Etiket arşivi: Peygamberimizin Dosları

Hz. Ali (R.A) Kimdir? (598-661)

Hazreti Ali (ra) 598 yılında Mekke’de Kabe’nin içinde doğmuştur. Peygamberimiz (sav)’in amcası Ebu Talibin oğlu olan Ali’yi doğduğunda kucağına alıp bizzat evine kadar götürmüştür. O yıllarda Peygamber(sav) efendimizde Ebu Talib’in evinde kalıyordu. Hazreti Ali'(ra)ye “Ali” isminide Hazreti Muhammed(sav) vermiştir. Annesi Fatıma Binti Esed, Peygamberimiz(sav)’in dedesinin kardeşinin kızıdır. Peygamberimiz(sav)de kendisine “anneciğim” diye hitab ederdi.

Babası Peygamberimiz(sav)i yetim ve öksüz kaldığında yanına alıp 43 yıl himayesinde bulunduran amcası Ebu Talib’tir. Mekke’de kuraklık baş gösterip Ebu Talib’in çocuklarını bakamaz hale getirince Peygamberimiz(sav)in diğer amcalarından Abbas, Ali’nin kardeşi Cafer’i Hazreti Muhammed(sav) de Ali’yi büyütmek üzere yanlarına aldılar.

Hazreti Ali(ra) o günleri şöyle anlatır;

“Çocuktum henüz, o beni bağrına basar, yatağına alırdı, beni koklardı, lokmayı çiğner, ağzıma verir yedirirdi… Ben de her an, devenin yavrusu, nasıl anasının ardından giderse, onun ardından giderdim; o her gün bana huylarından birini öğretir ve ona uymamı buyururdu. Her yıl Hira Dağı’na çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu ben görürdüm, başkası görmezdi. Beni omuzuna alır Mekke’nin dağlarında, vadilerinde, sokaklarında dolaştırırdı.

Hazreti Ali(ra) Hatice validemizden sonra Müslüman olan ikinci kişidir.

Peygamberimiz(sav)’i Hazreti Hatice ile namaz kıldıklarını görünce, “Bu ne?” dedi.

Peygamberimiz(sav)de;

-Ya Ali bu Allah’ın seçtiği beğendiği dinidir, ben seni bir olan Alllah’a inanmaya davet ediyorum, dedi

Ali;

“Ben bu hususta babama danışayım” deyince Peygamber(sav) “Ya Ali sana söylediğimi yaparsan yap yapmayacak olursan gördüğünü kimseye söyleme” dedi.

Bütün gece uyuyamayan Ali sabah vaktinde Hazreti Muhammed(sav)in yanına varır. Dünkü davetini kabul etim şahadet getirip namaz kılmak istiyorum” der Hazreti Muhammed(sav);

-Babana danıştın mı? diye sorar.

Hz. Ali;

-Hayır Allah beni yaratırken babama danışmadı, ben Allah’a inanmak için niçin babama sorup danışayım? diye cevap veren10 yaşlarındaki bu çocuk Nur çocuk islam defterinin bir numarası olmuştur.

İlmin kapısı olan Hazreti Ali(ra);

Yemin ederimki ben Kur’an-ı Kerim’den inen her ayetin nerede indiğini neye ve kime dair olduğunu bilirim” diyerek ilminin erişilmezliğini ortaya koymuştur.

Gayb alemi açılsa her şeyi görsem yakinim artmayacak diyebilecek kadarda iman yüklü idi.

Peygamberimiz(sav) kendisine çok güvenirdi Hazreti Ali(ra)’yle kabeye gizlice girip putları yere düşürüp kırmışlardır.

Peygamberimiz(sav) kendisini çok küçük yaşta olmasına rağmen Yemen’e kadı olarak göndermiştir. Gitmekte tereddüt eden Hazreti Ali’ye Allah senin kalbine doğruyu gösterecek dilini doğurlukta sabit kılacak davalılar önünda oturduklarında her ikisinide dinlemeden hüküm verme diye nasihatta bulunmuştur.

Hazreti Ali(ra) “Vallahi bundan sonra hiç tereddüde düşmedim.”diyor.

Peygamber(sav) efendimiz hicret ettiği gece canını ortaya koyup O’nun yatağına yatmış ve bu fedakarlığından dolayı “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını arayıp kazanmak amacıyla canını satar.” (Bakara/207)ayeti kerimesi nazil olmuştur.

Peygamberimiz(sav) emniyetli bir şekilde Mekke’den uzaklaşınca, İslâm Peygamberi(sav)’ne emanet edilen çeşitli emanetleri sahiplerine iade ederek annesini, Resul-ü Ekrem’in kızı Fatma’yı başka iki kadınla birlikte alıp Medine’ye doğru hareket etmiştir. 450 km lik sarp yolları zorluklarla aşarak Medine’ye vardıklarında Hazreti Muhammed(sav) kendilerini karşıladı, hallerini görünce boynuna sarıldı, ağladı, bağrına bastı.

Hayber’de yetmiş kişinin yerden zorla kaldırabildiği kapıyı omuzlayıp kar makinası gibi yolları açarak zaferin kazanılmasında önemli rol oynamıştır.

Hazreti Ali namazı öyle kılardı ki vücuduna batan bir oku namaz kılma esnasında çıkarmışlar hiç acı duymamıştır. Canın yanmadı mı? diye soranlarada “Kuşu kafesten salıverdikten sonra kafesi parçalayacak olsanız kuşun bundan haberi olurmu?“diye cevap vermiştir.

Orta boylu, buğday renkli, ak ve uzun sık sakallı idi, yüzü çok güzeldi, gözleri genişti, göğsü enli, başı saçsız idi.

Son derece kuvvetli bir hatipti, her nutku belagat şaheseridir.

Nahiv ilminin esasları hazreti Ali tarafından vaz olunmuştur. Halife olmadan önce nasıl yaşıyorsa halife olduktan sonrada öyle yaşamıştır.

Servet sahibi bir adam olmamakla beraber son derece kerim idi.

Harb ederken dahi düşmanlarına acır, haddi tecavüz etmezdi. Hazreti Ali reyinin isabeti ile meşhurdur.

Gecenin karanlığında mihraba gelir, ibadet eder, düşünürdü. Dünya onu hiç aldatmadı.

Hazreti Osman(ra)’ın evi muhasara altına alınınca oğulları ile yardıma koşmuş Hazreti Osman(ra) şehit olduğundada oğulları Hasan(ra) ile Hüseyin(ra)’e fena halde hakaret etmiş, Talha(ra)nın oğlu Muhammed ve Zübeyr(ra)’in oğlu Abdullah’a ağır sözler söylemiş “siz yaşarken onun şehit düşmesine nasıl imkan bıraktınız” demiştir

25 yıl birlikte kaldığı Allah Resulü(sav) efendimizden 586 adet Hadisi şerif rivayet etmiştir.

Hazreti Fatıma ev işlerinde çok yoruluyordu, birlikte Peygamberimiz(sav)’e gidip bir hizmetçi istemişlerdi. Peygamberimiz(sav)’de kendilerine yatarken 33 Allahuekber ,33 Elhamdülillah, 33 Sübhanallah demeniz hizmetçiden daha faydalıdır deyip geri göndermiştir.

Peygamberimiz(sav) Medine’de tüm müslümanları birbirleriyle kardeş yapmış Hazreti Ali(ra)’yide kendine kardeş etmiştir, kızı Fatıma’yıda Hazreti Ali’ye nikahlamış onu damadı yapmıştır.

Tebük seferi hariç Efendimiz(sav) katıldığı tüm seferlere katılmıştır. Bedir savaşında tek başına 20 Uhud’da 9 kişiyi öldürecek kadar kuvvetli ve savaşçı idi Cebrail(as)’da Hazreti Ali’nin yiğit ve fedai olduğunu söylemiştir.

Hendek savaşında Amr Bin Abduved’i öldürerek zaferde önemli bir yeri olmuştur.

Hazreti Ali(ra) Sıffin’de zırhını düşürmüştü. Savaştan sonra bir Hıristiyan’da görünce, “Bu zırh benimdir!” diye dava etmiştir Hıristiyan inkâr edince Kûfe Kadısı Hazreti Şureyh Hazreti Ali (ra)’den şahit istemiştir. Şahitlerden biri oğlu Hasan olunca Kadı, “Evladın babası lehine şahitliği şer’an makbul değildir.” diyerek yeni bir şahit talep etmiştir. Hazreti Ali’nin Hazreti Ali’ den başka şahidi yoktur deyince dava düşmüştür. Kadı Şureyh’in hassasiyeti Hazreti Ali(ra)’nin hoşuna gitmiştir. Davalı ise hayretler içinde kalmıştır Zırhı aldıktan sonra birkaç adım ilerleyip durmuş, sonra geri dönüp, “Bu mahkemenin verdiği hüküm ancak Peygamber’in hükmü olabilir!” diyerek Müslüman olmuş, zırhın Hazreti Ali(ra)’ye ait olduğunu söyleyerek geri vermiştir Hazreti Ali(ra) bu manzara karşısında zırhı geri almayıp bu yeni Müslüman kardeşine bağışlamış, ona bir de at hediye etmiştir .

Hazreti Muhammed(sav)’in vefatında 33 yaşında olan Hazreti Ali Peygamberimiz(sav)’in yıkanması ve kefenlenmesi işlemini bizzat kendisi yapmıştır.

Hazreti Ali yüzünü hiç puta dönmeden islamla şereflendiği için “kerremellahu veche” ünvanını almıştır.

Hazreti Muhammed(sav)’in hem damadı hem de amcasının oğlu olan Hazreti Ali(ra) fitnenin bir kasırga halinden her tarafı kasıp kavurduğu bir ortamda halife oldu. Hazreti Ali(ra)’nin halife oluş şartları tek kelimeyle yürek parçalayıcıydı, gerçekten ilginç bir durum vardı. Bir taraftan kimsenin haksız yere burnunun bile kanamasını istemeyen yeni yönetim; öbür tarafta Müslümanların emiri, Hazreti Peygamber(sav)’in damadı, dünyada iken cennetle müjdelenmiş bir cennet insanı. Hazreti Peygamber(sav)in bile haya ve edebine saygı duyduğu, aynı saygıyı meleklerin bile duyduğunu ifade ettiği bir halifenin yerde duran kanlı cenazesi…

Hazret Ali(ra), 4 yıl 9 ay süren hilafet’i müddetinde Peygamber(sav)’in siretine uyup, hilafet’e inkılap ve kıyam ruhu verdi. Toplumda çeşitli ıslahlara baş vurdu.

Hazreti Ali(ra) çıkan karışıklıkları yatıştırmak için Basra yakınlarında Ayşe, Talha ve Zübeyr gibi İslamiyetin tanınmış simaları ile karşılaştı bu olay Cemel Vakası adıyla bilinmektedir.

“Cemel Vakası Hazreti Ali(ra) ile Hazreti Talha(ra), Hazreti Zübeyr(ra) ve Hazreti Aişe-i Sıddika(ra) arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir:

Bu olayları Bediüzzaman Hazretleri şöyle değerlendiriyor:

“Hazreti Ali(ra), adalet-i mahzayı esas edip,Hazreti Ebubekir(ra)ve Hazreti Ömer(ra) zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları ise Hazreti Ebubekir(ra), Hazreti Ömer(ra) zamanındaki islamın gücü adalet-i mahzaya müsait idi. Fakat,zamanın ilerlemesiyle İslamiyetleri zayıf muhtelif akvam, hayat-ı içtimaiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenü’ş-şerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf “Lillah” için ve İslamiyetin menafii için içtihat edilmiş ve içtihattan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul ikisi de ehl-i cennettir… İkisi de ehl-i sevabdır diyebiliriz. Her ne kadar Hazreti Ali(ra)’nin içtihadı isabetli ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstahak değiller. Çünkü, içtihat eden hakkı bulsa, iki sevap var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihat sevabı alarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur.

Bediüzzaman Hazretleri, Hazreti Ali(ra)’nin başına gelenleri ise şöyle yorumluyordu.

“O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere layık idi. Eğer tam muvaffakiyeti siyasiye ve tamamen saltanat olsaydı. “Şah-ı Velayet” unvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktır. Halbuki zahiri ve siyasi hilafetin pek çok fevkinde manevi bir saltanat kazandı ve Üstad-ı küll hükmüne geçti; hatta kıyamete kadar saltanat-ı manevisi baki kaldı.

Peygamberimiz(sav)’e Cebrail (as) tarafından vahiy yoluyla getirilmiş olan ve Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin düzenli okuduğu virdlerden biri olan tüm tazeliğiyle günümüze kadar ulaşan ilim hazinesi,mahlukat ilimlerinin içinde toplandığı “celceletüye” Hazreti Ali(ra)’nin manzumei kasidesidir.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’da Celcelutiye hakkında bazı malumatlar vermiştir. Yazımızda onlarada yer vermeyi uygun bulduk.

“Celcelutiye’nin esası ve ruhu olan, ‘El-Kasemü’l-Cami ve Ed-Da’vetü’ş-Şerife ve El-İsmü’l-Azam (dır.)’ İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın en mühim ve en müdakkik Üveysî bir şakirdi ve İslâmiyet’in en meşhur ve parlak bir hücceti olan Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî (ra) diyor ki: ‘Onlar vahy ile Peygamber(sav)’e nâzil olduğu vakit Hareti Ali(ra)’ye emretti: Yaz. O da yazdı. Sonra nazmetti.’ İmam-ı Gazalî (ra) diyor: “…Şüphesiz o, dünya ve ahret hazinelerinden bir hazinedir.”

Celcelutiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gelecekteki işlerden haber veriyor.

Hazreti Ali(ra)’ın en meşhur Kaside-i Celcelutiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile te’lif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.”

“Celcelutiye, Süryanice bedi’ demektir ve bedi’ manasındadır.

Hazreti Ali, Nehrevan Savaşı’nda rakiplerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu savaştan sonra, Hariciler’den üç kişi Mekke’de Müslümanların siyasi durumları hakkında bazı müzakereler yaptıktan sonra Ali, Muaviye ve Amr bin As’ı öldürmeyi kararlaştırdılar. Bu üç kişiden Abdurrahman bin Mulcem, Ali’yi öldürmeyi üstlendi ve Kufe’ye hareket etti. Ramazan ayının 19. günü şafak vakti namaz kılarken zehirli kılıcıyla Hazreti Ali’yi yaralamıştır.

İbni Mülcem yakalanıp huzuruna getirildiğinde, bunun yemeğini yedirip, istirahatini temin edin. Yaşayacak olursam cezalandırır ya da affederim. Ölürsem cezasını verin, fakat sakın haddi aşıp Müslümanların kanına girmeyin. Zira Allah haddi aşanları sevmez!” buyurmuştur

Hazreti Ali(ra), Abdurrahman bin Mulcem’in kılıç darbesinden sonra şöyle dedi: Kabe’nin Rabbine andolsun ki, kurtuluşa erdim!.

ölümüm aç iken gelsin” diyen Hazreti Ali(ra), oğullarına “Allah’a kulluktan ayrılmayın dünya size gelsede siz ondan kaçın daima hakkı söyleyin her işiniz Allah için olsun” diye vasiyet etmiştir.

İki gün evinde yattıktan sonra, 661 yılında 63 yaşında iken Küfe’de Ramazan ayında âyeti kerimeler okuyarak âhiret sınırına yaklaşmış, sonunda “Lâ İlâhe illallah Muhammedun Rasûlullah” diyerek bu dünyadan çekilmiş cennet yurduna adımını atmıştır. Hazreti Ali(ra)’yi oğulları Hasan ve Hüseyin yıkamışlar namazını Hasan kıldırmış Kabri Irak’ın Necef şehrindedir

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

1)Hadis Ansiklopedisi

2)Sevgi Kutupları

3)Hayatüs Sahabe

4)Risale-i Nur Külliyatı

Not: Ümmetin Yıldızları  ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Ebu Zer El-Gıfari (R.A.) Kimdir?

Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav) kendisine Abdullah adını vermiştir. Beni Gifar kabilesindendi.  Bu kabile Arabistan’da bulunan diğer kabileler gibi cahiliye devrinin her çeşit kötülüğünü işliyor ve putlara tapıyordu. Ticaret kervanlarını çevirip, yağmacılık yapmalarıyla tanınmışlardı.

 Ebu Zer el-Gifari Kavmi arasında atılganlığı ve cesareti ile şöhret bulmuş, gücü, kuvveti ve yiğitliği ile o çevrede pek meşhur olmuştu İslam dinini kabul etmeden önce bile tek tanrılı inanca sahip biri idi.

Türkiye’de, Adıyaman ilinin Ziyaret köyünde Ebu Zer’e ait olduğu iddia edilen, Osmanlı Sultanı IV Murat tarafından Bağdat Seferi dönüşünde inşa ettirilmiş olan bir türbe bulunmaktadır.

İslâm’ın doğuş haberi gün geçtikçe çevrede yayılıyordu. Nihayet bu haber Beni Gıfâr kabilesinin yurduna da ulaşmıştı. Mekke’den gelen biri, Ebu Zer-i Gıfârî’nin “Lâ ilâhe illallah” dediğini işitince dedi ki:

– Mekke’de bir zât var, senin söylediğin gibi “Lâ ilâhe illallah” diyor ve peygamber olduğunu bildiriyor.

Ebu Zer heyecanla sordu:

– Hangi kabiledendir?

– Kureyş’tedir.

Ebu Zer-i Gıfârî bu hâlleri işitir işitmez kardeşi Üneyse dedi ki:

 Mekke’ye git, kendisine vahiy geldiğini söyleyen zatla görüş,

Üneyse, Mekke’ye gidip, Peygamber Efendimizin (asm) mübarek cemali, sohbeti ve ihsanları ile şereflendi. Hayran kaldı. Sonra tekrar memleketine döndü. Kardeşi Ebu Zer kardeşine sordu:

Ne haber getirdin?

Vallahi öyle yüce bir zatı gördüm ki, hep hayrı, iyiliği emredip, kötülüklerden sakındırıyor.

Peki, insanlar, onun hakkında ne diyorlar?

Şair olan kardeşi Üneyse şöyle cevap verdi:

Şair, kâhin, sihirbaz diyorlar. Fakat onun söyledikleri hiç kimsenin sözüyle ölçülemez. Vallahi o zât hakkı bildiriyor, doğruyu söylüyor. Ona inanmayanlar yalancı ve sapıklık içindedirler. Bu zât iyiliği, ahlâkî değerleri emrediyor, kötülükten de sakındırıyor.

Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri kardeşinin bu sözü üzerine:

– Sen bana, bu hususta arzu ettiğim, gönlüme şifa veren, müşküllerimi giderir bir haber getirmedin. Kendim gidip, onu görürüm, dedi.

Ebu Zer, hemen Mekke yoluna düştü.

Mekke’ye varınca hâlini kimseye anlatmadı. Çünkü bu sırada müşrikler Peygamberimize (asm) ve yeni Müslüman olanlara şiddetli düşmanlık yapıyorlar ve bu düşmanlıklarını ilerletiyorlardı. Bilhassa Müslüman olup da, kimsesiz ve garip olanlara işkence yapıyorlardı.

Ebu Zer-i Gıfârî de Mekke’de kimseyi tanımıyordu. Garip ve yabancı idi. Bu bakımdan kimseye bir şey sormadan Kâbe’nin yanına varıp oturmuştu. Peygamberimizi (asm) görmek için fırsat kolluyor, nerede olduğunu öğrenmek için bir işaret arıyordu. Burada Zemzem’den başka bir şey yiyip içmiyordu.

Akşamüstü bir sokak köşesine çekildi. Hz. Ali (ra), Ebû Zer’i gördü. Garip olduğunu anlayarak alıp evine götürdü. Hâlinden bir şey sormadığı gibi, Hz. Ebû Zer de ona sırrını açmadı.

Sabah olunca, tekrar Kâbe’ye gitti. Akşama kadar dolaştığı hâlde hiçbir ipucu elde edemedi. Eski oturduğu köşeye gelip oturdu. Hz. Ali (ra), o gece yine oradan geçerken, Ebû Zer’i görünce:

– Bu biçare hâlâ aradığını bulamamış, diyerek tekrar evine götürdü.

Sabahleyin yine Beytullaha gitti, sonra oturduğu köşeye çekildi. Hz. Ali (ra) tekrar davet edip evine götürdü ve ona sordu:

Senin işin nedir? Bu şehre ne için geldin?

– Eğer bana doğru bilgi vereceğine söz verirsen, söylerim.

Söyle, hâlini kimseye açmam.

İşittim ki, burada bir Peygamber çıkmış. Onunla görüşmek ve ona kavuşmak için buraya geldim.

Sen doğruyu buldun, akıllılık ettin. Bu zat Allah’ın Resulüdür, hak Peygamberdir. Sabahleyin ben o zatın yanına gidiyorum. Beni takip et, senin için korkulacak bir şey görürsem, ayakkabımı düzeltiyormuş gibi yaparım. Sen beklemez gidersin. Ben geçip gidersem, arkamdan gel ve benim girdiğim eve sen de peşimden gir!

Ebu Zer-i Gıfârî, Hz. Ali (ra)’yi takip edip, onunla birlikte Peygamberimizin (asm) mübarek yüzünü görmekle şereflendi. Ve hemen:

Esselâmü aleyküm, diyerek selâm verdi. Bu selâm İslâm’da bu şekilde verilen ilk selâm ve Ebu Zer-i Gıfârî de ilk selâmlayan kimse oldu.

Peygamber efendimiz(sav) selâmını aldıktan sonra, aralarında şu konuşma geçti:

– Sen kimsin?

Gıfâr kabilesindenim.

Ne zamandan beri buradasın?

Üç gün üç geceden beri buradayım.

Seni kim doyurdu?

Zemzem’den başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç açlık ve susuzluk duymadım.

Zemzem mübarektir. Aç olanı doyurur.

Ya Muhammed! İnsanları neye davet ediyorsun?

Bir olan ve ortağı bulunmayan Allah’a iman etmeye ve putları terk etmeye, benim de Allah’ın Resulü olduğuma şehâdet etmeye davet ediyorum.

Bunun üzerine Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri:

Bana İslâmı bildir, dedi.

Peygamber Efendimiz (asm) ona Kelime-i şehâdeti okudu. O da söyleyip, Müslüman oldu. Ebu Zer İslam’ı kabul eden dördüncü ya da beşinci kişidir Ebu Zer Müslüman olmanın verdiği büyük bir iştiyakla dedi ki:

– Ya Resûlallah! Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, Müslüman olduğumu Kâbe’de müşrikler arasında haykırmadıkça memleketime dönmeyeceğim.

Bundan sonra Ebu Zer-i Gıfârî Kâbe yanına gidip, yüksek sesle:

Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resûlüh, diye haykırdı.

Bunu işiten müşrikler hemen üzerine hücum ettiler. Taş, sopa ve kemik parçaları ile öyle dövdüler ki, kanlar içinde kaldı.

Bu hâli gören Hz. Abbas seslendi:

Bırakın bu adamı, öldüreceksiniz! O sizin ticaret kervanınızın geçtiği yol üzerinde oturan bir kabiledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz?

Böylece Ebû Zer Hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı.

Müslüman olmakla şereflenmenin verdiği şevkle, öylesine seviniyor ve coşuyordu ki, ertesi gün gene Kâbe’nin yanında Kelime-i şehâdeti yüksek sesle bağıra bağıra söyledi. Bu sefer de üzerine hücum eden müşrikler, yere yıkılıncaya kadar dövdüler. Yine Hz. Abbas yetişip, ellerinden kurtardı.

Bundan sonra Peygamber Efendimiz (asm) Ebu Zer-i Gıfârî Hazretlerine buyurdu ki:

Şimdi kavminin yanına dön! Emrim sana ulaşınca, onu kavmine haber ver! Ortaya çıktığımızın haberi sana geldiği zaman yanımıza dön!

Bu emir üzerine Ebu Zer-i Gıfârî kendi kabilesi arasına dönüp, onlara İslâmiyeti anlatmaya başladı. Hicrete kadar bu hizmete devam etti.

Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri kavmini İslamiyete davet ediyordu. Bir gün kabilesine, Allah’ın bir ve Muhammed aleyhisselâmın onun Resulü olduğunu ve bildirdiklerinin hak ve tapmakta oldukları putların batıl, boş ve manasız olduğunu söylemişti.

Ben Müslüman olmadan önce, bir gün Nuhem putunun yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir de baktım ki, bir köpek yaklaşıp, sütü içiverdi. Sonra da putun üzerine pisledi. Görüyorsunuz ki, put köpeğin üzerini kirletmesine mani olacak güçte bile olmayan bir taş! İşte sizin taptığınız şey! Köpeğin bile hakaret ettiği puta tapmak hoşunuza gidiyorsa, buna çok şaşılır.

Herkes başını eğmiş duruyordu. İçlerinden biri cevap verdi:

Peki, senin bahsettiğin Peygamber neyi bildiriyor. Onun doğru söylediğini nasıl anladın?

Bunun üzerine Ebu Zer Hazretleri, yüksek sesle kalabalığa şöyle hitap etti:

O, Allah’ın bir olduğunu, O’ndan başka ilâh olmadığını, her şeyi yaratan ve her şeyin maliki, sahibi olduğunu bildiriyor. İnsanları Allah’a iman etmeye çağırıyor. İyiliğe, güzel ahlâka ve yardımlaşmaya davet ediyor. Kız çocuklarını diri diri gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün, çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı emrediyor.

Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri İslâmiyeti uzun uzun açıkladı. Kabilesinin, içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp, bunların zararlarını ve çirkinliğini gayet açık bir şekilde anlattı. Onu dinleyenler arasında başta kabile reisi Haffâf, kendi kardeşi Üneys olmak üzere çoğu Müslüman oldu. Diğerleri ise daha sonra Peygamberimizi (asm) görerek Müslümanlığı kabul ettiler.

Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri bu hizmetleri yaptığı sırada, İslâmiyet, Mekke’de ve civarında oldukça yayılmıştı.

Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri Hendek savaşından sonra Medine’ye hicret etti Peygamberimiz Hazreti Muhammed(sav) o zaman Medine kapılarında onun gelişini beklemiştir Ebû Zer Hazretlerini Münzir bin Amr Hazretleri ile kardeş yaptı. Daha sonra İslâmı anlatması için tekrar kabilesi arasına gönderildi

Medine’ye tekrar dönen Ebû Zer-i Gıfârî Hazretleri Peygamberimiz(sav)’in yanına geldi bir daha yanından ayrılmadı.

Bütün zamanını dini öğrenmeye ayırdı. İlim öğrenmek hususunda büyük gayret sahibi idi. Her şeyi Peygamberimize (asm) sorardı. İman, ihsan, emir ve yasaklar hususunda, Kadir Gecesi ve daha birçok hususların sırlarını, izahını, namaza dair ince hususları ve nice şeyleri Resûlullah (asm)’a bizzat sorarak öğrenmiştir.

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) Ebu Zer’i çok sever, ona, hususi iltifat buyururdu. Çok zaman gece geç vakte kadar Resûlullah (asm)’ın huzurunda kalırdı. Peygamberimizin (asm) mahremi, sır dostu idi. Onunla mahrem meseleleri konuşurdu.

Ayrıca Ebu Zer Hazretleri, Peygamberimizin (asm) mübarek elini öpmek saadetine kavuşmuştur. Resûlullah Efendimize bi’ât ederken de, “Hak Teâlâ’nın yolunda hiçbir kötüleyicinin kötülemesine aldanmayacağına, ne kadar acı olursa olsun daima doğru sözlü olacağına” söz vermişti. Ömrünün sonuna kadar hep böyle kaldı. Bu hususta Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki:

Dünyaya Ebu Zer’den daha sadık kimse gelmedi.

Hz. Ömer (ra), halifeliği zamanında bir gün iki genç huzuruna geldi. Yanlarında kollarından sıkıca tuttukları bir genç vardı. Kollarından tutulan genç, temiz giyimli mert birine benziyordu. Biri geliş sebeplerini şöyle anlattı:

Bu genç, babamızı öldürdü. Bunun muhakeme edilmesini istiyoruz.

Hz. Ömer (ra), her iki tarafın da ifadelerini aldı. Hâdisenin nasıl cereyan ettiği iyice öğrenildikten sonra katil genç suçlu görülerek idama mahkûm edildi.

Delikanlı kararı sükûnetle dinledikten sonra, dedi ki:

Siz, müminlerin emîrisiniz. Emriniz başımızın üzerinedir. Kararın yerine getirilmesine hazırım. Ancak, babam vefat etmezden önce paralarını ayırmış, bana,”Oğlum, şunlar senin, şunlar da kardeşinindir. Büyüyünceye kadar sen muhafaza et! Büyüyünce kendisine verirsin.” diye vasiyet etmişti. Ben de bu paraları bir yere gömdüm benden başka yerini bilen yoktur. Yetim hakkı zayi olur. Bana üç gün müsaade ederseniz gider emaneti ehil birine teslim ederim. Sonra da gelir teslim olurum.

Hz. Ömer (ra):

Yerine bir kefil bırakman lâzım, buyurdu.

Burada bulunanlardan biri bana kefil olur?

-Kefilini göster!

Genç, orada bulunanların yüzüne dikkatlice baktı. Sonra Ebu Zer Gıfarî Hazretlerini göstererek:

İşte bu zat kefil olur, dedi.

Hz. Ömer (ra):

– Ey Ebu Zer, kefil olur musun?

Evet, üç güne kadar döneceğine ben kefil olurum.

Aradan üç gün geçti. Mühlet bitmek üzereydi. Davacı gençler gelmiş fakat suçlu genç gelmemişti. Davacılar dedi ki:

Ey Ebu Zer, kefil olduğun genç gelmedi. Madem o gelmedi, sen onun kefili olarak, onun cezasını çekmedikçe buradan ayrılmayız.

Ebu Zer Hazretleri gayet sakin bir şekilde:

– Daha vakit var, sürenin sonuna kadar bekleyin bakalım. Eğer gelmezse, ben hazırım.

Nihayet bildirilen vakit doldu. Ebu Zer Hazretleri de ortaya çıkıp, cezasının infazını istedi. Tam bu sırada, genç çıka geldi. Genç geciktiği için özür dileyerek:

Parayı bulup dayıma teslim ettim. Kardeşimi de ona emanet ettim. Dayımın yeri hayli uzak olduğu için ancak bu zamanda gelebildim.

Orada bulunanlar, gencin sözünde durmasına hayran kaldılar. Bu hususu kendisine söylediklerinde:

– Mert olan hakiki Müslüman sözünde durur. Arkamdan, “Artık dünyada sözünde duran kalmadı.” dedirtmem.

Ebu Zer Hazretlerine, genci tanımadığı hâlde neden kefil olduğunu sorduklarında:

Genç bana güvenerek, “Bu bana kefil olur.” dedi. Bunu reddetmeyi mürüvvete, insanlığa sığdıramadım. “Âlemde fazilet, iyilik kalmamış.” dedirtmem.

Bu durumu gören davacılar:

– Biz de “Bu dünyada kerem sahibi, cömert kalmadı.” dedirtmeyiz. Allah rızası için, davamızdan vazgeçtik, ölenin vârisleri olarak affettik, dediler.

Peygamber Efendimiz (asm) Ebu Zer Hazretleri hakkında buyurdu ki:

Benim ümmetimde Ebu Zer, Meryem oğlu İsa’nın zühdüne sahiptir. Bu fıtrat üzere yaratılmıştır. İsa aleyhisselâmın tevazuuna bakmak kendisini mesrur eden kimse, Ebu Zerr’e nazar eylesin.

Tebük muharebesinde Ebu Zer-i Gıfârî Hazretlerinin devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya yetişmek için yaya yürümeye başladı. Şiddetli sıcak ortalığı kavuruyordu. Bir öğle vakti Ebu Zer orduya yetişti. Resûlullah (asm)’ın yanında bulunan Eshâb-ı kiram dediler ki:

Ya Resûlallah! Tek başına bir adam geliyor.

Resûlullah Efendimiz (asm):

Ebu Zer midir? Onun olmasını isterim, buyurdular.

Yâ Resûlallah, gelen Ebu Zer’dir.

Allah Ebu Zer’e rahmet eylesin! O, yalnız yaşar, yalnız yürür, yalnız başına vefât eder ve yalnız başına haşr olunur.

Daha sonra Ebu Zer’e:

Ey Ebu Zer! Niçin geride kaldın, buyurdular.

Ebu Zer, devesinin durumunu anlattı ve bu sebeple geride kaldığını söyledi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz:

Bana gelip kavuşuncaya kadar, attığın her adımına karşılık, Allah Teâlâ bir günahını bağışlasın, diye dua buyurdular.

Ebu Zer-i Gıfârî dünyaya hiç değer vermezdi. Son derece kanâatkâr, fakîr ve yalnız yaşardı. Peygamber Efendimiz (asm) bu sebeple ona, “Mesih-ül-İslâm”lâkabını vermişti.

Ebu Zer-i Gıfârî Hazretleri, Mekke’nin fethine de kendi kabilesinin sancağını taşıyarak katılmıştır.

Peygamberimize (asm) tam bağlanıp, onun sevip, beğendiğini seven, sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebu Zer, Resûlullah (asm)’ın vefatında da yanında bulunmuştur. Peygamberimizin (asm) vefatından sonra bir köşeye çekilip, son derece mahzun ve yalnız yaşadı. Hz. Ebu Bekir (ra)’in halifeliği devrinde de böyle yaşayıp, onun vefatından sonra Şam’a gitti. Oraya yerleşti.

Halis bir mümin, dürüst bir adam ve hatalı davranışlara çekinmeden karşı çıkan biri olarak bilinmektedir. Yüksek bir makamda olmamıştır fakat ümmete elinde ne varsa feda ederek hizmet etmiştir. Şüphelilerden ve haramlardan son derece sakınırdı. Evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakirlere dağıtırdı.

 Bir defasında Şam valisi, tecrübe etmek için, hizmetçisi ile akşam on bin dirhem altın göndermişti. Ebu Zer Hazretleri altınları alınca uykusu kaçtı, uyuyamaz hâle geldi. Hemen kalktı ve fakirlere dağıttı. Yanında tek altın bile saklamadı.

 Peygamberimiz(sav);”Allah sana merhamet etsin, ya Ebu Zer! o yalnız yaşayacak, yalnız ölecek ve yalnız diriltilecektir” buyurmuştur

Ebu Zer Hazretleri Medine çölü yakınlarındaki El-Rabaza kentine yerleşmişti

Bir gün, muhterem hanımı hatırlattı,

Elbisen çok eskidi, bir yenisini bulamaz mıyız?

Bize artık elbise değil, kefen lâzımdır! Üstelik sana, iyi haberlerim var.

– Hayırdır İnşallah Efendi…

İnşallah yakında, Allah’ın sevgilisi Peygamber Efendimize (asm) kavuşacağım. Ey ölüm çabuk gel, ruhum Rabbime kavuşmak sevgisiyle çırpınıyor.

Hanımı ağlamaya başladı.

Niçin ağlıyorsun hanım?

Kadıncağız bir şeyler söylemek için dedi ki:

Nasıl ağlamayayım! Gerçekten bir emr-i Hak vaki olsa, vefat etsen, ben buralarda tek başıma ne yaparım? Sonra bir kefen bezimiz bile yok. Ayrıca kadın başıma, seni nasıl defnedebilirim?

Şimdi bunları bırak da, kapıya çık bakalım! Gelen giden, var mı?

Hanımı kapı önüne çıktı. Uzaklara, ufuklara baktı:

Bilirsin ki, hac mevsimi geçti. Bu günlerde, şu ıssız çöle, kimin yolu düşebilir?

Gelirler! Gelirler! Sen şimdi kalk! Bir keçi kes; pişirmeye başla! İyi kalpli Müslüman cemâ’ati gelince, onlara ikram edersin. Sakın, yemeden onları salıverme!

Hanımı, tekrar dışarı çıktı efendisinin emirlerini yerine getirmeye başladı. Yemek pişirirken yolu da gözlüyordu.

Müjde efendi! Söylediğin gibi, gelenler var!

Yaşlı Sahabenin gözleri parladı ve dedi ki:

Elhamdülillah! Çok şükür, geldiler demek. Öyleyse, gel de şu yaşlı vücudumu, Kıbleye doğru çevirelim.

Sonra Kelime-i Şehâdet getirip vefat etti. Hanımı, efendisinin dediklerini yaptı. Sonra tekrar, kapı önüne çıktı. Yolcular gelmişlerdi.

Bunlar Abdullah bin Mes’ûd, Malik bin Eşter ve bazı Müslümanlardı. Kadıncağız eliyle, gelenlere evi gösterip sordu:

Ebu Zer içerde, vefat etti. Onu kefenleyip, ecre, sevaba nail olmak istemez misiniz?

Bu ismi duyan kafile mensupları, hep birlikte, Ebu Zer Hazretlerinin hizmetine koştular.

Abdullah bin Mes’ûd’un verdiği kefenle kefenlendi ve cenaze namazını da, Abdullah bin Mes’ûd kıldırdı. Hazırlanan etten de yiyerek hep birlikte Medine’ye döndüler. Çoluk çocuğunu Hz. Osman (ra) himayesine aldı.

Akrabanı ziyaret et, onlar seni ziyaret etmeseler de.”

Acı da olsa Hakkı söyle!”

Tedbir almak gibi akıllılık yoktur. Haramlardan el çekmek gibi vera yoktur. Güzel ahlâk gibi de soyluluk yoktur.” Gibi Peygamberimiz (asm)’den bizzat işiterek 281 hadis-i şerif rivayet eden

Ebu Zerr-il Gıfârî hazretlerine Allah rahmet etsin bizleride onun şefaatine mazhar eylesin Amin…

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

Kaynaklar:

1)Sorularlaislamiyet

2)Hadis külliyatı

Abdullah İbn-i Mesud (R.A.) Kimdir?

Adı Abdullah, künyesi Abdurrahman’dır. Babası Mes’ud, annesinin adı Ümm-i Abd’dir.

Gençliğinde koyun güderek çobanlık yapmıştır. Abdullah b. Mes’ud Hz. Peygamber(sav) ile İlk tanışması ve karşılaşmasını şöyle anlatır, Ben Ukbe b. Ebi Muayt’in koyunlarını güdüyordum. Bir gün Rasûlullah (sav) ve Hz. Ebu Bekir (ra) yanımdan geçiyorlardı. Rasûlullah(sav) bana sütümün olup olmadığını sordu. Ben de ona çoban olduğumu ve bu koyunların emânet olduklarını söyledim. Bunun üzerine Rasûlullah(sav) “Yavrulamamış ve süt vermeyen bir koyunun var mı? Bana gösterir misin?” dedi. Ben de koç yüzü görmemiş bir koyun getirdim. Rasûlullah(sav) koyunun memesini tutup sağmaya başladı. Gerçekten yavrulamamış ve sütü olmayan bu koyundan süt sağıp Ebu Bekir (ra)’e verdi. Hz. Ebu Bekir içti; sonra kabı Rasûlullah(sav) alıp o da içti.

işte İbn Mes’ud o günden sonra Hz. Peygamber(sav)’in yanından ayrılmadı.

İslâmı kabul edenlerin altıncısıdır. Abdullah ibn Mes’ud Kur’an’ın tamamını ezberlemiştir.

Müslümanların açıktan ibadet edemedikleri bir zamanda Abdullah İbn Mes’ud, Kâbe’de Kur’ân okumak istemişti, Hz. Peygamber(sav) ve Ashâbı bunun tehlikeli bir hareket olduğunu söylemişler, fakat İbn Mes’ud “Beni, onlarin şerrinden Allah korur!” diyerek kalkmış ve Kâbe’ye gitmişti. Kur’ân-ı Kerîm’den Rahman sûresini okumaya başlamıştı. Kureyş’liler kızmış, İbn Mes’ud’u kızgın kumlara yatırıp İslâm’ı terk etmeye davet ettiler. Fakat İbn Mes’ud, bu ezalara zerre kadar önem vermedi. Müşrikler de işkencelerinin bir fayda vermeyeceğini anlayarak onu bıraktılar . İbn Mes’ud, İlk fırsatta aynı hareketi tekrarlamıştır. Bu hareketlerinin sonucu olarak kendisine müşrikleri düşman etti ve Mekke’yi terk etmek zorunda kaldı, önce Habeşistan’a daha sonra Medine’ye hicret etti .

İbn Mes’ud, bütün büyük savaşlara katılmış ve hepsinde de önemli fedakârlıklar göstermiştir.

İbn Mes’ud (r.a.) Uhud, Hendek, Hudeybiye, Hayber gazveleriyle Mekke’nin fethinde Rasûlullah(sav) ile birlikte bulundu Abdullah İbn Mes’ud, her gazada, Allah yolunda Şehîd olmak gayreti ile savaşan sahabelerdendi. Hz. Peygamber(sav)’in vefatından sonra kısa bir müddet, inzivaya çekildi Fakat Hz Ömer devrinde heyecanı yeniden uyandı Hz. Ömer, İbn Mes’ud’u, Kûfe kadılığına tayin etti Beytülmal’in muhafazasını İbn Mes’uda verilmişti ‘beytü’l-mâl‘ önemliydi . Çünkü burası, binlerce Mücahidin tahsisatını karşılıyordu. Horasan, Türkistan ve bunlara benzer diger yerlerde, cihada katılan müslümanlar en uzak cephelerde çarpışan ordular, buradan teçhiz ediliyordu.

Abdullah İbn Mes’ud, aynı zamanda son derece zâhid ve müttakî idi. Dünyevî hiçbir zevk onu çekememişti.

İbn Mes’ud, İslâm’a girdiği günlerden beri ilimle uğraşmakla kendini göstermişti İbn Mes’ud, Rasûlullah(sav)’in en özel, en mahrem dostlarından ve adamlarındandı birçok özel hizmetlerini yapardı. Ayrıca o, Rasûlullah(sav)’in sırdaşlarındandı ve meclisine izinsiz girer, onunla konuşur, emirlerini dinler ve bütün arzularını yerine getirirdi Kur’an’ı en iyi bilen, en mükemmel ezberleyen zatlardandı. Rasûlullah onun hakkında şöyle buyurmuştu: “Kur’an’i dört kişiden öğreniniz: Ibn Mes’ud’dan, Muaz b. Cebel, Übey b. Kaab ve Ebu Huzeyfe’nin mevlâ’si Sâlim’den.

Kendisi bu hususta şöyle buyurur;“Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın Kitabı’ndan hiçbir sure yoktur ki, onun nerede indiğini en iyi bilen ben olmayayım! Hiçbir ayet yoktur ki, niçin indiğini en iyi bilen ben olmayayım… Develerin ulaşabileceği yerde Allah’ın Kitabı’nı ben¬den daha iyi bilen birinin olduğunu bilsem, mutlaka deveye binip ona giderdim.

İbn Mes’ud kendi rey’i ile Kur’ân’ı tefsir etme hususunda son derece ihtiyatla hareket ederdi. Kendisi bunu izah ederek der ki: “Mescitteydim. Orada Kur’ân’ı kendi rey’iyle tefsir eden bir adamı gördüm ve hemen oradan ayrıldım.”

İbn Mes’ud’un kıraati son derece güzeldi. Rasûlullah, Kur’an’ı ona talim ettikten sonra, sesinden dinlemek İsterdi İbn Mes’ud, Rasûlullah’a yakınlığı dolayısıyla son derece geniş bilgiye sahipti. “Onun, o devre ait bilmediği yoktu” dersek mübalâğa etmiş olmayız. Bununla beraber o, asr-i saadet’e ait rivayetlerde son derece ihtiyatlı davranırdı. Amr b. Meymun söyle der: “Abdullah ile tam bir yıl kaldım. Bu müddet içinde onun ‘Rasûlullah buyurdu’ dediğini duymadım. Şayet böyle bir söze başlarsa bütün vücudu ürperir ve alnından terler akardı

O, talebelerine derdi ki: “Rasûlullah’dan bir söz naklettiniz mi, o sözün nübüvvet ve risâlet şanına en lâyık,ümmetinin hidayetine en faydalı ve takvaya en uygun olanını gözetiniz.”

O, çok rivayetiyle tanınan Muksirun sahabelerden biridir onun rivayetleri çoğunlukla Rasûlullah’dan öğrendiği farzları açıklayan ve dini emirlerin kolayca anlaşılmasına yardımcı olan talimatlardır ondan rivâyet edilen hadislerin toplamı sekizyüzkirksekizdir.

İbn Mes’ud, fıkıh İlminin kurucularından olan fakih sahabelerden biridir. O, özellikle Hanefi fıkhının temel taşıdır. İbn Mes’ud, halka, fıkıh meselelerini ve içtihatlarını öğretir, bütün mürâacatlarını cevaplar ve problemlerini hallederdi. Abdullah İbn Mes’ud, kıyas ile muasırlarının birçok problemlerini çözmüş, bu kaidenin yerleşmesinde son derece büyük hizmetlerde bulunmuş ve böylece usul-u fıkıh İlminin ortaya çıkmasına büyük katkıda bulunmuştur.

İbn Mes’ud, sünnet-i seniyye’ye uygun bir ahlâk sahibiydi. O, ahlâk ve yasayış tarzını bizzat Rasûlullah’dan öğrenmişti Rasûlullah(sav) ona, kayıtsız şartsız bir müsaade vermişti. İbn Mes’ud’a: “Her zaman yanıma girebilirsin, ancak benim mani olacağım zamanlar hariç” derdi. Hz. İbn Mes’ud, son derece misafirperverdi. Küfe’de ikamet ettiği sırada evi hiç misafirsiz kalmazdı.

İbn Mes’ud, Ramazan’dan başka çoğu günlerdede oruç tutar, Aşûre günlerini de oruçlu geçirirdi. İbn Mes’ud, son derece külfetsiz bir hayat sürer, gayet basit yemeklerle beslenirdi. Bir gün, bir dakika da olsa adalet ve insaftan ayrılmamıştır.

Küfe’deki görevi sona erdirildikten sonra Medine’ye dönen İbn Mes’ud, Medine’de bir süre kaldıktan sonra hastalandı. Bir gece rüyasında Rasûlullah(sav)’i gördü. Hz. Peygamber onu davet ediyordu, altmış yaşını geçmiş olarak 652 yılında vefat etti. Cenaze namazı Hz. Osman veya Hz. Ammar (ra) tarafından kıldırıldı ve naşı Baki kabristanına defnedildi. Hz. Osman b. Mazun ise onu kabrine indirdi. Allah şefaatlerine nail eylesin. Âmin…

Çetin KILIÇ /Lüleburgaz

www.NurNet.Org

Kaynak: Hadis Ansiklopedisi