Etiket arşivi: Pedagog Dr. Adem Güneş

Akıllı uslu çocuk, terbiyeli çocuk mudur?

Bu soru aslında bizim çocuk terbiyesi konusunda ne kadar yanlış yollarda gezdiğimizin bir işaretidir. Çünkü ne yazık ki bizim çocuk terbiyesinden anladığımız şey, akıllı uslu çocuk yetiştirmek. Halbuki “akıllı, uslu” diye tarif ettiğimiz çocukların normal çocuk olmama ihtimali oldukça yüksektir. Lakin biz anne babalar çoğu zaman bunu fark etmeyiz.

Size bir sır vermek istiyorum ve lütfen bu sırrımı herkesle paylaşın! Çünkü anne babalar bu sırrı bilmedikleri için çocuk terbiyesinde ciddi yanlışlara düşüyorlar ve yıllar sonra çocukları tarafından yüzlerine vuruluncaya kadar da bu yanlışı fark etmiyorlar.
Lütfen oturup kalktığınız tüm anne babalara söyleyin ki akıllı uslu zannettiğimiz çocukların aslında yanlış terbiye edilmiş olma ihtimalleri yüksektir.
Neden?
Çünkü akıllı uslu çocuk yoktur.
Çocuk, delidir…
Ne kural bilir, ne kaide…
Henüz dünyaya gelmiş bir çocuktan hangi kural ve kaideye uymasını bekleyeceksiniz ki! Çocuk bu. Koşacak, coşacak, düşecek; bazen cam kıracak bazen de kalp… Eğer bir çocuk bunları yapmıyor; sanki büyük bir adam gibi evin bir köşesinde akıllı uslu oturuyorsa muhtemelen o çocuk ya velidir ya da üzerinde yoğun duygusal ya da psikolojik baskı vardır. Siz farkına varmadan çocuğunuza “Eğer yanlış yaparsan üzülürüm” duygusal baskısını hissettirmiş olmayasınız ya da çocuğunuz sizin sevginizi kaybetmemek için “akıllı uslu olmalıyım” sahte kimliğine bürünmüş olmasın?

Ne yazık ki birçok anne baba, akıllı uslu çocuk hayali kurarken çocuklarının üzerinde yoğun bir duygusal baskı oluşturduklarının farkına bile varmazlar. Halbuki anne babanın asli görevi çocuklarına baskı yaparak karakter değişikliğine zorlamak değil, aslında daha bebeklikten itibaren çocuklarını iyice tanıyarak onların kabiliyetlerini ve zayıf yanlarını keşfetmektir. Keşfettikleri kabiliyet ve zaafları hesaba katarak onların hem ahlaki hem de zihinsel gelişimlerinin önünü açmaktır.

Eğer bu söylediklerim size tanıdık geliyorsa işte hata yaptığınız yer de orasıdır. Aslında yapacağımız çok da bir şey yok. Zaman geriye dönmüyor. Size tavsiyem, çocuğunuzla oturup çok açık yüreklilikle konuşmanız.

“Kızım/oğlum seni öyle seviyorduk, öyle seviyorduk ki bir şeyler yanlış gidecek diye, senin çocukluğunu yaşamana bile fırsat vermedik. Belki de çocuk yetiştirmekte çok da bilinçli değildik. Keşke bize hakkını helal etsen” deyin.

Çekinmeyin, deyin. Göreceksiniz bu sözünüz, kızınızın/oğlunuzun boğazında düğümlenmiş kördüğümü çözen sihirli söz olacaktır ve sizin bu samimi itirafınız, onun gözünde büyük değer kazanmanızı sağlayacaktır.

Terbiyedeki asıl maksat, koltuğun bir köşesine oturmuş, büyük adamlar gibi sessiz sedasız bekleyen çocuk yetiştirmek değil, aksine çocuğun kendi ruhu ile özgürce; ama belirli kurallar dahilinde kendini sergilemesine yardımcı olmaktır.

Pedagog Dr. Adem Güneş

Mahremiyet eğitimi, hislerin eğitimidir.

Anne babaları gözlemlediğimde, birçoğunun, “mahremiyet eğitimi” konusunda ciddi bir yanılgı içinde olduğunu fark ediyorum.

Mahremiyet eğitiminin (özellikle kız çocuklarının) engellenmesi, sosyal yaşamdan tecrit edilmesi, daha anaokulundan itibaren erkek çocuklardan ayırt edilmesi olduğu zannediliyor.

Çocuğu yoğun duygusal denetimler altında tutmak, ona hâkim bir suçluluk duygusu edindirmek ve onun “değersizlik hissi içinde çekingen davranışlar sergilemesi” marifet kabul ediliyor.

Hâlbuki mahremiyet eğitimi, çocuğa “utanç duygusu ile çekingenlik kazandırmak değil”, insan olmaktan kaynaklanan değerlilik duygusu ile kendi hislerini yönetebilecek bir güce eriştirme eğitimidir.

Mahremiyet eğitimi, çocuğun duygularını denetleme eğitimi değil, ona kendi duygularını denetleyebilecek yeteneği kazandırma eğitimidir…

Maalesef, duyguları ebeveyn denetiminde olan çocuklar, bir gün kavuşacakları özgür ortamda kendileri ile baş etmekte zorluk çekiyorlar.

Bundandır ki, mahremiyet eğitimi, başkasının değil, çocuğun kendi hislerini yönetebilecek yeteneğe erişmesinin “süreç rehberliğidir.”

Daha da ötesinde, mahremiyet eğitimi, ruh ile bedenin bütünleştirilmesi eğitimi; “ruhun bedende canlandırılması” eğitimidir. Davranışların incelmesi, ruhun diri diri davranışlarda kendini görünür kılması eğitimidir…

Ruh, bedende görünür hâle gelmeye başladığında, ortaya “zarafet” çıkar. Zarafet; ruhun kaygısızca bedene tutunup onu bir bütün hâlinde hareket ettirmesidir.

Zarafetin insan ilişkilerine yansımasına “nezaket” denir.

Nezaket sahibi bir kişinin duruşu başka, yürüyüşü başka, sesi başka, tebessümü başkadır. Davranışlar doğal bir “estetik” içindedir. Bedenin her bir parçası, birbiri ile “ruhsal uyum” taşır; dudak tebessüm ederken yanaklar hafifçe kıpırdar, yanaklar kıpırdarken gözler ışıldar, gözler ışıldarken kaşlar aynı ruhun tesiri ile kendince bir kıvama girer ve bütün bunlar akıl ile değil, hislerin bedene fıtrî yansıması ile olur.

Çocukluk çağında duygularının denetimlerini “utanç” içinde ebeveynlerine kaptıran kişilerde ise, “ruh-beden uygumu” kaybolur. Ruh, bedende görünmez olur. Görünen kısım kaygılı bir fiziktir. Böylesi kişilerin simaları hissiz, dudakları “kaygılı gergin”, suratları asık, bedenleri kasılmış, omuzları kalkıktır.

Bu duruş, erkek çocuklarında “karizmatik” gibi algılansa da, işin aslı, “aşağılanmışlığın kasıntısından” başka bir şey değildir.

Kız çocuklarında durum daha trajiktir…

Kız çocuğuna has parmak hareketleri, el ve kol duruşları gitmiş, yerine erkek kaslarının kaba hareketliliği gelmiştir. Ses, yumuşaklığını kaybetmiş, buyurucu bir sertliğe dönüşmüştür. Ruh, bedende kendini cıvıl cıvıl var etmek yerine, hissizleşmeyi, duygularının üzerini örtüp ölmeyi tercih etmiştir.

Hislerin bedeni terk etmesi, insanın yaşamdan el çekmesinden başka bir şey değildir.

Size bir şey söyleyeyim mi; insanın başına ne geliyorsa, çocuklukta geliyor…

Ve çocuklukta başa gelenler, yetişkinlikte derin acılar veriyor.

Pedagog Dr. Adem Güneş

“Kök” Problem ve “Yansıyan” Problem

Uzmanlar, bir problemle karşılaştıklarında, bunu “kök” problem ve “yansıyan” problem olarak ikiye ayırır. Çocuklarına karşı tahammülsüz davranan annenin bu davranışı normal şartlar altında “yansıyan” problemdir. Yani “asıl problem” değildir, annenin başka bir probleminin dışa yansımasıdır. Annenin asıl problemi bulunup çözüme kavuşturulmadıkça çocuklarına karşı sergilediği şiddet eğilimli davranışlar son bulmaz.
Örneğin; bir anne eşinden beklediği ilgi ve sevgiyi görmüyorsa veya kayınvalidesi iletişim kurarken onu “insan” yerine koymuyorsa, annenin duygu dünyasında “kök problem” oluşmaya başlar adım adım.
Bu kök problem, başlangıç yıllarında ne görülür ne de hissedilir. Bazen kızgınlıklar ve yıpranmışlıklar olsa da gün geçtikçe anne kendi üzerindeki “kök problemi” unuttuğunu ve kendini artık etkilemediğini düşünür. Ancak zaman ilerledikçe anne bir şeyin farkına varır: Artık sabır ve hoşgörüyle yaklaştığı birtakım olaylar karşısında tahammülsüzdür.

Bir zamanlar sırtında taklalar atarak çocukluğunu doyasıya yaşayan çocuğuna tebessümle ve muhabbetle bakan anne, bir süre sonra masaya yemek damlatması karşısında hırsla çocuğunu “çimdiklemeye”, kolundan tutup çekmeye ve gereksiz birçok söz sarf etmeye başlar.
Aslında annenin o sıradaki sorunu, çocuğun masaya yemek dökmesi değil, sırtındaki yüklerin ruhunda derinleşerek “kök problem” oluşturmasıdır.
Ruhundaki kök problem, annenin her an patlayacağı, anormal tepkiler vereceği bir hal almaya başlar. Maalesef ilk patlayacağı adres de “kendinden” biri olarak kabul ettiği çocuğudur…

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

Kuşlar uçmayı unutur mu?

Benim bir muhabbet kuşum vardı. Babam almıştı. Tahtadan bir de kafesi vardı.

Anneannem hiç hoşlanmamıştı kuşun kafese hapsedilmesinden. Babama her gün söyleniyordu “Kuş kafese konmaz. Günah.” diye… Bazen de dönüp bana “Götür bu kuşu ormana bırak, uçsun.” diyordu…

Babam kızar diye yapamadım hiç. Keşke yapsaydım.

Eve gelen çocuklara kuşumu gösteriyordum. Arkadaşlarım onu papağan zannedip konuşturmaya çalışıyorlardı. Azıcık ötecek olsa “Bak, bak, benim dediğimi tekrar etti!” diye seviniyorduk. Bu çok hoşuma gidiyordu…

Bir gün anneannemin kafesin yanında ağladığını gördüm. Kuşla konuşuyordu. “Niye ağlıyorsun?” dedim. “Kuş uçmayı unuttu.” dedi.  Şaşırdım… Kuşuma baktım, “Uçuyor ya işte!” dedim. Kirpiklerini sildi, “Kuş uçmayı unuttu.” dedi…

Korktum birden… Balkona koştum, misafirlerin arasından babamın yanına gittim. Heyecanla “Baba, baba, baba” derken, ağızımı kapattı babam. “Büyükler konuşurken laf arasına girilmez, Tacettin amcan konuşmasını bitirsin, bekle biraz.” dedi…

Beklemedim, tepindim, ağzımı kurtardım elinden. “Benim kuşum uçmayı unutmuş.” dedim. Misafirler güldü bana… Babam tebessüm etti. “Kim dedi bunu?” diye sordu. Anneannem, dedim… Saçlarımı eli ile dağıttı, başıma usulca vurdu: “Kuşlar uçmayı unutmaz kerata, hadi git içeri, oyuna devam et.”

Kuşumun yanına koştum ama içim hiç rahat etmedi…

O günden sonra anneannem kuşu serbest bırak, diye hiç demedi bana…

Evde kimsenin olmadığı bir gün, kafesi alıp çıktım dışarı. Ağaçlıklı bir yere gittim. Çocukluk işte…

Kafesi açtım. Kuşumu yere koydum. Hadi uç, dedim. Uçmadı birden…

Ayağımı toprağa vurup korkuttum, ayak ucuyla ittim… El çırptım, “Uçsana ya!” diye kızdım… Uçmadı… İçime bir şey düştü sanki. “Uç be!” dedim… Uçmadı… Korktu, kaçmaya başladı…

Peşinden gittim, yakalamaya çalıştım, badi badi çalıların arasına girdi, kaybettim dalların arasında…

Kaç gece kâbusla uyandım, kuşum uçmayı unuttu, diye… Annem, “Unutmaz oğlum, o yine uçar.” dese de uçamadı kuşum. Ben gördüm onu…

Yıllar sonra öğrendim; muhabbet kuşları başlarını bir yere çarpınca ya da psikolojileri bozulunca ‘beyin sarsıntısı’ geçiriyor, uçmayı unutuyorlarmış. Psikolojisi bozulmuş çocuklar gibi…

Dışarı çıktıklarında uçamıyormuş çocuklar…

Arkadaşlarının arasına giremiyor, hep kenarda duruyorlarmış…

Cıvıl cıvıl olamıyorlarmış örneğin… Dayak yeseler ağlıyor, tacize uğrayacak olsalar kaçamıyorlarmış…

Evlendiklerinde evliliklerini beceremiyorlar, anne olsalar anneliklerini, baba olsalar babalıklarını beceremiyorlarmış… Çocuklarını kendi kafeslerine hapsediyor, onları uçamaz hâle getiriyorlarmış… Kızmamalıymış çocuklara, yapamadığı işler yüzünden cezalandırmamak, yaramazlık yaptı diye azarlamamak lazımmış…

Kuşların babasına biri haber verse, ‘Kuşunuz uçmayı unutur, böyle yapmayın’ diye… Onlar, ‘Merak etmeyin, bir şey olmaz, kuşlar uçmayı unutmaz’ diyorlarmış…

Ama ben öğrendim bunu. Psikolojisi bozulunca çocukların, muhabbet kuşlarının uçmayı unuttuğu gibi, unutuyorlarmış uçmayı…

Pedagog Dr. Adem Güneş / Aksiyon

Oyun Bir İhtiyaçtır

“Haydi, git biraz oyna!”

Birçok anne-baba, günlük işlerini daha rahat halledebilmek için çocuklarını oyuna teşvik etseler de bir çocuk için oyunun anlamı, asla “Haydi, git biraz oyun oyna.” emrinin karşılığı değildir.

Oyun, konsantre olmayı gerektirir.

Oyun, çocukla oyun ruhunun bütünleşmesiyle oluşur.

Oyunda, çocuk kendine ait bir dünya oluşturur, hayal eder.

oyuncak-cocukElindeki arabası, o arabanın küçücük tekerlekleri, sizin göremediğiniz ama onun görüp konuştuğu yolcuları, arabasına özel yollar ve kenarında duruma göre yanıp sönen trafik lambaları, kırmızı ışıkta bekleyen yayaları vs. vardır. Tüm bunlar çocuğun dünyasında oyun sırasında harekete geçen sihirli kahramanlardır. Tıpkı Ali’nin salonun ortasında arabasıyla çıktığı yolculuktakiler gibi.

OYALANMAK MI, OYNAMAK MI?

Ebeveynler genellikle çocuklarıyla oyun oynarmış gibi yapar. Halbuki bir çocuğun en tahammül edemeyeceği şey, kendisiyle yapmacık şekilde oyun oynamaya çalışanlardır.

Çocuk, kendi hayal gücü ölçüsünde, oyun oynadığı bölgeyi tamamen kontrol altına alır. Çocuğun o anda elinde tuttuğu sadece küçük bir bebek olsa da onun görünmeyen annesi, markete gitmiş çocuklarına süt alıyordur. Yine hastalanmış bebeği babası doktora götürmek için bir kenarda bekliyordur. Hasılı, çocuğun oyun esnasında hayal gücü sınırsız şekilde çalışır.

İşte tüm bunları bilmeden, kavramadan çocukla oyun oynamaya kalkışmak; çocuğa sıkıntı vermekten, değersizlik hissettirmekten başka bir işe yaramaz. Her ne kadar anne-baba kendilerini kandırmak için, “Bak seninle bir saattir oyun oynuyorum.” dese de çocuk için bu oyun değil; oyalanmaktır ancak.

ÇOCUKLA OYUN OYNAMAK BECERİ İSTER

Tüm bu gerçeklerden yola çıkarak oyunu, “çocuğun hayal dünyasına girip onun gizli kahramanlarıyla tanışmak, çocuğun bu dünyadaki kuralları öğrenerek onlara tâbi olmak” Şeklinde tanımlayabiliriz. Yoksa çocuğun yanında bulunup onun arabalarından birini masanın üzerinde “düüt düüt” diye sürmek, çocukla oyun oynamak anlamına gelmez.

Çocukla oyun oynamanın ilk ve temel şartı, çocuğun sizi oyun oynayabilecek “kabiliyette” bulması ve sizi kendi hayal dünyasına kabul etmesidir. Zira çocuklar bu özel dünyalarına herkesi hemen kabul etmezler; bu kendi anne-babası dahi olsa.

ÇOCUK OYNADIĞI OYUNUN HÂKİMİDİR

Her ne kadar siz çocuğun dünyasına girmeye hak kazansanız da onunla oynamanın püf noktasını ihlal ederseniz, çocuk anında o hayal dünyasındaki özel bölgeden dışarı atar sizi. Oyunun püf noktası, “Her çocuk kendi oyununun hükmedicisidir.” kuralıdır. Sizin anne ve babalığınız kendi evinizde geçerlidir. Çocuğun hayal dünyasında annelikle babalık hükümsüzdür.

Çocukla oynamayı kabul ettiyseniz kuralları siz koymamalısınız. Çocuğun kurallarına uymalısınız. Küçük oyuncak arabalarınızı masanın üzerinde yavaş yavaş sürerken birden çocuğun durduğunu gördüğünüzde, kırmızı ışığın yandığını unutmamalısınız mesela. Sakın ola ki “Kırmızı ışık nerede?” diye sormayın; çocuk böyle bir soru karşısında hayal kırıklığına uğrar çünkü.

OYUN AMAÇSIZDIR

Çocuk oyuna başladığında, ne bir amacı vardır ne de daha önce yazılmış bir senaryosu. Her şey bir anda gelişir. Bu durum çocuğun bir yandan hayal dünyasını olağanüstü hızla geliştirirken diğer yandan çocuğun sorun çözme kapasitesini artırır. Oyun sırasında hiç beklenmedik bir sorunla karşılaşan çocuk, anlık bir kararla o sorunu çözebilme kabiliyetini elde eder. Örneğin küçücük bir arabayla hız yapan çocuğu durduran trafik polisi, “Neden hız yapıyorsun?” diye sorduğunda; oğlunuzun vereceği her bir alternatif cevap, analitik düşünme gücünü artırır.

Pedagog Dr. Adem Güneş