir gerçektir. Eğer Nizâm’ül-Mülk’ün Siyâsetnâmesi ile Uzunçarşılı’nın Osmanlı Devlet Teşkilâtı ile alakalı eserlerini mukayese ederseniz, bu söylenenlerin ne derece doğru olduğunu daha rahat anlayabilirsiniz.

Mesela, Osmanlı Devleti’nin asırlarca en mühim devlet organı olan Divan-ı Hümâyûn, Abbasîler’den itibaren Anadolu Selçuklularına kadar bütün Müslüman devletlerinde bulunan Divan’ların devamıdır; eğer İslâm hukuku eserleri incelenirse, vezâret-i tefvîz makamının sadece isim değişikliğiyle Osmanlı Devleti’ndeki sadrazamlık makamı olduğu hemen anlaşılacaktır. En çok itiraz edilen ve Bizans’tan alındığı iddia edilen iki beylerbeyilik usulünü ise, Anadolu Selçuklularında, Memlüklüler’de ve Altınordu Devleti’nde de olduğunu söylemek yeterlidir. Merak edenleri, Kalkaşandî’nin Subh’ül-A’şâ’sına havale ediyoruz.

Nihayet hukuk sistemi ile ilgili olarak da şunları söylemek yerinde olacaktır: Osmanlı Devleti, İslâm hukukunu tatbik hususunda diğer Müslüman Türk Devletlerinden farklı bir yol izlememiştir. İslâm Hukukunun açıkça hüküm vaz’ ettiği alanlarda fıkıh kitaplarındaki Hanefi görüşleri esas alınarak uygulamaya gidilmiştir. İslâm Hukukuna muhâlif bir görüşü uygulamak şöyle dursun, Hanefi mezhebine aykırı görüşleri uygulamayı bile çok ciddi şekil şartlarına bağlamıştır. Ancak İslâm Hukukunun yüksek otoriteye (ülü’l-emre) içi boş yasama yetkisi tanıdığı sahalarda, belli bir yasama formalitesini takip ederek örfî hukuk diye bilinen kanunnâmeleri de tanzim etmişlerdir. “Allah’ın kullarının maslahatlarını şer’ ve kanun üzere” görmüşler, bütün hukukî anlaşmazlıkları “şer’-i şerif ve kanun üzere ahkâm-ı şerife” vererek halletmişlerdir. Zaten Mültek’al-Ebhur 1648 ve 1687 tarihli fermanlarla Osmanlı Devleti’nin resmî hukuk kodu olarak kabul edilmiştir.

Kısaca, Osmanlı Devleti müesseselerinin, İstanbul’un fethinden sonra yeni baştan tertip ve tanzim edildiğini söylemek, tarihî vakıalara terstir. Fâtih Kanunnâmesi de, Bizans’tan etkilenerek hazırlanmış bir Kanunnâme değil; belki o zamana kadar uygulana-gelen kanun hükümlerinin resmi bir şekilde tedvîn edilmiş bir halidir. Fâtih devrinde Osmanlı Devleti’nin hukuk sistemi veya müesseseleri köklü bir değişikliğe tabi olmamıştır.

Yapılan incelemeler, Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseselerine etki etmediğini göstermektedir. Alay ve efendi gibi bazı tabirlerin yahut bazı giyim tarzlarının Bizans’tan gelmesi ise, daha önce aktardığımız İslâm Hukuku kuralına dayanmaktadır ve zaten daha önceki dönemlerde geçmiştir. Öyleyse, Osmanlı Devleti’ni Bizans’ın İslâmlaşmış hali diye takdim etmek, tarihi bilmemek demektir.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Kösem Sultan ve Kadınlar Saltanatı

Son zamanlarda Muhteşem Rezalet diyebileceğimiz ve Kösem Sultan adını taşıyan dizi sebebiyle, konuyla alakalı gelen sorulara hakikatleri ifade eden bir cevap verelim dedik.
Evvela, bu dizideki anlatılanlar tamamen, yalan ve iftiralara dayalı şeylerdir. Hedef Osmanlı devletini ve dolayısıyla İslamiyet’i karalamaktır.
İkinci olarak, konuyla alakalı özet bilgi şu şekildedir:
kosem sultanKadınlar Saltanatı, çok zayıf da olsa Kanuni devrinde Hürrem Sultân ile başlamış ve IV. Mehmed’in Köprülü’leri iş başına getirmesine kadar devam etmiştir. Bunun da sebebi, tahta geçen padişahların, eski Osmanlı Padişahları gibi ehliyetli ve dirâyetli olmamasıdır.
Bilindiği gibi, Meh-peyker Sultân veya tüysüzlüğü yahut diğer hasekilerin önüne geçmesi sebebiyle Kösem Sultân diye adlandırılan I. Ahmed’in kadın efendisi, IV. Murâd ve I. İbrahim’in de annesidir. Asıl adı Anastasia ve babası da bir Rum papazı olan bu kadın, Osmanlı sarayına câriye olarak girmiş ve Müslüman olduktan sonra Padişah’ın kadın efendiliğine kadar yükselmiştir. Bundan sonraki gelişmeleri şöylece özetlemek mümkündür:
1) IV. Murad’ın birinci saltanat devresi yani IV. Murad’ın ismen Padişah olduğu, ancak devleti annesi Kösem Sultân ile Sadrazamlarının ve Şeyhülislâm ve benzeri devlet adamlarının yönettiği devredir (1032/1623-1041/1632). Bu devre, 8 küsur sene devam etti. Oğlu Padişah olunca Topkapı Sarayı’na getirilmiş ve bir daha Eski Saray’a dönmemiştir. Vâlide Sultân ve hatta Nâibe-i Saltanat yani saltanatın vekili sıfatlarıyla devleti 8 yıl idare etti denilebilir. IV. Murad’ın gerçekten padişahlık yaptığı ikinci devrede de, Padişah İstanbul’da olmadığı zaman Nâibe-i Saltanat olarak işleri yürüttüğü gibi, Padişah tahtta olduğu vakitlerde de işlere karışmaya devam etti.
2) Diğer oğlu I. İbrahim sultân olunca, Vâlide Sultân sıfatıyla devleti idare etmeye devam etti. Fakat Sultân İbrahim’e başta en çok sevdiği Hasekisi Telli Haseki Hümaşah ve musâhibesi Şekerpâre olmak üzere, Saray’daki hanımlar daha etkili olmaya başlayınca, annesini dinlemedi, hatta Saray’dan uzaklaştırıldı ve Rodos’a sürülmek istendi. Maalesef bu hadiseler sebebiyle oğlu olan I. İbrahim’e karşı tavır aldı ve bazı tarihçilerin yorumlarına göre, onun tahttan indirilmesinde ve hatta 10 gün sonra idam edilmesinde birinci derecede rol oynadı. Ancak I. İbrahim’in hal’i ile alakalı âlimlerle yaptığı konuşma bu iddiaları reddeder mahiyettedir.
3) Kösem Sultân’ın devlet işlerini Padişah gibi yürüttüğü asıl dönem, torunu IV. Mehmed devridir. 7 yaşında Padişah olan IV. Mehmed, sadece şeklen padişah idi. Asıl işleri yürüten ise Vâlide Sultân sıfatıyla Kösem Sultândı. IV. Mehmed’in asıl vâlidesi olan Turhan Sultân başta olmak üzere, herkes bu durumdan şikâyetçiydi. Sadrazamları bile tayin edip istifalarını kabul edecek kadar devlet işleriyle iç içeydi. Naima’nın ifadesiyle, “elli yıl devlet ve saltanat sürüp bütün işlerde tasarruf sâhibesi idi”. Arkasındaki ağalarla birlikte devam ettirdiği idareye karşı halk ayaklandı. Buna karşı, dışarıdaki ağalarla ittifak ederek, IV. Mehmed’i aradan kaldırıp yerine kardeşi II. Süleyman’ı tahta geçirme planlarına başladı. Ancak plan duyuldu ve Kösem Sultân 3 Eylül 1651 gecesi Padişah ve Turhan Vâlide Sultân’ın adamları tarafından boğularak öldürüldü. Artık Vâlide-i Şehîde veya Vâlide-i Maktûle diye anılacaktı. 11 yıldan fazla Nâibe sıfatıyla bir cihan devletini idare etti.
4) Bütün bu anlatılanlardan, Kösem Sultân’ın eski dinine geri döndüğü veya iyi bir Müslüman olmadığı gibi yanlış manalar çıkarılmamalıdır. Bütün bu anlatılanlar, kadınların da saltanata karşı ne kadar alakalı olduklarının delilleridirler ve aynı zamanda Osmanlı Devleti’nde kadın dört duvar arasındaydı şeklindeki itirazlara karşı da müşahhas bir cevaptır. Bunun yanında Kösem Sultân, iyi bir Müslüman idi. Her sene hapishaneleri dolaşır ve borçtan tutuklu olanları kurtarırdı. Fakirlere her zaman yardım ederdi. Hayır eserleri arasında medreseleri, mektepleri, Dâr’ül-Hadisleri ve sebilleri bulunmaktadır. Saltanatı müddetince biriktirdiği servet ise, tamamen hazineye devredilmiştir.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Şeyh Edebali Kimdir?

Kaynaklarda Ede Şeyh diye de geçen bu maneviyât eri, Karaman’da dünyaya gelmiştir. Asıl adının İmâdüddin Mustafa bin İbrahim bin İnac el-Kırşehrî olduğu bazı kaynaklarda yer almaktadır.

Hanefi hukukçusu Necmeddin Ez-Zâhidî’den fıkıh ilmini öğrenen Edebalı, sonradan Şam’a giderek oradaki âlimlerden İslâmî ilimler dersini tamamladı. Şam’dan döndükten sonra kendisini tasavvufa veren Şeyh Edebalı, Bilecik’te bir zaviye kurdu ve halkı irşada başladı.

İşte bu sırada âlimleri ve maneviyât erlerini çok seven Osman Bey ile tanıştı ve ona dinî ve idarî konularda danışmanlık yaptı.

  Bir seferinde Osman Bey, Şeyh Edebalı’nın zaviyesinde misafir kaldığında, herkesin dilden dile naklettiği ve bazı tarihçilerin de Ertuğrul Gâzî’ye isnad ettiği meşhur rüyasını görmüştür. Bu rüyaya göre, Şeyhin koynundan çıkan bir ay Osman Gâzî’nin koynuna girer; aynı anda göbeğinde bir ağaç biter ve gölgesi bütün dünyaya yayılır; ağacın altından dağlar yükselir ve dağlardan da ırmaklar akmaya başlar. Bu rüyasını Şeyh Edebalı’ya anlatan Osman Gâzî’ye Şeyh’in cevabı aynen şöyledir: “Hak Te’âlâ sana ve nesline padişahlık verecek. Mübarek olsun. Kızım da senin helâlin olacak”.

 Daha önce belirttiğimiz gibi, bazı kaynaklara göre, Şeyh Edebalı’nın Osman Gâzî

İle evlendirdiği kızının adı, Mal Hâtun’dur Ancak Sultân Orhan’a ait bir vakfiyeden öğrendiğimize göre, Şeyh Edebalı’nın kızının adı Rabî’a Bâlâ Hâtun’dur. Dolayısıyla Sultân Orhan’ın annesi, bir Selçuklu veziri olan Ömer Bey’in kızıdır. Şeyh Edebalı’nın kızı Bâlâ Hâtun’un oğlu ise Şehzade Alâ’addin’dir.

 Şeyh Edebalı, Vefâiyye tarikatına mensuptur ve aynı zamanda Anadolu Ahilerinin reislerindendir. Vefâilik ise, Şâzelî Tarikatının bir koludur. Bektaşi veya Haydarî tarikatı ile hiç bir ilgisi yoktur. Bektaşi menkıbelerine dayanarak böyle bir irtibat kurmak yanlıştır. Osmanlı Devleti’nin ilk kadı ve müftüsüdür demek daha doğrudur. Zira Dursun Fakih, Şeyh’in talebesidir ve Osmanlı Devleti’nin ikinci kadısıdır. Çandarlı Kara Halil’in de bu zatın talebeleri arasında bulunduğu söylenmektedir. Netice olarak, Şeyh Edebalı’nın Bektaşilik veya Alevîlikle ilgisi yoktur.

 Şeyh Edebalı 1326 veya 1327 yılında Bilecik’te vefat etmiştir. Belgelerden öğrendiğimize göre, son zamanlarında kızı ve torunu Alâ’addin Bey ile Bilecik’te oturan Şeyh Edebalı’ya Kozağaç Köyünün vergi gelirleri tahsis edilmiş ve kızı Rabî’a Bâlâ Hâtûn da burayı vakfetmiştir. Bilecik’te Şeyh Edebalı Zaviyesinde türbesi olup burada Osman Gâzî’nin hanımı ile birlikte Edebalı’nın hanımı, Şeyh Edebalı, Dursun Fakih, zamanının büyüklerinden Molla Hattab-ı Karahisarî, Şeyh Muhlis Baba ve Şeyh Edebalı’nın bazı yakınları defn olunmuşlardır.

 Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ

BİLİNMEYEN OSMANLI

 Şeyh Edebali’nın Osman beye vasiyeti;

Ey Oğul!

 Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana… Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana..

 Ey Oğul!

 Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teâlâ yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize vaat edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.

 Oğul!

 Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın! Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.

 İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve

adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir…

 Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki âlime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.

 Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözü pek) derler.

 En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar.. (Bu nasihat Osmanlıyı 600 sene yaşatmıştır.) İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!..

 Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı… Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!..

 Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!

 Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.

 Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.

 Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.

Derleryen: Çetin Kılıç / Lüleburgaz

Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey Kimdir? (1258-1324)

Osman Bey hakkında özet bilgi verir misiniz? Kaç hanımı, kaç çocuğu vardı ve zamanında mevcut olan büyük âlimler kimlerdi? Osmanlı toprakları onun zamanında ne kadar büyüdü?

Osman Bey, Osmanlı Devleti’ni ve Osmanoğullarını kuran ve adını devletine ve soyuna vermiş bulunan ilk Osmanlı Sultânıdır. Kendisine Kara Osman, Fahruddin ve Mu’înüddin de denmiştir. Osman Gâzî, hayatının sonuna kadar emîr yani bey olarak anılmıştır; vefatından sonra Hân ve Sultân denmiştir. Çünkü hayatının sonlarına doğru uc beyi olmuştur.

 Osman Bey, 1258 tarihinde Söğüd’de veya Osmancık’da dünyaya geldi. Babası Ertuğrul Gâzî ve annesi Halîme Hâtun’dur. 24 yaşındayken babasının yerine geçti. Osman Gâzî, önce Kastamonu’daki Çobanoğullarına, sonra da Kütahya’daki Germiyanoğullarına bağlı idi. Onlar da Selçuklu Sultânına bağlıydılar.

  İlk evliliği, 1280 civarında, Sultân Orhan’ın annesi ve Selçuklu vezirlerinden Ömer Abdülaziz Beyin kızı olan Mâl Hâtûn iledir. 1289 yılına doğru Şeyh Edebali’nin kızı Rabî’a Bâlâ Hâtûn ile evlenince, nüfuzu ve kudreti arttı. Bu hanımından da Şehzade Alâ’addin dünyaya geldi.

1281 yılında babasının yerine aşiret beyi olan Osman Bey, bir görüşe göre, Selçuklu Sultânı II. Gıyâseddin Mes’ûd’un 1284’de Söğüd ve çevresinin kendisine tahsis edildiğine dair olan fermanı ve yanında hediye ettiği ak sancak, tuğ ve mehterhane ile uc beyi olmuştur. 1288 veya 1291 tarihinde Karacahisâr’ı fethetmesi ve Dursun Fakih’e kendi adına hutbe okutması, Osman Bey’in yarı istiklâlini kazanması demektir.

 Osman Gâzi’nin Bizans sınır şehirlerini birer birer fethetmesi üzerine telâşa düşen Bizanslılar onu ortadan kaldırmak için bir düğün vesilesiyle bir baskın hazırlarlar. Baskına baskınla cevap veren Osman Bey, 1299 yılında Yarhisâr ve Bilecik’i fethetti ve beylik merkezini Bilecik’e nakletti ve fitneye sebep olan Yarhisâr Tekfurunun kızı Nilüfer’i (Holofura’yı) oğlu Orhan ile evlendirdi. Bu tarih, daha önce açıklanan sebeplerle Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılı kabul edildi.

 27 Ocak 1300’de Selçuklu Sultânı III. A-lâ’addin Keykubad’ın saltanat alâmeti olan tabi, alem ve tuğu Osman Beye bir fermanile göndermesi ile artık Osman Bey müstakil bir uc beyi olmuştu.

 1301 yılında Bursa’ya yakın bir yerde Yenişehir’i kurdu ve saltanat merkezini buraya nakletti. Bu arada bütün bu fetihlerde kendisine yardım edenleri de unutmadı ve kardeşi Gündüz Bey’e Eskişehir’i; oğlu Orhan Bey’e Sultânönü’nü; Hasan Alp’a Yarhisâr’ı; Şeyh Edebalı’ya Bilecik’i ve Turgut Alp’e İnegöl’ü verdi ve Edebalı’nın torunu Alâ’addin’i yanında götürdü. 1308 yılında İlhanlı Hükümdarı Ahmed Gazan tarafından Selçuklu Devletine son verilince Osmanlı Devleti tamamen müstakil hale geldi.

 1313’de Harmankaya Hâkimi Köse Mihal Bey’in Müslüman olmasıyla Mekece, Akhisar ve Gölpazarı Osmanlının eline geçti. 1320 yılından itibaren çevrede fazla görünmeyen Osman Bey, 1324 yılında beyliği oğlu Orhan Bey’e devretti.

 1324 yılı Şubat ayında Bursa’nın fethini görmeden 67 yaşında vefat eden Osman Bey, vasiyeti üzerine, geçici olarak gömülü bulunduğu Söğüd’den alınarak 2.5 yıl sonra 1326 yılında Bursa’daki Gümüş Künbed’e defn olunmuştur.

 Babasından 4800 km2 olarak aldığı toprakları 16.000 km2’ye çıkaran Osman Bey’in Orhan ve Alâ’addin dışındaki çocukları şunlardır: Fatma Hâtûn, Savcı Bey, Melik Bey, Hamîd Bey, Pazarlı Bey ve Çoban Bey.

Bugünkü mülkî taksimata göre, Osman Bey zamanında Osmanoğullarının ülkesi, Bilecik, Eskişehir merkez, Sakarya’ya bağlı Geyve, Akyazı ve Hendek, Kütahya-Domaniç ve Bursa ilinin Mudanya, Yenişehir ve İnegöl ilçelerini kapsıyordu.

 Osman Bey zamanındaki büyük âlimler ve şeyhlerden bazılarını da hatırlatmakta yarar vardır: Âlimlerden en önemlileri Mevlânâ Şeyh Edebalı, Dursun Fakîh ve Hattâb bin Ebî Kasım Karahisârî’dir. Maneviyât reislerinden ise, Şeyh Muhlis Baba, Şeyh Âşık Paşa, Şeyh Ulvân Çelebi, Şeyh Hasan Çelebi ve Baba İlyas mutlaka zikredilmelidir

 Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ

BİLİNMEYEN OSMANLI