Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Korkma Anne Ben Senin Yanındayım!

Nehrin kıyısında çamaşır yıkayacak ve etrafa sererek kurutacaktı. Güzel bir bahar günü idi. Güneş ufuktan yeryüzünü aydınlatıyor, bulutlar hareketli hareketli dağılıp toplanıyorlardı. Nuriye Ana oğlu Said’i kolundan tutmuş , kolunda çamaşır sepeti patikadan yürüyerek nehrin kıyısına doğru gidiyordu. Nehre vardılar. Said nehre dikkatle bakıyor , bir bilim gözlemcisi gibi mütalaa ediyordu sanki. Arada bir balıklar hızlı akan nehirde görünüyor, taşlara çarpıyorlar. Said onların halini görünce hem gülüyor hem de bu hareketli nehri ve güneşli semayı düşünüyordu.Çocuğun halinde garip bir hal vardı. Beş yaşında bir çocuktan beklenmeyen bir mefküre adamı gibi kainatı tabiatı olayları nehri, koyunları, kuşları , inekleri gözlüyor , içten içten mülahazalar yapıyordu.

Anne taşların üstünde sabunladığı çamaşırları yıkıyor ve onları nehrin kenarına götürüp kuruması için yayıyordu. Said ona yardım ediyor, çamaşırları taşıyor birlikte çamaşırları yayıyorlardı. O sırada Nuriye Ana, ikindi namazının vaktinin girdiğini güneşin ışınlarından anladı ve Said’e “namazımızı kılalım Said” dedi. “Haydi abdest alalım” dediler. Birlikte akar suda abdest aldılar. İki kişi nehrin kıyısında yeşil otların üstünde kıbleye döndüler. Anne namaz kılarken Said onun yanında, sanki cemaat gibi birlikte namaz kılıyordu. “Allahuekber” diyor, Allah’ın azameti karşısında tabiatı seyrederek secdeye kapanıyorlar, gittikçe artan bir hızla Allahuekber’in azamet perdeleri arasında dolaşıyorlardı. Said kendini sanki bulutlar arasında dolaşan biri gibi hayal ediyor, secdeye bakarken gökyüzünde görüyor gibi secdeye kapanıyor , ve ruhunda oluşan büyüklük ve azamet örtüsünün altında sacdeye kapanıyor ve sen büyüksün Allah’ım biz ise küçüğüz diyordu. Dehalar erken inkişaf ederler, bütün dehalar beş yaşında elli yaşındaki büyükler kadar derin düşünürler. Düşünce tarihi bunun büyük örnekleri ile doludur. Hz. İbrahim küçük yaşında semanın hareketlerinden güneşin gidiş gelişinden hareketle Allah’ı arıyor , batan güneşten sonra batan bir şeyin ilah olmayacağını düşünüyor. Babasının arkadaşlarının puthanesinde putları kırarken onların ilah olmaya hakları olmadığını düşünüyor ve aniden gelen babası ve arkadaşlarına bu işi büyük putun yaptığını söylüyor ve onlarda o yapamaz deyince; ” hiçbir iş yapmaya ikdidarı olmayan, bir ilah olamaz” diyerek, onların sahte mabutları ve sahte inançları ile alay ediyordu.

bediüzzaman said nursiSaid, namazın hakikatlerini daha sonraki yıllarda izah ederken bugün aynı şeyi yaşıyordu. Yine bir gün annesinin kucağında camdan dışarıyı seyrederken hissettiklerini , yıllar sonra ileri yaşlarda “Ben annemin kucağında beş yaşında iken, bu seyir hakikatını düşünüyordum” diyor.

Namaz bittikten sonra nehrin kenarında bir bez yayarlar yere ve Said ile annesi birazcık nevale, biraz lor ile biraz ekmeği birlikte yerler. Said her lokmada içten içten “Bismillah” der, yemekleri bittikten sonra nehrin kenarındaki gözeden su içerler. Anne köydeki hiçbir çocukta olmayan bu değişik yaratılıştaki oğlunu süzerek seyrediyor, “Acayip bir çocuk. Allah bakalım ne gösterecek” diyor ve kafasında daha sonra açılacak soruları biriktiriyordu. Birden gökyüzünde bir gürültü koptu, bir baktılar ki bulutlar toplanmış, ordular gibi gri yüzlerini gösteriyorlar. Yağmur hafif hafif çiselemeye başlar. Anne yağmurun geleceğini müjdeleyen gök gürültüsünden sonra çamaşırları toplar, bir kuytu yere yığar. Yağmur birden şiddetlenir. Anne telaşlı telaşlı çocuğu nehrin büyüyen sularından kenara taşır. Sular kabarır. Anne “hasbinallah” diyerek Allah’a sığınır. Oğlunu yanına alır, bir ağacın altına sığınırlar ve tabiatı suyun artışını seyrederler. Anne endişelidir, “ya bir şey olursa” diye. Heyecanla dualar eder. “Allah’ım beni ve küçük Said’imi koru” der. “Allah’ım bu hüseyni ve haseni yavruya hürmeden bizi koru. Kader ne söyler bilinmez ama , sana sığınmışız” der. Said birden annesinin yüzüne bakar, endişeli anneye emniyet telkini için hiç istifini bozmadan bakar.  Anne, oğlunun bu sükunetini yine onun büyüklüğüne verir ve “keşke ben de bu çocuk gibi hiçbir heyecan ve helecan duymasam” der ama , olmaz ana yüreği, sular kabarmış onun da yüreği kabarmıştır, suların dinmesini bekler, sürekli dua eder.

Said birden ayağı kalkar ve annesine dönerek, “Anne korkma ben senin yanındayım , Said senin yanında , merak etme!” der. Nuriye Hanım bu acayip çocuğun bu sözlerini duyar, ve bir noktaya takılarak “Allah Allah ne garip çocuk. Ben onun himayesindeyim gibi bakıyor hayata. Halbuki bana göre o benim himayemde.”

Birazdan yağmur diner. Annenin elinde çamaşır sepeti, birlikte yürürler. Şu söz annenin kulaklarında çınlar. “Anne merak etme ben senin yanındayım.” Tıpkı idamla yargılandığı zaman, tesbihini kırıp savcının iddialarını dert etmediğini, ayak ayak üstüne atarak tesbihini dizmeye çalıştığı andaki durumu gibi. “Hak bildiğim yolda korku elimi tutamadı” demiştir.

Ahmet Nebil Soyer

Hareket ve Fizik

Bediüzzaman’ın Zerre risalesi hareketin etrafında döner.

Çünkü Natüralist ve Materyalist filozofların atomun hareketini tesadüfî göstermesi varlığın anlamını yıktığından Bediüzzaman bu konuya çok önem verir. Bu eserinde hareket ve onun benzeri kelimeleri kullanır, bahsi onların etrafında dokur, bu kelimeler tahavvülat, ihtizazat, cevelan kelimeleridir.

Varlığın Yapı Taşı: Zerre

Zerre varlığın yapı taşıdır, ilk hareket ettiği andan itibaren sürekli yeni maddeleri dokur bu tahavvülat, bir de dokuma anındaki ihtizazatı, yani titremesi. Tıpkı bir kalemin yazı yazarken hareketi gibi, kalem her yaptığı manalı harf ve cümleler sırasında tahavvül eder.

Bediüzzaman’ın fiziğin önemli konularından olan ve faili meçhul hareket eden, hareketi en çok zerre bahsinde irdeler. Bu zerre bahsi bir yönü ile bir fizik kitabıdır. Hareketi serseri bir tutum olarak gören maddeciler ve tabiatçılara, fizikçilere, kimyacılara matematikçilere en önemli bir cevaptır.

Bahsin ilk cümlesi hareket üzerine kurulmuştur.

Tahavvülat-ı zerrat, Nakkaş-ı Ezeli’nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı ayat-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelanıdır. Yoksa maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık manasız bir hareket değildir.” (30. Söz)

Bu cümleyi Galileo ve Newton okumalıydı. Ünlü fizikçiler okumalıydı ve Bediüzzaman’ın ne olduğunu anlamalıydı. Asıl mutlu olacağımız şey Bediüzzaman’ın fikirleridir, onları yaymaktır. Zerratın tahavvülü sadece zerratın değil, gezeğenlerin de tahavvülü, insanın tahavvülü, hayvanların tahavvülü ne kadar canlı varsa hepsinin tahavvülü buna dâhildir.

Fizikçiler hareketi nasıl görürler, Bediüzzaman cevap veriyor.

Tesadüf oyuncağı, karışık, manasız bir hareket, işte Bediüzzaman’ın maddeci fiziğe ve tabiatçılara açtığı müspet savaşın nedeni, hareketi başıboş, karışık, manasız görmektir.

Bediüzzaman burada Hareket’ e o kadar çok maksad yükler ki hayret edilir. Hareketin bir başlangıcı vardır, buna fizikçiler ilk hareket prensibi der. İlk hareketin hareketten sonra doğacak olan faydaları konusunda bütün bilimler bir şey söylemiyor.

Bediüzzaman ilk hareketi “mebde-i hareket” olarak ifade ediyor.

Çünkü bütün mevcudat gibi zerreler ve her bir zerre mebde-i hareketinde Bismillah der.”

Hareket bütün varlıkları ilgilendirir, çünkü hareketsiz bir varlık yok ki.

Bir otomobil sürülmeye başlamadan önce şoför nereye gideceğini bilir, nereye uğrayacağını bilir. Şimdi her mevcut şuursuz olduğu için nereye, niçin gideceğini nasıl bilsin?

İşte Bismillah demek ona hareket hattını belirliyor.

Harekete geçen şey dolaştığı her şeyden ortaya bir sanat eseri çıkarır. Tıpkı fırçayı kullanan ressamın harekete ilk başladığı andan itibaren bitirdiği anda eserin ortaya çıkması gibi.

Ukulü hayrette bırakan hikmetli bir sanat cemali, faideli bir nakş-ı hüsnü gösterir…” Hareketten birçok sanat ve nakış ortaya çıkar.

Bilim bu hareketten doğan şeyleri hesaba katmaz. Katamaz.

Galileo; “Yatay düzlemde hareket sonsuzdur, sürtünme yok edilemeyeceği için bu sonucun idealleştirme olduğunu unutmamak gerektir.” der.

Düz bir caddede giden otomobilin hareketi gibi. Ama boşluğa bak, hareketin başlangıç nedeni ve nereye gideceği ve sonucu belirtilmez.

Ressam resmi bitirdikten sonra sevinir, “Elhamdülillah” der. Yani bana bu başarıyı veren şuurlu hareketler zincirinden bir eser çıktı.

Bediüzzaman da; “Vazifesinin hitamında Elhamdülillah der.” diyor.

Hareket Kanunları ve İman

Hareket ve bu hareketi meydana getiren kuvveti birlikte inceleyen mekanik bölümüne dinamik denir. Dinamik hemen hemen bütün mekanik bölümünü kapsar. Kuvvetin harekete etkisini anlatan matematik bağlantılara Newton’un hareket kanunları denir.”

Allah’ı icraattan çıkarmak için masa başına oturmuş bunu nasıl yapalım demişler, fennin her meselesine bir isim takmışlar. Bugün Avrupa’nın mühim bir yüzdesinin dinsiz olması bilimin böyle yorumundan dolayıdır. İlim adamları ve Nur talebelerinin bu sahalardaki uzmanları fizik kitaplarını eline alıp Tanrısal bir fizik kitabı yazmaları gerekir. İnsanların itikadı ancak ateizmin elinden böyle kurtulur.

Çalışmayan, hayatın rahatına mağlub olan, insanların davası olsa ne çıkar.

Fizik, hareketin sürekliliği ve şuurluluğu ile ortaya çıkan eserler, nakışlar konusunda bir şey söylemiyor. Bütün şubeleri ateizm kokan bir büyük harita, bilim denen yutturmaca.

Hareketin bir planı, programı, uygulaması var.

Bediüzzaman bu tasarıma “İmam-ı mübin” diyor, uygulamaya da “Kitab-ı mübin”. Ressamın kafasındaki tasarım ve program, ortaya çıkan eser de uygulama sonucu. Bu büyük dehalar Galileo ve Newton nasıl böyle düşünmüşler, hayret bir şey.

Hareket, hareketin başlangıcı, hareketin meydana getirdiği sanatlar ve nakışlar, hareketin tasarımı, hareketin sonuçları, uygulamaları. Hareket o kadar sonsuz ki sonsuz duraklar ve sonsuz eserler hepsinin tasarımı, uygulaması akla zarar bir hayal durumu.

Bediüzzaman kendi ifadesi ile bunları nasıl anlatıyor.

Biz anlatamıyoruz, el âlem de görmek istemiyor. Ne söyleyelim?

Bütün bilimlerin hipotezlerinin nasıl bir aldatmaca olduğunu söylüyor. İşte Bediüzzaman’ın büyüklüğü bu noktada. Bediüzzaman büyük adam da ne yapalım anlatamadık bu büyük adamı?

El âlem kargasını bülbül yapıyor biz ise …

Zerratın tahavvülü gayb âleminden olan her şeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamata medar ve ilim ve emr-i ilahinin bir unvanı olan İmam-ı mübinin düsturları ve imlası tahtında ve hazır zaman ve şahadet âleminden teşkil ve eşyanın icadında tasarrufa medar ve kudret ve Allah’ın iradesinin bir unvanı olan Kitab-ı mübinden istinsah ile ve seyyal zamanın hakikatı ve misali sahifesi olan Mahv ve isbat levhası kudretin kelimelerini yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve manidar ihtizazattır.” (Sözler, 30. Söz)

Bir hareket bitiyor, ikinci hareket o biten hareketten sonra başlıyor. Hidrojen ve oksijen bir maziden çıkıyor bir araya gelip su oluyor, su bir gaye ama ondan sonra onun yer aldığı varlıkların vücudunda dönüştüğü mahiyetler ve sanatlar, bir meyveye dönüşen su, sonra insan bedeninde yeni bir hareket başlıyor, böyle sayısız birbiri arkasında hareketlerin bir tasarım, alanı var.

Zaman da bu hareketin birbiri arkasından gidişi.

Bu tasarım alanı İmam-ı mübin, bir arabanın tasarımı araba ortaya çıkınca biter, âlemdeki tasarım bitmez tükenmez. Varlık bir yazı tahtası gibi bu hareketleri ve sonuçlarını gösterir. Çok gayretli insanlarla kıyamet kopmadan biiznillah, ateizmin önünü almalıyız.

Her bir Zerrede Tevhid Nuru Parlıyor

Zerre risalesinin her bahsi hareketle başlar harekete yeni anlamlar yükler. “Her zerrede hem harekâtında, hem sükûnetinde, iki güneş gibi iki nur-ı tevhid parlıyor.”

Zerreyi ilahlaştıran maddeciler ile yaptıklarının ne kadar mantıksız olduğunu izah ederek alay eder. Hareketli havanın her bir zerresinin girdiği bütün varlıkların vücudunun yapısını bilmesi gerekir. Böyle bir hareket bir zerreden beklenemez.

“Müteharrik, hareketli havanın, müteharrik hareketli zerresi ya nebatata ve hayvanata, hatta meyvelerine, çiçeklerine giydirilen suretlerin, miktarların teşkilatını biçimini bilmesi lazım geldiği gibi; sakin toprak, sakin olan her bir zerresi bütün çiçekli nebatatın ve meyvedar ağaçların tohumlarına medar ve menşe olmak kabil olduğundan, hangi tohum gelse ve o zerrede yani misliyet itibariyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprakta kendine mahsus bir fabrika ve bütün levazımatına ve teşkilatına lazım bütün cihazatı bulunduğundan, o zerrede ve o zerrenin kulübeciği olan o bir avuç toprakta, eşcar ve nebatat ve çiçekler ve meyveler envaı adedinde muntazam manevi makine ve fabrikaları bulunması veyahut mucizekar, her şeyi hiçten icad eder ve her şeyin her şeyini ve her cihetini bilir bir ilim ve kudret bulunması lazımdır veyahut bir Kadir-i Mutlak bir Alim-i Külli Şeyin emir ve izniyle, havl ve kuvveti ile o vazifeler gördürülür.” (Sözler)

Zerrenin hareketlerinin bağımsız olması halinde olacakları farazi anlatan, bu faraziyatın ne kadar mantıksız olduğunu nazara veren Bediüzzaman zorunlu olarak bir alim ve kadirin tasarımı ve icrası ile bu varlığın dokunabileceğini ve hareketin mana kazanabileceğini izah eder.

Umum İnsanlık Hayatın Gayesini Öğrenmeli

İşte fizikçi, biyolog, matematikçi, atomun boy gösterdiği her ilim dalında çalışan arkadaşlar önlerine bir fizik kitabı veya biyoloji kitabı alıp yeni bir fizik ve biyoloji kitabı yazabilirler. Bir değil binlerce insanın varlığa anlam vermesini sağlarlar ve ömürleri kıymet kazanır.

Medresetü’z-Zehra böyle büyük bir tasarımdır, bunun uygulayıcıları haydi kitaplarını yazsınlar. “Bediüzzaman büyük adamdır” demek yetmez, o büyük adama yakışır adam olmak ondan istifade edenlerin üstüne borçtur.

Son Güncelleme ( Cumartesi, 17 Kasım 2012 13:35 )

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Estetik kategorilerilerin kaynağı: Mutlak

Mutlak bir estetik kategoridir, ama insanların anlamakta zorluk çektiği bir kategoridir. İnsan kayıtlı değerleri, sınırlı algı mekanizmaları dolayısıyla, bütün varlığın kendinden doğduğu, bütün hareketleri organize eden, bütün yaratılışın onun sayesinde oluşturulduğu, biçimlerin, renklerin, kokuların, onun sanatkâr kudretiyle vücut bulduğu mutlakı anlamak için büyük zihinsel gayret sarf etmelidir.

Sartre mutlakla karşılaşan ilk insanı bir şekilde anlatır.

Bildiğimiz şu ki insanoğlu doğayla ilk buluştuğu o ilk zamanlarda, ne çirkinlik ve güzellik, ne beğeni, ne sanatsever ne de eleştiri vardı. İlk olarak bir kaya parçasından bir şeyler oyma becerisi kazanan insan, sıfırdan başlamak zorundaydı” (Sartre, Estetik Üzerine Denemeler, 82)

İnsanlar varlığı ve nesneleri görmüş ve onlar üzerinde düşünmüştür. Kendine bakmış, etrafında kendine yardım eden nesnelere bakmış, gökyüzüne bakmış, onu ilgilendiren tabiat olaylarına bakmış, bunların her biri hakkında bir tapınma durumu düşünmüş.

Suyun kendini kuşattığını görünce ona tapmış, ineğin kendine büyük faydasını düşününce ona tapmış, gökyüzüne, yıldızlara onlar kendi üstünde onu aştıklarından dolayı onlara tapmış, aşkın ne görmüşse onun önünde küçülmüş ve ona saygı duymuş, ateşi düşünmüş ona tapmış velhasıl mutlakı düşünmek için yeterli bir aşkın zeka yok.

ÖMRÜNÜ ŞAŞKINCA DOLAŞIP BİTİRENLER

Karanlıklar içinde fenersiz yürümüş. Nesnelerin düzenini düşünmemiş, nesne ve olayların gayelerini düşünmemiş, nesnelerin birbirleriyle birlikte var olduğu gibi mutlakın izlerini düşünmemiş veya düşünememiş ama bir aşkın gücün etrafında dolaşıp şaşkın ömrünü bitirmiş.

Nerdesin?

Geceleyin bir ses böler uykumu,

İçim ürpermeyle dolar -Nerdesin?

Arıyorum yıllar var ki ben onu,

Aşıkıyım beni çağıran bu sesin.

Gün olur sürüyüp beni derbeder,

Bu ses rüzgârlara karışır gider.

Gün olur peşimden yürür beraber,

Ansızın haykırır bana: -Nerdesin?

Bütün sevgileri atıp içimden,

Varlığımı yalnız ona verdim ben,

Elverir ki bir gün bana derinden,

Ta derinden bir gün bana “Gel” desin.

Ahmet Kutsi Tecer

Şairimiz Tecer’in bu şiiri mutlak arayan bir insanın şaşkınlığını ifade eder.

Nihat Sami Banarlı, Tecer ölünce “aradığı Tanrı’sına vardı” der.

Bir arayıştır bu şiir. Mutlak Allah mıdır veya onun lazımı mıdır, ayrı bir konu. Ama birbiri ile bağlılığı kesin olarak var.

Bediüzzaman mutlakla ilgili çok şey söyler.

Hakaik-i mutlaka mukayyet enzar ile ihata edilmez “ derken, mutlakın insanı aşan doğasını anlatır.

Varlığı bir başka şeyin varlığına bağlı olmayıp kendi başına var olan, her şeyi çevreleyen bir ilke mutlak.

Kendi varoluş nedenini kendinde taşıyan, kendi kendine var olan demek mutlak.

Şartlardan biri olan kendi şartlarını kendi oluşturan demek mutlak.

Felsefe tarihinde mutlak konusunda düşünülmüş ve münakaşalar olmuştur. Son dönemde Hegel ve Schelling terimi biçimlendirmişlerdir.

Bediüzzaman mutlakın anlaşılmasını bir dizi zihni ameliyeden sonra mümkün görür, yoksa durduk yerde insan idraki mutlakı anlayamaz. Mutlak kapısı açılması gereken bir mahiyet ise onu açacak olan da insanın benidir. Ama anahtar durumundaki enenin yani benin de mahiyeti kapalıdır, onun da açılması gerekir. Şimdi ene açılınca anahtar oluyor, kâinatın muğlâk nitelikli yapısını açıyor daha sonra mutlak yani Allah’ın vucubiyet alanına giriyor, istidadı nispetinde anlıyor, çözmüyor.

Birbiri içinde üç kapalı kapı birbirlerine bağlı.

Mutlakın mahiyetini anlatır Bediüzzaman,

Mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz.” (30. Söz)

Mutlakı anlamak için iki yol vardır, biri;

Kur’an ve Peygamberin terbiyesi sonucu enenin açıcı bir anahtar olması ile insanın ve kâinatın ve mutlakın anlaşılması sağlanması

diğeri de, mutlakın karşısında onu anlayayım derken terbiyeden yoksun olan enenin mutlaka karşı bir cephe oluşturup olumsuz düşünce ve felsefe silsileleri meydana getirmesidir.

Mutlakı anlamada felsefe silsilesinin mantıklı yol alanları da varsa da Spinoza, Hegel gibi onlar ile Bediüzzaman’ın mutlak konusunu şerhetmesi farklıdır, özellikle farklıdır, onlara girmiyoruz.

Bediüzzaman felsefe ehlinin yolunu da görmüş, onların kabiliyetlerinin yetmediğini, seslerinin kısıldığını söyler, bu ironinin tafsilatına girmemiştir Bediüzzaman biz de girmiyoruz.

Allah, Kadir-i Mutlak, Semi-i Mutlak, Alim-i Mutlak, Hakim-ı Mutlak, Saltanat-ı Mutlak, Rahim-i Mutlak, Kerim-i Mutlak, Mabud-ı Mutlak, Gani-i Mutlak, sıfatları mutlak, Rububiyet-i Mutlak, Uluhiyet-i Mutlak, Cevad-ı Mutlak, Kemal-i Mutlak, istiğna-yı mutlak, Adil-i Mutlak, İrade-i Mutlak, Cud-ı Mutlak, Kamil-i Mutlak, Gına-yı Mutlak, Cemil-i Mutlak, Amir-i Mutlak, Mabud-ı Mutlak, İstiklaliyet-i Mutlak, Sultan-ı Mutlak, Cemal-i Mutlak’dır.

Bütün bunlar varlığa ve kâinata dağılır. Bütün bütün bu mutlak hakikatleri yansıdıkları cüzlerden hareketle bir ilke halinde ortaya koymak mutlakın varlığını anlamaktır yoksa mahiyetini değil.

Sanat ve felsefe bu nesnelere yansıyan ve güzellik addedilen parçaları görmüş ve yorumlamıştır.

Din ise ilkeyi görüp muhayyilede birleştirerek mutlakı hissetmiştir.

Mutlaklar zincirinden yansıyanlar estetik kategorileri oluşturur, mesela hüsün, cemal ve kemal gibi. Beşer o aşağı kısımda kalmıştır, mutlakı anlatan sadece din ve vahyin ışığıdır.

Çok büyük insanlar bile mutlakı anlayamamışlardır. Eğer vahyin ışığı Hira mağarasına yansımasaydı en zeki insanlar bile mutlak konusunda mebhuttu.

Son Güncelleme ( Cumartesi, 03 Kasım 2012 00:15 )

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Efendimiz’e Üstadımızın Bakışının Bir Nebzesi

Bediüzzaman’ın eserlerinde peygamberimiz, farklı perspektiflerden anlatılır. Kitap piyasasında belki yüzü aşkın Peygamberimizin hayatı isimli eser vardır. Bütün bu eserlerde kronolojik bir seyirde Peygamberimizin kutlu doğumundan ölümüne olaylar anlatılır. Bediüzzaman O’nu eserlerine yansıtırken, yine yapılmayanı yapmış, yeni bir sentez getirmiştir orta yere.

Bediüzzaman evvel emirde peygamberlik kurumunun insanın ve evrenin anlamını ortaya çıkarmakta lüzumunu, mantıki ve akli gerekçelerini anlatır. Bu isbatlar Haşir Risalesinde ve 19. Mektub’un başında verilmiştir. Orada genel anlamda peygamberlik ve özelde peygamberimizin gönderilmesinin akli gerekçelerini anlatır.

Bundan sonra onun hayatına mucizeleri gibi olağan üstü bir pencereden bakmış, mucizeler adı altında onun, arkadaşlarının, savaşlarının, mücadelesinin karakter özelliklerini verir. Eser terkibi ile mucizeler gibi görünse de Peygamberimizi anlatmada kimsenin aklının ucundan geçmediği bir kanevada Resullullah’ı (ASM) anlatmıştır. Peygamber hayatı ile ilgili eserlerde olmayan ve az olan bir şey var, bunu Üstad-ı muhteremimiz düşünmüştür. Peygamberin hayatını okurken duygulanır ve ağlarız. Ama, “Onu nasıl sevmeliyiz, ona nasıl benzemeliyiz?” konusu biraz havada kalır. Bediüzzaman olayın ana noktasını bulmuştur. Onun sünnetine uymak, bu da yine kapalı bir cümle; nasıl uymak. Bediüzzaman “Peygamberimiz nasıl sevilir?” konusunda bütün eserlerinde mesajlar verir. Onun Sözler isimli eseri Peygamberin varlığa, insana bakış açısının muhassalıdır.

YA RESULALLAH ! NEDEN BÖYLE OLDU?

Birinci Söz’de Bismillah’ı anlatır.

Peygamberimiz bir gün bir kaç kişi ile yemeğe oturur, yemeğe daha sonra bir kişi oturur, bir süre sonra yemek biter. Bu bereketin kesilmesi sahabeden birinin dikkatini çeker, o Cenab-ı Nebi’ye derki; “Ya Resullallah bu neden böyle oldu?” o ise fem-i mübarekinden söyle konuşur: “Sonradan oturan, Bismillah demediği için yemeğe şeytan da katıldı ve yemek kısa sürede bitti.

CENNET GARANTİSİ

Dördüncü Söz’de namazı anlatır:

Namaz ne kadar kıymettar ve muhim ve hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır.” Bu cümle Resulullahın namaz öğretisinin bel kemiğidir. Namaz’ını vaktinde cemaatle kılan kişiler cennet garantisini almıştır, ama vaktinde kılınmayan namazlar ve cemaatle kılınmayan namazlar için böyle bir sigorta yok. Ölürken bile son sözlerini namaz ile bitiren bir Nebi’nin namaz konusundaki tutumu Bediüzzaman’ın diğer eserlerin de anlatılmıştır.

Haşre inanmak ve öyle yaşamak

O’nun hayatının en önemli bir misyonu ve Kur’an’ın üzerine özellikle vurgu yaptığı bir konudur. Şimdi onun Haşri anlatırken takındığı tutum hasta aklı tedavidir, dolayısı ile Peygamber’in evren yorumu konusundaki sünnet fikrinin yansımasıdır. O eseri okuyan Peygamberin örgütlediği sünnete uyan kişidir. Yoksa sünnet, “Suyu nasıl içelim?“, gibi muamelata taalluk eden şeyler demek değil, asıl büyük sünnet imanın altı rüknü ile kainatı ve insanı ve Allah’ı yorumlamaktır.

ALLAH’IN DİNİ VE DAVET

Sonra sevginin ölçüsünü verir, Onuncu Söz’ün İkinci Hakikatında, kainatı bu kadar güzelliklerle yaratan Allah’ın tanınması gerekir, yaratmak tanımayı gerektirir. Sonra bu güzel kainatı ve güzel nimetleri süsleyen, insana kendini sevdirmek istiyor demektir, bu sevdirmeye verilecek cevap ibadetle sevmektir. Yani sevginin yolu peygamberin dikkat ettiği ibadeti yerine getirmekle olur. Bir zat Ona(ASM) gelir müslüman olmak istediğini söyler. Resulullah ona yapması gereken şeyleri anlatır, o da; “Efendim, ben varlıklı bir adamım, zekat veremem çok olur, sonra ben korkak bir adamım savaşa gidemem” der. Resulullah celallenir: “Be adam zekat vermeden, cihat yapmadan nasıl cennete gideceksin?” Ve yüzüne bakar, gözleri ile karşı karşıya gelen adam; “Bir anda içimdeki bütün tereddüdler gitti. Kabul ettim” der.

İşte en büyük sünnet her devrin şartlarında cihat, herkes Allah’ın dininin kendisine gelmesinde getirenlerin meşakkatini hiç düşündü mü?

SOSYAL HAYATIN İLACI VE TEDAVİSİ: SÜNNETLER

Kur’an’ın her harfi için binlerce insan öldü, o zaman biz de her gün bir veya yarım saatimizi hizmete verelim. O zaman sünneti anlarız. Risale-i Nur’a sünnetin yansımaları sünnet adı altındaki bölümler ile sınırlı değil, bütün eserler onun sünnetinin bütün vecheleridir. Onun sünneti aklın ve kalbin, toplumun marazlarına ilaçtır, bu onun ifadesinin bir başka şekilde ifadesi.

Şimdi Bediüzzaman bu akli, kalbi ve ictimai marazların hepsine çareler düşünür.

Felsefi sekamete, gençlik çılgınlıklarına, ihtiyarların umarsızlıklarına, hanımların yanlış tutumlarına daha nice bahislerde sünnetin telkinini yapar. Mirkatü’s-Sünne isimli risalesinde Resulullah’ın sünnet anlayışını çok yönlü olarak ifade eder ve sünnete uymanın ne kadar mutlak bir zorunluk olduğunu anlatır. Bu devirde sünnete uyanın yüz şehidin sevabını kazanacağını söyler. Kapı açılsa çeşitli savaşlarda ölmüş kefenli yüz ölünün odamıza girip bize; “Niye sünnete uymuyorsun, bak biz yüz şehit Allah için öldük, sen sünnete uy bizim kadar şehidin sevabını kazanacaksın” dese, biz ne deriz, ölmesek sünnete uyarız.

DÜNYA FİKİR VE DİN TARİHİ VE RİSALE-İ NUR

19. Söz Bediüzzaman’ın Peygamberimizin bütün mücadelesini, kişiliğini, olaylara bakış açısını anlatan bir büyük kitap olacak kadar büyük çekirdek fikirlerden oluşan bir eser. O kısa bölüm onun icmal gücünün dehasal bir görüntüsüdür. On Dört Reşha’nın her birini oluşturan cümlelere on örnek versen koca bir kitap olur. Sadece bir cümle alalım:

Hem o nur ile kainattaki harekat, tenevvüat, tebeddülat, tagayyürat manasızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer Mektubat-ı Rabbaniye birer sahife-i ayat-ı tekviniye birer meraya yı Esma-i İlahiye ve hem alem dahi bir kitab-ı hikmet-i samedaniye mertebesine çıktılar.” Bu cümle bütün Risale-i Nur’un kozmik bahislerinin özetidir. Bütün Risale-i Nur bunun açılımıdır. Dünya fikir ve din tarihinin en önemli sorunu alemdeki değişimlerin, başkalaşmaların, nevilerin ne manaya geldiği konusudur, bu bin yıllık bir kozmik bocalamadır. İşte Bediüzzaman’ın Peygamber-i Zişanımıza bakış açısına bir cümle ile baktık.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer  / www.risaleakademi.com

Esma Okumaları

Risale-i Nur’da Bediüzzaman’ın yaptığı yorum ve değerlendirmeler, özellikle tevhid yorumları Allah tarafından kâinata, yeryüzüne, varlığa ve canlılara, nesnelere, olaylara maharetle yüklenmiş olan isimlerin okunmasıdır. Bediüzzaman bir kâşif gibi bu esmaları çok değişik bahislerde açar. Her bahiste esmanın değerlendirme tarzı farklıdır.

Onuncu Söz’de isimlerin okunması, onlardan hareketle ahiretin varlığını ispat üzerine kurulmuştur. On iki ismi ahirete açılan kapılarından yorumlar Bediüzzaman. Orada isimlerin muktezaları ile ahiretin varlığı arasındaki akli, mantıki, ilmi, dini, kalbi bağları kurar. Ahirete dönük esma okumalarıdır.

Pencereler risalesinde özellikle olay ve nesnelerin hangi isimlerden hareketle olay ve nesne olduklarını, tanrısal nesne ve olay olmalarını doğuran esma yansımalarını görür ve gösterir.

Münacat risalesinde olay ve nesne ağırlıklı okumalar görmekteyiz.

Semavattan hareketle astronomi ilminin temel olay ve nesnelerinden başlayıp aşağıya doğru okumalar gerçekleştirir. Gezegenler, hareketleri, hava boşluğu ve orada meydana gelen astronomik ve coğrafi olayları onlarda bulunan esmalara dayanarak okur ve okutur. Bulut, şimşek, gök gürültüsü, rüzgâr, yağmur tek tek okunur ve bir de armonik olarak birlikte okunurlar.

Senin vücub-u vücuduna şehadet eden bulut, berk, ra’d, rüzgar, yağmur birer birer şehadet ettikleri gibi, heyet-ı mecmuasıyla, keyfiyetçe birbirinden uzak, mahiyetçe birbirine muhalif olmakla beraber, birlik, beraberlik, birbiri içine girmek ve birbirinin vazifesine yardım etmek haysiyetiyle, Senin vahdetine ve birliğine gayet kuvvetli işaret ederler” ( L . 407)

Bu paragraflar adeta astronomik ve coğrafi tevhid risaleleridir, bahisleridir.

Bediüzzaman’ın nasıl ilimler ile iç içe bir yorum ve değerlendirme dünyası olduğunu gösterir.

Öyle ki bulut, berk, ra’d, rüzgâr, yağmur, dört değişik noktadan, dört değişik perspektif ile izah edilirler. Ayni olaylara, dört değişik vecihten bakar. Asırlarca tabii olaylar denerek Allah ile tevhid ile bağları koparılmış, bu bağımsızlığını ilan etmiş nesneler ve olaylar, bir ilahi intizamın, tasarımın içinde hem Allah’a dönük hem insana dönük oluşları ile izah edilirler.

Semadan zemine, yeryüzüne iner, oradaki olayları yorumlar.

Bahirleri, nehirleri ve çeşmeleri, ırmakları değerlendirir. Dağlara çıkar, madenleri, çiçekleri, tuzu, limon tuzu, sulfatoyu ve şapı esmaya açılan pencereleri ile görür, gösterir. Dağları seven ve hayatının büyük bir kısmını dağlarda ve yüksek yerlerde geçiren bu yüksek fikirli adam, dağları tanrısal yorumlarda değerlendirir.

Münacatta, yaşadığımız kâinat içinde hiçbir nesne ve olayı bir köşede garip bırakmaz, bu koca kâinat fabrikası içindeki fonksiyonel yerine yerleştirir. “Kalmamış bir nokta-i muzlim çeşm-i dil erbabına der, bütün bahisler.

İNCELENEN ALTI BÜYÜK İSİM

Esma okumaları bahsinin şahikasında yer alan, altı büyük ismi inceleyen, kâinat üzerinde okuyan Otuzuncu Lem’a, onun bir uzantısı olan İkinci Şua risalesidir. Bu iki risale esma okumalarında bahsin uzayında, şahikasında yer alırlar. Bir tevhid okyanusudurlar, buralarda konuşmak ve yürümek bir okyanusta yüzmek kadar maharet ister. Bediüzzaman buralarda gerçekleştirdiği okumalarla talebelerine ve okuyucularına ahiret saltanatlarını hazırlar, dünyada ise emniyet ve metanet dersleri verir. Ayrıca kendi düşünce dünyasının ip uçlarını verir, arkasından gelebileceklere kapılar açar, onları tevhid uzmanları yapar. Risale-i Nur mektebi bir tevhid okumaları sürecidir.

Kuddüs ismini okurken hareket noktası bu cümledir:

Bu kâinat ve bu küre-i arz daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Hâlbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler, müzehrafatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz, insan onda boğulur.(L. 343)

Her varlık, nerede olursa olsun bu emri dinler. Bahsin en çok tekrar edilen kelimesi dinlemektir. Her mahlûkun özel kulakları bu emri duyar, bu bizim duymadığımız, bu genel sesi duyar ve uyar. Duyan kulağı, anlayan aklı, uygulayan davranışı vardır canlıların. O tanzif-i kudsiden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin akilü’l-lahm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurtlar ve karıncalar gibi, cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar. (L.344)

Alyuvar ve akyuvarlar da dinler ve bedenin hücrelerinde temizlik yaparlar.

Göz kapakları ve sinekler de o sesi duyar. “Ve o emri göz kapakları gözleri temizlemek ve sinekler kanatlarını süpürmek için dinledikleri gibi, koca hava ve bulut dahi dinler (L.344)

Bu bayram yeri olan kâinata her varlık en ideal, en güzel ve temiz şekilde gelirler. “En temiz, en nazif ve en parlak ve en pak vaziyetleri, en güzel, en saf, en latif suretleri almak için, bir dest-i hikmet tarafından sevk olunuyorlar.” (L 344)

Adl ismini anlatan bahis bir evrensel denge risalesidir, orada yirmiyi aşkın ilimden denge örnekleri verilir. Böyle bir bahsi en uzman fen bilimleri uzmanları bile kaleme alamaz, çünkü onlar ilimlerin eteğinde, Bediüzzaman ise tepesinde dolaşır, ilimlerin tevhid felsefesini yapar. Türkiye’de ilimlerin bilim tarihi ve felsefesini yapan bir perspektif daha ortada yoktur henüz. Evrenin dili matematiktir, ama bu matematik dili okuyacak matematikçi yoktur, onlar aritmetikle uğraşır, yedi kere yedi, sekiz kere sekiz, dersimiz bitti çocuklar.

Hakem ismini anlatırken, mahlûkatın birbiri içinde birbirinin sınırlarına riayet ederek, düzeni bozmadan nasıl hareket ettiklerini ve faaliyetlerine devam ettiklerini anlatır. Armonik, tevhidi bir perspektiftir.

Ferd ismi sonsuz, nesne ve olayları bir birlik içinde bir maksad etrafında toplar. Ayrılıkta gayrılık yoktur.

İMANI KUVVETLENDİRMENİN ÖNEMİ

Bediüzzaman bu isimleri okumanın, okutmanın önemini çarpıcı bir cümle ile anlatır. Bahislerin derinliğine, okumanın zorluğuna işaret eder, ama sonucun büyüklüğünü nazara verir:

İsm-i Azama ait nükteler, azami surette geniş, hem gayet derin olduğundan, hususan ism-i Kayyum’a ait meseleler ve bilhassa Birinci Şua maddiyunlara baktığı için daha ziyade derin gittiğinden elbette her adam her meseleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her meseleden bir derece hisse alabilir. Bir şey bütün bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz, kaidesiyle bu manevi bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum, diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. İnsan ne kadar koparsa o kadar kardır.

İsm-i Azam’a ait meselelerin ihata edilemeyecek derecede genişleri olduğu gibi akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Hususan ism-i Hay ve Kayyuma ve bilhassa hayatın iman erkânına karşı remizlerine ve bilhassa kader rüknüne herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz de kalmaz. Belki herhalde  imanını kuvvetlendirir.

Saadet-i ebediyenin  anahtarı olan  imanın  kuvvetleşmesi  ehemmiyeti çok azimdir.

İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması bir hazinedir.

İmamı Rabbani Ahmedi Faruki diyor ki; bir küçük mesele-i imaniyenin inkişafı benim nazarımda yüzler ezvak ve kerametlere müreccahtır” (L . 384)

İmanın anahtar olması, zayıf anahtarın kapıda kırılması, imanın kuvvetleşmesi, zayıf imanın insanı götürmeyişi, imanın en büyük hazine olması, hem bitmeyen bir hazine olması. Hazine kelimesi burada bizim hazine kelimemizden teessüfle ayrılır.

İsm-i Kayyum her varlığın, olayın tek başına ayakta durması yanında birlikte birbirine uyum içinde bağlı olmasını anlatır. Bir okyanus gibi risaledir. Bediüzzaman bu altı ismi ayrı ayrı okuduğu gibi onları bir insicam, armoni içinde birlikte de okur. Özellikle Bediüzzaman insanı Kayyum isminin en mükemmel aynası olarak görür, ağaç meyvesi ile kaim olduğu gibi kâinat da insan ile kaimdir. “İsm-i Kayyum’un mazhar-ı ekmeli olan insan ile bir cihette kâinat kıyam bulur. Yani kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için güya insandaki cilve-i kayyumiyet kâinata bir direktir.” (L 399) Nasıl namaz dinin direği, insan da kâinatın direğidir. İnsan namazla ayakta durur, kâinat da bir cihette namaz kılan insanla. Namaz hem dinin hem de kâinatın direği olmuştur.

Bu bahis uzun gider, fırsat bulursak devam edeceğiz. Esma okumaları mektebine devam edelim, devamsızlar sınıfta kalır, dersini bilmeyenler esma okumasını bilmeyenler, sınıfını geçemez.

Dünya bilim tarihinde, dinler tarihinde E s m a O k u m a l a r ı  M e k t e b i kimse tarafından kurulamamış hidayet bahridir ve Bediüzzaman o mektebi inşa etmiştir.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

www.NurNet.Org