Etiket arşivi: Peygamber

İnanç eğitiminin temel prensipleri

Pedagojinin en karmaşık iki konusu vardır; biri “Mahremiyet Eğitimi”, diğeri de “İnanç Eğitimi”…

Karmaşık olmasına rağmen yazmaya çalışacağım…

Fransız Devrimi ve aydınlanma hareketinin öncüsü Voltaire’in, “Ya yıldızların her biri bir mühendistir veya onları yapan bir mühendis var.” sözünü bilirsiniz…

Sıradan gibi görünen bu etkili söz, aslında oldukça önemli bir pedagojik prensibi de içinde barındırır… Bu prensip, çocuklarda inanç eğitimi “zattan sıfata” değil, “fiilden zata” olmalı prensibidir.

Bu ne demek?

Şöyle ki: Birçok yetişkin, çocuklara Allah’ı anlatırken, onun “iyi” ve “güzel” olduğundan yola çıkar… Bu anlatım pedagojik olarak yanlıştır… Zira burada, iyi olma sıfatını basamak ederek zat olan Allah anlatılmaya çalışılmaktadır… Hem Allah’ın varlığı hem de “iyi” ve “güzel” soyut kavramlardır ve bir soyut kavramı bir başka soyut kavram ile izah etmek hem zor hem de dolambaçlı bir yoldur…

Hele ki bu çocuksa…

Çocuklara soyut kavramlar, somut kavramlardan yola çıkılarak anlatılır…

Eğer bir soyutun, gözle görülür somut icraatları varsa, anlatımlar, bu fiili somut icraatlardan yola çıkarak yapılandırılmalıdır.

Örneğin; yazmak bir fiildir, yazar bir zattır… “Bir kitap kendi kendine yazılabilir mi? Onu bir yazan olması gerekir…” şeklinde izah, yazma fiilinden yola çıkarak o kitabı yazana eriştiren doğru bir pedagojik anlatımdır…

Ya da “Nasıl ki küçücük bir iğne dahi ustasız olmaz…” diye başlayan bir anlatımla, iğne yapımı “fiilinden” yola çıkarak, onu yapan ve fakat o anda orada görünmeyen “ustanın” varlığına erişilebileceği gibi, Allah’ın varlığı da onun icraatları üzerinden, bir başka deyişle, fiilleri üzerinden gerçekleşirse pedagojik olarak doğru olur…

Örneğin; cansız cansız ağaçların bir kurallar dizini içinde rengârenk meyve vermesi, o ağaçların bir yaratıcısının var olduğu bilgisine eriştirir… Gökyüzündeki yıldızların bir düzen içinde akması, o yıldızların bir sahibi olduğunu çağrıştırır…

İnanç eğitiminde yapılan yaygın hatalardan biri de Allah’tan yola çıkarak peygamberlerin anlatılmasıdır.

Yani, Allah’ı ve peygamberleri merak eden çocuklara işin daha başında “Allah insanlara iyilikleri ve güzellikleri anlatması için peygamberler gönderdi” diye başlamak “pedagojik olarak” yanlıştır…

Doğru olan, peygamberlerden yola çıkarak Allah’ı anlatmaktır… Bir başka deyişle, somuttan yola çıkarak soyutu anlatmaktır…

Bunun yanı sıra, peygamberlerin anlatımları ise hem sıfattan yola çıkarak zatı anlatma ve hem de fiilden yola çıkarak zatı anlatma prensipleri uygulanabilir…

Yani; peygamber bir zattır… Onun sıfatları iyilikler ve güzelliklerdir…

Çocuğa peygamberlerin insan, ağaç, kuş, karınca sevgisinden yola çıkarak anlatılması pedagojik olarak doğrudur…

Bununla birlikte, yine peygamberleri anlatırken, “fiilden zat” anlatımı prensibi de kullanılabilir. Örneğin, peygamberlerin, zengin insanlara, fakirlere yardım etmesi için tavsiyelerde bulunduğu; insanların birbirlerinin haklarına saygılı olması için onlara eğitim verdiği; peygamberlerin insana huzur veren bir tebessüm sahibi olduklarından söz edilebilir…

Özetle; Allah’ı fiilden-sıfata anlatmak…

Peygamber ile Allah’ı anlatmak…

Peygamberi “sıfattan-zata” veya “zattan-sıfata” anlatmak, doğru pedagojik yöntemlerdir.

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş / Aksiyon

‘Var’sın Yok Desinler

VAR’A ‘yok’ demekle, nesi değişir ki ‘var’ın? Varsın Allah’ım varsın! Diller yok diyorsa yalan, kalplerde senin adın yazılı… Canlar Seninle yaşıyor… Eller, sen istersen tutabilir, dizler de öyle… Alâim-i Semâ senin. Gökkuşağında renkler Seni gösteriyor, ‘ressam’ yok dese dert midir? Şarkılarda ismin geçmese ne gam? Sesler seni söylüyor. Senin besteni şakıyor bülbüller! Gül gülümsüyorsa senin güzelliğinden… Rahmetinin katresidir yağmur, bahçeler hep senin.

En şefkatli sensin Allah’ım. Çünki sensin anneleri yaratan… En kudretli sensin Allah’ım Çünki sensin dağları dik tutan… Çocukların pamukçacık ellerinde, çimenlerin yeşermelerinde, sevdâlıların sıcacık yüreklerinde ‘apaçık’ sen ‘saklısın’… Sana ‘yok’ diyeni ‘yok’tan ‘var’ eden de sensin. Bolluklar mükâfatın, kıtlıklar ikazın… Ferahlıklar, sıkıntılarımıza teselli, üzüntüler seni hatırlamamız için… O kadar varsın ki… Varlığının heybeti karşısında başımız dönüyor, tıpkı dünya gibi… Sensiz yaşanmıyor…

Milyonlarca yıldır, milyarlarca hayat ve her hayat sahibine her an taptaze nefesler veren nasıl ‘yok’ olur, nasıl ‘yaşamaz’? Hayatı veren sensin. Hayat da, hayatım da senin. Kendini bilmeyen seni tanımamış; kim neylesin? Anlamayı, bir adıma karşılık bin adımla koşuşturan sensin. ‘İnanılan’ da sensin ‘inandıran’ da… ‘Var’ daha ‘yok’ iken ‘var’ olan da sensin. Her zaman her yerde ‘var’ olan da!

Sevgin zerre eksilse üzerimizden ve bir an çevrilse bakışların, tutuşur yanarız… Asırlar bir ince perde, mekân bildiğimiz, ayak bastığımız, paylaşamadığımız dünya bir durak… Bir hak verdin… Akıl, duygu, dudak verdin, söyleyeceğiz… Kaderimizi kendimize ‘yazdıran’ da sensin. Yarattın, yaşatıyorsun, dirilişimiz vaadin… Sen vaadinden dönmeyensin, senindir sonsuzluk! ‘Küçükler’ Senden uzaklaştıkça küçüldüler, ‘büyükler’ sana yaklaştıkça büyüdüler.

Yunus balığın karnında, Yusuf zindanda senin kölendi. Hürriyet sendeydi, sen Rabbimizsin… Serinlik Sendendi, İbrahim’i ateşin yakışından kurtaran… Musa’yı Firavun’un sarayında büyüten sendin. Sendin hem yetim, hem öksüz Muhammed’i (asm) Mirâc’a çıkaran… Yusuf Züleyha’yı senin için reddetti…

O, her şeyi! Allahım: Rüzgârdan, ışıktan, lisandan, insandan deliller gönderdin.. Her oluş, her tükeniş işâretindi! Peygamberlerin, nizâmını anlatan yazının satırbaşlarıydı, kelimelerindi velilerin: dostların, senin imla işaretlerin…

Geylânî seni söyledi, Rabbanî seni, Mevlânâ sana çağırdı, Gazâlî sana. Bediüzzaman’ın “çağına ve sonrasına” seni anlatan sözü binlerce sayfa sürdü… “Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur” dedi Necip Fazıl, Sen çileyi mutluluk yapansın. Varsın Allah’ım varsın…

Hilekârsa bilim, edepsizse edebiyat, sahteyse san’at,gerçeğini; amacını kaybetmişse ‘yok’ diyorsa desin! Küçük kitaplar ‘yok’ yazsa? Kâinat ‘var’ yazan koca kitap! Yazan sensin, okutan sensin. Selâm sana sevgili. “Bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş…” Atomundan galaksisine, zerresinden küresine, yarattığın ne varsa, hepsi içimde dönüyor… Dalgalanıyor denizlerin damarlarımda, buğulanıyor gökyüzü gözlerimde, rüyalar içindeyim, çiçekler içinde, güneşler açıyorum… Bir küçük kâinatım! İnsanım ve inanıyorum sana.

Kundaktan kefene, beşikten musallaya ve oradan ‘asıl hayata’ uzanan rahmetine… Şelâlelerde çağıldayan, mercanlarda parıldayan güzelliğine… Toprak kokan mahsuller, kovanlar, peteklerce ikram ikram üstüne bereketine… Kan kırmızı karanfillerden, gözbebeklerine kadar, binbir çeşit ve rengârenk sanatına inanıyorum… ‘Yok’a inanmak ‘yok!’ Şüphesiz inanılacak yalnız sensin.

Sebepler! Size söylüyorum, sizi sebep gösterenlerde suç, Sevgilim ‘ol’der ve ‘olur’… Allahım… Bir sevdâdır sana inanmak… Gurbette âniden kavuşmaktır! Her şeyimi sen verdin, her şeyim senin. Seni sana lâyık anlatamadım affet! Kelimem yetmedi! İşte Allah’ım bu kulunun bütün söyleyebildiği bu kadar. Ben bu kadarım… Şükür ki sen bu kadar değilsin!

Peygamber Çağındaki Sevgiyle..

Aradan 14 asrı kaldırarak… Kendimizi Allah Resûlüne muhatab olan neslin içinde düşündüğümüzde…

Sanki ilk vahyi alıp, tebliğ edeceği ilk insanı ararken bize rastlamışçasına… “Ben Allah’ın elçisiyim. İnsanları Allah’ın tek olduğuna, Muhammed’in Onun kulu ve elçisi olduğuna inanmaya çağırmakla görevlendirildim. Seni inanmaya çağırıyorum” demişçesine… Yani bizi müslüman olmaya çağırmışçasına… İslam’ı bir miras şeklinde devralarak değil, bütün inanç umdeleriyle onunla ilk defa karşılaşırcasına… Bambaşka bir toplum içerisinde, bir inanç tebliğcisinin ilk mü’mini olmaya soyunur gibi… Bütün çileleri Allah Resulü ile tek başına paylaşmaya kendini adarcasına…

Sanki, Erkam’ın evinde, İslam’ın ilk umdelerini bir abı hayat gibi içercesine… Ebû Cehl’in zulmünü tepesinde hissedip buna rağmen “Allah bir. Muhammed O’nun Rasûlü ” diye haykıran dipdiri yüreklere eşlik edercesine… Bilal’i, Ammar’ı, Sümeyye’yi, Yasir’i, Habbab’ı yeniden yaşarcasına… “O’nun ayağına batacak bir diken, gelsin benim yüreğime saplansın” dercesine…

Hicret’te Allah Resülü’nün yatağına ölümü beklemek üzere yatarcasına… O’nunla, sonunu aklına getirmediğin bir yolculuğa çıkarcasına… Evladını, iyalini, malını, mülkünü düşünmeden… İkinin ikincisi olduğun mağarada, yılan deliğine ayağını koyup onun Allah Rasülüne ulaşmasına mani olmak için, bütün zehiri vücudunda yutarcasına…

OLYMPUS DIGITAL CAMERATüm Medine halkı gibi, Allah Rasûlü’nün vüsûlünü üzerlerine bir dolunay şavkıması gibi selamlarcasına…

Bedir’de ilk şehitlik için yarışırcasına… İlk şehid… İnanmaktan öte bir adanış bu. Allah Rasûlünü öz nefsinden daha önde sevmek bu. Can pazarını aşmak bu…

Uhud’da, Huneyn’de, bozgunu görüp Allah Rasûlünün etrafında etten bir duvar teşkil edercesine… Ya da ciğerlerine bir Hind canavarının üşüşeceğini düşünmeden şehitliğin kucağına atılırcasına…

Mirac’ı duyduğunda içine kurt düşmeyip, inancı dünyası karıncalanmayıp “Muhammed söylüyorsa elbette doğrudur” diyerek, teslimiyette hiçbir sınır bırakmayan yüce sahabinin sözünü doğrularcasına…

Allah Rasûlü cihada çağırdığında “Yol uzun, hava sıcak” gibi bahanelere yapışmayıp, fermana can sunarcasına… Herşeyini, İslam’ın cihadı için seferber edip, evde ne bıraktığı sorulduğunda “Allah ve Rasûlü’nün sevgisi” diyecek bir kutlu sevdayı tabiat haline getirircesine…

Ya da, kervanını O'(s.a.) nun buyruğu ile teçhiz edilecek bir mü’min ordusuna vakfedercesine… Bundan ulaşmayı ümid ettiği Rıza-yı Bâriyi, dünyalık hiçbir şeyle değişmeme izzetini gösterircesine…

O’nun geçtiği sokakta bir misk ü amber, O’nun saç telinde mübarek bir hatıra, O’nun elinin başını okşamasında, unutulmaz, doyulmaz bir lezzet, O’nun gülümsemesinde tarif edilmez bir haz… O’nun abdest suyunda kevserden bir damla… evet işte o sevda ile severcesine…

O’nun mescidi yanında dikilen ikinci bir mescidi “Dırar” yeri olarak görürcesine… O’nun her sözünde vahyin ışıltısını bulurcasına… O’nun yanında sesinin, O’nun sesini aşma-ması için gerekirse, evine kapanmayı göze alırcasına… En yüksek ses O’nun sesi olsun, en yüksek çağrı O’nun çağrısı olsun, O’nun tebliğini hiçbir ses gölgelemesin diye varlığını sunarcasına…

Bir günah işlediğinde, onun utancı ile Mahşer’de Allah Rasülünün huzuruna çıkmayı en büyük azab gibi görerek, her türlü cezasına katlanıp onu Allah Rasülüne itiraf eden sahabinin açısını duyarcasına…

… Ve O’nun göç gününü gördüğünde “Kim Muhammed öldü derse, boynunu vururum” gibi bir sevgi çağlayanına düşercesine… Ya da böyle konuşanın yakasına yapışıp “Kim Muhammed’e tapıyorsa, bilsin ki o ölmüştür. Kim Allah’a tapıyorsa, bilsin ki Allah hayy’dır. Ebedi diridir. Ölmez” diye, Allah Rasûlü’nün sevgisini, O’nun davası ile ebedileştiren bir başka sevgi çağlayanında yıkanırcasına…

Sanki 14 asır dürülmüş de iş başına dönmüş gibi… Bütün insanlar bir meydanda toplanmış da, O’na ümmet olma, O’nun sesine ses vere O’nun sevgisinde sınanma noktasına gelmiş gibi…

Zaman dürülecek ve bütün çağlar bir araya gelecek. İlk asırla nice 14 asırlar -ta Kıyamete kadar- Peygamber çağındaki neslin sevgisiyle sınanacak. Peygamber’in huzurunda. Mahşer’de. Ebûbekir, Ömer, Osman, Ali, Hatice, Ayşe, Ebû Zerr, Bilal -Allah onlardan razı olsun- ve daha nice gönlü Allah ve Rasülüne bağlılıkla yoğrulmuş sahabi ile yanyana geleceğiz. Bir yanda Ebû Bekir’in sevgisi, bir yanda 14 asır sonra yaşamış, adı müslümanlar içinde geçen filan oğlu filanın sevgisi…

Şüphelerin kemirdiği bir sevgi… Allah Rasûlünün mübarek sözlerini tartışa tartışa yaralanmış bir sevgi… Vahiyle sünnet arasında kıyaslamalar yapacak ve arada değer farkları araştıracak bir cür’eti gösterirken, varıp varıp ilahi vahyin duvarına çarpan ve dağılan bir sevgi..

Oysa vahyin sahibi, vahiyle peygamberin hayatını adeta bütünleştiriyor. Allah sevgisi ile peygambere itaati birbirinin mütemmimi kabul ediyor.(1) O’nun her sözünde vahyin ışığını aramamızı hatırlatıyor.(2) Hatta Allah’la Peygamberin arasında ayrılık gözetmeyi “gerçek bir küfür” olarak niteliyor.(3)

Vahiyde, Allah Rasûlüne sevgiyi sınırlayacak bir nokta dahi yok. Allah Rasülünün sözünde ve hayatında ihmalimize zemin hazırlayacak tek bir harf yok. Aksine O’nun bize sunduğunu almamız, yasakladığından kaçınmamız buyuruluyor.(4) O’nda “güzel bir örnek” bulunduğu belirtiliyor.(5) Hatta Alah Rasülü, insana ilahi bir lütuf gibi takdim ediliyor:

“Allah mü’minlere kendilerinden onlara Allah’ın ayetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufla bulunmuştur. Oysa onlar daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.”(6)

Evet, Peygamber Allah’ın bir lütfudur. İnsana ilahi buyruğu sunan onu arındıran, kitabı ve hikmeti öğreten… Vahyin tesbiti bu. Ve elhak doğru. Âmenna ve saddaknâ.

“Rabbine yemin olsun ki, aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem seçip sonra da verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamıyla boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.”(7)

“Kendisine doğru yol açıklandıktan sonra kim peygamberle ayrılığa düşer ve mü’minlerin yolunun dışında bir yol takip ederse onu gittiği yolda bırakırız. Ve cehenneme atarız.”(8)

“Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, aranızda herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman O’nun hükmünü Allah’a ve peygambere havale edin. Bu daha hayırlıdır ve netice bakımından da daha güzeldir.”(9)

“Onlar ’emrine uyduk’ derler. Yanından ayrıldıkları zaman da onlardan bir topluluk senin söylediklerinin aksini geceleyin kurarlar. Allah onların geceleyin ne kurduklarını yazar. Onlara aldırma ve Allah’a güven. Allah vekil olarak yeter.”(10)

İşte vahiy bu. Peygamber karşısında insanı, müsbeti ve menfisiyle vahiy böyle yerleştiriyor. O’nun verdiği hükme, O’nun tebliğine içinde en ufak bir “sıkıntı” duymadan uyacak mü’min. Dilleriyle O’na uyduklarını söyleyip şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında başka şeyler kuranlar gibi olmayacak. Bir konuda ihtilafa düştüğünde hükmünü O’ndan soracak. Peygamber’le ayrılığa düşmeyecek…

Peygamber, Allah’ın insanlara rehber olarak seçtiği insandır. Sünnetullah böyle. İnsan yaratılmış, dünyaya gönderilmiş ve ona ilahî bilgi peygamber vasıtasıyla ulaştırılmıştır. Peygamber, diğer adıyla elçidir. Allah katından geleni algılayabilen, ama insanla da teması olan bir varlıktır peygamber ve onu bu yapısıyla Allah “terbiye etmiştir.”(11) Sade insanın, peygamberle Allah arasındaki hukuku, anlatılanın dışında bilmesi mümkün değildir. Vahyi de bütün boyutlarıyla kavraması mümkün değildir. İnsan belki, Allah-melek-Peygamber ve İnsan münasebetinin böyle olmasının zaruretini anlayabilir. Oysa Allah için bu başka türlü de olabilirdi. Bunun ötesi, iman alanıdır. Allah’a ve peygambere iman.

Onun için İslam dairesine iki “kabul’le girilir. İki iman umdesi:

Allah’tan başka ilah olmadığına iman. Muhammed’in onun kulu ve Rasülü olduğuna iman. İnsan önce inanacak. İmanını her türlü şüpheden arındıracak. Allah ile peygamber arasındaki hukuku didiklemeyi bırakacak: İmanın gereği, teslim olmaktır. Bir kere teslim olduktan sonra yapılacak olan “Allah Rasûlünün bize verdiğini almak, yasakladığından da kaçınmaktır.” Allah Teala, peygamberlerine karşı mü’minlerin böyle yapmasını emir buyuruyor çünkü.

Peygamberin verdiğini almanın ölçüsüne gelince… Dinî davranışlarını mı alalım sadece, yoksa onun dünyaya ilişkin davranışları da örnek almaya değer miydi? İnsanın sevdi-ğine karşı böylesine sorularla uğraşması ne kadar da giren geliyor. İmam Ahmed b. Hanbel, Hazreti Peygamber’in nasıl karpuz yediğine dair bir rivayet bulamadığı için ömrü boyunca karpuz yememiş. Hoca Ahmed Yesevi, Hazreti Peygamber 63 yaşında vefa etti diye, kendisine yer altında çukur kazdırıp 63 yaşından sonra o çukurun içinde yaşamış… Bunlar da sevgi ölçüsü… Çağımızın insanı gibi, din ile dünyayı birbirinden ayırmaya şartlandırılmış nesillere bu sevgi ne kadar abartılmış gelirse gelsin sevgi budur… İslam muhaddisleri, Hazreti Peygamber’in hayatından velevki görüp de tebessüm ettiği, sustuğu, yapılmasını yasaklamadığı bir şey olsun, onu tesbit etmek için kıtalar aşmışlar. Deve sırtında veya yaya olarak… Uçaksız, otomobilsiz, vapursuz, trensiz…

Hazreti Peygamber’in hayatından en küçük bir “detayı”, tesbit etmek için… Tıpkı, Hazreti Peygamber traş olurken, saçının veya sakalının bir teli yere düşmesin diye çırpınan sahabi gibi…

Bize düşen, Hazreti Peygamberi, hayatının en ince ayrıntılarına kadar öğrenmek ve onunla edeblenmektir. Gülmemiz gerekiyorsa, O’nun gülüşüne özenmek.. Uyumak gerekiyorsa, O’nun gibi güzel uykulara niyetlenmek.. Namaz kılarken O’nu, oruç tutarken O’nu, çocuklarla ilgilenirken O’nu anmak. O’nun davranışlarını hatırlamak, yaşamak… 14 asrı dürüp O’nunla bütünleşmek… O’nu, O’nun çağındakiler gibi sevmek. Bir mahşer günü, O’nun sancağı altında toplanabilme tutkusuyla…

Dipnotlar: 1) Ali İmran, 31 2) Necm, 3 3) Nisal50-151 4) Haşr, 7 5) Ahzab, 21 6) Al-i İmran, 164 7) Nisa, 65 8) Nisa.115 9) Nisa, 59 10)Nisa, 81 11) Keşf’ül Hafa I/70
Sahabede Peygamber Sevgisi

İslamı öğretmeleri için bir muallim heyeti isteyen Hüzeyl kabilesi, gönderilen 6 kişilik muallim kafilesini hunharca katletti. İçlerinden Zeyd İbn’ud-Desinne’yi satmak için esir olarak götürmüşlerdi. Babasını öldürdüğüne karşılık olarak öldürmek için onu Safvan ibn-i Ümeyye satın aldı. Öldürmek üzere karşısına diktiği zaman Ebû Süfyan alaylı bir tavırla sordu:

– Sana Allah’ın adını vererek söylüyorum Ya Zeyd, söyle, şimdi senin yerine Muhammed’in elimizde olup onun boynunun vurulmasını ve sen de ailenin yanına dönmeyi istemez miydin?

Zeyd ona şöyle cevab verdi:

– Vallahi ben ailemin yanında iken Muhammed Aleyhissalatü veseslam’ın ayağına bir diken batmasına bile razı olamam!

Ebû Süfyan beyninden vurulmuşçasına haykırdı:

– Muhammed’in ashabının Muhammed’i sevdikleri kadar arkadaşları tarafından sevilen bir kimse görmedim!..

Ahmet Kurt/Zafer Dergisi

Resulullah (asm)’ı gamlandıran ve düşündüren ve neye müştak olduğunu biliyor musunuz?

Bir gün Hazret-i Fahr-i Alem (S.A.V.) Efendimiz, Ebu Zerr’i Gıfari (R.A.)’a buyurdular ki:

Yâ Ebâ Zerr Allah güzeldir, güzeli sever. Benim niçin gamlandığımı ve düşündüğümü ve neye müştak olduğumu biliyormusun, yâ Ebâ Zerr?

Oradakiler:
— Bilmiyoruz yâ Resûlallah, gamını ve  düşünceni bize haber ver yâ Resûlullah.

Resûlullah (S.A.V.) bir Aah! dedi:
— İştiyakım benden sonraki ihvanıma kavuşmak içindir. Onların durumları Enbiyaların durumları gibidir. Onlar Şühedaların menzilesindendirler. Babalarından ve kardeşlerinden sadece Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmak için ayrı düşerler. Malı Allah için terk ederler. Nefislerini tevazu ile hor hakir ederler. Şehevata ve dünya fuzûliyyâtına rağbet etmezler. Allah’ın beytlerinden bir beytde Muhabbetullahdan dolayı mağmum ve mahzûn olarak toplanırlar, kalplerini Allah’a verirler. Ruhları Allah’a bağlı, onları bilmek Allah’a ait. Onların birinin hastalanması bir sene ibadetten efdal olur.

— Eğer istersen anlatayım yâ Ebâ Zerr?

— İsterim yâ Resûlullah.

— Onların birisi öldüğü zaman Allah indindeki şereflerinden dolayı semada ölenler gibidirler.

— Eğer istersen daha anlatayım yâ Ebâ Zerr?

— İsterim yâ Resûlullah.

— Onlardan birisi elbisesindeki bir böcekten müteezzi olduğu vakit ona Allah indinde yetmiş Hac ve gazve ecri ve İsmâil zürriyyetinden kırk köle azad etmiş sevabı yazılır. Onlardan da her birisi onikibin kişiye muâldir.
— Eğer istersen daha ziyade edeyim yâ Ebâ Zerr?

— Evet yâ Resûlullah.

– Onlardan birisi ehlini hatırlayıp da gamlandığı vakit her bir nefesine bir derece yazılır.

— Eğer istersen daha ziyâde anlatayım mı yâ Ebâ Zerr?

— Evet yâ Resûlullah.

– Onlardan birisinin arkadaşları arasında iki rekat namaz kılması Nuh (A.S.)’ın Cebel-i Lübnan’da binyıl ibadet ettiği gibi ibadet eden bir adamın ibadetinden daha efdaldir.

— İstersen daha ziyade anlatayım mı ya Eba Zerr?

— İsterim yâ Resûlullah.

– Onlardan birisinin tesbihi, kıyâmet gününde bütün dünya dağları kadar altın tasadduk edip de gelen bir kimsenin ecrinden daha fazladır.
— İstersen daha sayayım mı yâ Ebâ Zerr?

— Evet yâ Resûlullah, dedim. Mefhar-i Mevcudât (S.A.V.) Efendimiz saymaya devam ederler.

– Onlardan birine bir kere nazar etmen Allah indinde Beytullaha nazar etmenden daha sevimlidir, ona nazar  eden Allah’a nazar etmiş gibidir. Onun sevindirdiği kimse Allah’ın sevindirdiği kimse gibidir.

— Eğer istersen ziyâde edeyim yâ Ebâ Zer?

— Evet yâ Resûlullah.

– Onların yanında günahlarda ısrar ede ede hantallaşan bir topluluk oturunca Allah onlara nazarı rahmeti ile nazar edip, günahlarını onların hürmetine affetmeden kalkmazlar. Yâ Ebâ Zerr, onların gülmeleri ibadettir, şakalaşmaları tesbihtir, uykuları sadakadır. Allah onlara her gün yetmiş kere nazar eder. Ben bunlara müştakım yâ Ebâ Zerr.

Resûlullah (S.A.V.) bitkin bir şekilde saçlarını düzeltti, sonra başını kaldırdı, ağlıyordu, gözyaşları gözlerinden inci daneleri gibi dökülüyordu, bir kere daha “Allah” dedi. Onlara müştakım, onlara kavuşmak istiyorum, sonra Nebi (S.A.V.) Efendimiz:

Allah’ım! Onları muhafaza et, muhaliflerine karşı onlara yardım et, kıyamette gözümü onlarla nurlandır.

Dikkat edin, Allah’ın o velileri ki onlara  korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus Sûresi: 82)

buyurdular.

Peygamberimizi Çocuklara Nasıl Anlatmalı?

Eskiden dedelerimizden, ninelerimizden dinlediğimiz tatlı hikayelerle tanışırdık Peygamberimizle. Şimdi bu görevi daha çok çocuklara yönelik kitaplar alsa da ilahiyatçılar, psikologlar, yazarlar O’nu hikâyelerle tanıtmanın önemine değiniyor.

Beş yaşındaki Azra’yı dedesinin kucağında elinde Peygamberimiz’i anlatan bir kitapla görünce Necip Fazıl’ın dizeleri geliyor aklımıza: …Üçüncü katta, bizim yatak odamızın karşısındaki büyük yatak odasında, kocaman bir ceviz karyolada büyük babamın yanında ve kürkünün içindeyim. Hazret-i Ali’ye, onun misilsiz kuvvet şecaatine dair bir menkıbe dinlemiş bulunuyorum. Soruyorum: ‘Büyük baba, Hazreti Peygamber mi daha kuvvetliydi, Hazreti Ali mi?’ Beş-altı yaşındaki çocuk saffetinin içinden fışkıran bu sual, büyükbabama hem çocuklara, hem büyüklere verilebilecek cevapların en güzelini verdiriyor: ‘O kimseyle ölçülmez, O’nda peygamber kuvveti vardı.’ Büyükbabamın ‘O’nda peygamber kuvveti vardı.’ sözünü, hecesi hecesine hiçbir an unutmadım.Kimbilir, Azra büyüyene kadar dedesi Arif Pamuk’tan Efendimiz’e dair daha nice kıssa dinleyecek. Belki Üstadınki kadar heybetli olmayacak ama yıllar sonra o da “Büyükbabamın sözlerini hiçbir an unutmadım.” tarzı cümleler kuracak.

“Çocuklara Peygamberimiz’i nasıl tanıtmalı?” diye sorduğumuz ilahiyatçılar, psikologlar, yazarlar; O’nu hikâyelerle tanıtmanın önemine değiniyor. Çocuk, hayal gücüne seslenen hikâyelerle hem rahatlıyor, hem O’nu tanıyor. O’nun bütün yaratılanlara karşı sevgisi, sıkıntılar karşısındaki sabrı, güzel ahlakı, erdemli tavırları bir film gibi canlanıyor gözünde. Ve zamanla hayatına düstur edineceği örneklere dönüşüyor.

Önce kendileri örnek almalı

“Çocuk, gördüğünü değerlendiren bir mercek gibidir.” diyor ilahiyatçı yazar Reşit Haylamaz. Sözleri, çocuklara yalnızca Efendimiz’e ait hikâyeleri anlatmanın yetmediğinin kanıtı. Evet, anne-babaların çocuklarının hayatını bu tür hikâyelerle renklendirmesi önemli. Ancak hikâyelerdeki yaşam tarzını ve güzel davranışları gündelik hayatlarına taşıyarak çocuklarına örnek olmaları da gerekiyor. Haylamaz’a göre, anne-babanın eğilimleri, gündemleri, evde konuştukları, verdikleri tepkiler, hatta hareketleriyle onayladıkları meseleler, kısacası onlardan tezahür eden her görüntü çocuğun geleceğine yön veren deniz fenerleri gibi. Yani çocuğuna Efendimiz’i tanıtıp sevdirmeyi düşünenlerin öncelikle kendilerine bakması, varsa eksiklerini telafi etmesi şart.

Psikolog Farika Teymur Artır’a göre anne-babanın hassasiyeti, çocukta sevgi ve güven duygusunun gelişmesi için de önemli. Çünkü çocuk hikâyeler içindeki güzel davranışları örnek alırken, anne-babasının da aynı kişiyi örnek aldığını görmesiyle sevgi ve güven duygusu gelişiyor. 

Ne tür hikâyeler anlatılabilir?

Prof. Dr. Mehmet Emin Ay, Hz. Peygamber’in çocuklara sevgisinin örneklerle verilebileceğini söylüyor. Peygamber’in çocukluğu nasıl geçmiştir? Bunları anlatmak, çocuklarda Peygamber sevgisinin pekişmesi bakımından faydalı. Sonra Kur’an’da ismi ve hikâyeleri geçen peygamberler de anlatılabilir. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in başından geçenler, Hz. Yusuf’un ibretli kıssası… Bunlar, çocukların kavrayış seviyelerine uygun anlatıldığı takdirde, peygamberlere iman öğretiminde istifade edilebilecek kaynaklar Mehmet Emin Ay’a göre. Reşit Haylamaz ise Peygamberimiz’i anlatan, çocuklara yönelik kaynaklara değiniyor. Ona göre bu kaynaklar çeşitlendirilerek çoğaltılmalı. Haylamaz, “Kitap ve derginin olmadığı dönemlerde yetişen çocukların bıraktıkları izlere bakıldığında, bu kaynakların her şey olmadığı görülmektedir. Elbette bu, mevcut kaynakları küçümsemek anlamına gelmiyor; benim maksadım, çocuğun etrafında yer alan insanlardaki temsil ağırlığıdır. Din söz konusu olduğunda veya Efendimiz’in adı geçtiğinde sergilenen duruş, çocuk için her türlü malzemeden daha değerlidir.” diyor.

***

Kaç yaşında başlamalı?

Farika Teymur Artır (Uzman psikolog): Okulöncesi dönemde çocuk geniş bir algılama özelliğine sahiptir. Bazı uzmanlar tarafından (Montessori) emici zihin olarak adlandırılan bu özellik sebebiyle çocuklara doğrudan söylenen sözlerden çok, anne-baba ve yakın çevresindekilerin hal ve davranışları etki eder. Bu sebeple bütün dünyada diğer dinlerin mensuplarınca dinî eğitim hayatın ilk günlerinden itibaren başlar. İsim koyma törenleri gibi.

Reşit Haylamaz (İlahiyatçı-yazar): Dikkat ve ilgisini çekebildiğimiz ölçüde her yaştaki çocuğa din adına bir şeyler öğretilebilir ve Efendimiz anlatılabilir. Önemli olan bizim bu konulardaki hassasiyetimiz. Dünyaya geldiği andan itibaren ihtiyaç duyduğu gıdayı hangi hassasiyetle veriyorsak onun ruh dünyasını şekillendirecek, duygularını besleyecek ve şuuraltını oluşturacak bilgileri de aynı titizlikle ve bünyesinin kaldıracağı ölçüde vermek gerektiği kanaatindeyim.

 
Mehmet Emin Ay (İlahiyatçı-yazar): Çocuklara Peygamberimiz’i öğretmeye konuşma çağıyla birlikte, soru-cevap metoduyla başlanabilir. İlk zamanlar “Kimin ümmetisin?” sorusunun cevabı, kuru taklitten ibaretken, özellikle 3-4 yaşlarında, hikâye ve masallara ilgi duyulan çağda anlam kazanarak “Hz. Muhammed” cevabı, hakkında bazı şeyler bilinebilen şahsiyet haline gelir.

***

Çocukların dilinden Efendimiz

Ahmet Ensar Keskin (6 yaşında): Kutlu Doğum Haftası’nı Peygamberimiz’i hatırlamak için kutlarız. Peygamberimiz, çocukları çok severmiş. Kadınlara ve çocuklara iyi davranırmış. Peygamberimiz, insanlardan namaz kılmalarını istemiş. Hepimizin cennete girmesi için dua edermiş. Peygamberimiz’e O’nu çok sevdiğimi söylemek isterdim. Peygamberimiz’in en çok merhamet özelliğini seviyorum. Peygamberimiz’in bizimle yaşamasını isterdim… O’ndan istediğim başka bir şey yok.

Elif Yağmur Tokay (6 yaşında): Peygamberimiz gül kokarmış. Bir çocuğa dokunduğu zaman o gül kokusu hiç gitmezmiş. Keşke, ben de öyle güzel koksam! Çocukları çok severmiş Peygamberimiz. Ben de O’nu çok seviyorum. O bizim temiz olmamızı, ellerimizi yıkamamızı, odamızı düzenli tutmamızı, çalışkan olmamızı istiyor. Bir de arkadaşlarımızla, kardeşimizle hiç kavga etmemeliyiz.

Melike Azra Pamuk (5 yaşında): Peygamberimiz, hayvanları hiç öldürmüyormuş. Peygamberimiz, gül kokusu kokuyormuş. Annem-babam Peygamberimiz’i anlatırken güzel şeyler düşünüyorum. Ama O’nu rüyamda görebilirim. Peygamberimiz’i rüyamda göreyim diye dua ediyorum.
 
Aslıhan Köşşekoğlu