Etiket arşivi: Osmanlılar

Şanlı Ecdadımız

Destan hâline gelen İslam tarihi içinde adalet, merhamet ve civanmertlikleri ile ün salan iki hanedan vardır ki, bunlar Selçuklular ve Osmanlılardır. Tarihin sayfalarına göz gezdirilince bu iki hanedanın askeri, idarî, içtimaî, siyasî, hukukî ve kültürel bakımdan birbirlerine benzer birçok cihetlerinin olduğunu görülür. Kader-i İlahînin sevki ve fıtri bir gelişmenin neticesi olarak bu iki hanedanın devlet hâline gelmesi son derece sağlam temeller üzerine bina edilmiştir. Zira bu iki devletin temeli, Mevlana, Yunus Emre, Ahmet Yesevi, Şeyh Edebali, Dursun Fakih, Hızır Çelebi, Molla Gürani, Akşemsettin, Kemal Paşazade ve Zenbilli Ali Efendil gibi nice manevi sultanların rehberliğinde aşk ile iman, insaf ile adalet ve akıl ile mantık esasları üzerine bina edilmiş; yine bu manevi otoritelerin rehberliğinde mantıklı, sağlam ve intizamlı bir şekilde yürütülmüştür.

Evet bir devleti devlet yapan, onun temelini ve esasını oluşturan, medeniyetin zirvesine çıkaran, sadece, askerî ve siyasi gücü değildir.

Samiha Ayverdi Hanımefendi “Türk Tarihi’nde Osmanlı Asırları” adlı eserinde için şöyle der:

“Tarihin tayin ettiği zaman içinde vazifelenmesini istediği bu faziletli soy, mazi mirasının çekirdek hâlindeki kuvvetlerini orijinal bir terkip olarak cihanın karşısına çıkarmak için her şeyden evvel tahtının bir yanına Dursun Fakih gibi bir şeriat temsilcisini, diğer tarafına da Şeyh Edebâli gibi bir mürebbî ve mürşidi almış ve bu iki müşavir kuvvet ortasında fütuhat göklerine kanat açmaya başlamıştır.”

Tarih sahnesinde vazifelerini iftiharla yapan Selçuklular, artık nöbetlerini devretmek üzere idiler. Bu büyük emanet sahibini arıyor; güneş sanki yeniden doğacağı saati bekliyordu. Ancak ömrünü tamamlamış böyle muhteşem bir devletin dünyâdan elini çekmekle, tarih sahnesinden silinmesi mümkün değildir. Zira dünyanın birçok yerinde onların dalga dalga her tarafa yayılmış ilim ve irfan abidesi olan birçok camileri, köprüleri, kervansarayları, maddi ve manevi terakkiye büyük hizmetleri olan ve ilmin ışığını tüm dünyaya saçan medreseleri, milletin hizmetinde olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Bütün bunların izini ve nişanını tarih sahnesinden silip atmak kolay değildir. Selçuklular, bir yandan Haçlı seferlerine karşı savaşırken bir yandan da ilim, irfan ve sanat adına birçok eser ortaya koymuşlar; bal arısı gibi muhtelif ülkelerden topladıkları farklı çiçeklerden bal yapmasını bilmişlerdir.

Selçuklulardan nöbeti devralacak olan cihan imparatorluğunun yani Osmanlı devletinin kuruluş aşaması çok hayret ve ibret vericidir. Şimdi tarihi seyir içerisinde bu muhteşem imparatorluğun kuruluşuna bir göz atalım.

Mabetleri, kütüphaneleri, bağ ve bahçeleri yıkıp tarumar eden, çoluk çocuk, kadın ve ihtiyar demeden binlerce masum insanı katleden zulüm ve fitneden çekinmeyen Cengiz’in şerrinden uzaklaşmak niyetiyle birçok Türk kabilesi gibi Kayıhanlar boyundan Kaya Alp’ın oğlu Süleyman Şah dört oğlu ve kabilesi ile beraber Türkistan’dan kalkarak “Mahan ovasına” gelir, burada bir müddet kaldıktan sonra “Ahlat’a” giderler. Ahlat’ta uzun bir süre kaldıktan sonra, Erzincan Ovalarının daha verimli olduğunu duyar ve koyunlarını önlerine katarak buraya hicret ederler. Bu ovada da kısa bir süre kalan bu göçerler, Hâlep yaylalarının çok geniş ve verimli olduğu haberini alınca “Hâlep’e” gitmek üzere hareket ederler. Ancak, vatan sevgisi ağır basan Süleyman Şah, memleketine geri dönmek ister; ne yazık ki, Ceber Kalesi önünden Fırat nehrini geçerken atından nehre düşüp boğulur ve şehit olur. Fırat nehrinin onu ağuş-u ebedîsine alması sonucu meydana gelen bu üzücü hadiseden sonra dört oğlundan Gündoğdu ve Sungur Tekin bu seferin kendileri için hayırlı olmayacağı kanaatine vararak vatanlarına geri dönerler, Ertuğrul Gazi ile Dündar Bey dört yüzden fazla cengâverle birlikte başka bir yayla arama niyetiyle yola koyulurlar. Bu da kaderin garip bir tecellisidir ki, eğer Süleyman Şah Fırat nehrinde boğulmasaydı hepsi geri döneceklerdi belki de bu muazzam devlet kurulmayacaktı.

Ahlakları civanmertlik, sanatları yiğitlik olan bu göçerler, Konya ovasına gelince, iki ordunun çarpıştığını görürler. Ertuğrul Gazi savaşan iki orduyu biraz izledikten sonra “bize buradan savuşup uzaklaşmak yakışmaz, bu duruma lakayt kalamayız, mağlup olan tarafa yardım etmeliyiz” diyerek büyük bir âlicenaplık ve hamiyet örneği göstererek mağlup olmak üzere olanların saflarında savaşa katılırlar ve bunların himmet ve kahramanlıkları ile, savaşı kaybetmek üzere olan o ordu galip gelir. Allah’ın hikmetine bakın ki, muharebe bittikten sonra galip gelen tarafın Selçuklu Hükümdarı Alaaddin Keykubat, mağlup tarafın da şerrinden kaçtıkları Cengiz’in ordusu olduğu anlaşılır. Selçuklu Hükümdarı Alaaddin Keykubat onların bu âlicenaplıkları ve himmetleri karşısında fevkalade memnun ve mesrur olur ve onlara birçok izzet ve ikramlarda bulunur. Daha sonra kendisinden bir arzularının olup olmadığını sorar ve ne isterlerse verebileceğini söyler. Onlar da kendilerinin göçer olduklarını ve koyunlarını otlatabilecekleri bir yaylanın verilmesini talep ederler. Alaaddin Keykubat da onlara Domaniç yaylalarını ve Söğüt Kasabasını bahşeder ve daha sonra bir bayrakla beraber çeşitli hediyeler gönderir.

Domaniç yaylalarına yerleşen bu göçerler, zaman zaman Hıristiyanların saldırılarına maruz kalır ve onlarla savaşmak mecburiyetinde kalırlar. Nihayet bir Hıristiyan olan Köse Mihâl’in de yardımı ile onları mağlup ederek ilk defa Bilecik’i ele geçirirler. Köse Mihâl, daha sonra Allah’ın inayeti ile İslam ile şereflenir. Böylece kader, koyun güden bu göçerlerden o muhteşem devletin kurulmasına zemin hazırlamıştı. Âdeta yatağını bulan su, mecrasına doğru akıyor, kahraman ve âlicenap bir aşiret beyi bu emaneti devralmaya hazırlanıyordu.

Devlet-i Aliye-yi Osmaniye’nin müessisi olan Sultan Osman Gazi, Hicri 656 tarihinde dünyaya gelmiştir. Ertuğrul Gazi 680 yılında vefat edince, yirmi dört yaşında yerine geçen Osman Gazi, İnegöl, Bilecik ve Karacahisar’ı fethetti. Son Selçuklu Hükümdarı Alaaddin Keykubat’ın Gazan Han askerleri eline esir düşmesiyle Selçuklu devletinin yıkılması artık kaçınılmaz oldu. Osman Gazi’nin ismine nispet olunarak kurulan Osmanlı devleti, muhteşem bir imparatorluğa inkılap etti. Selçuklular yıkıldığı zaman on iki küçük beylik vardı. Bunların on bir tanesi kısa bir zaman sonra yıkılıp yok oldukları hâlde, Osman Bey’in kurduğu Osmanlı Devleti altı yüz küsur sene şan ve şerefle hüküm sürdü.

Osman Bey’in aşireti, diğer beylikler ile aynı coğrafya, aynı siyaset ve askerlik şartlarının içinde olmasına rağmen, Kocaeli’den başlayıp Bizans hudutlarını ve Türk beyliklerini zorlayarak istikbalde meydana gelecek olan Devleti Aliye-yi Osmaniye’nin temellerini atıyordu.

Osman Gazi H. 726 yılında Söğüt Kasaba’sında vefat etti ve oraya defnedildi. Daha sonra Bursa fethedilince Osman Gazi’nin vasiyeti üzerine mübarek naaşı Bursa’ya getirilerek kendisi için hazırlanan Yeşil Türbe’ye defnedildi. Söğüt’te bulunan kabrinin yeri günümüze kadar muhafaza edilmiştir. Nitekim vefatından bugüne kadar her yıl etraftaki yörükler tarafından büyük kazanlarda pişirilen pilavlar misafirlere ikram edilir ve böylece Osman Gazi ölümünün yıl dönümünde yâd edilir. İnşallah bu hâl kıyamete kadar da devam edecektir.

Hakkı müdafaa ve haksızlıkları bertaraf etmek için onların bir elinde kılıç, diğer elinde de hikmet ve adalet vardı. Dehâlârı ve himmetleriyle medeniyet ve insâniyet namına binlerce asar-ı aliyeyi vücuda getiren şanlı ecdadımız, kıyamete kadar payidar olacaktır ve olmaya da layıktır.

Burada şu ibretli vakayı anlatmadan geçemeyeceğim:

Osmangazi daha genç iken, Peygamber Efendimiz’in (sav.) neslinden gelen Şeyh Edebali’ye misafir olur. Gece istirahat için kendisine ayrılan odanın duvarında asılı olan Kur’an-ı Kerim’i görünce, “Ben bu Allah kelamının olduğu yerde nasıl yatarım.” diyerek ona hürmeten ellerini bağlar ve sabaha kadar Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunur. Sabaha yakın yorgunluktan gözleri kapanınca şöyle bir rüya görür: Bir ses ona şöyle der:

“Mademki sen Kur’an-ı Kerim’e hürmet ettin, senin evlatların da nesilden nesile şan ve şerefe nail olsun ve insanlar arasında hürmet görsünler.”

Bu durum sadece bir geceye has değildir. Zira Osman Bey, hayatı boyunca Kur’an’ın emirlerine imtisal etmiş ve onun ulvi hakikatlerini kendine rehber etmiştir.

“Dört yüz çadırlık bir aşiretin” Orta Asya’nın uçsuz bucaksız ve geçit vermeyen dağlarını aşarak Anadolu’nun yaylalarına yerleşip kısa bir zamanda küçük bir beylikten büyük bir imparatorluk hâline gelerek ismini tarihe altın harflerle yazdırması sadece maddi güçle olmamıştır. Osmanlıyı bu derece kudretli ve haşmetli yapan ulviyetin sırrı; onların kalplerinde Allah korkusunun mevcudiyeti, Kur’an’a karşı nihayetsiz derecede merbutiyetleri ve onun nurunun ve nihayetsiz feyzinin ruhlarında yerleşmesi, manevi bir güç olan İslamiyet’e sımsıkı sarılmaları, âlimlere karşı son derece hürmet göstermeleri, örf, adet ve mukaddesata bağlılıklarıdır.

Bediüzzaman Hazretleri de ecdadımızı şu ifadeleriyle meth-ü sena etmektedir:

“Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’anı ilân etmişsiniz. Millîyetinizi, Kur’ana ve İslamiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müdhiş tehacümatı def’ettiniz, tâ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي يَأْتِي اللّه سَبِيلِ اللّه âyetine güzel bir mâsadak oldunuz.”1

“…Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücahede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar.”2

Evet, Osman Gazi beyliğin başına geçtiği zaman etrafı Şeyh Edebali, Şeyh Mahmud, Ahî Şemsüddin, Dursun Fakih, Kasım Karahisari, Şeyh Muhlis Karamani ve Elvan Çelebi gibi ilim ve irfan sahibi olan gönül sultanları tarafından sarılmış ve devlet manevi bir temel üzerine bina edilmiştir. İslam fıkhına derin bir vukufiyeti olan Dursun Fakih Osmanlı kadısı olarak tayin edilmiş, fetva ve dava işlerine bakmaya başlamış ve böylece Osmanlının ilmiye ve hukuk sisteminin temeli atılmıştır. Diğer taraftan Osmanlı devletinin manevi önderi olarak kabul edilen ve tasavvuf terbiyesi ile yetişmiş olan Şeyh Edebali’nin de devletin yapılanmasında büyük hizmetleri ve gayretleri olmuştur.

Birçok kaynaklarda 1206 yılında Karaman’da dünyaya geldiği söylenen Şeyh Edebali, ilmini Şam’da tamamlamıştır. Tefsir, hadis ve özellikle İslam hukuku alanında derin bir bilgiye sahip olan Edebali 1326 tarihinde Bilecik’te vefat etmiştir.

Evet, Osman Gazi âlimlere karşı son derece hürmetkâr davranmış, çocuklarına İslam âlimlerine hürmet etmelerini, onlara her türlü konuda yardımcı olmalarını ve her işlerinde onlarla meşveret etmelerini tavsiye etmiştir. Onun bu vasiyetine layıkıyla uyan bütün Osmanlı sultanları da, âlimlere son derece hürmetkâr davranmış, fethettikleri yerlerde cami, medrese, zaviye, imarethane, darülkura ve türbeler yaptırmışlardır. O büyük ve müstesna âlimler de İslamiyet’in ulviyetini ve kutsiyetini anlatarak nefisleri tezkiye, kalpleri tasfiye edip, ruhlara inkişaf ve akıllara istikamet vererek nice insanların irşadına vesile olmuşlardır.

Osman Gazi, son derece dindar, adaletli, cömert, hikmet sahibi ve takva ehli idi. Siyasette ve harp sanatında gayet mahir olan Osman Gazi, fevkalade şecaatli, cesur ve dirayetli biri idi. Aynı zamanda kanaatkâr ve dünya cazibesine aldanmayan müstesna bir kişi idi. Onun bu hasletlerini düşmanları bile tasdik ve itiraf ederdi. Ahirete irtihâl ettiği zaman bıraktığı miras ancak, fakir bir ailenin sahip olabileceği miktar kadar idi.

Osman Bey, başta oğulları olmak üzere, bütün erlerine, adalet ve insaf dersi vermekten geri durmazdı. Devleti oğlu Orhan Bey’e bıraktığı zaman; “ Dinimizin şanını koru…Tuttuğumuz yolu boş bir cenk yolu sanma!” diyerek ona en büyük vazifesini hatırlatmış oluyordu.

Osman Bey Selçuklulardan devraldıkları saltanat ve istiklal, onların kahramanlıklarının yanında, Allah’ın emirlerine imtisal ve kul hakkına göstermiş oldukları titizlikten dolayı asırlarca ihtişamını sürdürmüştür.

Osman Bey’in manevi mürşidi olan Edebali: “Sen ve senin zürriyetin, yeryüzüne hâkim olacak bir devlet kuracaksınız.” dedikten sonra, genç aşiret beyine kendi kızını vermek suretiyle onun o meşhur rüyasını fiilen de tabir etmiş oluyordu.

Garplı tarihçilerden Gibbon, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunda, devletin kurucusu Osman Bey’den bahsederken söylediği şu sözler çok dikkat çekicidir:

“Osman etrafını teshir eden bir şahsiyetti. Öyle bir şahsiyet ki, kendisine rekabet edecek olanlar veya üstün bulunanlar bile maiyetinde seve seve hizmet ederlerdi. Birçok orta kırattaki kimselerin yaptıkları gibi, rakiplerini aradan çıkarmak ve etrafına yalnız kendisinden aşağı simaları toplamak suretiyle üstünlüğünü meydana vurmak ihtiyacını duymazdı. Gerek kendini, gerek başkalarını inzibat altında tutmayı bilirdi. Bir bina kurucu, ancak binasından belli olur.”3

Evet, Selçuklulardan sonra asırlarca her yerde İslam’ın ve Kur’an’ın bayraktarlığını yapan, millîyetlerini İslamiyet’e kale ve siper eden, tarihe hak ve adaletiyle damga vuran Osmanlılar, yetmiş iki milleti hâkimiyetleri altında bulundurdukları hâlde, Kur’an’dan aldıkları iman ve feyiz ile başka din mensuplarının mabetlerine, inançlarına, giyimlerine, lisanlarına kısaca yaşantılarına karışmadıkları gibi, onlara geniş hak ve hürriyetler tanımışlardır.Bernard Lewis şöyle der:

“Osmanlı, İslam konusunda öylesine samimiydi ki, âdeta kendi varlığını İslam’la özdeşleştirmişti. Ülkesinin adı Osmanlı ülkesi değil, Memalik-i İslamiye idi, hükümdarın adı padişah-ı İslam’dı, ordusunun adı asakir-i İslâm’dı, din adamlarının adı Şeyhülislâm’dı.”4

Hem mesela; Araplara asırlar boyunca hâkim oldukları hâlde onların örf ve âdetlerine müdahâle etmedikleri gibi, her sene bütçeden pay ayırarak ‘sürre alayları’ ile özellikle Mekke ve Medine’ye yardımda bulunmuş ve onlara hizmet etmişlerdir. Bütün bunlar tarihle sabittir.

Osmanlılar bir taraftan sanayi ve ticarette diğer taraftan da maarif ve ilimde ilerlediler. Medreselerde insanları cehaletten kurtarıp, İslam dinini hakkıyla anlatan ilim ve irfan erbabı binlerce âlim yetiştirdikleri gibi, tekke ve hangâhlarda ise; milleti tenvir ve irşad eden birçok mürşitler yetiştirdiler. Bununla birlikte başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde beşer takatinin fevkinde azami bir gayret ile birçok şehirde haşmetli ve müzeyyen camiler, mescitler, kışlalar ve saraylar inşa ettiler, asırlar boyunca dünyâda eşine rastlanmayan, her yönüyle mükemmel bir medeniyet kurdular.

Yine, dört yüz yıl Osmanlıların hâkimiyetleri altında bulunan Balkanlar’da da ciddi manada hiçbir terör ve anarşi hadisesine meydan verilmemiş, onların huzur ve asayişleri sağlanmış, mabetlerine, örflerine ve yaşantılarına asla müdahâle edilmemiştir.

Hâlbuki, fetihten evvel insanların zulüm altında inim inim inledikleri tarihçe sabittir. Şark ve Garp’ta büyük fütuhatlar ile gittikleri yerlere adalet, ilim, ahlâk ve şefkat gibi güzel meziyetler götüren Osmanlılar, orada yaşayanların kalp ve vicdanlarını da fethetmişler ve bu sayede birçok insanın Müslüman olmasına vesile olmuşlardır. Issız sahraları ve geçit vermez çölleri aşarak eşsiz bir medeniyet vücuda getiren, cehalet ve zulümat dikenlerini ortadan kaldırarak yerine, marifet ve adalet çiçekleri eken ecdadımız, başta Bosna Hersek olmak üzere o bölgelerde medrese, camii ve köprü gibi birçok eserler inşa etmişlerdir.

Birinci Cihan Harbinden sonra, o topraklar elimizden çıkmasına rağmen, oralarda yaşayan hâlkın Osmanlıları hâlâ büyük iştiyak ve hasretle andıklarını büyük bir memnuniyetle duymaktayız. Ayrıca Trablusgarp’daki Cezayirlilerin boyunlarına muska diye Osmanlı parası taktıkları bilinen bir hakikattir.

XVI. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin gelişmesini engellemek için Türk orduları ile savaşmış ve bundan dolayı Katolik Avrupa tarafından kendisine “Hristiyanlığın şövalyesi” unvanı verilmiş olan Boğdan Beyi Büyük Stefan ölüm döşeğinde, evlatlarına şu ibretli nasihati yapmıştır:

“Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız. Asla Rus’a yanaşmayın, onlar, sizi yok ederler. Kendinizi Osmanlılara emanet edin, onlar adil ve merhametlidirler.”

Osmanlı devletinde millîyet, cins, zümre yahut din farkı gözetmeden herkesin eşit olduğu bir adalet anlayışı vardır. Bu adaletin sadece insanlara has olmayıp, kurda, kuşa, toprağa ve suya şamil bulunduğunu ve bu yüzden; Osmanlı kanunnamelerinde

“… ve ayağı yaramaz beygiri işletmeyeler. At, katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler ve ağır yük urmayalar, zira dilsüz canavardurlar, her kangısında eksük bulunur ise sahibine tamam itdüre, eslemeyanı tamam gereği gibi hakkından geline ve hammallar ağır yük urmayalar, mütearef (örf) üzere ola…”

diye hükümler konularak bu meselenin beygirin sakat ayağından eşeğin semerine kadar gözden uzak tutulmadığı detaylarıyla yazılmıştır.

Bizler de o şanlı ecdadın torunları olarak, şan ve şerefle yaşamak, madden ve manen terakki etmek istiyorsak, onları yücelten ruh ve manayı ferdi ve içtimaî hayatımıza tatbik etmek mecburiyetindeyiz.

Bu vasıflar sayesindedir ki, Osmanlılar altı asır boyunca dünyaya hâkim olmuş ve hükmetmişlerdir. Adalet mekânizmasını tam olarak işletmişler, bayrağı altındaki muhtelif kavimlerin aralarında adalet ve eşitlik esaslarını korumaya gayret göstermişlerdir. Bu adalet sayesinde kuvvet ve kudret kazanmışlar, hoşgörüde insanlık âlemine numune olmuşlardır. Osmanlılarda en haşmetli hükümdarlarla en âciz fertlerin, huzur-u mehâkimde müsavi olduğu tarihle sabittir. Onlar bu sayede cihanşümul bir devlet olmuşlardır. Fethettikleri ülkelere sevgi, barış ve huzur götürmüşlerdir. Kur’an-ı Kerim’in,

“Ey iman edenler! Adil şahitler olarak Allah için hakkı ayakta tutun…”5

ayetini kendilerine rehber etmişler, savaş zamanlarında bile adaletten ayrılmamış, düşmanlarına karşı merhametle davranmışlardır. Bu merhametli davranış sayesinde insanların kalplerinde muhabbete dayalı hâkimiyetlerini devam ettirmişler. Böylece cihanı kucaklayan şevket ve saltanatları bütün haşmet ve şaşaasıyla asırlarca devam etmiştir. Yakın tarihimizde vuku bulan Çanakkale Savaşında âlicenap askerlerimizin kendilerini öldürmeye çalışan düşman askerlerini esir ettiklerinde onlara karşı gösterdikleri muameleler de bunun en büyük şahididir.

Tarih yapraklarını çevirip ibretle atf-ı nazar edersek, ecdadımızın insanlığa ettikleri maddi ve manevi hizmetler ile başta Asya olmak üzere fethettikleri yerleri nizam altına alarak ilim ve marifet ile süslendirdiklerini görürüz.

Osmanlı Kanunnameleri, İslam hukukunun temeline dayanmakla beraber, devletin işlerini tanzim eden bu kanunlar, millî ve manevi esaslar ile beraber yürümüştür.

Mazisi derin, tarihi şanlı ve ihtişamlı ve nice ulvi meziyetlerle dolu olan bu muhteşem devlet-i aliye-yi Osmaniye ile ne kadar iftihar etsek azdır. Burada bir hatıramı nakletmek isterim:

1976 yılında hacca gitmiştim. Cidde radyosunda çalışan Avukat Bekir Berk’i ziyaret etmek için, Abdulkadir Badıllı, Ahmet Apay ve Hacı İshak Efendi ile beraber, radyo binasına gittik. Görevliler, Bekir Berk’le görüşebilmemiz için müdür beyden izin almamız gerektiğini söylediler. Biz de izin almak için müdür beyin yanına gittik. Müdür bey bizi içeri buyur etti ve ziyaret sebebimizi sordu. Bekir Bey’i görmek istediğimizi söyleyince hemen Bekir Bey’e haber gönderdi. Uzun bir muhabbetten sonra konuştuğumuz mevzu gereği müdür bey, Fatih Sultan Mehmed’i medh ü sena ettikten sonra şöyle dedi:

“İslamiyet her ne kadar Mekke ve Medine’de nazil oldu ise de onun dünyaya yayılmasını, layıkıyla, sizin ecdadınız yaptı. Böylece Peygamber Efendimizin (sav.) ‘Elbette İstanbul fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden asker ne güzel asker.’ müjdesine sizin ecdadınız mazhar oldu.”

Ertesi gün Hacı İshak Efendi ile beraber Arafat’a gitmek üzere bir taksiye bindik. Ben taksi şoförüne iltifat için; “Siz Araplar vaktiyle dünyanın efendisi idiniz.” dedim. Şoför benim bu sözlerime itiraz ederek celalli bir şekilde şöyle dedi:

“Hayır hayır! Asıl efendi ilim, irfan ve adaletleriyle İslamiyet’e büyük hizmetler yapan ve onun ulvi hakikatlerini dünyanın dört bir yanına götüren sizin ecdadınızdır.” Şoförün bu sözlerinden ziyâdesiyle memnun ve mesrur oldum ve yanımda bulunan Hacı İshak Efendi’ye dönerek şöyle dedim:“Dikkat ettiniz mi makam sahibi olanı da şoförü de aynı şeyi söylüyor.”

Evet, ilim ve irfanlarıyla insanlık âlemini ihya ve irşat ederek insanları derin gaflet uykusundan uyandıran ve cihanda ebede kadar sönmeyecek bir şule-i marifet yakan Geylaniler, Şah-ı Nakşibendiler, Yesevîler, Gazalîler, Rufailer, Taftazanîler, Mevlânalar ve Fahreddin Razîler de Osmanlı devletinin manevi teşekkülünde rehber aldığı müstesna şahsiyetlerdir. İla-yı Kelimetullah gibi mukaddes bir dava uğruna büyük bir aşk ve şevkle meydanı mübarezeye atılanSaltuk Beyler, Baburşahlar, Tuğrul Beyler, Gündüz Alpler, Alparslanlar ve Harzemşahlar gibi nice cihanbaha kahramanlar Türkistan’ın yâdigârıdırlar.

Hem, İslamiyet’i hakkıyla ders veren, insanları cehaletin taassubundan kurtaran, hurafatın karanlık gecelerinden, ilim ve irfan sabahına çıkaran Anadolu’yu harekete getiren ve bereketlendiren Horasan er ve erenleri ve Maveraünnehir uleması o bereketli toprakların meyvesidir.

Milletini evc-i kemalâta, fazilet ve marifete îsal etmiş, parlaklıkta güneşe rekabet edecek kadar fûyuzat-ı ilahiyeye mazhar olmuş ve âlemin gıpta ve hayranlıkla taktir ettiği bu müstesna şahsiyetler, bu nevvar dimağlar ve ateşin ruhlu kahramanlar kıyamete kadar şayan-ı takdir ve hürmetle yâd edilecektir.

Hem yine irfan âleminde derin izler bırakan, âlem-i insaniyete şerefler bahşeden, ruhlarda ve fikirlerde büyük tesirler bırakan o Semerkânt ariflerinin, Buhara mürşitlerinin, Belh mutasavvıflarının medreselerinde, tekkelerinde ve zaviyelerinde nice müstesna şahsiyetler yetişmiş ve bunlar Osmanlının ruhunda derin izler bırakmıştırlar.

Evet, yukarıda zikredilen kişilerin izinden giden ecdadımız büyük bir şevk ile Kur’an’a sarılmış, din-i İslam’ı akıl ve mantığın mizanıyla tetkik ve tahkik etmişlerdir. Onlar İslam dininin bütün beşeri hayır ve saadete, vahdet ve uhuvvete davet eden bir din-i fıtri ve umumî olduğunu yakinen anlamışlar, vifak ve ittihadı, nezahet ve nezafeti, hürriyet ve adaleti, şefkat ve merhameti, mürüvvet ve ihsanı onda görmüşler ve bu sayede nice fütuhatlar yapmışlardır.

Eğer bizler de ecdadımız gibi İslamiyet’in kudsi ve ulvi hakikatlerini dünyanın dört bir yanına yaymak istiyor ve bu mukaddes vazifeyi hakkıyla ifa etmek istiyorsak, Kur’an’ın hükümlerini ve sünnet-i seniyeyi ferdi ve içtimaî hayatımıza hâkim kılmamız lazımdır.

Hidayet ufkundan doğup dalalet ve sefahat karanlığını aydınlatan güneş gibi, Osmanlılar da adalet, şefkat ve merhamet gibi ulvi meziyetleriyle zulüm karanlıklarını izale ettiler. İşte o zaman ikbal sabahının ilk huzmeleri, devlet hilalinin ilk ışıkları cihanı kapladı. Zaman da onların sayesinde bereketlendi ve parladı. Başta Osman Bey olmak üzere Osmanlı soyunun yıldızlarla süslü kubbesinde, cihanı aydınlatan bu güneş nice ülkeleri iman, ahlak, fazilet ve adalet ile ziyalandırdı. Hakkı koruyan ve dinin ulvi hakikatlerini kendilerine rehber edinen Osmanlı padişahları, fethettikleri yerlerde güven ve adaletin temsilcisi oldular ve zulmün ve fenalıkların kapısına kilit vurdular. Dinin ve imanın saf akçelerini, irfanın parlak incilerini, insanlık âlemine kazandırmak için asırlarca cihat ettiler.

Osmanlı padişahları ki, cihanı koruyan adaleti kendilerine gaye edinmiş ve bu sayede huzur ve güveni sağlamışlardır. Zira onlar, adalet güllerini her dem taze tutmuşlardır. Şeriatın parlak pınarı onların gayretleri sayesinde asırlarca şarıl şarıl akmıştır. İslam’ın sağlam kalesinde gedik ve delikler açılmasına fırsat vermemişler, onu sağlam bir şekilde korumayı başarmışlardır. Sancakları üzerine;

“Zafer ve yardım ancak Azîz ve Hakîm olan Allah katındandır.”

ayetini yazmışlardır. Zafer ayetleriyle süslü olan bu sancak, cihanın birçok yerinde asırlarca şan ve şerefle dalgalanmıştır. Takva ve istikametle süslenen hilafet ve saltanatları, adalet güneşiyle ışıklandırılmıştır. Onların adalet rüzgârları cihanı kaplamış ve kerem çeşmeleri insanlık için emel pınarları olmuştu. Marifet güneşi, onların gönül bahçesini güllük ve gülistanlık etmişti. Vakar, azim, sebat, sabır, celadet, cesaret, şecaat ve marifet gibi ulvi cevherler onlarda cem olmuştu.

Bütün bu saltanat ve ihtişama rağmen, her şeyden ibret ve hisse almasını bilen padişahlar, bu fani dünyanın geçici güzelliklerine aldanmadılar. Her doğuşun arkasından bir batışın, her yücelikten sonra bir çöküşün olacağını çok iyi idrak ettiler.

Osmanlı sultanlarının her birisi yapmış oldukları maddi ve manevi hizmetleri yanında birçok meziyetler ile de gelecek nesillere örnek olacak müstesna şahsiyetlerdir. Evet, Sultan Bayezit-i Veli’nin salahat ve takvası, Murat Hüdavendigâr’ın şecaati ve ince basireti, Şark ve Garb’ın hükümdarlarına ve prenslerine istinadgâh noktası olan Kanuni Sultan Süleyman’ın dünyaya parmak ısırtan fütuhatı, daha yirmi yaşlarında iken İstanbul’u fethederek Hz. Peygamber’in (sav.) hadisine mazhar olan Fatih Sultan Mehmed’in kahramanlığı ve Sultan Abdulhamid’in siyasi dehası. Onları hayırla yâd etmek, insani ve vicdani bir vazifedir.

Cenab-ı Hak cümlesinin kabrini pür nur eylesin ve onları cenneti âlâda cemetsin! Âmin…

MEHMED KIRKINCI – 2010

Dipnotlar:

1 Nursi, B.S. Mektubat.
2 Maide Suresi, 5/54.
3 Herbert Adams Gibbons, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu (Çev. Bülent Arı), İstanbul 1998.
4 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu (Çev: Metin Kıratlı) , V. Baskı, Ankara 1993.
5 Nisa Suresi, 4/135.

Osmanlı Devletinde Hukuk Varmıydı ?

Devletler insan gibidir; büyürler, olgunlaşırlar, yaşlanırlar ve ölürler. ’’der İbni Haldun.

Evet devletlerde insanlar gibi belli bir hayat safhaları yaşar. Bu safhalar devletlerin tarihinde çok önemli izler bırakırlar. Mesela Osmanlı Devleti gibi bir devlet bu safhaları net bir şekilde yaşamış ve dünya tarihinde silinmeyecek bir iz bırakmıştır.

Osmanlı Devletinin kuruluş dönemini çocukluk safhası olarak sayarsak yükselme dönemini gençliğe, gerileme dönemini de yaşlılığa benzetebiliriz.

Bu dönemlerin ihtiyaçları farklı farklıdır. Mesela kuruluş döneminde ihtiyaç olmayan bir kanun yükselme döneminde hayati bir ihtiyaç haline gelmiştir. Çünkü artık devlet büyümüş ve İhtiyaçları büyümüştür. Bu ihtiyaçları kuruluş döneminin yasalarıyla karşılamak 15 yaşındaki bir çocuğa 5 yaşındaki bir çocuk elbisesini giydirmek gibi bir durumdur.

Osmanlı Devleti yıllarca örfi ve şeri kanunlarla idare edilmeye çalışıldı.

İmparatorluk haline geldikten sonra artık bu kanunlar devletin hukuki yapısını kaldıramaz hale geldi.Kanuni Sultan Süleyman döneminde Avrupa’danalınan kanunlar Osmanlı Devletinde uygulanmaya başlandı. Bundan dolayı Sultan Süleyman‘’Kanuni’’namıyla anılmaya başlandı.

Kanuni döneminden sonra Kanuninin Osmanlıya Uyarladığı kanunlar yetersiz gelmeye başladı. Kanunların yetersiz gelmesiyle birlikte artık devletin İlmiye(Bürokrasi) ve Seyfiye(Asker) kısmında bozulmalar başladı. Bu bozulmalar devletin temel yapılarında olumsuz büyük etkiler yaptı.

Artık yenilerine ihtiyaç doğdu birçok padişah ve sadrazam yeni yasalar çıkardı. Fakat bu çıkarılan kanunların ve yasaların en önemlisi Sultan Abdülaziz döneminde çıkarılan Mecelle kadar kapsamlı değildi.

Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, 1868-1878 yılları arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından derlenen İslami özel hukuk (medeni hukuk) kuralları oluşturur. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yarım yüzyılında şer’i mahkemelerde hukuki dayanak olarak kullanılmıştır. Bir giriş 16 bölümden oluşur ve 1851 madde içerir.

Mecelle kendi çağında 13 yüzyıllık İslam fıkıh geleneği üzerinde inşa edildiği halde, maddeler halinde düzenlenmiş analitik ve pozitif bir hukuk sistemi oluşturma çabasıdır. Tanzimat Fermanı ile açılan dönemin en önemli kanunu ve Osmanlı modernleşmesinin en önemli örneklerinden biridir.Mecelle Türk Medeni Kanunu’na ek olarak çıkarılan 864 sayılı Tatbikat Kanunu’nun 43. maddesiyle 4 Ekim 1926’da Mecelle yürürlükten kaldırılmıştır.

 Mecelle ile Demokratik anayasa adımını atan Osmanlı Devleti Tanzimat, Islahat fermanlarından Tarihinin ilk anayasası olan Kanunu Esasi’yi 1876 da 1. Meşrutiyetle kabul etmiştir.

Osmanlı Devleti dünyada meydana gelen bu gelişmelere ve değişmelere kayıtsız kalamazdı.Çünkü dünyada değişim başlamış ve Osmanlı Devleti bu değişimin arkasında kalamazdı. I.Meşrutiyetin ilanı Cumhuriyet yönetimine geçişin en önemli adımı hatta yarı Cumhuriyete geçiş sayılır.Çünkü bu anayasada seçimler vardır.Meclis vardır.Halkın seçtiği milletvekilleri vardır.Bu meclis o kadar demokratik bir meclisti ki Osmanlıda yaşayan bütün Müslüman ve gayrı Müslim bütün halkları temsil ediyordu. 

Kânunu esasi Osmanlı Devletinin ve Türk tarihinin ilk yazılı anayasası olma özelliğini taşır. Bu anayasa o kadar özgürlükçüdür ki azınlık olan gayri Müslimlere Müslümanlardan daha çok hak vermiştir. Bu hakları da Müslüman olmayanlar Osmanlı Devletinin lehine değil aleyhine kullanmışlardır. Osmanlı Devletini yıkmak için bir yol olarak kullanmışlardır.

Kanunu Esasi 1921 Anayasası olan Teşkilatı Esasiye ilan edilene kadar yürürlükte kalmıştır.1921 Anayasasının kabulüyle Kanunu Esasiye yürürlükten kaldırılmıştır.

Osmanlı Devletinde verilen bu haklar bize Osmanlı Devletinin özgürlük düşüncesi hakkında az da olsa bir fikir vermiştir. Bu kanunların değişmesi ve yenilenmesi de bazılarının iddia ettiği gibi Osmanlının bir despotik ve katı yönetim anlayışında olmadığını ve Osmanlı devletinin yeniliğe ve yenileşmeye açık olduğunun en iyi göstergesidir.

Hamit DERMAN

Türkler… Kürtler… Osmanlılar

KÜRT SORUNU İÇİN OSMANLI TECRÜBESİ

Binlerce yıldır Ortadoğu”da yaşayan bir halk olan Kürtlerin, Türklerle olan ortak tarihini anlamak için 16. yüzyılın başlarına, Yavuz Sultan Selim devrine uzanmak gerekiyor. Osmanlı devletinin sınırlarını doğuya doğru genişleterek Ortadoğu”nun büyük bir bölümüne hakim olan Yavuz Selim”in karşılaştığı en büyük tehlike Safavilerdi. Liderleri Şah İsmail, sürekli olarak Anadolu”daki isyanları körüklüyor ve Osmanlı için askeri bir tehdit oluşturuyordu. 1514 tarihli Çaldıran Savaşı ile Yavuz, Safavi tehlikesini önemli ölçüde püskürttü. O zamana kadar Safavilerden rahatsız olan Sünni Kürt ve Türkmen aşiret beyleri, bu savaşta Osmanlı ordusuna büyük destek verdi.

Bu, Osmanlı ile Kürt beyleri arasında doğal bir ittifakın oluşması anlamına geliyordu. Ancak Çaldıran savaşı, Güneydoğu Anadolu”nun Osmanlı tarafından fethedilmesi anlamına gelmiyordu. Savaştan sonra da bölge, aralarında herhangi bir birlik olmayan Kürt beylerinin egemenliği altında ve Safavi tehlikesine açık kalmıştı. Savaştan sadece iki yıl sonra bu sorun da halledilecek ve Kürtlerin yaşadığı bölgeler Osmanlı toprağı haline gelecekti. Bunu sağlayan en önemli aktör ise “İdris-i Bitlisî” adlı Kürt din âlimidir.

Yirmi yıl kadar Akkoyunlu devletinin hizmetinde çalışan İdris-i Bitlisî”nin babası soylu Kürt ailelerinden Mevlânâ Şeyh Hüsameddin El Bitlisî”ydi. İdris, Kürtçe gibi Türkçeyi de çok iyi biliyordu. Sühreverdi tarikatına bağlıydı. Akkoyunlu Türkmen devletinin başkenti Diyarbakır iken, burada hükümdar Uzun Hasan Beğ”in sarayında şehzadelerin hocası ve katip olarak çalışmıştı. Şah İsmail, Tebriz”i fethederek Akkoyunlu devletini yıkınca İdris de İstanbul”a gelip II. Bayezid”le görüştü. Padişah bu Kürt din âlimine büyük saygı gösterdi ve onu Osmanlı sarayında tarih yazıcılığıyla görevlendirdi. İdris, Osmanlı”nın ilk sekiz padişahının hayatını anlatan Heşt Behişt (Sekiz Cennet) adlı ünlü eserini burada yazarak Sultan”a sundu.

Sultan Bayezid”in yerine Yavuz Selim tahta geçince, İdris, yeni sultanın Doğu siyasetinin danışmanı oldu. Yavuz”la birlikte Çaldıran seferine katıldı, savaş sonunda Osmanlı egemenliğine geçen Tebriz”de bir süre kalarak Ulu Cami”de halka vaazlar verdi. 1516 yılında, Şah İsmail”in Doğu ve Güneydoğu Anadolu”yu yeniden istila etme hazırlığında olduğu ortaya çıktı. Şah, Çaldıran savaşında öldürülen komutanı Mehmed Han”ın yerine onun kardeşi Karahan”ı tekrar Anadolu”ya gönderdi. Bu komutan Diyarbakır ve çevresini kuşatma altına aldı.

Osmanlı’ya Sığınan Kürt Beyleri

Bu tehlike karşısında, bölgedeki Kürt aşiretlerinin beyleri bir araya gelerek Osmanlı”ya katılma kararı aldı. Bu talebi de “Ariza” adlı bir metinde anlattılar. “Ariza”yı Kürt beylerini temsilen Sultan”a götüren kişi İdris-i Bitlisî”den başkası değildi. İdris, ayrıca, kendisinin Farsça kaleme aldığı İstimaletname”de “Bilad-ı Ekrad” yani “Kürt beldeleri” hakkında bilgiler verdi. Yavuz Sultan Selim, kendisine başvuran Kürtlerin isteğini geri çevirmedi ve bu “bendeleri” Safavi tehdidinden kurtarmaya karar verdi. Yavuz”un emriyle, Konya Beylerbeyi Hüsrev Paşa, İdris-i Bitlisi”nin manevi desteğiyle 10 bin kişilik bir gönüllü ordusu topladı ve Diyarbakır”ı Safavilerden kurtardı. Safavi kumandanı Karahan, Mardin”e kaçtı. Osmanlı ordusu, Mardin üzerine yürüdü sonuçta bu kenti de aldı.

Bu tarihten itibaren, Diyarbakır ve Mardin Osmanlı topraklarına dahil edildiği gibi, İdris”in Yavuz Selim adına bölgenin Kürt-Türk beyleriyle anlaşması sayesinde Bitlis, Urmiye, İtak, İmadiye, Cizre, Eğil, Hizran, Garzan, Palu, Siirt, Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf), Meyyafarikin ve Cezire-i İbn Ömer gibi toplam 25 mıntıka barışçı yollarla Osmanlı idaresine bağlandı. Bu üstün başarılarından dolayı Yavuz Selim, İdris-i Bitlisî”yi ödüllendirdi. Kendisine bir ferman göndererek Diyarbakır bölgesini ona “temlik” olarak verdi. Ayrıca merkezi Diyarbakır olan ve Yavuz Selim”in 1516 yılında yeni kurduğu “Arab Kazaskerliği” kendisine bahşedildi. Böylece İdris-i Bitlisi Osmanlıların en büyük siyasi rütbelerinden biri olan kazaskerlik rütbesiyle taltif edilmiş oldu.

Uzun Osmanlı Yılları

Bölge Osmanlı”ya bağlandıktan sonra Kürt aşiret ve beyliklerine otonomi tanındı. Kurulan “Diyarbekir Vilayeti” bünyesinde 11 sancak Türk idarecilerine, 8 sancak yerli (Kürt) beylere verildi. Osmanlı”nın idari sisteminde en büyük birim “vilayet” idi. Tek bir Diyarbekir vilayeti tüm Güneydoğu Anadolu”yu içine alıyordu. Vilayetin altında livalar, onun da altında sancaklar vardı. 1520 yılındaki bir Osmanlı belgesinde, “Vilayet-i Diyarbekir” başlığı altında 9 liva, bunların da altında 28 “Ekrad sancağı” (Kürt sancağı) sayılıyordu. 1526 yılına ait bir belgede ise, “Diyarbekir Vilayeti Livaları” başlığı altında önce 10 Osmanlı sancağı, sonra da Vilayet-i Kürdistan başlığı altında “Ekrad sancakları” denilen 17 sancak sayılmıştı.

Belgeleri yorumlayan tarih profesörü Ahmet Akgündüz, Diyarbekir vilayeti içindeki sancakların 35″i geçtiğini; bunların 16″sının tımar düzenine tâbi klasik Osmanlı sancakları olduğunu; kalanların ise “yurtluk-ocaklık” ve “hükümet” diye de tasnif edilen “Kürdistan vilayeti livaları” olduğunu söylüyor. Bunun anlamı, söz konusu Kürt bölgelerinin belirli bir otonomiye sahip olduklarıdır. Bu düzende Kürtler kendi hayatlarını sürdürdü. Bu durum onlara kimliklerini koruma imkanı verdiği gibi, feodal düzenin sürmesini kolaylaştıran bir hukuki düzen de getirmiş oldu.

Türklerle Kürtlerin Kaynaşması

Osmanlı tarihi bakımından belirtilmesi gereken bir diğer olgu da, Kürtler ile Türklerin kaynaşmış olmalarıdır. Kürtlerin tarihi konusundaki en önemli uzmanlardan biri olan David McDowall, The Kurds adlı kitabında bu hususun altını çiziyor: “Kuşku yok ki, geç dönemde, bazı Arap ve Türkmen aşiretleri kültürel anlamda Kürtleştiler. Kürt ve Türkmen kabileleri bir arada yaşadı, bazı durumlarda birbirleri ile karıştı, bazı Türk liderler Kürtleri cezbetti veya bunun tam tersi oldu.” David McDowall”a göre, aynı şekilde çok sayıda Kürt, özellikle Müslüman ordularında profesyonel asker olanlarla, Türk veya Arapların yoğun yaşadığı bölgelere göçen köylüler ve aşiretler, Kürt kimliklerini kaybetti.

Kürtler için Osmanlı ordusunun ilgi çekici olduğunu dile getiren David McDowall, Kürtlerin sabit ordunun süvarileri arasında Türklerin yanında yer aldığını söylüyor. Kürtlerin en önemli katkısının, özellikle merkezden uzaktaki birliklerde olduğunu hatırlatan McDowall, 1630″ların ortalarında İran”a yapılan bir Osmanlı seferinde Hakkari ve Mahmudi Kürtlerinin ana ordunun önünde yer aldığını, Bitlis”ten gelen piyadelerin ise arka birlikleri oluşturduğunu belirtiyor.

Bedirhan Efsanesinin Aslı

Kürtler arasında, 1840″lardan itibaren bazı isyanlar baş gösterdi. Kürt tarihinde önemli bir yere sahip olan Bedirhan ailesine, bu isyanlardaki öncü rolü sebebiyle hâlâ pek çok Kürt milliyetçisi tarafından efsanevi anlam yüklenir. Halbuki, ne Bedirhan ailesinin isyanlarında ne de o dönemdeki diğer Kürt kalkışmalarının herhangi birinde milliyetçi motif yoktu. Bunlar, 1839 yılındaki “Gülhane Hatt-ı Hümayunu” ile başlayan Tanzimat dönemine tepki olarak gelişmiş hareketlerdi. Osmanlı, Tanzimat”la birlikte, daha önce geniş bir otonomi verdiği bölgeleri merkeze sıkı biçimde bağlamaya çalışıyordu. Buna tepki gösteren yerel liderler de ayaklanıyordu. Bunların kimisi Kürt, kimisi de Türkmen”di.

Tanzimat süreci ile Osmanlı idarecileri, merkezi yönetimi güçlendirmek, etkili biçimde vergi toplamak ve kuvvetli ordular kurmak niyetindeydi. O dönemde pek çok eyalette vergi Osmanlı memurları tarafından değil, yerel yöneticiler tarafından toplanıyor, bunlar da topladıkları verginin ancak bir kısmını merkeze aktarıyordu. Merkezin güçlenmesi için etkili bir bürokratik yapının kurulması ve bu yolla eyaletlerin kontrol altına alınması gerekiyordu. Bu işi en iyi başaran kişi, devleti 1876-1909 yılları arasında yöneten Sultan II. Abdülhamid oldu.

Hamidiye Alayları ve Abdülhamid”in Kürt politikası

Sultan II. Abdülhamid, devletin Müslüman halklarını bir arada tutmaya büyük önem verdi. Doğudaki Ermeniler arasında gelişen fanatik milliyetçi çeteler, Abdülhamid”in bu bölgeye özel bir şekilde eğilmesine vesile oldu. Abdülhamid”in getirdiği çözümün çatısını da “Hamidiye Alayları” oluşturdu. Abdülhamid”in ismine kurulan bu alaylar, Güneydoğu”daki Kürt aşiretlerinden adam devşirilerek bölgeyi Osmanlı devleti adına korumak amacıyla kurulan yarı askeri birliklerdi. Giderek büyüyen Rus tehdidine ve Ermeniler arasındaki milliyetçi örgütlenmeye karşı güvenlik unsuru olan Hamidiye Alayları, aynı zamanda Kürtlerin devlete olan sadakatlerini pekiştirmek gibi bir amaç da taşıyordu.

Aslında alaylar, Sultan Abdülhamid”in Kürtleri devlete daha da ısındırmak ve bağlılıklarını artırmak için yürüttüğü kapsamlı projenin parçasıydı. Projede Kürt önde gelenlerinin çocuklarının İstanbul”da eğitilmesi, bölgeye gönderilen din adamları yoluyla “Osmanlı” bilincinin güçlendirilmesi gibi unsurlar da vardı. İstanbul”da “aşiret mektepleri”nin açılması, bölgedeki medreselere maddi destek verilmesi bu projenin ayaklarını oluşturuyordu. Abdülhamid, ayrıca, yöreye gezici öğretmenler ve vaizler göndererek halkın eğitimine de önem verdi.

Prof. Dr. Ercüment Kuran, Kürt aşiret reislerinin çocuklarının askeri okullarda okutulması ve bunlardan Harbiye mektebinden mezun olanlarının nizamiye ordusuna tayin edilmesinin önemine işaret eder ve hükmünü “Doğu Anadolu halkının devletle bütünleşmesinde Abdülhamid”in hizmeti büyüktür” şeklinde verir. Askeri bir misyonu da yerine getiren alaylar, doğudaki Rus destekli Ermeni çetelerine karşı koyar, gerilla tipi savaş verir.

Kürtlerin Milliyetçiliğe Yüz Çevirişi

Milliyetçilik, modern çağda doğan bir olgu. Modernizm öncesi dönemde, milliyetçilik yoktu. İnsanlar kendilerini şu veya bu milletin bir ferdi olarak değil, bağlı oldukları siyasi otoritenin (çoğunlukla bir kralın, padişahın veya derebeyinin) tebaası ve ait oldukları dini cemaatin bir parçası olarak görüyordu. Osmanlı tarihinde, devletin son birkaç on yılı sayılmaz ise kayda değer bir milliyetçilik bulmak mümkün değil. 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı devletinin tebaası, kendini daha çok dinî temelde tanımlıyordu. Kürtler, kendilerini “Kürt”ten ziyade “Müslüman” olarak görüyordu.

Jön Türk hareketiyle birlikte Kürt entelektüeller tarafından başlatılan milli bilinç oluşturma çabaları geniş Kürt kitleleri üzerinde etkili olmadı. The Kurds adlı kitabın yazarı Derk Kinane”ye göre Kürt ağaları, hanları, şeyhleri bu modern Kürtlerin milliyetçi çabalarından hiç etkilenmedi. Çünkü, onları “dinsiz ve devrimci fikirlerin taşıyıcısı” olarak gördü ve kuşkuyla değerlendirdi. Kuşkuyla bakılanlar arasında elbette Türk milliyetçileri de vardı. 1909 yılında Sultan Abdülhamid”e karşı düzenlenen Jön Türk darbesinden ve bunun ardından iktidarı ele geçiren milliyetçi kadrodan rahatsız oldular. Yine de bu huzursuzluklar isyana dönüşmedi ve Kürtlerin Osmanlı devletine olan sadakati sürdü.

Kürtlerin Osmanlı”ya sadakatinin en çarpıcı göstergesi, 1912″den 1918″ye kadar aralıksız devam eden kanlı savaş yıllarıdır. Trablusgarp, Yemen ve Balkan Savaşları ile Birinci Dünya Savaşı”nda pek çok Kürt, Osmanlı ordusunda görev aldı. David McDowall, düzenli orduda görev yapmaya karşı evrensel bir gönülsüzlük olmasına rağmen binlerce Kürt”ün silah altına girdiğini belirtiyor. Kürtler tüm bu savaşlarda, resmi dili Türkçe olan Osmanlı devleti adına savaşmıştı. Peki bu sadakat nereden geliyordu? McDowall”a göre, en önemli faktör Müslüman kimliğiydi.

Sevr’i Protesto Eden Aşiret Liderleri

Anadolu”da bunlar olurken, Avrupa”da ise başka bir gelişme yaşandı. Osmanlı mirası üzerinde paylaşım kavgasının verildiği Sevr Konferansı”na, milliyetçi entelektüellerden oluşan bir grup Kürt temsilci de katıldı. Başlarında Osmanlı ordusunda görev yapmış bir Kürt olan Şerif Paşa vardı. Amaçları Ermenilerle anlaşarak bir “Kürt Devleti” kurmak için Avrupalı devletlerden onay almaktı. Ağustos 1920″de imzalanan Sevr Antlaşması”nın 62. maddesi, “Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerel otonomi” verilmesini öngörüyordu. 64. madde ise “Kürt halkları”nın “Türkiye”den bağımsızlık elde etmeleri”nin yolunu açıyordu.

Ne var ki “Jön” Kürtler, Avrupalı diplomatlardan aldıkları desteğin bir benzerini güneydoğu Anadolu”da bulamadı. Kürtler arasında bu habere duyulan şiddetli tepki, Paris”e bir seri telgrafın yollanmasına sebep oldu. Bu telgraflarda Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediği, iki halkın soy ve din itibarıyla kardeş olduğu savunuluyordu. Erzincan”dan 10 ayrı Kürt aşiret lideri, Fransız Yüksek Komiserliğine, Şerif Paşa”nın hareketlerini protesto eden bir telgraf yolladı. Benzer telgraflar Ocak 1920″de, Milli Misak”ın kabulünden iki gün önce, Osmanlı Parlamentosu”na da yollandı. Mart 1920″de İslami dayanışmayı vurgulayan ve Kürtlerle Türkleri ayırma çabalarına karşı çıkan bir deklarasyon, 22 Kürt aşiretinin lideri tarafından imzalandı.

Dönemin Vakit gazetesinde Bediüzzaman Said-i Nursi, Ahmet Arif ve Mehmet Sıddık, Kürtler adına yayınladıkları ortak yazıyla, Türklerin ve Kürtlerin birlikte maruz kaldıkları Rus ve Ermeni terörüne atıfta bulunarak, Şerif Paşa”yı şiddetle kınıyorlardı. Kısacası sonradan ulusal hafızamızda “sendrom” olarak yerini alacak olan Sevr Antlaşması”nı protesto edenler arasında Kürtler ön saftaydı. Kürtlerin Milli Mücadele”ye verdiği destek sonuna kadar sürdü. Urfa ve Maraş”ın düşman işgalinden kurtarılmasında önemli roller üstlendiler.

Benzer işbirliği Lozan görüşmeleri sırasında da yaşandı. Lozan”da Avrupalı devletler Kürtlerin “azınlık” olduğunda ısrar edince, İsmet Paşa “Türkler ve Kürtler Türkiye Cumhuriyeti”nin ana unsurlarıdır. Kürtler bir azınlık değil bir millettir; Ankara Hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin hükümetidir” diyerek karşı çıktı. Meclis”teki Kürt vekiller de İsmet Paşa”ya tam destek verdi. Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey, 3 Kasım 1922″de Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada, Sevr”i bir “paçavra” olarak niteledi, Türk-Kürt kardeşliğini vurguladı. Bir sonraki celsede ise, Bitlis, Erzurum, Kastamonu, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Pozan, Diyarbakır ve Van milletvekillerinin hepsi, Türklerle Kürtlerin tek bir kütle olduğunu belirten ortak bir açıklamaya imza attı.

Kürt Meselesinin Doğuşu

Peki Osmanlı”ya büyük sadakat gösteren, Milli Mücadele”ye canla başla destek veren, Sevr”i protesto edip Lozan”da “Türklerden ayrılmak istemeyiz” diyen Kürtler arasından nasıl oldu da bir “Kürt sorunu” doğdu? Bu sorunun cevabı, bir yönüyle Kürt milliyetçiliği ile ilgili. Osmanlı devletinin son döneminde ortaya çıkan Kürt milliyetçiliği her ne kadar geniş kitleleri etkilemese de varlığını sürdürdü; cumhuriyet döneminde, özellikle de tek parti döneminde büyüdü.

Kürt sorununun kırılma noktası ise, 1925 baharında patlak veren Şeyh Said isyanı oldu. İsyan, Kürtler arasında çok sınırlı bir destek buldu; Bediüzzaman Said Nursi gibi önde gelen din adamları isyana karşı çıktı. Ama isyanı bastırmak ve “kökünden halletmek” için başlatılan Takrir-i Sükun döneminde sert yöntemlere başvuruldu. Bu tarihten itibaren 1930″ların sonuna kadar “bölge”de hemen her yıl ayaklanma yaşandı. Türkler ve Kürtler arasındaki birliği sağlayan Müslüman kimliğine yapılan vurgunun azalması sorunun çözümünün en etkin yolunu da ortadan kaldırmış oldu.

Kazım Karabekir”in Alternatif Projesi

Acaba Şeyh Said isyanı sonrasında daha farklı bir “doğu politikası” uygulanabilir miydi? Kurtuluş Savaşı”nın kahramanlarından Kazım Karabekir Paşa, farklı bir politika geliştirmiş ve önermişti. İsmet İnönü hükümetinin “Takrir-i Sükun” politikalarındaki sertliği eleştiren Karabekir, temeli eğitim ve ekonomik entegrasyona dayalı alternatif bir proje sunmuştu. Proje 4 temele dayanıyordu: 12 yaşından küçük çocukları gece yatılı mekteplerine almak; Hamidiye Alayları”nın devamı olan Aşiret Süvari Fırkaları”nı tarımsal müfrezeler haline getirerek bunları tarımsal kalkınma ve yol çalışmalarında üretici hale getirmek; bölgedeki din adamlarını, Kürtçeyi de iyi bilen üniversite mezunu hocalar ve hukukçular ile harmanlamak. Böylece, bölge insanının dini temelden kopmadan modern bir eğitim almasını sağlamak; özellikle Van Gölü havzasından başlamak üzere, bölgedeki diğer aşiret unsurlarını küçük parçalara ayırarak yerel kalkınmada çalıştırmak, bölgedeki Ermeni propagandalarını ve Kürtçülük hareketlerini etkisiz hale getirmek için üst kültürlü, temsil yetenekli, çevresindeki yerli halka sosyal hayatta ve üretimde örnek olacak Türk kanalları açmak.

Karabekir, Kürtlerin dini hassasiyetlerini gözetecek, onları modern eğitimle tanıştırırken bir yandan da üretime teşvik edecek ve böylece ülke geneliyle ekonomik entegrasyonlarını artıracak çözüm öneriyordu. 1926 yılında Meclis tarafından bölgeye gönderilerek durum hakkında rapor hazırlaması istenen Bursa Milletvekili Emin Bey de “sıkı yönetim yerine ılımlı, yumuşak bir politika uygulanması, Sultan II. Abdülhamid”in bölgede uyguladığı politikalara ağırlık verilmesini” öneriyor ve “güvenliği sağlamak için bölgede bulunan silahlı kuvvetlere yapılacak masrafın yarısı kadar bir masrafla bölgeye önemli hizmetler götürülebileceğine” dikkat çekiyordu.

İsmet İnönü hükümetlerinin uyguladığı politikalar ise, “radikal devrimcilik” vizyonuna göre şekillenmişti. Bu vizyonda ekonomiye ve yerleşik kültürel değerlere fazla önem verilmiyor, sorunun Kürtlere Türk kimliğini kabul ettirmek ve tepkileri bastırmakla çözümleneceği umuluyordu. Ancak bu politika ters tepti. Muhafazakar Kürtleri Türk kimliğine kazandırmak, ancak ortak dini ve kültürel değerler ekseninde yürütülecek politikayla mümkün olabilirdi. Bunun aksi bir çizgide oluşturulan Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi projeler başarılı olamadı.

Dr. Hüseyin Koca”nın ifadesiyle “halk zaten sınırlı olan eğitim imkanlarından “çocuklarımız gavurlaşacak” diye faydalanmak istemedi.” Oysa, Dr. Koca”ya göre, “Kazım Karabekir Paşa”nın ziraat projesine kulak verilseydi, sosyal bütünleşme sağlanabilecekti.”

Tek parti döneminden sonra gerek Demokrat Parti döneminde, gerekse Anavatan Partisi iktidarında bir takım olumlu adımlar atıldı. Ancak, bu adımlar başarılı olamadı ve sorun günümüze kadar büyüyerek geldi. Şimdi, yeni bir dönemin başında kapsayıcı projelere ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Yanı başında Irak gibi istikrarsız bir yapının olduğu bir dönemde Türkiye”nin, tıpkı Osmanlı zamanında olduğu gibi ülkede yaşayan bütün unsurları ortak manevi değerlere dayalı, kardeşlik duygusuyla kucaklayacak politikaları hayata geçirmesi gerekiyor.

Mustafa Akyol