Etiket arşivi: özet hayatı

Zübeyr Bin Avvam (r.a) Kısaca Hayatı

Zübeyr B. Avvam (r.a)

Zübeyr b. el-Avvam b. Huveylid b. Esed b. Abdi’l-Uzza b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Ka’b. b. Lüeyy el-Kurasî el-Esedî. Büyük oğlu Abdullah’tan dolayı “Ebû Abdillah” diye çağrılırdı. Hz. Peygamber’in dostu ve havarisi (yardımcısı), aynı zamanda halası Safiyye binti Abdulmuttalib’in oğludur.

Ömer’in vefatından sonra, halife seçimini gerçekleştirmeleri için tayin ettiği altı kişilik “Ashabu’ş şûra” (danışma kurulu) üyelerindendir. Annesi kendisini “Ebu’t-Tâhir” diye çağırırdı. Fakat Zübeyr (r.a) kendisini oğlu Abdullah ile künyelendirmiş ve bu künye ile tanınmıştır.

Ilk müslümanların dördüncüsü veya beşincisidir. Ancak ne doğum tarihi, ne de kaç yaşındayken müslüman olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Habesistan’a da hicret etmiştir.

Bütün savaşlara katıldığı gibi Mısır fethinde de önemli rol oynamıştır.

Sıffın Savaşı’na katılmış ancak sonra savaştan çekilerek geri dönmüştür. Medine yolunda Temîm kabilesine ait bir su başına vardığında orada bulunan Amr b. Cürümüz onu takibe başladı. Vâdi’s-Sibâ’ denilen mevkide bir fırsatını bularak Zübeyr’i şehid etti.

İnşaALLAH her gün kısa bir şekilde bir sahabe efendilerimizi tanıyacağız inşaALLAH…

Selam Ve Dua lar ile..

Hatice BAŞKAN

Nuh Peygamber (A.S.) Kimdir? Kısaca Hayatı..

Nuh Aleyhiselam, İdris (A.S)’dan sonra gönderilen Peygamberlerin büyükleri olan ve kendilerine «Ülü’l-Azm» denilen 6 peygamberden ikincisidir.

Bu 6 büyük peygamber şunlardır, Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.)

Allah korkusundan daima ağladığı için adına, çok ağlayan, inleyen manasına gelen “Nuh” denilmiştir.

İnsanlar putlara tapmaya başladıktan sonra, gün geçtikçe aralarında, zulüm, zorbalık, fitne, ahlâksızlık gibi kötülükler artıp yayıldı. Hazret-i Nuh, böyle bir cemiyet içinde çocukluğundan beri doğru yolda bulunan, Allahü Teâlâ’ya ibadet eden Salih bir kul idi. Sulama işleriyle, çiftçilikle, hayvan yetiştirmekle, marangozluk ve ev inşasında çalışıyordu. Doğru yoldan ayrılmış olan insanların kötülüklerinden de tamamen uzak duruyordu. Elli yaşında iken, Allahü Teâlâ, onu insanlara peygamber olarak gönderdi. Kendi zamanında yaşayan bütün insanlara Peygamber olarak gönderilen Nuh aleyhisselam, ömrünün sonuna kadar insanları Allahü Teâlâ’ya iman etmeye, O’nun emirlerine uymaya, dâvet edeceğine söz verdi. Ona yeni bir din ve kitap verilmeyip, kendinden önceki peygamberlerin dinlerindeki hükümleri dokuz yüz elli sene insanlara bildirdi, onları hidayete çağırdı. Kur’ân-ı kerîmde “Muhakkak ki biz, Nuh’u(aleyhisselam) kavmine resûl olarak gönderdik”  buyrulmaktadır.

Zulüm ve zorbalığa alışmış ve başkalarını tahakküm altına almak isteyen insanlar inanmadılar ve ona düşman oldular. Nuh aleyhisselam onlara nasihat ederek: “Ben size doğru yolu göstermek, zulmü kaldırıp, adâleti yaymak için Allah tarafından gönderildim. Herkesin putlara tapmaktan vaz geçip bir olan Allah’a ibadet etmesini, kulluk yapmasını bildiriyorum” dedi. Kavmi ise bu dâvete uymadıkları gibi, Nuh aleyhisselamı kendilerine doğruyu, hakkı anlatırken dinlememek için parmakları ile kulaklarını tıkıyorlar, onu görmemek için elbiseleriyle başlarını kapatıyorlardı. Bir taraftan da ona inananlara zulüm ve işkence yapıyorlardı. 

Yıllar sürüp gidiyor, Nuh aleyhisselam ise tebliğ vazifesini devamlı olarak yapıyordu. Çok az kimse iman etmişti. Bir türlü kötülüklerini anlayıp, azgınlıktan vazgeçmiyorlardı. İsyanları sebebiyle Allahü teâlâ onlara gadap etti. Senelerce yağmur yağdırmadı. Malları, hayvanları helak oldu. Bağları bahçeleri kuruyup, servetleri kayboldu, nesilleri kesildi. Son derece muhtaç ve fakir hâle düştüler. 

Onların bu hâli karşısında Nuh aleyhisselam; “Ey kavmim başınıza gelen bunca belâlar günahlarınız sebebiyledir. Allahü teâlâ size gadap etti. Rabbinizden günahlarınızın bağışlanmasını isteyin, sizi affedip üzerinize rahmet yağmuru göndersin. Size mallar ve evlatlar ihsan ederek imdat etsin. Nihâyet bir gün ölüp kabre gireceksiniz. Rabbiniz sizi bir müddet kabirde beklettikten sonra diriltecek ve amellerinizin cezasını ve mükâfatını verecek…” diyerek daha birçok hususu iyice anlatıp onlara ehemmiyetle nasihat etti. İsyandan vaz geçmezlerse daha ağır azaplara düşeceklerini bildirdi.

 Nûh aleyhisselam asla yılmadan, tebliğ vazifesine devam ettiği hâlde, onların bir türlü imana gelmeyeceklerini iyice anladı. Bunun üzerine mealen şöyle dua ettiği Kur’ân-ı Kerim’de bildirilmektedir: 

“Nuh (aleyhisselam) dedi ki: “Ey Rabbim! Yeryüzünde, hareket eden hiçbir kâfiri bırakma! Eğer sen onları bırakırsan, kullarını dalâlete, sapıklığa sürüklerler. Hem bundan sonra onların çoluk çocuğu olmaz. Olsa bile çocukları fâcir ve küfürde pek ileri kimseler olurlar. Ey Rabbim! Beni, anamı, babamı, mümin olarak evime girenleri, erkek, kadın bütün müminleri mağfiret eyle, bağışla, zâlimlerin (kâfirlerin) ise ancak helâk ve hüsrânlarını arttır.” ve “(Nuh aleyhisselam dua edip) dedi ki: Yâ Rabbi! Gerçekten kavmim beni tekzip etti. Beni yalanladı. Artık benimle onların arasındaki hükmü sen ver. Beni ve berâberimdeki müminleri kurtar.” 

Nuh aleyhisselamın bu duası üzerine, Allahü teâlânın  şöyle vahy ettiği bildirilmektedir: 

“Nuh’a vahy olundu ki; kavminden daha önce îmân etmiş olanların dışında hiç kimse îmân etmeyecek. O hâlde sen, kavmin seni yalanladıkları için ve sana ezâ verdikleri için mahzûn olma, kederlenme ki; onlardan intikam alma vakti gelmiştir. Nezâretimiz altında ve vahy ettiğimiz, bildirdiğimiz şekilde bir gemi yap! Zâlimler (kâfirler) hakkında bana dua etme. Zîrâ onlar (suda) boğulacaklardır.”  

Nuh aleyhisselam kendisine gönderilen vahiy üzerine hemen bir gemi yapmaya başladı. Geminin yapılmasında Cebrâil aleyhisselam, Allahü telânın emri üzerine yardımcı oluyor ve nasıl yapılacağını tarif ediyordu. Nuh aleyhisselam ve iman eden müminler de geminin yapılmasında çalıştılar. Geminin inşasını gören putperestler; “Şimdi de marangozluğa mı başladın?” diyerek alay ediyorlardı.

Hz. Nuh gemicilerin ve marangozların piri sayılır, çünkü bu işleri Allah’ın ihsanıyla ilk defa o yapmıştır.

Nuh aleyhisselam. “Ey insanlar! Ben size doğru yolu göstermek için Allah tarafından görevlendirildim. Allahü Teâlâ’ya itaat ediniz. Ben sizin hayır ve iyiliğinizi istiyorum. Siz bilmiyorsunuz ama,Allah’ın azabı en kısa zamanda büyük bir tufan şeklinde gelecek. Bildirdiklerime inanmayan herkes helâk olacaktır. Şu yaptığım gemi, iman edenlerin binip kurtuluşa ereceği gemidir. Allah’a iman etmeyen âsiler suda boğulacaktır. Kurtulmayı isteyen iman etsin ve benimle yolcu olsun. Bu benim, herkesin duyması gereken son sözümdür.”

İnsanlar; “Ey Nuh, uzun yıllardan beri bu sözleri söylüyorsun. Şimdi de kuru bir çöl ortasında büyük bir gemi yaptın. Bizi tufanla korkutuyorsun biz sana da söylediklerine de inanmıyoruz.” dediler.

Nihâyet geminin yapımı tamamlandı. Hazret-i Nuh’un yaptığı ve üç katlı olduğu rivayet edilen bu geminin ateş yanarak kazanı kaynayıp hareket ettiği Buharlı bir gemi olduğu Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilmektedir.  

“Nihâyet helak etme emrimizin azâbımızın vakti geldiği, tennûrun(fırının) taşıp fışkırdığı (yâhut gemi kazanının kaynadığı) zaman biz Nuh’a şöyle emreyledik ki, kendisinden faydalanılan hayvanların her cinsinden erkek ve dişi birer çift hayvanı gemiye koy. Üzerlerine boğulma emri takdir edilenler hâriç âile halkınla bir de îmân edenleri gemiye yükle. Zâten Nuh’a îmân edenler pek az idi.”

Gemiye binecekler hazır olunca hazret-i Nuh onlara, Allahü Teâlâ’nın ismiyle gemiye binmelerini söyledi. Bütün müminler, o azgın kâfirlerin gözleri önünde Hazret-i Nûh ile gemiye bindiler.

Nuh aleyhisselam her hayvandan birer çift alıp, iman edenlerle birlikte gemiye yerleştikten sonra, gökten çok şiddetli bir yağmur yağmaya ve yerden de sular fışkırmaya başladı ve her şey suya gark oldu. Sular dağları aştı. Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında kaldı. Nuh aleyhisselama inanmayan putperest kavim boğularak helak olup gitti.

Tufan başladığı sırada Nuh aleyhisselam îmân etmeyen oğlu Yâm’a (Kenan), iman edip gemiye binmesini söyledi ise de oğlu; “Dağa çıkar sudan kurtulurum.” deyip binmedi. Bir dalga gelip onu da boğdu.

Nûh (A.S.), Allah Teâlâ’ya; “Rabbim! oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va’din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin” diye seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetini öğrenmek istemişti. Allah Teâlâ, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir şey ifade etmediğini, insanların birbirinden olmalarının yegane ölçüsünün akide olduğunu; “Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme” ayetiyle Nûh (A.S.)’a bildirerek, ortaya koymuştur.

 Boğulanlar arasında hazret-i Nûh’un hanımı da vardı. O da iman etmemişti. Tufan altı ay devam etti. Altı ay sonra Allahü Teâlâ’nın “Ey arz! Suyunu yut ve ey gök suyunu tut...” emriyle yağmur kesilip sular çekildi. . Buna “Tufan” olayı denir ki, rivâyete göre Hz. Âdem’in yaratılışından 2242 sene sonra olmuş.

Risale-i Nur, gemi mucizesi de dahil olmak üzere, peygamberlere verilen mucizelerle ilgili olarak Kur’an-ı Azimüşşan’ın verdiği şu mesaja dikkatleri çeker: “Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adâletine medâr olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı ona musahhar edip konuşturuyorum… Öyle ise, herbirinize de mâdem gök ve yer ve dağlar, hamlinden çekindiği bir emânet-i kübrâyı tevdî etmişim, halîfe-i zemin olmak istidadını vermişim; şu mahlûkatın da dizginleri kimin elinde ise, ona râm olmanız lâzımdır. Tâ Onun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin; ve onların dizginleri elinde olan Zâtın nâmına elde edebilseniz ve istidadlarınıza lâyık makama çıksanız.”  Böylece her mucize ilmin nihai sınırlarını çizerek insanlara ilim ve irfan yolunda büyük bir hedef gösterilmiştir.

Nuh aleyhisselamın gemisi Muharrem ayının onunda aşûre günü Irak’ta Cûdi Dağı üzerine oturdu. Bundan sonra insanlar Nuh aleyhisselamın üç oğlundan türedi. Bu bakımdan Nuh aleyhisselama ikinci Âdem denildi. Nuh aleyhisselam bin yaşında vefat etti. Nuh aleyhisselamın Sâm adlı oğlundan Arap, Fars ve Rum kavmi, Hâm adlı oğlundan ise Hindistan, Habeş ve Afrika halkı, diğer oğlu Yâfes’ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Nihâyet insanlar zamanla çoğalıp, Asya’ya, Avrupa’ya, Okyanusya’ya ve Berring  Boğazından Amerika’ya geçerek bütün yeryüzüne yayıldılar.

Nûh Tûfanından sonra insanlığın soyunun kimden devam ettiği konusunda farklı görüşlerde vardır.

Konuyla ilgili bazı âyetler vardır. 

“Hem o (Nûh)un neslini bâki kalanlar kıldık.” 

Ey Nûh’la beraber gemiye taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar!..” 

Bazı  tefsir ve tarih kitaplarında, Kitab.ı Mukaddes’teki bilgiler doğrultusunda bütün insanlığın sadece Nûh’un Sâm, Ham ve Yâfes isimli üç oğlunun soyundan gelişip yayıldığı belirtilir. Buna göre Nûh tûfanından kurtulan başka insanların soyu tükenmiş; bütün yeryüzünde sadece Nûh’un soyu devam etmiştir. Tefsirlerde buna karşılık iki farklı görüşten daha söz edilmektedir:

a) Şevkânî’nin aktardığı bir görüşe göre âyetteki “Nûh’un soyu”ndan maksat, onunla birlikte tûfandan kurtulan müminlerdir. Nitekim İsrâ süresinde Nûh ile birlikte taşınanların soyundan, Hud sûresinde de Nûh ile birlikte olan gruplardan, milletlerden söz edilmektedir. Buna göre Nûh ile birlikte kurtulanların soyu da devam etmiştir.

b) Tûfanın bütün dünyayı kapladığı, dolayısıyla yeryüzünde Nûh’un gemisinde bulunanlardan başka kurtulan kalmadığı, görüşü yaygın olmakla birlikte Nûh’un, Hz. Muhammed gibi bütün insanlığa gönderilmediği, sadece kendi kavminin peygamberi olduğu, şu halde burada ve diğer ilgili âyetlerde verilen tûfanla ilgili bilgilerin de bu sınır dahilinde anlaşılması gerektiği kanaatinde olanlar da “tûfan bölgeseldir; Nûh’un davetinin ulaşmadığı, tûfanın dışında kalan bölgelerdeki insanların nesilleri de devam etmiştir”, demektedir

Kur’ân-ı kerim’deki sûrelerden biri de Nuh sûresi olup, bu sûrede Nuh aleyhisselamdan bahsedilmektedir. Nuh aleyhisselam hakkında Peygamber efendimiz hadis-i şeriflerde buyurdu ki: 

“Melek-ül mevt (Azrail aleyhisselam) Nuh’a (aleyhisselam) geldiğinde dedi ki: “Ey Nuh ey peygamberlerin en büyüğü (en yaşlısı) ey uzun ömürlü ve ey duası kabul olunan! Dünyâyı nasıl gördün?” Nuh (aleyhisselam) dedi ki: “Şöyle bir kimse gibi ki, kendisine iki kapısı olan bir ev yapılmış da birinden girmiş diğerinden çıkmıştır.”

Nuh aleyhisselamın kavminden bir fırka gelip, oturdukları beldedeki büyük taşları toprak yapmasını istemişlerdi. Allahü Teâlâ Cebrail aleyhisselamı gönderip, “Resulüme söyle, o taşlara eliyle işaret etsin.” buyurdu. Nuh aleyhisselam da buyrulduğu gibi yapıp eliyle işaret edince, o beldede bulunan bütün taşlar birden toprak oldular. Bunun üzerine on iki kişi iman etti.

Nuh (AS) Uzakta bulunan ve gözle görülemeyecek şeyleri görüp haber verirdi,Susuz yerlerden su çıkarırdı,İşaretiyle ağaçlar kökünden sökülüp başka yere geçerdi, Duasıyla kuru ağaçlar hemen meyve verirdi, Duasıyla bulutsuz olarak yağmur yağardı,Kum, toprak, kil gibi şeyler, onun duasıyla yiyecek maddeleri hâline gelirdi,Eliyle yere diktiği bir ağaç fidanı o anda çeşitli renklerde meyve verdi.

Gemisi Cudi Dağının üzerine oturunca, insanlar açlıktan kurtulmak için yiyecek istediklerinde dua edince, bir miktar toprak ve kum yiyecek hâline geldi ve bunu yediler.

İman ederek, gemisine girip tufandan kurtulan insanlar çok az olmasına rağmen, onun duasıyla çok kısa zamanda çoğalarak arttılar.

Tûfanın bütün yeryüzünü kaplayıp kaplamadığı hususunda değişik rivâyetler vardır. Suların en yüksek dağları bile aşmasından dolayı yeryüzünün her tarafını kapladığı görüşünde bulunan âlimler varsa da, ağırlıklı ve umumun kabul ettiği görüş, Tûfan’ın bütün Dünyayı değil sadece Nûh aleyhisselamın kavminin yaşadığı bölgeyi kaplamış olmasıdır. Çünkü Hikmet cihetiyle bakıldığı zaman Nûh Tûfanının, sadece Nûh kavminin yaşadığı bölgeleri içine alacak şekilde meydana gelmiş olması beklenir. Nitekim, bu kavimden sonraki Lût, Âd ve Semud kavimlerine gelen musibetler de, sadece o kavimlerin yaşadığı bölgelerde görülmüştür. Eldeki veriler, getirilen yorumlar ve genel kanaat, Nûh kavminin Lût Gölü çevresi ile Mezopotamya arasında olduğu yönündedir. Dolayısıyla Nûh Tûfanın da bu bölgeyi içine alacak tarzda meydana gelmesi muhtemeldir. Gerçeğini Allah Tealâ Hazretleri bilir.

Nûh (A.S.)’ın adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı sûrede bu durum şöyle anlatılır: “Nûh dedi ki: “Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu hem senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim. Dedim ki: “Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. “Nûh, “Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu Kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular. Birbirinden büyük hilelere başvurdular” dedi. İnsanlara; “sakın tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva’, Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin” dediler. Böylece bir çoğunu saptırdılar. Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaşkınlığını artır. Nuh dedi ki; “Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkarcı bırakma. Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler”.

Allah Teâlâ, bu kavme helaki umumi kıldığı gibi, Nûh (A.S.) da bunun umumî olmasını istemişti. Çünkü asırlar süren daveti neticesinde anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi inkârcılar olacaktı. İbn İshak şöyle demektedir: “Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden daha berbat oluyordu. Sonra gelen nesiller; “Bu adam babalarımızla, dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu deliden başka biri değildir” diyorlardı”.

Yeryüzünde ilk defa fesat çıkararak, zalimlerden olan bir toplumu cezalandırmak için Allah Teâlâ’nın takdir etmiş olduğu vakit yaklaşmakta idi. Allah Teâlâ, Nûh (A.S.)’a Tufanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)’dan suların kaynamasını göstermişti.

Allah’a isyanda direten ve O’nun elçisine olmadık eziyetleri reva gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan zalim bir topluluk, sonraki nesillere, inkârcı zalimlerin sonunun ne olduğunu anlamaları için, bu şekilde, tufan ile helak edilmişti.

Nûh (A.S.), gemiden indikten sonra, Semânîn diye isimlendirilen bir yerleşim yeri inşa etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn Ömer (Cizre)’in yakınında bulunmaktadır.

Diğer bir rivayete göre de Nûh (A.S.) gemide 150 gün kalmış, Allah Teâlâ, gemiyi Mekke’ye yöneltmiş; gemi kırk gün Beytullah etrafında dönmüş ve sonra da Cudi’ye yönelterek orada durdurmuştu. Geminin kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde hâlâ bulunuyor olmalıdır. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de, insanlara ibret olsun diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını zikretmektedir: “And olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur”.

Hz. Nuh’un Evlatlarına Vasiyeti 

 Bunlardan ikisini bırakmayınız, ikisini de yapmayınız

1. La ilahe illallah

2. Sübhanallah vebi hamdihiy’dir

3. Gavurluktan (sakinin)

4. Kibir (‘den sizi nehyederim)»

Nuh (AS) öldüğünde de Mescid-i Haram’a yakın bir yere defnedilmiştir.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

Kuranı Kerim meali

Risalei Nur Külliyatı

Elmalılı, Hak Dini; Diyanet, Kur’an Yolu

Dinimizislam

sorularlarisale

İdris Peygamber (A.S) Kimdir? Kısaca Hayatı..

Kur’ân-ı Kerim’de ismi geçen peygamberlerdendir. Şit Aleyhisselamın torunlarındandır. Babasının adı Yerd, annesinin adı Berre veya Eşvet’tir. Bâbil’de veya Mısır’da Mûnif denilen yerde doğduğu rivayet edilmiştir.

İslam âlimlerinin belirttiğine göre, İdris’in asıl adı “Uhnuh”dur ki, Kitab-ı Mukaddes’te “Honuk” olarak geçer.

Kur’ân-ı Kerim’de İdris diye bildirildi. Kendisine peygamberlik, hikmet ve sultanlık verildiği için “Müselles bin-Ni’me” (kendisine üç nimet verilen) de denilmiştir.

Kur’an-ı Kerîm’de yer alan İdris (a.s) hakkında dört ayet-i kerime vardır. Bunlardan ikisi şu şekildedir:

(Ey Muhammed)! Kitapta İdris’e dair söylediklerimizi de an. Çünkü o, dosdoğru bir peygamberdi. Onu yüce bir yere yükselttik.”

(Ey Muhammed)! İsmail, İdris, Zü’l-kifl hakkında anlattığımızı da an; onların her biri sabredenlerdendi. Onları rahmetimize kattık. Doğrusu onlar iyilerdendi.”

Bir çok müfessir, ayette yer alan “Onu üstün/yüksek bir makama yücelttik ” ifadesinden, onun göklere veya cennete çıkarıldığını anlamışlardır.

Tefsir âlimleri ayet-i kerimede bildirilen “yüce mekândan” muradın, peygamberlik ve Allahü Telaya yakınlık mertebesi veya Cennet veya altıncı yahut dördüncü kat sema olduğunu bildirmişlerdir.

Kitab-ı Mukaddes’te de Hz. İdris için şu bilgilere yer verilmiştir:

Hanok/İdris toplam 365 yıl yaşadı. Tanrı yolunda yürüdü, sonra ortadan kayboldu; çünkü Tanrı onu yanına almıştı.“(Tekvin/Yaratılış, 5/23-24)

İdris aleyhisselam, içinde yaşamış olduğu, Kâbil’in evlâdından bir topluluğa peygamber olarak gönderildi. Her türlü isyan, kötülük ve günahın işlendiği bu topluluğa Allahü Teâlâ’nın emir ve yasaklarını bildirdi ve Allahü Teâlâ’ya kulluk etmeleri gerektiğini sabırla anlattı. Allahü Teâlâ ona otuz sayfa (forma) kitap gönderdi. Cebrail aleyhisselam dört defa gelerek Allahü Teâlâ’nın emir ve yasaklarını tebliğ etti.

Onun şeriatında; “Allah’a, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine, meleklere, peygamberlere ve ahir zamanda gelecek olan son peygamber Ahmed aleyhisselama inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak, domuz, köpek ve eşek eti yememek, aklı gideren maddelerden sakınmak” emredilmiştir.

İdris aleyhisselam, kavmine kendisinden sonra gelecek peygamberleri, Muhammed aleyhisselamın vasıflarını bildirdi. Kendisinden sonra gelecek olan Nuh Tufanını ve Ahir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselamı bütün tafsilâtıyla anlattı. Peygamber olduğunu ispat eden birçok mucizeler gösterdi. Fakat kendisine kavminden pek az kimse itaat etti, pek çoğu ise karşı geldi. Bunun üzerine İdris aleyhisselam yaşamış olduğu Bâbil diyarından Mısır’a hicret etti. Kendisine iman edenlerle birlikte burada yerleşti. Allah Teâlâ ona yetmiş iki lisanla konuşmayı nasip etti. Her kavmi kendi lisanıyla hak dine dâvet etti. Harp âletleri yapıp, kâfirlerle cihat etti.

İnsanlara şehir kurmak sanatını ve idarecilik ilmini öğretti. Yüz şehir kurdu. Bunların en küçüğü Diyarbakır yakınında bulunan Reha şehridir. Her millet de öğrendikleri bu kaidelere göre kendi bölgelerinde pek çok şehirler kurdu.

İnsanlara muhtelif ilimleri de öğretti. Pek çok kimseye hikmet ve riyaziye (matematik) dersleri verdi. Fen ilimleri, tıp ve yıldızlarla alâkalı ince ve derin meselelerden bahsetti. Allahü Teâlâ ona göklerin terkiplerini, neden meydana geldiklerini, yıldızlarla alâkalı derin bilgileri, senelerin sayısını ve hesap ilmini öğretti. İdris aleyhisselam kavmine kalem ile yazı yazmasını, iğne ile dikiş dikmesini öğretti. Öğrettiği ilimler, Allahü Teâlâ’nın bildirmesi ile oldu. Yoksa insanoğlunun aklı ve zekâsı, sâdece araştırma yoluyla bu bilgilere ulaşamazdı. Eski Yunanlılar ve daha sonra gelen filozoflar, fizik, kimya ve tıp bilgilerini İdris aleyhisselamın kitabından aldılar.

Terziler İdris Aleyhisselâmı kendilerine pîr kabul etmişlerdir. Zaten Cenab-ı Hak, Peygamberleri insanlara manevî yönden birer imam olarak gönderdiği gibi, maddi terakkileri için de önder tayin etmiştir.

Bütün dinlerde peygamberlere mutlak olarak tabi olma emri vardır. Peygamberlerin manevi kemalatları ve ettikleri nasihat, insanların manevi hayatlarını tanzim ettiği gibi, mucizeleri de, peygamberliklerini münkirlere tasdik ettirmek gayesinin yanı sıra, geleceğin insanlarını onların benzerlerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşvik manasını da taşımaktadır. Hattâ denilebilir ki, manevi kemalat gibi maddi terakkileri ve harikaları dahi, en evvel mucize eli insanlığa hediye etmiştir. Meselâ; Hazret-i Nuh’un bir mucizesi olan gemisi ve Hazret-i Yusuf’un bir mucizesi olan saati, Hazret-i Davud’un bir mucizesi olan demiri ısıtmadan hamur gibi yumuşatması ve eritmesi.

İşte bütün bunlar, en evvel peygamberlerin mucizeleri eliyle insanlığa hediye edilmiştir. Sanatkârların çoğunun, sanatlarında bir peygamberi pir edinmelerinin sebebi de budur. Meselâ gemiciler, Hazret-i Nuh’u, saatçiler Hazret-i Yusuf’u, terziler de Hazret-i İdris’i pîr kabul ederler.

Yeryüzünün meskûn yerlerini dört bölgeye ayırıp her birine bir vekil tayin etti. Bir müddet sonra Aşure gününde göğe (semâya) kaldırıldı.

Dünyada yaşadığı ömrünün sonuna doğru ölüm meleği Azrail aleyhisselam, İdris aleyhisselamı ziyarete geldi. İdris aleyhisselam, Azrail’e: “Bir anlık benim ruhumu al.” dedi.

Bunun üzerine Allahü Teâlâ, Azrail aleyhisselama; “Onun ruhunu al!” diye vahyetti. Azrail aleyhisselam ruhunu aldı. Allahü Teâlâ, İdris aleyhisselamın ruhunu tekrar iade etti. İdris aleyhisselam, Azrail aleyhisselama; “Beni semalara götür. Cennet’i ve Cehennem’i göreyim.” dedi.

Allahü Teâlâ, Azrâil’e onu semâya götürmesini, Cehennem’i ve Cennet’i göstermesini vahyetti. İdris aleyhisselama Cehennem gösterildi. Cennet’e götürüldü. Cennet’e girince, çıkmak istemedi. Kendisine; “Niçin çıkmıyorsun?” diye sorulunca; “Allahü Teâlâ, «Her nefis ölümü tadacaktır.» buyurdu. Ben ise ölümü tattım. Yine Allahü Teâlâ, «Herkes Cehennem’e uğrayacaktır.» buyurdu. Ben oraya uğradım. Allahü teâlâ, «Onlar oradan (Cennet’ten) çıkmayacaklardır.» buyurdu. İşte “ben bunun için Cennet’ten çıkmak istemem.” dedi.

Bunun üzerine Allahü Teâlâ, Azrail’e vahyedip, İdris aleyhisselamın Cennet’te kalmasını bildirdi. İdris aleyhisselam böylece Cennet’te kaldı. Bu husus Kur’ân-ı kerîm’de Meryem sûresi 57. ayet-i kerimesinde mealen; “Biz onu yüksek bir mekâna kaldırdık.” buyrulmak suretiyle bildirilmiştir

Nitekim Buhari ve Müslim’de bildirilen hadis-i şerifte, Peygamberimiz aleyhisselam Miraca çıktığı zaman, Hazret-i İdris’i dördüncü kat semada gördüğünü bildirmiştir. İdris aleyhisselam diri olarak göğe çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadılar. Hatırlamak için resmini yaptılar. Daha sonra gelenler bu resmi tanrı sandılar, çeşitli heykeller yapıp tapıldı. Böylece putperestlik meydana çıktı.

İdris aleyhisselam, ağaçların yapraklarının sayısını bilirdi. Dua ederken (Bî adedil-evrâk) “Ağaçların yaprakları kadar” diyerek tesbih okurdu. Yıldızlara ait ilmi bilirdi. Kavmini imana dâvet ettiği zaman, yıldızların heyeti, durumu ve diğer hususi hâllerini açıklamasını istediler. İdris aleyhisselam bunu geniş olarak haber verdi. Yıldızların durumunu anlattı. Bunun için “nücûm ilmi” hazret-i İdris’ten kalmıştır, denir. Melekler grup grup onun ziyaretine gelip görünürlerdi. Her birinin ismini, vazifesini, tesbihini bilirdi. Havada uçup giderlerken onları görürdü. Gökyüzündeki bulutlara dağılmalarını emrettiği zaman dağılırlar ve dile gelip onunla konuşurlardı. Bunlar Allah’ın İdris aleyhisselama verdiği mucizelerdir.

İdris aleyhisselamın hikmetli sözlerinden bazıları şunlardır:

Akıllı kimsenin rütbesi yükseldikçe, tevazusu (alçak gönüllülüğü) artar.

Cahil, mertebesi yüksek olsa da, basiret ehlini hakir ve aşağı görür.”

Dostlar arasındaki hakiki sevgi, içinde bir menfaat temin etme ve kendisinden bir zararı def etme düşüncesi olmayan sevgidir.

“İnsanda bulunan en faziletli cevher, akıldır. Sâhibini pişman ettirmeyen en kıymetli şey Salih ameldir.

İyi hasletlerin en üstünü; kızgınlık hâlinde doğruluk, sıkıntı hâlinde cömertlik, ceza vermeye gücü yettiği hâlde affetmektir.

Hz. İdris (as)’in de Hz. İsa (as) gibi göklere yükseltildiği ve hayatta olduğu kabul ediliyor. Nitekim bir rivayette şöyle denilmektedir:

Dört zat vardır ki: hala hayattadır. Bunlardan Hızır ve İlyas yerde, Hz. İsa ve Hz. İdris de gökte hayat sürmektedirler.”

İdris (as)’ın cennette olduğu konusuna gelince:

Hz. İsa (as) gibi göklerde olduğu ve ahiret  alemlerinden olan cennete girmediği kanaatindeyiz. Çünkü cennete kıyametten sonra gidilecektir. Ancak cennet gibi bir alemde olduğu ve melekler gibi yaşadığı bilinmektedir.

Her canlının ölümü tadacağı gerçeği, kıyamet kopunca Hz. İdris (as)’ın da ölümü tadacağını gösterir. Bunun için yeryüzüne inmesi şart değildir.

Hayat mertebeleri beştir. Hz. İdris (as) ise üçüncü mertebededir. Bu mertebeler ise:

1. Bizim hayatımızdır. Bizim hayatımızın devam edebilmesi için, yemek, içmek ve hava almak gibi zaruri ihtiyaçları görmek zorundayız.

2. Hz. Hızır ve İlyas ( a.s) hayatlarıdır ki, bir anda birkaç yerde bulunabilirler. Yemek içmek zorunda olmamakla beraber, istedikleri zaman yerler, içerler ve beşeri duruma girerler.

3. Hz. İdris ve İsa (a.s) hayatlarıdır. Bu zatlar beşeriyet ihtiyaçlarından uzaklaşmışlardır. Melek hayatına benzer bir mertebeye çıktıklarından, bizimle hiç münasebetleri olmaz.

4. Şehitlerin hayatıdır. Kur’an’ın ifade ettiği gibi, şehitleri hayatta olarak bilmemek gerekir. Çünkü onlar kendilerini ölü bilmedikleri için, kendilerini hayatta bilmektedirler. Ve kabir ehlinden farklı bir mertebede yaşamaktadırlar.

5. Kabir ehlinin hayat mertebeleridir. Ölülerin bile kendilerine münasip bir hayat mertebesinde oldukları imanın ve kur’anın ifadeleriyle sabittir.

İdris Aleyhisselâma; Yüce Allâh’ın kitabından ve Kitaplardan, Âdem ve Şis Aleyhisselamların Sahifelerinden çok çok ders yaptığı için İdris adı verildiği rivayet edilir.

İdris Aleyhisselâm; beyaz tenli, uzun boylu, büyük karınlı, geniş göğüslü, kaba sakallı, iri kemikli, güzel yüzlü idi. Yürürken, adımını, kısa atar, önüne bakardı. Vücudu, az kıllı, başı, çok saçlı idi. Vücudunda, yaratılıştan beyaz bir nokta vardı. Sesi, ince ve konuşması mülayimdi.

İlk kez elbise dikip giyen İdris Aleyhisselâmdı. Ondan önceki insanlar, hayvanların derilerini giyerlerdi

İdris Aleyhisselâm, çok ibadet edici bir zat idi. Kendisinin, bir günde yükselen ameline, zamanındaki Âdemoğullarını bir ayda yükselen amelleri denk gelmezdi.

İdris Aleyhisselâm; göğe yükseltilmeden önce, oğlu Mettu Şelah’ı, kendisine Halef ve ev halkına Vasi tayin etti.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • Kur-an’ı Kerim Meali
  • Risale-i Nur Külliyatı
  • Sorularlaislamiyet
  • Nasihatlar

Şit Peygamber (Şis) (A.S) Kimdir? Kısaca Hayatı

Şit Aleyhisselâmın babası, Âdem Aleyhisselâm, annesi de, Hz. Havva’dır.

Âdem aleyhisselamdan sonra gönderilen ilk peygamberdir.

Hâbil ile Kâbil arasında çıkan anlaşmazlık neticesinde Kâbil, Hâbil’i öldürünce, Allah Teâlâ, hazret-i Âdem’e, yeni bir oğul verdi.

Cebrail Aleyhisselâm, Hz. Havva’ya: “Allah, bunu (Şit‘i), sana Hâbil’in yerine verdi” dedi.

Âdem aleyhisselamın bütün çocukları ikiz olarak doğduğu hâlde, Şit aleyhisselam tek doğdu. Şit adı verilen yeni oğlun ismi İbrani’ce olup, Arapça karşılığı “Allah’ın hibesi” mânâsınadır. İsmine “Şis” de denilmiştir.

Hz. Havva, Şit’e hâmile olunca, alnında parıldamağa başlayan nur Şit’e geçti

Şît aleyhisselam, son peygamber Hazreti Muhammed aleyhisselamın nurunu alnında taşıyordu.

Adem (as.) Şît aleyhisselama şöyle vasiyet etti: “Oğlum! Alnında parlayan bu nur, son peygamber olan Hazreti Muhammed aleyhisselamın nurudur. Bu nuru mümin, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet et.”

Onu evlatlarına reis yaptığı gibi, vefat edeceği sırada da bütün yeryüzünün halifeliğine tayin etti. Bu hususta vasiyette bulundu. Ayrıca ilâhî sırları bildirip, bütün ilimleri öğretti. Gece ve gündüz saatlerini ve her mahlûkun, Allâh’a, hangi saatlerde, ne gibi ibadetler yaptıklarını bildirdi. Vuku bulacak Tufan hakkında da, bilgi verdi.

Şit aleyhisselam Âdem aleyhisselamın öteki evlâtlarının hepsinden güzel ve faziletliydi. Suret ve sîrette yâni hâl ve yaşayışta tıpkı babasına benzediği için Âdem aleyhisselam onu diğer evlâtlarından çok severdi. Şit Aleyhisselâmın oğullarına da, Kabil oğulları ile evlilik bağlantısı kurmamalarını tavsiye etti.

Âdem aleyhisselamın vefatından sonra, Allah Teâlâ, Şit aleyhisselama peygamberlik verdi. Elli sayfa (forma) küçük kitap indirdi. Bu kitaplarda hikmet ilmi, matematik, sanayi bilgileri, kimya ilmi ve daha birçok şeyler bildirilmişti.

Şit aleyhisselam zamanında insanlar çoğalıp, her tarafa yayıldılar. Onlara Allah Teâlâ’nın emirlerini bildirip iman etmeye çağırdı.

Şit Aleyhisselâm; Allah’ı, takdis ve tenzihten geri durmaz, kavmine de; Allah’ın buyruklarına karşı sakınmalarını, Allah’ı, her türlü noksan, eksik sıfatlardan uzak tutmalarını ve daima iyi işler işlemelerini emrederdi.

Bunun için, Şit oğulları ve kadınları arasında ne düşmanlık, ne kıskançlık olur, ne kin tutulur, ne suçlama yapılır, ne yalan söylenir, ne de, boş yere yemin edilirdi.

Şit aleyhisselamın dininin esasları, Âdem aleyhisselamın bildirdiği dinin esaslarına uygundu. Şit aleyhisselam ekseriya Şam’da ikamet edip, insanlara, Allah Teâlâ’ya iman etmeyi ve emirlerine uymayı bildirerek tebliğ vazifesini yaptı.

Çadırlarda yaşayan halk, bazı tabii afetlerden çeşitli zararlar gördüler ve korunmak için zaman zaman mağaralara sığındılar. Bu durum Şit (As.)’a daha sağlam yapıların gerektiğini düşündürdü ve onu bu konuda çalışmalara yöneltti. Uzun, zahmetli ve azimli çalışmalar sonunda Şit (As).taştan dayanıklı binalar kurmayı başardı. Şit. (As) kendisine inananlar ile birlikte bu sağlam yapılardan inşa ettiler ve hep birlikte oraya yerleştiler. Bu yerleşme yerine El Firdevs köyü adını verdiler.

Şit aleyhisselamın çocukları ve torunları imar ettikleri şehirlerde yaşayıp, Allah Teâlâ’ya ibadet ve tâatle meşgul oldular. Gayet huzurlu bir hayat sürdüler. Aralarında düşmanlık buğz ve haset yoktu. Kötülüklerden, haramlardan ve isyandan uzak dururlardı.

Şit aleyhisselam, Şam’dan Yemen tarafına gidip, azgın ve sapık bir hâlde yaşayan Kâbil’in oğullarını Allah Teâlâ’ya iman ve ibadet etmeye dâvet etti. Fakat bu kavim, Şit aleyhisselamın dâvetini kabul etmeyip, sapıklıklarında ısrar ettiler. Şit aleyhisselam, onlarla savaş yaptı. Yemendeki bu azgın kavmin bir kısmını kılıçtan geçirdi, bir kısmını da esir aldı. Babası, Âdem aleyhisselamla veya kardeşleriyle Kâbe’yi balçık çamuru kullanarak taştan yaptı.

Hazreti Muhammed aleyhisselamın nuru, oğlu Enûş’a geçti. Şit aleyhisselam, oğlu Enûş’a, babası Âdem aleyhisselamın,  Hazreti Muhammed aleyhisselamın nuruyla ilgili olarak kendisine yaptığı vasiyeti yaptı ve Enûş’u yeryüzüne halife tayin ederek vefat etti.

Ömrünün dokuz yüz on iki, dokuz yüz elli, dokuz yüz sen olduğu şeklinde farklı rivayetler vardır. Peygamberliğininse, iki yüz seksen iki, iki yüz on iki, iki yüz kırk iki sene olduğu şeklinde değişik rakamlar rivayet edilmiştir.

Rivayete göre: Şit Aleyhisselâm da, Mekke dağlarından Ebû Kubeys dağındaki mağaraya gömülen Ebeveyninin yanına gömülmüştür

Ahlâk kitapları, Hz. Âdem (as)’in, vefatından önce oğlu Şît’e ve dolayısıyla bütün insanlığa beş maddelik mühim bir öğütte bulunduğunu kaydederler. Ders ve ibret dolu bu nasihatler şöyledir:

 “— Ey Şît! Oğullarına söyle:

  1. Dünyadan ayrılmayacaklarmış gibi bakmasınlar. Buradan bir gün göçüp gideceklerini düşünsünler.
  2. İnsanlara söyle, hiç kimsenin sözünü düşünmeden kabul etmesinler. Biraz düşünüp doğruluk derecesini incelesinler.
  3. Oğulların yapacakları işin sonunu iyi düşünsünler… Eğer ben yasak ağacın meyvesinden yerken, bu işin sonunu düşünseydim, başıma gelen gelmeyecekti...
  4. Bir işe başlarken içinde o işe ait bir endişe ve isteksizlik olursa, işi tekrar düşünüp, yeniden tetkik etsinler.
  5. Doğruluk derecesini kesin olarak bilemedikleri işlerde de bilenlere sorsunlar. Dürüstlüğüne inandıkları kimselerle yaptıkları istişare neticesinde, varacakları karara göre hareket etsinler. Eğer ben meleklere başvurup işimin sonunu onlarla konuşup karara bağlasaydım, başıma gelenlere katlanmak zorunda kalmayacaktım.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • Dinimizislam
  • Sorularlaislamiyet
  • Ahmet KAYNAR

Hz. Adem (A.S.) Kimdir? Kısaca Hayatı..

İlk insan ve aynı zamanda ilk peygamber olan Âdem Aleyhisselam, yaratılmadan önce, bugün görüp müşahede ettiğimiz canlı-cansız bütün mahlûkat yaratıldı. Dünyada, bir insanın yaşayabilmesi için gerekli olan her şey vücuda getirildikten sonra, ilk insan yaratıldı. Yani, arzın halifesi olarak yaratılacak olan insan için, ortam her açıdan hazır hale getirildi. Son olarak da Hz. Âdem, Cenab-ı Allah tarafından yaratıldı.

Daha önce, yeryüzünün imarını üstlenmek ve diğer varlıklar üzerinde bir nevi amirlik vazifesi ile tavzif edilen cinler, bu görevi hakkıyla yerine getirmedikleri gibi, yeryüzünü fesada vererek zulme sebep oldular. Birbirlerini öldürdüler. Yaptıkları kötülükler, iyiliklerini fersah fersah geride bırakınca, Allah tarafından bu vazifeden azledildiler. İlahi kudret, onların yerine yeni bir mahluk yarattı: “İnsan”

İlk insan, ilk peygamber, insanlığın babası.. Allah Teâlâ Hz. Âdem (as) (as)’i topraktan (turâbtan) yarattı.

 Yüce Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını meleklerine bildirdiği zaman; ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla donatacağı bu varlığın yeryüzüne uyum sağlaması için maddesinin de yeryüzü elementlerinden olmasını dilemiştir.

Allah Teâlâ Hz. Âdem (as)’i yaratırken maddesi olan toprağı çeşitli hâl ve safhalardan geçirmiştir.

Hayat kaidesinin candan sonra iki temel unsuru su ve topraktır.

Yeryüzünün 3/4’ü su ile kaplıdır. İnsan vücudunun da %75’i sudur. Demek ki dünyadaki bu düzen aynen insana da intikal ettirilmiştir. Yine Cenâb-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Andolsun biz insanı (Âdem (as)’i) çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yarattık.

İşte ilk insan, yaratılışının mertebelerinde, önce böyle bir çamurdan sıyrılıp çıkarılmış, sonra hülâsadan (bir soydan) yaratılmıştır.

Nihayet şekil ve suretinin tesviyesini ve düzenlemesini tamamlayınca ona can vermiş ve ruhundan üflemiştir:

Yaratılışı tamamlandıktan sonra Allah Teâlâ ona, haydi şu meleklere git, selâm ver ve onların selâmını nasıl karşıladıklarını dinle! Çünkü bu, hem senin, hem de zürriyetinin selâmlaşma örneğidir. Bunun üzerine Hz. Âdem (as) meleklere: “Es-selamu aleyküm” dedi. Onlar da: “Es-selâmu aleyke ve rahmetullah” diye karşılık verdiler. İnsanlar arasında sıcak duyguların uyanmasına, aradaki sevgi ve saygının pekişmesine ve daha bir çok müspet gelişmeye sebep olan selam, İslam dini mucibince verilmesi sünnet, alınması farz haline geldi.

Âdem (as), insanların büyük atası olduğu için, Cennet’e giren her kişi, Âdem (as)’in bu güzel suretinde girecektir. Hz. Âdem (as)’in torunları, onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeye devam etti. Nihayet bu eksiliş şimdi (Hz. Muhammed zamanında) sona erdi.

Allah Hz. Âdem (as)’i yarattıktan sonra, dünyaya yerleşip kendilerinden faydalanabilmeleri için ona eşyanın isimlerini ve özelliklerini öğretti. İsimlerin dalâlet ettiği varlıkları anlama kabiliyeti verdi.

Allah Teâlâ, Âdem (as)’i yeryüzünde halifesi yapacağını meleklerine istişare eder gibi tebliğ etmiş, Âdem (as)’i yarattıktan sonra ona eşyanın isimlerini öğretmiş, eşyanın bilgisini edinme ve beyan etme kabiliyetini vermiştir. Meleklerin devamlı olarak tesbih ve takdis vazifesiyle meşgul olmaları ve nefislerinin olmaması sebebiyle yeryüzünde halifelik ve imtihan keyfiyetlerine Âdem (as) ve evlatlarının lâyık olacaklarını Âdem (as) ile meleklerini bir imtihandan geçirerek göstermiştir.

Yüce Allah Âdem (as)’i yarattıktan sonra zevcesi Havva’yı onun eğe veya başka bir görüşe göre kaburga kemiğinden yarattı

Yüce Allah Âdem (as) ve eşine “Ey Âdem (as), sen ve eşin Cennet’te yerleş, otur. Ondan (Cennet’in yiyeceklerinden) istediğiniz yerden ikiniz de bol bol yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın.  Yoksa ikiniz de kendinize zulmedenlerden olursunuz.

Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi Cennet’ten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve güneşte yanmazsın” buyurarak, Cennet’e yerleştirdi

Vesvese vererek insanları azdırma kabiliyetine sahip olan şeytan, ne yaptıysa yaptı, bir yolunu bularak Cennet’e girebildi.” Rabbiniz size bu ağacı başka bir şey için değil, ancak iki melek olacağınız yahut ölümden kurtulup ebedi olarak kalıcılardan bulunacağınız için yasak etti’ dedi. İşte bu şekilde ikisini de aldatarak o ağaçtan yemeye tevessül ettirdi. Ağacın meyvesini tattıkları anda ise, o çirkin yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine Cennet yaprağından üst üste yamayıp örtmeye başladılar. Rableri de “Ben size bu ağacı yasak etmedim mi? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi? diye nida etti.

Şeytanların yaratılması ve insanlara musallat edilmelerindeki hikmet ve şeytanların yaratılma işinin şer olup olmadığı konusundaki soruya da Risale-i Nur’da aydınlatıcı ve ikna edici cevaplar verilmektedir. Şeytanların halk edilmesi konusunda neticeye dikkat çekilir. Kötü olan yaratma olayı değil, insanın kendi iradesi ile o fiili işlemesidir. Mesela ateşin halkında birçok fayda vardır ve hayırlıdır. Ancak, birileri kötü işlerde kullanıp, can ve mala zarar verdiklerinde, ateşin kötü olduğuna hükmedilemez. Bir diğer husus da, bazı büyük kazanımlar için, bir kısım kayıpların göze alınması gerekir. Savaş halinde bazı sıkıntılara katlanıp, nöbet tutulur, birçok zorluğa göğüs gerilir. Böylece vatan düşman istilasından kurtarılır. Vatanın kurtarılması sırasında meydana gelen kayıplar, fazla dikkate alınmaz. Kangren olmuş parmağın kesilmesi zahiren kötü görünse bile, bedenin kurtarılması göz önüne alındığında daha hayırlı olduğu hemen anlaşılır. Parmak kesilmediği takdirde daha büyük bir felakete sebep olur.

İşte, bu sebepledir ki, şeytanların musallat edilmeleri ile insanlarda büyük terakkiyat meydana gelir. Meleklere musallat olmadıkları için makamları sabittir ve ilerlemezler. İnsandaki mertebeler hem ilerleme hem de gerilemede sınırsızdır. Bu yüzdendir ki, “Nemrutlardan, Firavunlardan tut, tâ sıddıkîn-i evliya ve enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var” Böylece imtihan yeri olan bu dünyada kömür ruhlularla elmas ruhlular tefrik edilir. “Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar beraber kalacaktı. Âlâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i sâfilîndeki Ebu Cehil’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı.

Hz. Âdem (as) ve Havva ve nesillerinin yeryüzünde yerleşip kalmaları ve burada üreyip geçinmeleri, imtihan edilmeleri takdir edildi ve Âdem aleyhisselam Hindistan’da Seylan (Ceylon) adasına, Havva ise Cidde’ye indirildi.

Hazreti Adem’in (as) cennetten ihracı ve bir kısım insanların cehenneme girmelerinin, hikmetinin ne olduğuna dair soruya, Risale-i Nur’da şu cevap verilmiştir: “Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki, bütün terakkiyât-ı mâneviye-i beşeriyenin ve bütün istidâdât-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esmâ-i İlâhiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netâicindendir. Eğer Hazret-i Âdem Cennette kalsaydı, melek gibi makamı sabit kalırdı; istidâdât-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki yeknesak makam sahibi olan melâikeler çoktur; o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlâhiye, nihayetsiz makamâtı kat edecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melâikelerin aksine olarak, muktezâ-yı fıtratları olan malûm günahla Cennetten ihraç edildi.”

Cennet gibi bir hayattan daha zor şartların hüküm sürdüğü bir dünya hayatı yaşamaya başladılar burada uzun bir süre tövbe ve istiğfar ile meşgul oldular.200 sene ağlayıp yalvardıktan sonra, tövbe ve duaları kabul olup, hacca gitmesi emir olundu.

Arafat ovasında Havva ile buluştu. Kâbe’yi inşa etti.

Hz. Âdem her sene hac yapardı. Arafat meydanında veya başka meydanda, kıyamete kadar gelecek çocukları belinden zerreler halinde çıkarıldı. «Ben sizin Rabbiniz değil miyim ?» diye soruldu. Hepsi dedi. Sonra hepsi zerreler haline gelip, beline girdiler. Yahut belinden yalnız kendi çocukları çıktı. «Evet ». Buna “Ahd-ü-Misak” ve “Kalu Bela” denildi.

Sıra Âdem neslinin çoğalmasına gelmişti.

Hz. Âdem (as) ve Havva anamız izni ilahi ile bir süre sonra evlendiler. Artık kendi sülblerine yüklenmiş olan genetik şifrelerin açılma vakti gelmişti. Yeryüzünde yaşayacak olan insan neslinin hayat sahnesine çıkması gerekiyordu. Allah’ın güzel isimleri tecelli edecek ve İzni İlahi ile nesiller çoğalacaktı.

Yeryüzünde tek bir anne ve tek bir baba olduğuna göre kardeş durumunda nasıl bir evlilik vuku bulacaktı? Şöyle ki:

Havva annemiz her defasında bir kız ve bir oğlan olmak üzere ikiz çocuk doğuruyordu. Bu çocuk sayısının 40 olduğu, yani 20 çift ikiz çocuk olduğunu çeşitli kaynaklarının haberlerinden anlıyoruz. Bazı kaynaklarda çocuk sayısına 120 diyenler de var, ancak ekseriyetin görüşü 40 olduğu yönünde. Belki bir miktar da fazla olabilir, fakat bu çok da önemli değil. Zira bazı çocuklar sonradan vefat etmiş de olabilir. Buradaki önemli husus çocukların özel bir şekilde yaratılıp, ikiz olmaları. Özel yaratılıştan kasıt şu: kardeş bağları nedeni ile ileride yapılacak özel evliliklerde her hangi bir genetik bozukluk olmasın. Zira çocukların evlilik süreçleri de Hz. Âdem’e (as) İlahi Kudret tarafından bildirilmiş. Sırası ile doğan iki çocuklar çaprazlama olarak evlendirilecek. Sanki beraber doğan ikizler kardeş mesabesinde, diğer doğanlar sanki bu özellikten daha uzaklar.

İşte insan nesli Hz. Âdemden sonra ikinci kuşak olarak böyle bir süreçle başlamış. Yani ikiz doğan çocuklar çaprazlama bir usulle, Emr-i İlahi doğrultusunda, evlendirilmişler. Bunun bir ilahi emir olduğunu Habil ve Kabil olayından anlıyoruz.

Habil ve Kabil ark arkaya doğan ikiz çocukların erkek olanları idi. Bu durumda Habil Kabil’in kız ikizi ile Kabil de Habil’in ikizi ile evlenmek durumundaydı. İlk İlahi emir bu idi. Ancak Kabil bu fıtri seyre itiraz etti ve kendi ikizi ile evlenmek istedi. Bu durumu babası Hz. Âdem’e(as) bildirdiği zaman, Kabil’in isteğini uygun bulmadı babası. Bunun yasak olduğunu, Allah’ın emrinin diğer kız ile yani Habil’in ikizi ile evlenmesi gerektiğini ona bildirdi. Kabil ise arzu ve isteğinde ısrar edince duruma Kudret-i İlahinin hüküm vermesi yönünde tavsiyelerde bulundu. Bu noktada Habil ve Kabil Allah’a kurban adayacaklar, kimin kurbanı kabul edilirse Allah onun için olumlu bir cevap vermiş olacaktır.Neticede Habil’in duası kabul olundu, Kabil’in isteği ise ret olundu. Kabil ise Allah’ın hükmüne isyan ederek kardeşi Habil’i öldürdü. Kendi ikizini de yanına alarak başka bir diyara göç etti.

Bu kıssada dikkat çekici bazı noktalar var:

1- Havva annemizin bir seferde bir oğlan ve bir kız olmak üzere ikiz doğurması sadece ilk üremeye ait çok özel bir durumdu.

2- Bu ilk çocuklardaki genetik yapıları özel olarak tanzim edilmişti.

3- Bu düzeni bozmak isteyen Kabil’e müsaade edilmemiş, Allah onun kurbanını kabul etmemişti. Yani Allah bu fıtratın bozulmasından razı değildi.

4- Kabil ise isyan neticesinde bu fıtri yapıyı bozmuş, neslin farklı bir şekilde çoğalıp üremesinde sebep olmuştu.

5- Kabil nesli ile diğer kardeşlerin nesli arasında ileride anlaşmazlık çıkacaktı.

Kabil ilk cinayeti işleyip, yeryüzünde kan döküp ilke fesat fiilini işleyen bir olması yanında, daha kötüsü olarak neslin üreme ve çoğalmasında fıtrat bozucudur. Nuh tufanında boğulan neslin büyük bir kısmının Kabil’in zürriyeti olduğu yine bazı kaynaklarda yer alıyor.

Kardeş evlilikleri daha ilk ikizler sonrası, yani 19 çift çocuk sonrası yasaklanmıştır.

Allah, insanı nefsinin şehvet ve şeytanın vesveselerine maruz kalacak şekilde yaratmış, ona bunlara karşı koyacak akıl, hayır ve şerri birbirinden ayırt edecek vicdan (kalb gözü) vermiştir. Cenâb-ı Allah böylece insanı bu dünyada imtihan alanına koyduğu için, hikmet ve rahmetinin gereği olmak üzere hayır, fazilet, şer ve rezalet yollarını gösterecek, hak ile batılı öğretecek, hayır ve kemâl yollarına irşat edecek peygamberler göndermiştir. Cenâb-ı Hakk peygamberler göndermekle, insanın tabiatına ve halifeliğine uygun imtihan şartlarını tamamlamıştır. Neticede insan bu dünyada yaptıklarının hesabını öldükten sonra diriltilince verecek, imanlı olup iyilik ve sevap terazileri ağır gelenler Cennet’e girecektir. Bunları kendilerine öğretip ikaz etmek için peygamberlere ihtiyaç vardır. İlk insanlara peygamber olmaya en lâyık olan zat, Allah Teâlâ’nın doğrudan doğruya vasıtasız konuştuğu ataları Hz. Âdem (as)’dı.

Yüce Allah, ilk insan Hz. Âdem (as)’i bizzat doğrudan doğruya çeşitli safhalardan geçirerek yaratmıştır. Darwinist olan tekâmülcülerin (evrimcilerin) iddia ettiği gibi, insan maddenin kendiliğinden gelişerek tek hücreli canlı olması ve bunun da gelişerek çeşitli hayvanlar ve maymunlar oluşması ve maymunların da insana dönüşmesi yoluyla meydana gelmemiştir. Uydurma ve yakıştırmadan ibaret olan bu nazariyenin doğruluğuna, deney ve gözlemlerde ve delil olarak kabul ettikleri materyal fosillerinde, en ufak bir ipucu bile yoktur. Bunun aksini ispat edecek fosil ve deliller pek çoktur. Mendel ve Pastör kanunları gibi.

Bir eser müessirinden (yaratıcısından) üstün olamaz. Bir eserde yapıcısında bulunmayan vasıflar bulunamaz. Netice sebebinden üstün olamaz. Taş sebep olursa, parçacıkları taşın eseri (neticesi) olur. Maddede can yoktur; insanî ruh ve bunun özellikleri olan şuur ve akıl hiç yoktur: vicdan ve bunun özellikleri olan sevgi, nefret ve üzüntü de yoktur. Bir maddenin, pek çok mükemmel makina sistemi olan bir canlının vücudunu meydana getirmesi ve ona kendisinde hiç bulunmayan canı, hele akıl, irade ve vicdanın kaynağı olan ruhu vermesi ne kadar muhal ve imkânsızdır. Can enerji değildir. Can, canlının duymasını ve gayeli hareket etmesini sağlayan, vücudunu tamir etme, kendisini koruma ve neslini devam ettirme vazifesini üstlenen manevî bir cevherdir.

Bir canlı sisteminin meydana gelebilmesi için mutlaka şu şartlar gereklidir:

1. Sistemin gelişigüzel değil, enerji ve besinleri dönüştürecek mükemmel mekanizması ve makina sistemi olmalıdır.

2. Otomobilin çalışması için nasıl petrol lâzımsa, bunun da kullanılabileceği bir enerji kaynağı yani besinler bulunmalıdır. Canlıların besinleri, bitki ve hayvan organizmalarıdır.

3. Bu enerjinin dönüşüm mekanizmalarını idare edip devam ettirmek ve çoğaltmak için bir kontrolcü bulunmalıdır. Çünkü Termodinamiğin ikinci kanunu olarak ifade edilen ve kâinatta geçerli kanuna göre sistemlerin düzensizliğe doğru tabii bir kaymaları vardır. Otomobilde bu kontrolcü şoför, elektronik beyinde kontrol mühendisidir. Otomobilin şoförü veya elektronik beyinin kontrolcüsü ölmüşse bunlar kendi kendilerine gayeli ve düzenli çalışamazlar. Kendilerinin benzerlerini meydana getiremezler ve kendilerini tamir edemezler. Az bir zaman sonra çürür, dağılır ve saçılıp giderler. Canlıların mekanizma ve makinalarının kontrolcü ve idarecisi candır. Canlının canı çıkmışsa, bunca muazzam zekâsına rağmen insan dahi ona canı veremez.

4. Canlı bir sistemin mutlaka akıllı ve âlim bir yaratıcısı olmalıdır. O da Allah’tır. Otomobilin yapıcısı akıllı bir insandır. Öyle ise canlıların organizmalarını, o akıllara durgunluk verecek çok muazzam makina sistemlerini, oksijen, hidrojen (yani su), fosfor, kükürt, azot, karbon, kalsiyumdan yaratan ve bunlara canı veren Allah’tır.

İnsanla hayvan arasında mahiyet farkı vardır. İnsanlarda akıl, irade ve vicdan vardır. Hayvanlarda bunlar yoktur. Bunların kaynağı da Allah’ın insana verdiği ruhtur. Bu insanî ruh hayvanda yoktur.

Buna göre tekâmül nazariyesi Darwinizm imkânsızdır.

Adem (as) Neslinden 40.000 kişiyi gördü. 1500 yaşında iken çocuklarına peygamber oldu.

Çocukları çeşitli dillerde konuştu. Cebrail aleyhisselam 12 kere geldi. Oruç, her gün bir vakit namaz ve gusül abdesti emredildi. Kendisine on suhuf (forma) kitap verildi. Bu kitapta; iman edilecek hususlar, çeşitli diller ve lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, gusül boy abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz eti yememek, tıp, ilaçlar, hesap, geometri gibi şeyler bildirildi. Ayrıca fizik, kimya, tıp, eczacılık, matematik bilgileri öğretildi. İbrani, Süryani ve Arap dillerinde kerpiç üstüne çok yazı yazıldı.

İlk insanlar, bazı tarihçilerin zannettiği gibi ilimsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak ve vahşi kimseler değildi. Bugün Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında, tunç devri dedikleri zamandakilere benzeyen vahşiler yaşadığı gibi, ilk insanlarda da, bilgisiz basit yaşayanlar vardı. Bundan dolayı ne bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için vahşidir denilemez. Hazret-i Âdem ve ona inananlar şehirlerde yaşarlardı. Okuma-yazma bilirlerdi. Demircilik, dokumacılık, çiftçilik, ekmek yapmak gibi san’atları vardı. Altın üzerine para dahi basılmış, maden ocakları işletilip, çeşitli aletler yapılmıştı.

Âdem aleyhisselamın hiç sakalı yoktu. İlk sakalı çıkan Şit aleyhisselamdır. Hazret-i Âdem çok güzeldi. Siyah saçlı ve buğday tenliydi. Hz. Âdem’in (as) boyunun 60 zira (40 m civarı) olduğu belirtilmektedir. İbn Haldun gibi bazı düşünürler ise bunun onun cennetteki boyu olduğunu, Hz. Havva ile yere indirilince yer şartlarına uygun boyuna iade edildiğini kabul etmişlerdir.

Birçok mucizeleri vardır. Bunlardan bir kaçı şöyledir:

Yırtıcı, vahşi hayvanlarla konuşurdu. Susuz dağ ve taşlara elini vurunca, pınarlar fışkırır, temiz sular akardı. Eline aldığı ufak taşlar, yüksek sesle Allah Teâlâ’yı zikrederdi.

On bir gün hasta yatıp, Bir rivayete göre 2000 yaşında iken Cuma günü vefat etti. (Ömrünün bin veya iki bin yıl olduğuyla ilgili farklı rivayetler vardır.) Âdem aleyhisselam vefat edince, Cebrail aleyhisselam bir gömlek giydirdi. Şit aleyhisselama yıkamayı öğretti. Yıkayıp kefenlediler.

Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Âdem aleyhisselam vefat edince, melekler üç defa su ile yıkadılar. Onu defnettiler. Sonra çocuklarına dönerek, (Ey âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız) dediler.”

Şit Aleyhisselam imam olup cenaze namazını kıldırdı.

Hz. Havva 40 sene sonra vefat etti. Kabirlerinin Kudüs’te veya Mina da Mescit-i Hif’de veya Arafat’ta olduğu rivayetleri vardır.

Allah Teâlâ Kur’an-i Kerimde mealen buyuruyor ki : « Allah nezdinde İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona «OL !» dedi ve oluverdi ». Burada değinilen durum, Hz.İsa’nin ve Hz. Âdem’in babasız dünyaya gelmeleridir.

Peygamberimiz Muhammed (S.A.V.) Hz. Âdem hakkında : «Allah Teâlâ Âdem’i (aleyhisselam) yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan yarattı. Bu sebeple zürriyetinden siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bazıları da bu renklerin arasındadır. Bazısı yumuşak, bazısı sert, bazısı halis ve temiz oldu » buyurmuştur.

Hz. Âdem 5 şeyi ile bahtiyar olmuştur:

1) Hatasını itiraf etmek

2) Pişmanlık duymak

3) Nefsini kötülemek

4) Tövbeye devam etmek

5) Rahmetten ümidini kesmemek

İblis de 5 şeyden bedbaht olmuştur:

1) Günahını ikrar etmemek

2) Pişmanlık duymamak

3) Kendini kötülememek

4) Kendini kötülemeyip azgınlığını Allah Teala’ya nispet etmek

5) Rahmetten ümidini kesmek

Adem (as)’ın meleklere karşı kabilyetli oluşunu Bediüzzaman Hazretleri Risale-i nur adlı eserinde şöyle anlatmıştır.

“Hazret-i Ademin melâikelere karşı kabiliyet-i hilâfet için bir mu’cizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir hâdise-i cüz’iyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev-i beşere câmiiyet-i istidad cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın enva’ına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın şuunat ve evsafına şamil kesretli mâarifin tâlimidir ki; nev’-i beşere değil yalnız melâikelere, belki Semâvat ve Arz ve dağlara karşı Emanet-i kübrâyı haml dâvasında bir rüchâniyet vermiş ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i mânevîsi olduğunu Kur’an ifham ettiği misillü; «Melâikelerin Âdem’e secdesiyle beraber, Şeytan’ın secde etmemesi olan‘» hâdise-i cüz’iye-i gaybiye, pek geniş bir düstur-u külliye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. Şöyle ki: Kur’an, şahs-ı Âdem’e Melâikelerin itaat ve inkıyâdını ve Şeytan’ın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle; nev’-i beşere kâinatın ekser maddî enva’ları ve enva’ın mânevî mümessilleri ve müekkelleri müsahhar olduklarını ve nev’-i beşerin hassalarının bütün istifadelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevkeden mevadd-ı şerîre ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev’-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müdhiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyân, bir tek Âdem’le (A.S.) cüz’î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev’-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor.”

Çetin KILIÇ

 www.NurNet.Org

Kaynaklar:

  • Kur’an-ı Kerim Meali
  • Risale-i Nur
  • Sorularlaislamiyet
  • Mustafa Asım Köksal
  • Diyanetcamii
  • Dinimizislam
  • enfal