Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Bermekiler Kimlerdir?

Abbasi Devletinin meşhur vezirlerinin mensub olduğu bir aile. Belh’teki Nevbahar budist tapınağı rahiplerinden olan Bermek, astronomi ve tıp ilimlerinde yetişmiş bir kimseydi. Horasan Valisi Kuteybe bin Müslim’in bölgeye gelmesinden sonra Bermek’in hekimliğinden istifade yoluna gidildi. Bermek Şam’a götürülüp sarayda hekimlik yaptı.

Bermek’in Müslüman olan oğlu Halid, Ebu Müslim Horasani’nin maiyetinde bulunup, Abbasi Devletinin kurulmasında büyük gayret gösterdi. Bu sebeple, ilk Abbasi halifesi Ebü’l-Abbas-es-Seffah onu önce baş katipliğe, sonra Beytülmalin idaresine ve daha sonra da vezirlik makamına tayin etti.

Halid bin Bermek; isabetli görüşleri, başarılı idaresi ve askeri işlerdeki muvaffakiyetiyle meşhur oldu. Ebu Müslim’in komutasında savaşlara katıldı. 765 senesinde Taberistan valiliğine tayin edildi. Burada 4 sene valilik yaptı. Bizans üzerine yapılan seferlere de katılıp, bazı kalelerin alınmasında çok başarıları görüldü. Bağdat şehrinin kuruluşunda önemli vazifeler aldı. Bağdat’ta pekçok bina yaptırdı. Mansur’un halifeliğinin son yıllarında, Musul valiliğine tayin edildi. Musul valisiyken halk tarafından çok sevildi. Meziyetleri ve faziletleriyle herkesin takdirini kazandı. 781 senesinde vefat etti.

Halid’in oğlu Yahya, Halife Mansur zamanında Azerbaycan ve Ermeniye valiliklerinde bulunmuştu. Halife Mehdi Yahya’yı vezirliğin yanında oğlu Harun Reşid’i yetiştirmekle de vazifelendirdi.

Harun Reşid halife olunca, Yahya bin Halid’i vezirlikte bıraktı ve Beytülmalin idaresini de verdi. Yahya bin Halid, on yedi sene vezirlik makamında kaldıktan sonra oğlu Fazıl vezir oldu. Fazıl, 793 senesinden 797 senesine kadar Taberistan, Ermeniye, Azerbaycan ve Horasan eyaletlerini idare etti. Horasan’da valiyken kurduğu kalabalık ordu ile zaferler kazandı. Bu ordudan 20.000 kişilik bir grubu Bağdat’a, halifenin emrine gönderdi. İdare ettiği yerlerde camiler, büyük binalar yaptırdı. Kanallar açtırdı. Büyük başarılar gösterip itibar kazandı.

Bermeki ailesinden dördüncü ve son vezir olan Cafer bin Yahya’nın Harun Reşid ile çok yakın bir dostluğu vardı ve gece-gündüz beraberdiler. Bu sebeple uzun müddet vezirlik yaptı. Pekçok servete ve imtiyaza sahib olan Cafer, babası ve kardeşinden daha çok meşhur oldu. Vezarati zamanında kendisi, babası ve kardeşleri son derece müreffeh bir hayat yaşadılar. Pekçok servete sahib oldular. Muhtaçları, alimleri, sanatkarları görüp gözettiler ve sayılamayacak derecede hayır kurumları yaptılar. Böylece Bermeki ailesi, Abbasi Devletinin hem idaresinde ve hem de memleketin imarında, ilmin yayılmasında, ziraat, sanat, ticaret ve diğer alanların gelişmesinde çok hizmet ettiler.

Bermeki ailesinin Abbasi Devleti içinde önemli bir nüfuza ve itibara ve bunun yanında fevkalade bir servete sahib olması dikkati çekiyordu. Hatta, devlete tamamen hakim olacakları düşüncesi yaygın bir hale gelmişti. Bütün bunlar, birtakım fitnelerin çıkmasına sebeb oldu ve Cafer bin Yahya 803 (H.187) senesinde öldürüldü. Cafer’in babası Yahya bin Halid ve kardeşleri Fazıl, Muhammed ve Musa hapsedildiler. Yahya 804, Fazıl 805 senesinde hapisteyken vefat ettiler. Bermeki ailesi, bu hadiselerden sonra bir daha devlet işlerine karışmayarak tarih sahnesinden çekildi.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Bediüzzaman’a Göre Mehdi Ve Mehdi’nin Vazifeleri

Evvela, şunu ifade edelim ki, Bediüzzaman’ın Sikke-i Tasik-i Gaybiye ve Beşinci Şua adlı eserleri, 1935 yılından beri, ulem-i su’ grubunun hücumuna uğramıştır. Mustafa Kemal ve onula beraber yürüyen bazı şeyhler, Tevfik Gerçeker ve Dr. Lütfi Doğan ve Ali Bardakoğlu gibi bazı Diyanet İşleri Başkanları ve nihayet Prof. Neş’et Çağatay, Neda Armaner gibi bazı Kemalist ilahiyatçılar, Nurla bu iki Risale yüzünden hücum eylemişlerdir. Bugün de 22. Ekim 2016 tarihinde ‘Beklenen Kurtarıcı İnancı’ sempozyumunda ve 28. Ekim 2016 tarihli DİYANET tarafından cuma hutbesinde dile getirilen açık ve gizli ithamlar, bu hiyanetin devamıdır.

Mehdi meselesi her zaman Müslümanların zihnini meşgul etmiştir. Özellikle Nur talebelerinin bu meselede Hadis ve başta Bediüzzaman olmak üzere ehl-i sünnet âlimlerinden taviz vermemelerini; bu konuyla alakalı aşağılık kompleksine hizmet adına taviz vermemelerini ve hatta Nurlar’daki izahları, Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve benzeri Nur muhaliflerine karşı kahramanca açıklayan Bediüzzaman’ın takip etmelerini önemsiyorum. Aksi takdirde Nurlara hıyanet olacağını unutmamalıdırlar. Mehdiyyet ile alakalı ve Mehdinin vazifelerini ilgilendiren Bedîüzzaman’ın ifadelerinden bazı örnekler verelim ve bu müesseyi, Bediüzzaman’ın nasıl yorumladığını ve tamamen sahih hadislere dayalı bir müessese olduğunu açıkladığını, anlarlarsa ulema-i su’ insanlara da duyuralım:

“Ümmetin beklediği ahir zamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimmi ve en bûyüğü ve en kıymettarı olan iman-ı tahkikiyi neşir ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak cihetiyle; O en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitamamiha Risâle-i Nur da görmüşler. İmam-i Ali (R.A) ve Gavs-i A’zam (K. S) ve Osman-ı Halidi (R.A) gibi zatlar, bu nokta içindir ki; o gelecek zatın makamını, Risâle-i Nur’un şahs-i manevisinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazen de o şahs-i maneviyî bir hadimine vermişler, o hadime mültefitane bakmışlar.

Bu hakikattan anlaşılıyor ki: Sonra gelecek o mübarek zat, Risâle-i Nur’u bir program olarak neşir ve tatbik edecek…
O zatın ikinci vazifesi: Şerî’atı icrâ ve tatbik etmektir:

Birinci vazife, maddî kuvvete değil, belki kuvvetli i’tikad ve ihlâs ve sadakatla olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hâkimiyyet lâzım ki; O ikinci vazife tatbik edilebilsin.

O zatın üçüncü vazifesi: Hilâfet-i İslâmiye’yi ittihad-i İslâm’a bina ederek, İsevî ruhanileriyle ittifak edip Din-i İslâm’a hizmet etmektir.
Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir…

Birinci vazife, o iki vazifeden üç dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci ve üçüncü vazifeler, pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şa’şaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve âvamın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar.

İşte, o hâs Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardaşlarımızın tabire ve te’vile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyâseti telâşa verir ve vermiş… Hücumlarına vesile olur. Çünki birinci vazifenin hakikatını ve kıymetini göremiyorlar, öteki cihetlere hamlederler.

Elhasıl: O gelecek zatın ismini vermek, üç vazifesi birden hatıra geliyor, yalnış olur. Hem hiç bir şeye alet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir. Avam-i mü’minînin nazarında hakikatların küvveti bir derece noksanlaşır. Yakiniyet-i burhaniye dahi kazayay-i makbuledeki zann-i galiba inkılâb eder. Daha muannid dalâlete ve mütemerrid zendekaya tam galebesi mütehayyir ehl-i imanda görünmemeye başlar. Ehl-i siyâset evhama ve bir kısım hocalar i’tiraza başlar. Onun için Nurlar’a o ismi vermek münasib görülmüyor. Belki “Müceddiddir, onun pişdarıdır” denilebilir.
Elbaki Hüvelbaki kardeşiniz Said-i Nursî.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, c. I, sh. 9-10).

MEHDİ VEYA MEHDİLER KONUSUNDAKİ İZAHLARI VE FETÖ GİBİLERİN BEDİÜZZAMAN’IN İKAZLARINA AYKIRI İDDİALARI

Bediüzzaman Hazretleri, mehdi veya 14 asır içinde mehdi manasındaki manevî şahsiyetlerini geleceğini, sahih hadislere dayanarak açıklarken, mehdilik manasını Adnan Oktar ve Haydar Baş yahut Fetö gibi siyasi gayeyle kullanacaklara da işaret etmektedir. Bu noktadan şu cümleleri aslından okumak görevimizdir:

Mehdi yahut Mehdiler

“Ahir zamandaki büyük Mehdi’den başka çok mehdiler gelmiş, geçmiş diye Risâle-i Nur ispat etmiş. Rivayetlerin muhtelif olması bu noktadan ileri geliyor.

Bu zaman şahıs zamanı olmadığından, o ehemmiyetli unvanlar şahıslara verilmez. Hem Risâle-i Nur’a da, siyâset manasını taşıyan o unvanı vermemek münasibtir. Müceddidiyet kâfidir.

Gerçi hakikat noktasında ahir zamanda gelecek büyük mehdi, siyâseti tam dindar İseviler’e bırakıp yalnız İslâmiyet hakikatlarını ispata, izhara, icraya çalışır. Bu nokta-i nazardan; Risâle-i Nur o zat-i mübarekin veyahut onun cema’at-i nuraniyesinin şahs-i manevisinin çok vazifelerinden en ehemmiyetli vazifesi olan hakaik-i imaniyenin isbat ve neşrini tam yapıyor… Fakat bu evhamlı ve bahâneler arayan ve her şeyi siyâset noktasında düşünen adamlara karşı bu Mehdî unvanını Risâle-i Nur’a vermek, Risâle-i Nur’un ihlâs sırrına ve dünyaya tenezzül etmemesine muvafık olmaz.

Evet, Risâle-i Nur’daki ihlâs, yüzde doksan ihtimal ile de olsa, o makama talib olmamaklığı iktiza ediyor. Çünki küçük bir memuriyet veyahut zâbit olmak gibi bir makamı düşünen, harekâtını o makama tevcih ediyor, onu maksad yapıp ona çalışıyor, ihlâsı kaybeder. Uhrevî amellerini ona basamak yapar, bütün bütün yanlış olur. İşte böyle kudsî ve parlak bir makamı ve me’muriyeti dünyada dahi kendine düşünmek ve gaye-i hayal yapmak, bütün harekâtını, hatta uhrevî amellerini o makama yakıştırmak suretini verdiğinden, hakikat-i ihlâsı bozar. Eğer öyle bir makam verilse de, ihsan-i ilahî olur. İnsanın kesb ve ameli ona vesile olamaz ve ekseriyetle bilinmez. Bilinmezse daha iyidir. ve bilhassa efkâr-i ammede siyâsetçilik ve hâkimiyet manası bu Mehdî unvanında bulunduğu ve geçmiş bazı mehdi misal halifeler o gibi hadislerin bir mâsadakı ve medarı olmuşlar. Elbette bu zamanda siyâsete her şeyi feda eden insanlar nazarına karşı, Risâle-i Nur mesleğindeki ihlâs böyle şeyleri aramaz.

Yalnız bu kadar var ki; şâkirtleri tam i’timad ve kat’î yakinlerini takviye için harikulâde bir surette hem Risâle-i Nur’un şahs-i manevisinin, hatta tercümanının pek büyük makamlarda bulunduklarını itikad edebilirler. Çünki eskiden beri Üstâdlarına karşı ziyade hüsn ü zan kabul edilmiş. Hatta Kur’ân’dan ve hadisden sonra, en mühim hüccet-i imaniye Risâle-i Nur’dur diyebilirler..” (Emirdağ Lâhikası, Gayr-ı Münteşir.)

MEHDİ’NİN ÜÇ VAZİFESİ VE FETÖ’NÜN İKİNCİ VAZİFEYİ BEN YAPIYORUM DİYE SAHİPLENMESİ

Bedîüzzaman’ın Hz. Mehdi ve vazifeleri ile alakalı Nur talebelerine gönderdiği 27 Kasım 1947 tarihli mektubunu naklederken Fetö ve benzeri sahte mehdilerin bu vazifelerden son ikisine talip olduklarını hatırlatmak isteriz:

Mehdinin Üç Vazifesi

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Çok defa mektublarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Âl-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cema’atinin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cem’iyeti ve seyyidler cema’ati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:

Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişâr etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi’nin o vazifesini bizzât kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünki hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.

İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.

Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’aniyenin zedelenmesiyle ve Şerî’at-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece ta’tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhâssa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.

Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise; manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risâle-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risâle-i Nur’un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes’ul değiller. Çünki ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hattâ eski evliyanın bir kısmı, kerâmet-i gaybiyelerinde Risâle-i Nur’u aynı o âhirzamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, tevil lâzımdır:
Birincisi: Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyâsette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyâset manasını ihsas eder, belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir, belki bir şan şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zâtlar, Mehdi olacağım diye dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat herbiri üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibariyle, âhirzamanın Büyük Mehdi ünvanını almamışlar. “ (Emirdağ Lâhikası 1, sh. 265 vd.)

NETİCE

İşte, Bedîüzzaman’ın bu mevzudaki görüşleri böyle… Bu mevzu, Mektûbât Mecmuası Birinci Mektup, Onbeşinci Mektup ve Yirmidokuzuncu Mektub’da da ana hatlarıyla ve sebeb ve hikmetleriyle beyân edilmiştir. Fakat Mektûbât’taki izahlar, küllî kaideler hâlindedir. Lâhika mektuplarında ise, o küllî hakikatların şerhleri yapılmıştır. Bu yüzden Mektûbât’takileri buraya dercetmeye lüzum görmedik.

Bedîüzzaman neyi söylüyorsa ve neyi yazıyorsa, Kur’ân’ın işârâtından ve hadislerin ilhamlarından alıp söyler. Âhir zaman Mehdisi hakkında vürûd eden çok çeşit ve şekillerdeki pek çok hadislerin mecmuunun gösterdiği manayı ve dünyada Allah’ın hikmet kanunlarının işleyiş ve hikmetli nizamından aldığı hakikat dersiyle beraber; kalb ve ruhuna o iki kaynağın mertebe-i arşiyelerinden küllî şekilde ilham olunan manalarının ışığı altında ve onu hiçbir zaman aldatmamış hakikatlı hatırât ve sünûhâtın parıltıları ortasında kaleme almış olduğu gerçeklerin ta kendisidir diyebiliriz. Öyle ise, onun sadece mücerred aklî bir görüşü, mantıkî bir yorumu değildir.

Bedîüzzaman, Mehdî hakikatının izahına, Kastamonu’da dört beş defa Emirdağ’ında da bir o kadar defalar müteveccih olmuştur. Aynı manada fakat bazı lafızlar değişikliği ile ve “Üç Vazife” hakikatlarının taksimatında, sadece bir yerde lafız değişikliğiyle beraber, aynı hakikatı, her zaman aynı üslûb içerisinde yazmıştır. Ve bu meselenin siyâsete, hatta manevî siyâsete temas eden yönünün fıtrî seyri dışındaki zoraki ve ihlâssızca olan tarzının Nur talebeleri için kapalı olduğunu ve fakat vazifeleri sadece “Birinci Vazife”nin hizmet ve mükellefiyetleriyle muvazzaf bulunduklarını te’vil götürmez sarahat içinde beyân buyurmuştur. (Badıllı, Bedîüzzaman Said-i Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, c. II, sh. 1444; Akgündüz, Bediüzzaman Said Nursi, c. III. 276-283).

Hürmetlerimle.

Prof.Dr. Ahmet Akgündüz

FETÖ Bahanesiyle Hadisleri İnkar Ederek Mehdilik Müessesesine Saldıranlara Cevaplar

22. Ekim 2016 tarihinde ‘Beklenen Kurtarıcı İnancı’ sempozyumunda MEHDIYET alenen inkar edilmiş ve 28. Ekim 2016’da Bu inkar DİYANET tarafından cuma hutbesinde de ima ile anlatılmıştırr. Sempozyuma da katılan Diyanet İşleri Başkanımızın bir TV programında söylediği şu inkar edici cümleleri gündeme oturmuş bulunmaktadır:

“14 asırdır bu mehdiyet iddiaları ortada gezip dolaşmaktadır. Ancak bu konuda ne bir ayet ve de bir hadis bulunmamaktadır. Buhari ve İmam Müslim’in Sahih”lerinde yer almamaktadır.”

Kaldı ki, sayıon başkan Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği şu hadisi de görmezden gelmektedir:

“Ebu Hüreyre RA naklediyor: Hz. resulüllah buyurmuş:
İçinize Meryem’in oğlu İsa indiğinde ve imamınız da sizden biri olduğunda nasıl davranacaksınız?” İmam’dan kasıt, aşağıda anlatacağımız manada mehdi değil öidir? Elbette biz Fetö ve Haydar Baş gibileri kasdetmiyoruz.Nitekim El-Cami’us-Sağir şarihi “İmamdan kasıt mehdidir” demiştir. (Tenvir’ür-Rical fi Zuhur’il-Mehdi ved’deccal, Haleb, 1389, sh. 12)

Tabii ki, mehdiyyet yanında daha önce anlattığımız gibi, müceddidlik de inkar edilmektedir ve hatta Diyanet’in ”Tahkik heyetinin” belirlediği ve HIZMET VAKFININ (ENVAR) 2016 senesinden beri tab ettiği Emirdağ Lahikasından ÇIKARTILAN cümle aynen şöyledir:
“Vallah, ezelden bunu ben eyledim ezber Risale-in Nur’dur vallah o SON müceddid-i ekber” Emirdağ-1 – 122

Konu hakkında ilim adamları ve yazarların ne dediklerine dair bazı görüşler için şu sayfada inceleme yapabilirsiniz: http://www.beklenenmehdi.com/05.html

HADİSLERDE YERİ VAR MIDIR?

Evvela, şunu ifade edelim ki, hadislerde yeri vardır. Hem de bu kaynakların başında dört mezhebden birinin imamı olan Ahmed bin Hanbel’in Müsned’i ve Kütüb-i Sitte’den Ebu Davud’un Sünen adlı kitapları da bulunmaktadır. Bazı kaynaklar ve hadisler şöyledir:

“Birgün Avf bin Malik’e Allah Resûlü,

“Çok karanlıklı ve şiddetli bir kısım fitneler gelir. Derken fitneler birbirlerini takip eder. O kadar ki bu Ehl-i Beytimden Mehdî denilen bir zât çıkıncıya kadar devam eder. Sen ona ulaştığında tabi ol ki hidayette olanlardan olasın.” (Süyûtî, el-Havî, 2:67-68) buyurmuşlardı.

Ebû Saidü’l-Hudrî rivayet ediyor:

“Resûlullahtan sonra önemli bir olayın meydana gelmesinden korktuk ve Bunu Resûlullaha sorduk. O da Hz. Mehdî’yi müjdeledi.” (Tirmizî, Kitabü’l-Fİten, 34; İbni Mâce, Kitabü’l-Fİten: 36, Hurûcü Mehdî: 34.)

Şüphesiz bu dönemler mânevî kurtarıcıların dört gözle beklendiği dönemlerdir. Böyle bir anda âhir zamanın beklenen şahsı Hz. Mehdî geleceğine göre ona bîat etmenin, katılmanın önemi tartışılmaz. Resûl-ü Ekrem de (a.s.m.) ümmetini buna teşvik ederek,

“Sizden kim o güne yetişirse karlar üzerinde emekleyerek de olsa ona katılsın.” (İbni Mâce, Kitabü’l-Fiten: 36 (H. 4082, 4084); Müstedrek, 4:465.; İbni Kesir, Kitabü’n-Nihaye, 1:28-29) buyurmuşlardır.

Başka bir hadislerinde de Allah Resûlü, Huzeyfetü’l-Yemanî’nin bir sorusu üzerine hayırdan sonra şer, şerden sonra sulh olacağını bildirmiş, “Bu sulhtan sonra ne olacak?” diye sorduğunda da şöyle buyurmuşlardı:

“Dalâlete dâvet edilecek. İşte sen o gün bir halife gördüğünde ağacın kökünü ısırarak da olsa ölünceye kadar ona koş.” (Ebû Avane, Müsned, 4:476) buyurmuşlardı.

Hadis-i şeriflerde kar üzerinde emekleyerek, ağaç kökünü ısırarak da olsa ona tâbi olmamız öğütlenen halife açıkça görüldüğü gibi Hz. Mehdî’dir.

Bu konu Asr-ı saadette de o kadar önemli bir yer tutmuş olacak ki Ümmü Seleme validemiz, Resûllullaha “Mehdî gelecek mi?” diye sorma ihtiyacını hissetmiş, Allah Resûlü de “Evet, gelmesi haktır.” cevabını vermişlerdi. Hatta başka bir hadis-i şeriflerinde dünyanın yıkılmasına birgün kalsa bile, Cenab-ı Hak o günü uzatıp Hz. Mehdî’yi göndereceğini belirtmektedir ki, bu onun geleceğinin zorunluluğunu ortaya koyar.

Hz. Ali’den bize ulaşan bir başka hadise göre, bir gün o, oğlu Hz. Hasan’a bakmış ve:

“Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem’in isimlendirdiği gibi, mutlaka benim bu oğlum Seyyiddir (Beyefendi, Halim Selim, zarif ve centilmendir.) Yakında onun soyundan, Nebinizin (s.a.v.) adıyla adlandırılan bir adam çıkacak, ahlakında ona (Hz. Peygambere) benzeyecek, ama yaratılışında (beden ve cisim özelliklerinde) ona benzemeyecektir.” (Ebû Davud, Mehdî: 1 (H. 4282); Tirmizî, Fiten: 52 (H. 2231-2232), Tac V, 363) buyurmuştur.

Büyük Alim Taftazani’nin (Mesud b. Ömer) Şehru’l- Makasıd adlı meşhur eserinde; Mehdi ile ilgili konunun başında şöyle der:

“Dünyayı adalet ve iyilikle dolduracak bir imamın (liderin, büyüğün, mehdinin) çıkması konusunda ahadis-i sahiha (sahih hadisler) varid olmuşlar.” (Teftezani, Mesud b. Ömer, Şerhu’l-Makasıd, I-V, Tahkik, ta’lik Abdurrahman Amire, Alemu’l- Kütüb, Beyrut, 1989, V, 312; krş, et-Tac, V, 343, (Kitabu’l- Fiten, bab, 7)

MEHDİ NE DEMEKTİR?

Sözlüklerde hidayette, doğru yolda olan, başkalarının hidayet ve doğru yolda gitmelerine vesile olan mânâsına gelen Mehdî, İslâmî bir terim olarak âhir zamanda geleceği müjdelenen, kendisine Allah tarafından özellikle doğru yol gösterilen, hakka yöneltilen, dinî noktalarda hata ve yanlışlıklardan korunan, insanları, bilhassa Müslümanları irşad eden, doğru yola sevk eden, zulüm ve haksızlıkların kol gezdiği bir dünyada adaleti tesis eden, âhir zamanda geleceği müjdelenen Âl-i Beytten büyük bir zâttır.

Mehdî yazdığı eserlerle, inançsızlık içerisinde bulunanları, îmanı şüphe ve tereddütte olanları kurtaracak, mü’minlerin îmanlarını takviye edecek büyük bir âlimdir.

Lisanü’l-Arap’ta Mehdînin, doğru yola erişmiş, hidayeti bulmuş olan; kendisine Allah tarafından doğru yol gösterilen kimse diye tarifi yapılmaktadır. Bu mânâda doğru yolda giden her Müslüman bir mehdîdir. Hz. Ali’ye hem doğru yolu gösterici anlamında hâdî, hem de mehdî denildiğini biliyoruz.

Dört halife ve onların yolunda gidenler de mehdiyyûn, yani mehdîler olarak anılmışlardır. Nitekim Resûl-ü Ekrem (a.s.m.),

“Sizi sünnetime sımsıkı sarılmaya, raşid ve mehdî halifelerimin yolunda gitmeye teşvik ederim.” ( Tirmizî, İlim: 16; İbni Mâce, Mukaddime: 6; Ebû Davud, Sünnet: 5). buyurarak, onların yolunda gitmeyi tavsiye etmişlerdir.

Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Muhammed, Dört Halife, Hz. Hüseyin, Süleyman bin Abdülmelik ve bazı Abbasî halifelerine Mehdî denildiğini de biliyoruz.

Emevî halifesi Ömer bin Abdülaziz’e Mehdî denilmiş, hatta Mehdîyle ilgili bazı hadisleri ona hamledenler de olmuştur. Büyük Mehdînin birçok evsafına sahip Mehdî-i Abbasînin ise, onun siyaset âlemindeki vazifesini yaptığını görüyoruz.

Demek ki “mehdî” kelimesi geniş periyodlu bir kelimedir. Ancak bu kelime başına “el” takısı geldiğinde özel ve belli bir kimseye isim olmuş olur ve hadis-i şeriflerde âhir zamanda geleceği müjdelenen meşhur ve mânevî büyük kurtarıcı için kullanıldığı görülür. (Nuaym bin Hammad, Kitabü’l-Fiten, İstanbul: Âtıf Efendi Kütüphanesi (el yazma) no. 602, v. 53a; Said Nursî, Mektûbât, s. 96; 15. Nursî, Şuâlar, s. 509).

KUR’AN’DA VAR MIDIR?

Yukarıdaki manada düşünürsek, Kur’an-ı Kerim’de mehdi meselesine işaret eden ayet Fatiha suresindedir ve her gün defalarca namaz kılanlar tarafından tekrar edilmektedir; hem tarikatları ve hem de mehdiyyet vazifesini inkar edenlerin yüzlerine tokat gibi vurulmaktadır:

“6-Bizi dosdoğru yola hidâyet eyle!
7-Kendilerine ni‘met verdiğin kimselerin yoluna; gazab edilmiş olanların ve dalâlete düşenlerin (yoluna) değil!(9) (Âmîn!)”

“Âdem (as) zamânından beri, beşeriyette iki cereyân-ı azîm (iki büyük hareket) birbiriyle çarpışarak gelmiş.
Biri, istikāmet yolunu (doğru yolu) ta‘kīb ile ni‘met ve saâdet-i dâreyne (dünya ve âhiret saâdetine) mazhar olan ehl-i nübüvvet ve salâhat ve îmandır (peygamberler, sâlihler ve mü’minlerdir). Bunlar kâinâttaki, kâinâtın hakīkī güzelliğine ve intizam ve kemâline (mükemmelliğine) mutâbık (uygun) olarak istikāmette hareket ettiklerinden, hem kâinât sâhibinin lütuflarına, hem iki cihânın saâdetine mazhar olup, beşeri (insanı) melekler derecelerine, belki fevkine (daha yukarısına) terakkī ettirmeğe (yükseltmeye) vesîle olarak, dünyada îman hakīkatleriyle ma‘nevî bir Cennet, âhirette bir saâdet kazanmışlar ve kazandırmışlar.” (Şuâ‘lar, 15. Şuâ‘, 579).

Fatiha’daki bu ayeti izah eden Nisa Suresindeki ayet ise şöyledir:

“69-O hâlde kim Allah’a ve Resûl’e itâat ederse, işte onlar; Allah’ın kendilerine ni‘met verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlih kimselerle berâberdirler. Hem işte onlar, ne güzel arkadaştırlar!”

Bu ayettte zikredilen “peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlih kimseler”e biz mehdi diyoruz. Şimdi ulema-i su’ ayeti de inkar ederler.

Hadis profesörüyüm diye geçineler, lütfen iki büyük ciltlik Mehdi El-Fakih İmani’nin El-İmam Mehdi inde Ehlis-Sünneh adlı kitabının sadece fihristine baksalar yeterdi. Yoksa FETÖ’yü ve Haydar Baş gibi sahte mehdileri fırsat bilerek, Kur’an’ın işaret ettiği ve Hadislerin açıkça beyan ettiği mehdiyyeti inkar etmezlerdi. Bu kaynakları bilmiyorlarsa bazılarının isimlerini ben vereyim:

Abdurrezzak’ın El-Musannef’i; İbn-i Mace, Tirmizi ve Bağavi’nin Masabih’üs-Sünne’si, Ebu Davud’a ait Sünen’ler, Ahmed ibn-i Hanbel’in Müsned’i; Muhyiddin İbn-i Arabi’nin El-Fütuhat’ı; Aliyy’ül-Kari’nin Mirkat’ı; Beyhaki’nin Sünen’leri ve konuyla alakalı özel olarak yazılan onlarca kitabı okusunlar.

DEVAM EDECEK

Prof.Dr.Ahmet Akgündüz

Bediüzzaman’ın Müceddidlik Hakkındaki Mektubu Ve Modernistlerin İnkarcılığı

Maalesef son günlerde, bir kısım ulema-i su’, müceddiliği inkar etmek üzere bir sempozyum düzenlemiş. Diyanet İşleri Başkanı da TV’lerde yaptığı konuşmalarla müceddidlik ve mehdiyyeti inkar edecek cümleler kullanmış.

Bize gelen aşırı sorular sebebiyle hem Resulüllah’ın dilinden ve hem de Bediüzzaman’ın beyanlarından konuyla alakalı önemli noktaları sizinle paylaşacağız. Şunu da belirelim ki, bu izahlarımızla Fetö ve Haydar Baş gibi sahte müceddidleri tamamen konu dışına itiyoruz. Ancak bunları bahane edip bu iki mefhuma karşı savaş ilan edenleri de kınıyoruz. Maalesef “Taşlar bağlı ve köpekler serbest” olduğu için sosyal medyayı kullanıyoruz.

Cenab-ı Allah, insanlara doğru yolu göstermek için ihtiyaç nisbetinde onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerin sonuncusu Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)’dir. Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir. “Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. O, ancak Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur” (el-Ahzâb, 33/40).

Diğer ümmetlerde olduğu gibi Peygamberimizin ümmeti arasında da zamanla bid’at ve hurafeler baş gösterebilir ve bunun neticesinde müslümanlar dinden ve peygamberimizin sünnetinden uzaklaşmakla karşı karşıya gelebilirler. Ayrıca her gün değişen hayat şartları ve ilerleyen teknikle birlikte birtakım yeni meseleler ortaya çıkar ve bunlara dinî açıdan bir hüküm verme ihtiyacı doğar.

Toplum içinde çıkan bid’atlere karşı koyacak, dine yapılan saldırılar karşısında dini savunacak, yeni meselelere bir çözüm bulabilecek ve müslümanlara yeniden dinlerini öğretip onları yönlendirecek şahsiyetlere de bu ölçüde ihtiyaç hissedilir ki, peygamberlik müessesesi sona erdiğinden ve bundan sonra artık peygamber gelmeyeceğinden bu görev Peygamberimizin ümmetinden çıkan âlimlere düşmektedir. Bu âlimlere dinî literatürde “müceddid” denilmektedir.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek hir müceddid gönderecektir” (Ebu Davud, Melahim, 1).

Hadisin bazı rivayetlerinde, gönderilecek müceddidin, Rasulûllah’ın temiz sülalesinden olacağı bildirilmiştir. Ayrıca gelecek müceddidin bir değil birkaç olacağını söyleyenler de vardır.

İmam Suyutî tecdid hadisesi hakkında bir eser yazmış ve gelip geçen müceddidleri gösteren manzum cedveller nakletmiştir. Son cedvele göre o zamana kadar gelip geçen müceddidler şunlardır: Ömer b. Abdulaziz, İmam Şâfiî, İmam Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, Ahmed İsferanî, İmam Gazalî, Fahruddîn Razî, Takyuddin b. Dakîki’l-Iyd ve İmam Bulkînî (Bulukkînî).

Bunların bazıları hakkında ihtilaf vardır. İmam Suyutî dokuzuncusunun kendisi olmasını ümit ediyor.

Dinde reform yapmak isteyenler, müceddidle ilgili bu hadisin kapsamına girmez. Nitekim gelmiş geçmiş bunca ulema içinden bir tanesi bile bu hadisi dinde reform manasına almamıştır.

Müceddid ile müteceddid’i birbirine karıştırmamak gerekir. Zira aralarında büyük fark vardır. Müteceddid, yenilik taraftarı olan, İslâm ile câhiliyye (bugünkü anlamıyla pozitivizm, materyalizm)’nin uzlaştırılmasından yeni bir sentez ortaya çıkaran ve ümmeti cahiliyye rengine boyayan kimsedir. Bunların gayesi dini tecdid değil onu yeniye uydurmadır. Müceddid ise; İslâm’ı cahiliyyenin bütün unsurlarından temizleyen sonra da mümkün olduğu kadar onu katışıksız olarak, olduğu gibi hayata iade eden demektir. Müceddid, cahiliyye ile anlaşmak ve uzlaşmaktan uzak olur ve her ne kadar önemsiz olursa olsun cahiliyyenin hiç bir izinin İslâm’ın herhangi bir kısmına yerleşmesine sabredemez.

Müceddidle peygamber arasında fark vardır. Peygamber; Allah tarafından açıkça emir almıştır. Kendisine vahiy gelir, peygamberlik davasıyla işe başlar ve insanları kendisine davet eder; îman veya küfür onun davasını kabul etmeye veya etmemeye bağlıdır.

Müceddid böyle değildir. O, Allah tarafından memur olsa bile teşriî olmayan, bir din ve düzen getirmekle ilgisi bulunmayan bir emirle memûr olabilir. Çok defa kendisi müceddid olduğunu farketmez, ancak kendisi vefat ettikten sonra fark edilir. (https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/muceddid)

ŞİMDİ DE BEDİÜZZAMAN’IN KASTAMONUDA KALEM ALDIĞI MEKTUPLARI OKUYALIM:

“Aziz, sadık, muhterem kardeşimiz Hoca Haşmet!

Senin, müceddid hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik. Üstadımız diyor ki:

Evet bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.
Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.

Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta, yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, âdeta kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî’nin (A.S.M.) cemaat-ı nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi’de ve cemaatindeki şahs-ı manevîde ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalalet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırkbinler adam şehadet eder.

Amma benim gibi âciz ve zaîf bir bîçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında, şahsımı medar-ı nazar etmemeli diyor ve size selâm ediyor. Biz de zâtınıza ve oradaki Risale-i Nur’la alâkadar olanlara selâm ediyoruz.

Risale-i Nur şakirdlerinden Emin, Feyzi, Kâmil”
Kastamonu Lahikası (189-190 )

“Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.

Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a’zamı, iman mes’elesidir. Fakat şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mes’ele, hayat ve şeriat göründüğünden o zât şimdi olsa da, üç mes’eleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev’-i beşerdeki cari olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en a’zam mes’eleyi esas yapıp, öteki mes’eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.”
Kastamonu Lahikası ( 90 )
BU İZAHLAR AYNI ZAMANDA, DİNİ SİYASETE VE HÜKÜMET OLMAYA ALET EDEN FETÖ’YÜ ANLATMAKTADIR.

هذا الحديث من الأحاديث الصحيحة المشهورة ، يرويه الصحابي الجليل أبو هريرة رضي الله عنه عَنْ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أنه قال :
( إِنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ لِهَذِهِ الْأُمَّةِ عَلَى رَأْسِ كُلِّ مِائَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا )
رواه أبو داود (رقم/4291) وصححه السخاوي في “المقاصد الحسنة” (149)، والألباني في “السلسلة الصحيحة” (رقم/599)
والواجب على المسلم أن يؤمن بأحاديث رسول الله صلى الله عليه وسلم الصحيحة ، ويسلم بها، ولا يتردد بما جاء فيها ، فذلك من مقتضيات الإيمان بالرسول صلى الله عليه وسلم

KONUYU İNCELEMEYE DEVAM EDECEĞİZ…

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Yedi Rengiyle Kâinâtı Aydınlatan Güneş; Kur’an Ve Mu’cizeleri (VIII)

KUR’AN’DAKİ İLMÎ MU’CİZELERDEN BAZI MİSALLER

7. KUR’AN’IN ELEKTRİĞE İŞARET EDEN AYETLERİ

Önce âyetleri okuyalım:

۞ٱللَّهُ نُورُ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلۡأَرۡضِۚ مَثَلُ نُورِهِۦ كَمِشۡكَوٰةٖ فِيهَا مِصۡبَاحٌۖ ٱلۡمِصۡبَاحُ فِي زُجَاجَةٍۖ ٱلزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوۡكَبٞ دُرِّيّٞ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٖ مُّبَٰرَكَةٖ زَيۡتُونَةٖ لَّا شَرۡقِيَّةٖ وَلَا غَرۡبِيَّةٖ يَكَادُ زَيۡتُهَا يُضِيٓءُ وَلَوۡ لَمۡ تَمۡسَسۡهُ نَارٞۚ نُّورٌ عَلَىٰ نُورٖۚ يَهۡدِي ٱللَّهُ لِنُورِهِۦ مَن يَشَآءُۚ وَيَضۡرِبُ ٱللَّهُ ٱلۡأَمۡثَٰلَ لِلنَّاسِۗ وَٱللَّهُ بِكُلِّ شَيۡءٍ عَلِيمٞ ﴿٣٥﴾

“Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur. O’nun nûrunun misâli, içinde lâmba bulunan bir kandillik gibidir. O lâmba bir cam içindedir. O cam da, sanki inciden bir yıldızdır; bu lâmba, ne doğuya ne de batıya nisbeti olmayan mübârek bir ağaçtan, zeytin ağacından (çıkan yağdan) yakılır; onun yağı, nerede ise kendisine ateş değmese bile ışık verecek! Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna hidâyet eder. İşte Allah, insanlara böyle misâller getirir. Çünki Allah, herşeyi hakkıyla bilendir.”

Şu Nur âyetinin manaca çok tabakaları vardır. Ve o tabakalardan bir tabaka ve bir perde dahi mu’cizane elektrikten haber veriyor.
Meselâ, زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَ لاَ غَرْبِيَّةٍ cümlesi: “Elektriğin kıymetdar metaı, ne şarktan ne de garbdan getirilmiş bir mal değildir. Belki yukarıda, hava boşluğunda rahmet hazinesinden, semavat tarafından iniyor. Her yerin malıdır. Başka yerden aramağa lüzum yoktur” der.

Hem meselâ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَ لَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ cümlesi, işaret yoluyla diyor ki: “Onüçüncü ve ondördüncü hicrî asırlarda asırda semavî lâmbalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır.” İşte bu cümle ile nasılki elektriğin olağanüstü keyfiyetini ve geleceğini işaret yoluyla beyan eder.

Bilindiği gibi, elektriği ilk ciddi manada, bilim adamı William Gilbert incelemiştir. 16. Yüzyıl sonlarında, manyetizma ile statik elektrik arasındaki ilişkiyi incelemiştir. Elektrik yüklerinin, eksi ve artı olarak adlandırılmasını da belirlemiştir. 1767 yılında Joseph Priestley, elektrik yüklerinin birbirlerini, aralarındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı bir şekilde çektiklerini keşfetti. 1729 yılında da Stephen Gray, metaller gibi bazı maddelerin, bir yerden başka bir yere elektrik ilettiklerini buldu.

1800 yılında Alessandro Volta, elektrik pilini icat etti. Elektrik konusunda en önemli gelişmelerin bundan sonra başladığı su götürmez bir gerçek. İcat edilen bu pil, ilk güvenilir ve devamlı elektrik kaynağı olması özelliği ile diğer tüm buluş ve çalışmalara kılavuzluk etmiştir. Hans Christian Orsted, 1820 yılında içinden elektrik akımı geçen bir iletkenin yakınındaki bir mıknatıs iğnesinin saptığını gözlemlemiş, elektrik akımının iletken çevresinde manyetik alan oluşturduğu sonucuna ulaşmıştır. 1908 yılında Davy, elektrik akımı taşıyan iki kömür elektrotu birbirinden ayırdı ve ark oluşturmayı başardı. Elektriğin, ışık veya ısı enerjisine dönüştürülebileceğini göstermiş oldu.

8. KUR’AN’IN TRENE AÇIK İŞARETİ

Kur’an bazan tarihî olayları nakledip onları tasvir ederken de gelecekteki bazı keşiflere işaret etmektedir. Bunlardan biri de trene işaretidir.

قُتِلَ أَصۡحَٰبُ ٱلۡأُخۡدُودِ ﴿٤﴾ ٱلنَّارِ ذَاتِ ٱلۡوَقُودِ ﴿٥﴾ إِذۡ هُمۡ عَلَيۡهَا قُعُودٞ ﴿٦﴾ وَهُمۡ عَلَىٰ مَا يَفۡعَلُونَ بِٱلۡمُؤۡمِنِينَ شُهُودٞ ﴿٧﴾ وَمَا نَقَمُواْ مِنۡهُمۡ إِلَّآ أَن يُؤۡمِنُواْ بِٱللَّهِ ٱلۡعَزِيزِ ٱلۡحَمِيدِ ﴿٨﴾

“4, 5-(Ki mü’minlere işkence yapan) o Ashâb-ı Uhdûd, çırayla tutuşturulmuş o (çok şiddetli) ateş (hendeklerinin sâhibleri) kahrolsun!
6, 7-O vakit onlar, onun üzerine (ateşin etrâfında) oturmuş kimseler idiler. Ve onlar, mü’minlere yapmakta olduklarını seyredicilerdi!
8-Ve onlardan (o mü’minlerden) sâdece, Azîz (kudreti dâimâ üstün olan), Hamîd (hamd edilmeye çok lâyık) olan Allah’a îmân ettikleri için, (sâdece bunun için) intikam aldılar.”

Trenin keşfi İslam âlemini sömüren Batılıların elindeki en önemli silah olduğunu unutmayalım. Sure’nin 6 ve 7. Ayetleri tam olarak treni tarif etmektedir.

Ashab-ı Uhdud kıssasının anlatıldığı Buruç suresindeki ayetlerde; sırf Allah’a inançlarından dolayı ateşe atılmak gibi çok ağır bir işkenceye maruz kalan insanlar olduğu beyan edilir. İsim, yer ve zaman verilmeyen bu ayetlerde geçen yer olgusu tefsirlerde; Arabistan’ın güney batısında kalan Yemen ve Habeşistan’ın Necran toprakları olarak verilmektedir. Kıssada geçen şahıs olarak, bu topraklarda hâkimiyet süren Yahudi kral Zü-Nüvas olduğu belirtilmektedir. Müfessirler, Zü-Nüvas’ın, Hıristiyanlığı seçen toplulukları, ateşli hendeklerde işkence ile katlettiği rivayetlerine yer vermektedirler. Zaman olarak, Kur’an’ın iniş sürecine yakın bir zamanda bu olayın yaşandığı rivayetleri yer almaktadır. Bizim için önemli olan bu âyetlerin trene işaretidir; yoksa kıssası değildir.

SON

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz