Etiket arşivi: Pedagog Dr. Adem Güneş

Korkutularak Din Sevdirilmez

Çocuğunda gece korkuları başlayan bir anne, “Kızımın gittiği anaokulunda peygamber sevgisi konusu işlenirken, Yusuf Aleyhisselam’ın kardeşleri tarafından kuyuya atıldığı anlatılmış… Kızım bundan çok etkilendi. Bir haftadır geceleri korku ile uyanıyor… Rüyasında kendi abilerinin de onu kuyuya atmak istediğini ve zor kurtulduğunu söylüyor… Öğretmeni ile konuştum. ‘Yıllardır ben bu kıssayı anlatıyorum, kimseden bir şikâyet duymadım. Belki sorun sizin kızınızdadır.’ dedi. Ne diyeceğimi şaşırdım. Bu yaştaki bir çocuğa böylesi konuların anlatılması doğru mu?” diye sordu…

“Doğru değil” dedim…

Zira çocuk zihni, olayların diziminden çıkan sonuca değil, içerdiği duyguya odaklanır… Sizin anlattığınız şey ile çocuğun anladığı şey aynı değildir çoğu zaman…

Yani siz Yusuf Aleyhisselam kıssasını dinlerken, başına gelen olaylar karşısında Allah’a olan güvenini nasıl da hiç kaybetmediğini, her türlü zorluğa yılmadan nasıl da göğüs gerdiğini düşünürsünüz… Ama çocuk, kuyuya düştüğünde kafası kanadı mı, suyun içinde yılanlar var mıydı, karanlıktan korkunca ağlamadı mı, diye düşünür…

Bundandır ki 12 yaşından önce çocuğa peygamber sevgisi kazandırmak için çileden, azaptan, gazaptan, acıdan, işkenceden bahsedilmez…

Çocuğun duygularına dolaylı değil, direkt ulaşmak esastır pedagojide. “Yusuf Peygamber çok iyi bir insandı” demek, çocuğun Yusuf Peygamber’i sevmesi için yeterlidir çoğu zaman…

Maalesef ülkemizde din eğitiminde doğru pedagojik yöntemler kullanılmıyor genelde…

Dini sevdirerek değil, korkutarak öğretmeyi marifet sayıyor birçok yetişkin. Allah’ın kötü insanları nasıl da cehenneme atacağından, yalan söyleyenlerin nasıl cezalandırılacağından, anne babasının sözünü dinlemeyenlerin başlarına neler geleceğinden bahsediliyor çocuklara…

Hâlbuki din korku ile değil, sevgi ile sevdirilir…

Çocuk korktuğunu sevemez, sadece zarara uğramamak için yakın durur korktuğuna…

Dini korkutarak öğretme yönteminin, sadece anaokulunda peygamber sevgisi anlatılırken değil, camilerde ve Kur’an kurslarında da sıkça kullanıldığını görüyoruz maalesef…

Bundandır ki her Ramazan geldiğinde, cami imamlarının mutlaka pedagojik eğitimden geçmesi gerektiğine bir kez daha inanıyorum…

İçinde çocukların da bulunduğu bir camide cehennem azabından bahsetmek, çocuğun o dine karşı sevgi duymasına değil, din ile arasına mesafe koymasına sebeptir.

Bir baba ile 14 yaşındaki oğlu hakkında konuşuyorduk… Kendisi imam olduğu halde çocuğunun namaz kılmamasını içine sindiremiyordu. “Yahu, söylemesem hiç namaz kılmayacak, bu nasıl çocuk böyle anlamadım gitti…” diye anlattı oğlunu…

Çocuk ise “Babama söylemeyin ama zaten o kıldığım namazları da abdestsiz kılıyorum.” demişti. “Nasıl yani?” diye sorduğumda “Lavaboya giriyorum abdest almak için, çeşmeyi açıyorum dışarı su sesi çıksın da beni abdest alıyor zannetsinler diye. Azıcık elime yüzüme su değdirip öylece çıkıyorum.” dedi.

Neden böyle yaptığını sorduğumda ise “Bilmiyorum… Bu konuları duymak istemiyorum.” demiş ve şöyle devam etmişti: “Mesela babam diyor ki yalan söyleyenler şu kadar cehennemde yanacak, bu kadar acı çekecek falan filan… Ama ben babamdan korkunca yalan söylüyorum… Abim de babama bazen yalan söylüyor, görüyorum hep… Babamın söylediği gibi dindar olsam, ben cehennemde yanacağım hep… Abim de yanacak… İstemiyorum ben bunları düşünmek… Onun için aklıma getirmek istemiyorum dini mini şeyleri.”

Çocuk din ile korkutulmaz…

Dinden korkan çocuksa dindar olmaz…

Pedagog Dr. Adem Güneş / Aksiyon Dergisi

Çocuk, Ebeveyninin İnancını Ne Zaman Terk Eder?

19 yaşında bir gencin babası ağlamaklı hâlde derdini paylaştı benimle: “Nerede yanlış yaptım bilemedim… Küçükken çok iyi idi, bir dediğimi iki etmezdi. ‘Baba baba’ diye peşimden ayrılmazdı. Evde benimle beraber namaz kılar, benimle beraber camiye gitmek için can atardı. Ramazanda sahura kalktığımızda sesimize uyanır, pijamasıyla, uykulu gözlerini ovuştura ovuştura yanımıza gelirdi. Küçük hâli ile sahuru da yapamaz öylece koltukta uyuyakalırdı…”

Islak kirpiklerini silerken devam etti: “Şimdi ne namaz kaldı ne oruç!”

Göz ucu ile anneye baktım, o da gözlerini siliyordu. Yardıma ihtiyaçları vardı ama ne yapacaklarını da bilemiyorlardı.

Konuşmak için delikanlıyı davet ettim içeri…

Kılık kıyafeti düzgün, aklı başında biri idi.

Önce havadan sudan sohbet ettik. Keyifli birine benziyordu, yüzü güleçti.

Konuştukça dost olduk…

Ne yalan söyleyeyim, uzunca zamandır, benim de, böylesi tebessüm eden simalar görmeye ihtiyacım vardı.

yalniz delikanliAnne babası ile yaşadığı sorunları konuşmaya başladık. “Hocam o konulara hiç girmeyelim, içim daralıyor.” dedi. Sebebini sordum: “Valla bilmiyorum, o konuları konuşunca kendimi iyi hissetmiyorum. Ama merak ediyorsanız söyleyeyim, ben ateistim. Ailem gibi düşünmediğim için evde her gün ha bire kavga var…”

Uzun uzun konuştuk, ateist olma serüvenini anlattı.

Huzur istediğinden bahsetti, bunu da ateizmde bulduğunu söyledi.

“Nasıl yani?” dedim. “Şöyle söyleyeyim.” dedi, devam etti: “Birçok ateist tanıdığım var, çok insancıl kişiler bunlar. Hatta bırakın insancıllığı, hayvancıllar…” dedi, güldü.

“Hayvanları bile seviyorlar yani. Mutlular, huzurlular… Hâlbuki anne babama baktığım zaman, hep bir kaygı, hep bir telaş, hep bir öfke, kızgınlık var. Çocukluğumdan beri dinî hikâyeler dinliyorum, dinlediğim şeyler içimi daraltıyor, anlatabiliyor muyum?” diye devam etti.

Aslında anlattıklarına çok da yabancı değildim…
Şöyle söyleyeyim; din bir yaşam tarzıdır. Ve yaşamın nasıl anlamlandırılacağına dair bilgi kaynağıdır. Her inanış, kişiye hayatın nasıl yorumlaması gerektiği hakkında bilgi sunar. Bu bilgiler insana huzur verdiği kadar, insan o inanışın yaşam tarzını benimser. Her ne kadar, çocuklar başlangıçta anne babalarının inançlarını devam ettirseler de ailelerinden ayrılıp yaşama kendi gözleri ile bakmaya başladıklarında, çocukluk dönemindeki inanışlarını sorgulayabilirler. Kimse kendisine iç çatışmaları ve huzursuzluk veren bir yaşam tarzını tercih etmez.

Aslında inanç, insana huzur verir… Ve kişi kendini iyi hissettiği kadar da inancına tutunur.

İşte sorun da burada yatıyor; eğer bir inanç kişiye huzur vermiyorsa, o kişi o inanca sempati değil, antipati duyar. Sadece o inancın içeriği değil, aynı zamanda o inancı anlatan kişinin bireysel tutumu huzursuzluk veriyorsa, korku ve endişe yaşatıyorsa… Öfke ve kızgınlık varsa, bu da o inancın içselleşmemesinde rol oynar. Bir üçüncü faktör de, o inancın toplum içindeki görüntüsüdür; aynı inançtan olan kişilerin yaşam tarzının, o kişilere yaşattığı huzur veya huzursuzluk hâlidir.

Ondandır ki çocukluk döneminde din anlatımı, çocuğun zihninin kavrayabileceği “sadelikte” ve duygularının gücünün yetebileceği “ağırlıkta” olmalıdır.

Çocuğa anlatılan bilgi korku ve endişe uyandırmamalı… Anlatan kişi, öfkeli ve kızgın olmamalı… Ve toplumda o inancın temsilcileri tebessüm eder bir huzur hâlinde olmalıdır ki çocuk ebeveyninin inancını kendi başına kaldığında da devam ettirebilecek gücü kendisinde barındırsın.

Pedagog Dr. Adem Güneş / Aksiyon Dergisi

Allah nerede?

Küçüktüm… Hayal meyal hatırlıyorum. Anneme sormuştum, “Anne, Allah nerede?”

Annem bütün kalbi samimiyeti ile cevap vermişti, “Allah nerede anarsak orada oğlum.”

Bu cevap kafamda yeni soruları da beraberinde getirmişti. Allah’ı nerede anarsak oraya geliyor.

Tespih çekenlerin neden hızlı hızlı “Allah” diyerek tespih çektiğini şimdi anlamıştım. Hep Allah’ı yanlarında hissetmek istiyorlardı demek ki! “Peki ya Allah’ı anmazsak?” diye düşündüğümü hatırlıyorum gece vakti yatağımda uyumaya çalışırken.

Bir süre sonra, mahallemizdeki caminin hocası aynı soruya farklı bir cevap vermişti. Yaramaz arkadaşımız Ramazan, “Allah nerede hocam” diye sorunca, sağ elini kalbine götürerek, “Allah kalbimizde oğlum” cevabını vermişti.

Bu cevap annemin verdiği cevaptan daha çok düşündürmeye başlamıştı beni. “Allah kaç tane ki? Herkesin kalbinde Allah varsa o zaman neden, ‘Allah bir’ diyoruz? Allah insanların kalbine niye giriyor ki?” gibi birçok soru aklımdan geldi gitti durdu. Tüm bu sorularımı çocukluk yıllarımda ne kimseye sorabildim, ne de bu soruların sorulduğu bir ortamda verilen cevapları duyabildim.

Zaman hızla ilerledi… Demek ki, bu sorular bilinç altıma yerleşmiş bir “öcü” gibi bir gün hortlayacağı anı bekliyormuş. Ta ki, Türkiye’den yayın yapan televizyon kanallarının birinde, çocuk terbiyesi konusunda bir programı izleyene kadar. Programda izleyicilerden gelen sorulara cevap vermeye çalışan bir psikologa, bir anne, çocuğu ile ilgili, bir soru sordu. Programa telefon ile katılan anne, “5 yaşında bir oğlum var. Israrla bana ‘anne, Allah nerede?’ diye soruyor, ben de ‘oğlum Allah kalbimizde’ diye cevap veriyorum. Böyle cevap vermekle doğru mu yapıyorum diye içimde hep şüphe duyuyorum, sizce nasıl cevap vermeliyim” diyor. Televizyonda soruları cevaplandıran uzman “5 yaşındaki bir çocuk, soyut düşünmektedir. Çocuğun kalbinde Allah var, diye cevap vermeniz, çocuğun aklına yeni birçok soru işaretlerini doğurabilir. O nedenle, oğlunuzun bu sorusuna ‘Allah çoooook uzaklarda onu biz göremeyiz’ diye cevap vermenizi tavsiye ederim” deyiverdi.

Televizyon ekranlarındaki bu diyaloga, hem o dönemi küçükken bizzat yaşamış biri, hem de pedagoji branşından biri olarak çok üzüldüm.

“Allah nerede?” sorusuna verilen bu cevaplar, çocuğun bilinçaltına yerleştirilmiş saatli bir bomba gibi “tik tak” ederek patlayacağı anı bekler. Eğer uygun bir zamanda uzman birileri tarafından saatli bombanın kabloları çekilmez ise, çocukluk yıllarını atlatan gencin içinde dev gibi bir patlama olmaması içten bile değildir. Neden?

Sondan başlar ve başa doğru dönersek. Televizyonda soru soran annenin çocuğu 5 yaşında ve 5 yaş grubu çocuklar, dünyayı henüz soyut kavramlar ile tanımaktadırlar. Yani, çocuk gerçek ile hayali birbirinden ayırt edememektedir. Onun için her şey mümkündür. “Uçaklar uçmaktadır, arabalar da –belki- uçabilir. Gemiler yüzmektedir, evler de –belki- yüzebilir. “Pokemon” uçmaktadır, ben neden uçmayayım?… Çocuklar (aşağı yukarı) 7 yaşına kadar, dünyayı işte bu şekilde, hayal dünyası gibi, yani soyut olarak tanırlar ve onlar için her şey mümkündür. Anne çocuğuna “Allah kalbimizde” diye cevap vermişse. Çocuk için bu doğrudur ve Allah’ın yeri kalptir. Yani benim “Allahım, bedenimin içindedir.” Çocuklar, yedi yaş grubuna geçinceye kadar, anne-babalarından ne duydular ise onu “bilimsel bir gerçek” gibi kabul ederler.

Ancak sorun, yedi yaşından sonra başlamaktadır. Çünkü yedi yaşından sonra çocuklar dünyayı artık soyut olarak değil, “somut” olarak tanımaya başlarlar. Yani, “evet uçak uçabilir, ama araba uçamaz. Çünkü arabaların kanatları yoktur. Gemi yüzebilir, ama ev yüzemez. “Pokemon” uçabilir ama ben uçamam…” gerçeğini kavramaya başlarlar. Bu sırada, daha önceki yıllarda, soyut bilgileri kayıt ettikleri bilinç bilgilerini kullanmaya, düzeltmeye ve sorgulamaya başlarlar… Yedi yaş öncesinde, “Allah kalbimizde” cevabını almış bir çocuk bu cevabı bir kez daha gözden geçirerek, bunun nasıl olabileceğini sorgulamaya başlayabilir. “Her kalpte bir Allah varsa, o halde kaç tane Allah var?” çıkmazına girebilir. (Tıpkı bir zamanlar benim kendi kendime sorduğum gibi). Yaş ilerledikçe çocuk kendi kendine bu sorunun cevabının aslında bir “kandırmaca” olduğunu, Allah’ın kalp ve damarlarda olamayacağını düşünmeye başlayabilir. Biyoloji dersinde kalbin nasıl işlediğini gören çocuk, bilim ile dininin birbiri ile çeliştiğini sorgulayabilir. Anne belki, çok iyi niyetle, tasavvufi anlamda ve manevi kalbi kast ederek, “Allah kalbimizde” cevabını vermiş olsa da, “soyut” kavramlar ile dünyayı tanımaya çalışan çocuk, annenin verdiği cevabı, annenin kastettiği anlamda anlamayacaktır. Daha da tehlikelisi, çocuk ergenlik döneminin çalkantıları ile, akılda bu kısa devre olmuş soru ve cevaplar ile, dinin bir “ütopya” olduğunu düşünmeye başlayabilir.

Bu cevap televizyondaki annenin ve benim cami hocamın verdiği cevaptı. Ancak asıl üzücü olan ise, televizyondaki uzman kişinin verdiği cevap. “Allah çoooook uzaklarda onu biz göremeyiz” cevabı çocuğun, dünyayı somut tanımaya başladığı dönemde (yedi yaş sonrası) yeniden hortlayacak ve Allah ile kendi arasına bir mesafe koymaya neden olacaktır. “O benden çok uzaksa, ben de ondan o kadar uzağım” felsefesi ile olaya bakacak, belki de ergenlik döneminin çalkantılı dönemlerinde yeni yeni öğrenmeye başladığı, fizik ve astronomi bilgileri ile de “Allah çok uzakta, ama nerede? Orada ne yapıyor?” gibi kendi kendini yeyip bitiren, yeni sorular ile muhatap olmak zorunda kalacaktır.

Benim annemin “Allah nerede anarsan oradadır” cevabı, yine soyut düşünme dönemine geçen çocuğun, “ya anmazsak o zaman Allah orada yok mu olur? O halde bir fenalık yaparken, Allah’ı anmazsak Allah da bizi göremez” gibi, düşünmeye ve bir sonraki dönem olan ön ergenlik döneminde, -örneğin- ışık hızının ne kadar olduğunu öğrenen bir gencin, bu sefer de “Allah ışık hızından da mı hızlı hareket ediyor bir yere varabilmek için” gibi yeni sorularla boğuşmasına neden olacaktır.

Tüm bu fikri iç savaş sırasında, gencin elinden biri tutmaz/tutamaz ve aklındaki akrep ve yılanların yuva kurduğu örtüyü kaldırmaz ise, bir gün o akrep ve yılanlar çocuğu sokup zehirleyebilirler. Artık, çocuk “bana dinden bahsetmeyin” zihinsel yorgunluğuna girebilir.

Peki “Allah nerede?” sorusuna nasıl cevap verilmelidir?

Öncelikle şunu bilmek gerek ki, anne ve babalar, çocukların her sorusuna “ben bu sorunun cevabını biliyorum” demek zorunda değildir. Öte yandan, cevabını bilmediği bir sorunun sanki cevabını biliyormuş gibi, dolambaçlı ifadelerle çocuğun zihnini bulandırılmamalıdır. Tüm bunların da ötesinde, “Allah nerede?” sorusu, bir “mekan” tanımlaması gerektirdiği için ve Allah’a bir mekan tayin edilemeyeceğinden dolayı, kendi içinde çelişkili bir sorudur. Başka bir ifade ile bu soru, “mantıksız” bir sorudur. Ancak, çocuklar, anne babalarına soracakları soruları “mantık süzgecinden geçirerek değil, hayatı tanımak için” sorarlar. Anne, babanın hem cevabını bilmediği, hem de kendi içinde bir “paradoks” oluşturan böylesi bir soruya cevap vermek için çırpınmak yerine “bilmiyorum!” cevabını vermeleri daha uygundur. Çocuklara verilecek “bilmiyorum” cevabı, anne babayı, çocuğun gözünde küçültmez, bilgisiz kılmaz, aksine, anne babanın inanırlığını güçlendirecektir. İmam Ebu Yusuf, kendisine yöneltilen birçok soruya “bilmiyorum” diyerek cevap vermiş, ama hiçbir zaman insanların gözünde itibar kaybına uğramamıştır. Bilmiyorum cevabı, değer kaybettirmez, güven kazandırır.”, “Allah nerede anne” diye soru soran bir çocuğa, annesinin vereceği, “bilemiyorum oğlum…” cevabı, çocuğun annesine olan güvenini artıracaktır. Öte yandan, kendi içinde çelişkili bir soruya mantıksal bir cevap arayarak, “mantıksızlığın mantığını oluşturmaktansa” çocuğun güvenini kazanmak daha uygundur.

Anne-baba, çocuğunu, çocuğun anlayamayacağı tasavvufi derinlikte bir cevapta boğmaktansa, “bilemiyorum” cevabını vererek, gizemli bir hazinenin kapısını da çocuğun meraklı bakışlarına teslim etmiş olur.

Pedagog Dr. Adem Güneş

Çocuk terbiyesinde dua ihmal edilmemeli

“Pedagojinin temel kaidelerine uymak binanın süsleme kısmıdır. Çocuk yetiştirmenin özü, yani o binanın temeli duadır. Çocuğu duasız şekilde yetiştirirseniz, temelinde dua olmazsa, o binayı ne kadar boyasanız da pudralasanız da güzel görünüşlü bir bina olduğu halde, temeli çürükse en ufak bir sarsıntıda yıkılacaktır.” 

Her anne-baba çocuğunu en iyi şekilde yetiştirmek ister. Bunun için de elinden gelen gayreti gösterir. Tüm anne- babaların hedefi bellidir: Çocuklarının içinde var olan potansiyeli en iyi şekilde ortaya çıkarabilmek.

Peki, bu yapılırken acaba anne-babaların ne yapması, nelere dikkat etmesi gerekiyor? Çocuğumuzun içindeki dehayı ortaya çıkarabilmek için yapılması gerekenler nelerdir?

Konuyu görüştüğümüz Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi Uzman Pedagog Adem Güneş, anne-babalara önemli ipuçları vermesinin yanı sıra farklı bir konuya dikkatlerimizi çekiyor: Dua…

Sizin öncülüğünü yaptığınız Anadolu Pedagojisi’ne göre her çocuk bir Fatih, bir Itri, bir Mimar Sinan potansiyeli taşır. Ebeveynlerin bu potansiyeli keşfetmeleri için neler yapmaları, nelere dikkat etmeleri gerekiyor?

Sorunuzun cevabına geçmeden öncelikle şunu belirtmek isterim ki, Allah her insanı ayrı yarattı ve her insanın içine kendisine has bir fıtrat koydu. Bir çocuk kendi fıtrî halini yaşarsa o zaman ortaya Allah’ın “mükemmel” dediği ve “Halife yarattım” dediği insan ortaya çıkar.

Günümüzde arızalı, hastalıklı, topluma zarar veren insan modellerine baktığımız zaman bunların daha çok fıtratı, özü, mayası bozulmuş ve bu bozukluğun kendi ruhundaki karşılığını etrafa yansıtan insanlar olduğunu görüyoruz. Biz inanıyoruz ki insan çok acizdir ve Allah’ın birçok sıfatını kendi üzerinde barındırıyor. Dolayısıyla fıtrî haliyle kalabilen bir insan topluma, dünyaya, insanlara zarar veremez. Çünkü Allah onu vicdan, akıl, bellek, muhakeme gücü ve benzeri birçok donanımla birlikte yaratmıştır. Tüm bunlara baktığımızda insan bu hali özümseyip, bir şekliyle Yaratıcısına teveccüh edecek vaziyettedir.

Peki, sizin “topluma zarar veren insan modeli” dediğiniz kişiler biraz önce sözünü ettiğiniz durumun dışına nasıl çıkıyor?

Gelişim sürecinde çocuğun iyiye doğru gitmesini isteyen anne-baba biraz kaygılarından, biraz çocuğu tanımamasından dolayı çocuğun vicdanını öldürüyor, duyularını öldürüyor. Çocuğun kendisi olmasına izin vermek yerine korku ve panik içerisinde kendi istediği modele çevirmeye çalışıyor. Böylelikle sanki Allah’ın fıtrata koymuş olduğu o öze itiraz eder gibi, kabullenmez gibi, başka bir insana dönüştürmeye çalışınca ortaya şikâyet edilen insan tiplemesi çıkıyor. Bugünün temel problemi budur. Bu tip insanlarla toplum olarak boğuşuyoruz.

Veya modern hayatın getirdiği, kendisi iyi yetiştirilmiş olsa da paranın, makamın, popülerliğin, nefsin fıtrat bozucu haline yenik düşmüş insanlarla şu anda toplumlar olarak boğuşuyoruz. Her şeyi anne-babanın omuzuna yüklersek orada da ciddi bir hata yapmış oluruz. Çünkü anne-babanın da ötesinde çocuğun yetişmesinde çevrenin çok büyük tesiri vardır.

Bunları belirttikten sonra sorunuzun cevabına geçebiliriz.

Buyurun…

“Ben iyi bir anne-baba olmak istiyorum” diyen anne-babaların ilk yapacağı şey; çocuğuna doğduğu günden itibaren güven ve emniyet sunmasıdır. Fıtratın inkişaf etmesindeki en temel faktör bunlardır. Bu güven ve emniyetin içerisini doldurmaya kalktığımızda çocuğun hiçbir zaman anne tarafından yalnız bırakılmamış olması, emme süresince çocuğun mutlaka anne tarafından emzirilmiş olması, gece yatarken çocuğun yanında mutlaka annenin de bulunmuş olması, çocuğun her ihtiyacı olduğunda, inlemesi, ıhlaması durumunda bile annenin mutlaka karşılık vermesi çocuğu şımartmaz, çocuğu bağımlı hale getirmez. Çocuğa emniyet ve güven içerisinde olduğu hissi aşılar.

Çocuk kendini emniyet ve güven içinde hissediyorsa o takdirde fıtrat gelişir. Bir ağaç fidanının gelişmesinde su ve güneş ne ise, çocuğun gelişmesinde emniyet ve güven aynı şeydir.

Anne-baba çocuklarına “dokunma”, “etme”, “koşma”, “zıplama” diye engelleyici tavırlar takınmak yerine etrafı, eşyayı tanıması için güven vermiş olsa her an yanında bulunmuş olsa çocuğun fıtratının yeşermesi güvenli ve emniyetli olacak. Çocuk dışarıda karşılaştığı olaylarda veya evde yaşadığı olaylarda eğer anne-babadan emniyet hissediyorsa o takdirde fıtrat gelişir.

Aşırı koruyucu olmamak, çocuğun yapabileceği bazı şeylere izin vermek de gerekiyor. Bazı anne-babalar çocuğun üzerine öyle bir kapanıyor ki, üst kattaki komşu çocuğu hafif itelemiş olsa, güven vereceğim diye gidip o komşu çocuğunu incitiyor. Böyle bir durumda çocuk güven yerine güvensizlik alır. Çünkü anne-babasının bir başkasına zarar verdiğini gören çocuk, bir süre sonra kendisine de zarar verileceğinin kaygısına kapılır.

Peki, güven ve emniyet duygusunun verilmesinde doğru davranış ne olmalı?

Güven ve emniyette anne-babanın tutumu şu olmalı: Anne-baba bir sükunet ve sekine içerisinde yaşamalı. Çocuk oynarken tabii ki düşecek, arkadaşı ile itişecek de  tepişecek de… Bunlara izin veriyor olmak çocuğun gelişimine de destek veriyor olmak demektir.

Çocuğun güven ve emniyet içerisinde hayata tutunabilmesi için anne-babanın rehber olması gerekir. Anne-baba rehberlik görevini başarırsa çocuk güven ve emniyet içerisinde olduğunu hisseder, bu da fıtratın inkişafına sebep olur.

Bunu biz madalyonun iki yüzü olarak düşünürsek, bunlar anne-babanın fiili olarak yapması gerekenlerdir. Güven sunacak, emniyet sunacak ve çocuğun fıtratının gelişmesine izin verecek. Ancak bir şey eksik olursa arıza oluşması muhtemeldir. Anne-baba emniyet ve güveni sağlasalar da o çocuğun yolunu açacak olan Allah’ın inayeti de lazımdır.

Çocuk terbiyesinde yaptığımız her şey bir fiilî duadır. Yapmamız gerekenler zaten mesuliyetlerdir. Onları yapmazsak Allah’a karşı saygısızlık yapmış oluruz. Bunu yapmadan hayırlı bir evlat beklemeyelim. Fiilî duayı yaptıktan sonra bu çocuk mükemmel olacaktır diye beklemek de olmaz. Kâinatın sevk ve idaresi, duaların kabul makamı Allah’tır. Fiilî duanın arkasından bir de mutlaka kavlî dua gelmesi lazımdır.

Aslında burada çok yeni ve ilginç bir konuya temas ettiniz. Günümüzde anne-babalar çocuklarını mükemmel yetiştirmek için her türlü fedakârlığı yapıyorlar. Kitap okunması gerekiyorsa okuyorlar, pedagoga gitmek gerekiyorsa gidiyorlar, psikoloğa gidiyorlar ve en iyi okullarda yetiştirmeye çalışıyorlar. Fakat az önce dediğiniz kavlî dua kısmı günümüzde ihmal mi ediliyor?

Pedagojinin temel kaidelerine uymak binanın süsleme kısmıdır. Çocuk yetiştirmenin özü yani o binanın temeli duadır. Çocuğu duasız şekilde yetiştirirseniz, temelinde dua olmazsa o binayı ne kadar boyasanız da pudralasanız da güzel görünüşlü bir bina olduğu halde temeli çürükse en ufak bir sarsıntıda yıkılacaktır.

Çocuğunun zarara uğramaması konusunda, yolunun açılması noktasında, hayırlı bir vazife verilmesi noktasında, insanlığa hayır işlemesi noktasında anne-babalar nasıl  güven ve emniyet sunuyorsa, aynı şekilde güven ve emniyet hissini çocuğun içinde inkişaf ettirecek olan, çocuğun içerisinde duyuracak olan Allah’a da müracaat etmelidir. Ben çocuğa güven ve emniyet veriyorum diye anne-babanın iyi davranması önemli değil, önemli olan bu hissin Allah tarafından o çocuğun içine yerleştirilmiş olmasıdır. Çocuğa dışarıda gelebilecek bir bela ve musibeti onun peşinden giderek engel olmak değil; kâinatı kudret elinde tutan Allah’a yalvarmak, zihnî ve fiziksel bela ve musibetlerin Allah tarafından önleniyor olması için anne-babanın dua etmesi gerekir.

Çocuğumuzu sabah okula uğurlarken veya bir yere yollarken hakkında hayır dualarda bulunmak “Yavrum Allah zihin açıklığı versin, Allah yolunu açık etsin, Allah yolundaki engelleri kaldırsın” gibi dualar da bahsettiğimiz dua kısmına girer mi?

Ağzı dualı bir anne-baba mutlaka çocuğunu okula gönderirken, okuldan alırken, dersinin başına oturttururken, arkadaşlarıyla bir yere yollarken ve benzeri güncel yaşamın içerisinde mutlaka hayır dualarda bulunması ve mutlaka çocuğun bunu duyması lazımdır. “Allah yolunu açık etsin evladım” duasını mutlaka her annenin söylemiş olması gerekir. “Allah sana hayır işler yaptırsın, Allah’ın razı olduğu kullardan olasın kızım” dualarını her çocuğun duyması gerekir.

Anne-babalar günün koşturmacası içinde yoruluyorlar, sinirlenebiliyorlar; bu yorgunluk içerisinde olumsuz cümleler kurabiliyorlar. Mesela; “Allah senin cezanı versin”, “Allah seni bildiği gibi yapsın” veya “Allah sana da senin gibi bir evlat versin de gör bakalım dünyanın kaç bucak olduğunu” gibi beddua diyebileceğimiz dualar ediyorlar. Bu noktada bu söylenenlerin de hem çocuk üzerinde hem de dua babında manen baktığımızda bir etkisi var mıdır?

Çok önemli bir konuya temas ettiniz. Maalesef anne-babalar duanın gücünü çok bilmiyorlar. Çocuğun bir ruhsal yapılanmasının olduğu ve bunun çok hassas olduğunu günlük yaşantı içerisinde gözden kaçırıyoruz. Bırakın çocuğa bedduayı, hayvana dahi beddua ettiğinizde hayvan hırçınlaşıyor. Evde yaşayan bir çiçeğe beddua ettiğinizde çiçek soluyor.

Anne babalar çocuğuna “Allah senin belanı versin” diye bir söz söylediğinde o çocuğun içerisine zehir akıttığını ve gerçekten de Allah’ın o çocuğa bir bela zemini gibi bir zemin hazırlayacağını bilmeleri gerekir. Beddua hayvana, bitkiye dahi edilmez, kaldı ki anne-babalar çocuklarını terbiye etmek için onlara beddua ediyorlar. Bu çok acınası bir haldir. Allah onun da karşılığını verir.

Bu aynı zamanda çocuğa yapılan bir saldırıdır, değil mi?

Evet, çocuğa pedagojik olarak, psikolojik olarak öylesi şiddetle yaklaşan bir anne, çocuğun psikolojik olarak ruhunu bozar. İlahiyatçı değilim ama her anne-babada anne-babalık hakkı vardır. Bir anne çocuğunu dokuz ay karnında taşımış, acılar içerisinde onu dünyaya getirmiş, onu emzirmiştir. Tüm bunlar karşılığında Allah, anneye bir “annelik hakkı” mahsus tutuyor. Bu hakkın karşısında anne-babaların edeceği duaların karşılığının verileceğini bilmemiz gerekir. Anne-babalar bu hakkı hayır dua için kullanırsa Allah muhtemel ki annelik hakkından dolayı hayır verecektir. Ama bu hak, beddua için kullanılırsa, Allah bedduanın karşılığını verecektir. Anne-babaların bilmesi gereken en önemli şey budur. Siz istediğiniz kadar pedagojik olarak çocuğunuzu yetiştirin, hakkınızda şer istemişseniz, şerrin üstüne inşa ettiğiniz bir çocuğunuz olacaktır.

Dua olmadan pedagoji yarım kalır. Pedagojinin dua boyutu ihmal edilmemeli. Çocuk terbiyesinde duanın gücüne inanmak lazım. Anne-babalar anne-babalık hakkını Allah’tan hayır için isterse Allah hayır, şer için isterse Allah şer verir. Anne-babaların dikkatli olması lazım.

 

Fatihlerin yanında bir rehberi olmalı

Fatih Sultan Mehmet’in başarılarının arkasında bir Akşemsettin, bir Molla Gürani var. Mehmed’in Fatih olarak yetişmesinde ona rehberlik edecek kişilerin bulunmasını bir pedagog olarak nasıl değerlendirirsiniz?

Günümüzde anne-babalar çocuklarını bizzat kendileri yetiştirmeye çalışıyor. Bu çok defa bir çocuğun yetiştirilmesinde eksiktir. Hiçbir annenin gücü tek başına bir çocuğu yetiştirmeye yetmez. Çocuğun belli bir kıvama getirilmesi anne-baba ile olur. Kıvama geldikten sonra çocuk kendi fıtratının karşılığı olan bir kişiyle veya kendi fıtratını destekleyen birileriyle gelişim sürecini tamamlaması lazım.

Osmanlı dönemine baktığımızda 11-12 yaşına yani ergenlik dönemine kadar anne-babayla olan çocuk bir süre sonra onlardan ayrılıyor. Fıtratının karşılığı olan bir yerde başkalarının destekleriyle yoluna devam ediyor, sonra tekrar anne-babasının yanına geliyor. Ergenliğe giren bir çocuk evde anne-babayla çatışır. Bu noktada mutlaka çocukların belli bir kıvamdayken, belli kişilerin yanında onların rehberliğiyle devam edip sonra tekrar anne-babanın yanına gelmiş olmasında büyük faydalar vardır.

Bu söylediklerinizden Osmanlı’da 8-10 yaşında şehzadelerin anne-babasından ayrılarak kendisine her bakımdan rehber olacak, kendi alanında uzman kişiler tarafından yetiştirilmesinin günümüzde bir model olarak alınması gerekli olduğunu mu anlamalıyız?

Kesinlikle model alınması gerekir. Bugün ergen problemi denen şeyi bizim ecdadımız çocuğun bu döneminde kendisine rehberlik edecek, fıtratını inkişaf ettirecek bir başka kişinin yanında geçirttirmiş. Sonra anne-babasının yanına gelmiş. Bu mutlaka örnek alınması gereken bir modeldir.

Burada görev yine anne-babaya düşüyor. Çocuğunun fıtratına göre onu destekleyecek insanları bulup çocuğunu onların yanına gönderme ve onunla vakit geçirmesini sağlaması gerekiyor değil mi?

Evet. Burada şunu tavsiye edebilirim: Çocuk yaz tatilinde bazen bir manavın, bazen bir terzinin yanına gönderilebilir. Burada maksat çalışmayı öğretmek değil. Gönlü açık bir terzinin yanında sükûn içerisinde onun hallerini gözlemleyebilirse, yeterlidir. Bu yaşlara geldiğinde mutlaka rehberlik edecek bir kişinin yanında olmalı. Olmazsa çatışmalar bir sonraki dönemin yeni problemini oluşturur.

Çocuk, yanına gittiği kişide fıtratının bir boyutunu geliştiriyor olması lazımdır. O kişinin sadece işini iyi yapıyor olması ve sükûnet içerisinde olmasından daha ziyade onun da manevî derinlikleri olursa çocuk bu ikinci rehberinin yanında çok daha iyi gelişir.

Pedagog Dr. Adem Güneş