Etiket arşivi: Prof. Dr. Alaaddin Başar

İnsan Hür Ve Sorumsuz Mu? / Akıl İnsana Nasıl Kaybettirir?

Sadece aklı esas alıp vahy-i semavîyi hiç dinlemeyen bir insan zamanla firavunlaşır.

“Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur.”  

(Bediüzzaman, Sözler)

Hâlis; “katışıksız, saf” manasına gelir. Istılahta ise, “ibadetlerin, hiçbir dünyevî ve uhrevî maksat gözetilmeksizin, sırf Allah rızası için yapılmasını” ifade eder.

Firavunun en bariz özelliği kibir ve enaniyetidir. Onun enaniyeti, emrindeki Kıptilerine ilahlık taslama noktasına kadar varmıştır. Onlara “Ey kavmim! Mısır mülkü ve şu ayağımın altında akan nehirler benim değil mi?” (Zuhruf Suresi, 51) gibi sorular sorabilmiştir. Öyle ki, Musa aleyhisselamın asasının sihir aletlerini yutması karşısında imana gelen sihirbazlara şöyle seslenme cüretini bile göstermiştir:

“Ben izin vermeden iman ettiniz ha?” (A’raf Sûresi, 123)

Her hayrın Allah’ın elinde olduğunu unutan kişilerde, kendini beğenme, kibirlenme, tahakküm, şükürsüzlük gibi birçok hastalık belirir. Firavun, bu ve benzeri bütün sapıklıkların bir simgesi olmuştur.

“Hikmet-i Kur’ân’ın hâlis bir tilmizi ise bir abddir.”

Her insan; gözünden güneşe, ciğerinden havaya, ayaklarından yer küresine kadar hadsiz eşyaya muhtaç olarak yaratılmıştır ve bunların hiçbirini de yapacak güçte değildir.

Her vicdanın kabul ettiği bir dizi hakikat vardır. Bunlardan birkaçını sıralayalım:

– Bu âlem beni bilmez ve tanımaz.

– Ben her şeye muhtaç olarak yaratılmışım ve her şey benim imdadıma koşuyor. Yine, ben sonsuz acizim, ama her şey bana yardım ediyor.

– Beni annem ve babam yapmış değiller. Onlar da benim gibi yapılmış ve yaratılmışlardır.

– Organlarımı en ince teferruatına ve ruh dünyamı en ince hissiyatına kadar ben tanzim etmiş değilim.

– Bu varlık âleminde hiçbir şey görevsiz değil. Öyle ise benim de bir görevim olmalı.

– Bu âlemde hiçbir varlık kendi görevini kendisi tayin etmiyor. Öyle ise ben de bir insan olarak Rabbime nasıl ibadet edeceğime ve nimetlerine nasıl şükredeceğime kendim karar veremem.

İşte her vicdanın kabul edeceği bu gibi gerçekler insana şu hakikatleri haykırarak ders verirler:

– Sen Allah’ın kulusun.

-Sen Rabbü’l-âlemîn’in terbiye ettiği bir varlıksın ve Onun razı olacağı bir ömür geçirmek mecburiyetindesin.

– Senin yaratılış hamuruna, “Cemâle karşı muhabbet, kemâle karşı meftuniyet, ihsana karşı perestiş” (Lem’alar) konulmuştur. Sen bu fıtrata zıt düşemezsin.

Âlemde her şey güzel. Ve sen, bu güzellikler âleminin en güzel meyvesisin. Kendini sevdiğin gibi, sana hizmet eden varlıkları da seviyorsun. Bütün bu güzellikleri vereni sevmek senin insanlığının en önemli bir görevidir.

Yine sen, mükemmeli sever ve takdir edersin. Lambayı yapanı sevip güneşi yaratandan gaflet etmek sana yakışmaz. Taştan heykeller yapanları alkışlarken, bir damla sudan seni yaratan kudret ve hikmet sahibini bilmezlik edemezsin.

Ve sen, en küçük bir iyiliğe karşı teşekkür etmeyi vicdanî bir borç bilirsin. Sana eldiven hediye edene yüz teşekkür edip, ellerini yaratana şükür etmemek bilmem nasıl olur?

İnsanı firavunluğa götüren bütün bâtıl düşünceler, aslında şu noktada birleşirler: “İnsan kendine maliktir (sahiptir). Hür ve sorumsuz bir varlıktır. Emir altında hareket etmesi gerekmez. Dilediği gibi bir hayat sürebilir.”

Bu ve benzeri bütün isyan ve küfürler firavunun şahsında temsil edilmiş ve müminler bu gibi kötü sıfatlardan uzak kalmaya teşvik edilmişlerdir.

Halbuki insan, Cenâb-ı Hakk’ın bu kâinata koyduğu bütün kanunlara hassasiyetle uyar.

“Ben hür değil miyim? Havasız yaşamak istiyorum?” diyemez.

“Neden yere bağlı kalayım? Göklerde gezmek istiyorum.” diyemez.

“Daima genç kalmak istiyorum, ihtiyarlamayacağım.” diyemez.

Ve nihayet, “Ben bu âlemi çok sevdim, buradan gitmek istemiyorum.” da diyemez.

Her organını yaratılış gayesinde kullanmakta azami hassasiyet gösterir.

Kısacası kâinattaki kanunlara harfiyen uyan, bedenindeki nizama eksiksiz tebaiyet eden bu insan, kendini ve kâinatı yaratan Allah’ın emirlerine uyma konusunda kendisini nasıl hür ve serbest bilebilir!?..

Bu haliyle firavuna özenirken onun akıbetini hiç mi düşünmez!?..

Prof. Dr. Alaaddin Başar – Zafer Dergisi (Ağustos-2017)

Allah’ın Yaratması Bambaşkadır: Farklı Bir Davet

“Vâcib-ül Vücud’un Zât-ı Akdesi, başkalara hiç bir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir.” (Şuâlar)

Allah’ın varlığı vacibdir, yani varlığı zatındandır, ezeli ve ebedidir, olmaması muhaldir. Bütün mahlukatın varlıkları ise mümkin sınıfına girer, yani varlıkları Allah’ın var etmesiyle tahakkuk etmiştir, evvel ve ahirleri vardır, Onun yok etmesiyle de varlıkları ortadan kaybolur.

Allah’ın vacib olan zatı hiçbir varlığın zatına benzemediği gibi, sonsuz sıfatları da hiçbir varlığın sıfatlarına hiçbir cihetle benzemezler.

Bütün varlık âleminin yegâne maliki (sahibi) olan Allah, yarattığı her mahlukuna onun mahiyetine uygun sıfatlar takmıştır. Bilim adamlarının ifadelerine göre, bir milyon altı yüz bin tür canlı bu dünyada hayat sürmektedir. Her türün zatları gibi sıfatları da birbirinden farklıdır; yaptıkları işler de birbirine benzemezler. Kuşlar balıklara benzemedikleri gibi, uçmaları da yüzmeye benzemiyor.

Varlığı vacib olan Allah’ın işlerinin mahlukatın işlerine hiçbir cihetle benzemediğinin sonsuz örnekleri var.

Sadece bir örnek vermekle yetineceğim.

Allah’ın insanları ve hayvanları bu kâinat sarayına ve bu dünya misafirhanesine davet etme şekli insanî sultanların davetlerine hiç mi hiç benzemiyor.

Bu konuyu hakkıyla anlatabilsek, ne tabiatçıların ne materyalistlerin söyleyecek bir sözleri kalır, ne de evrimcilerin. İkna olmasalar bile mutlaka ilzam olurlar.

İnsanlar ve hayvanlar bir başka âlemde yaratılıp da bu dünyaya gelmiyorlar. Yani, hiçbiri gökten inmiyor, yıldızlardan yeryüzüne düşmüyorlar. Bütün misafirler sarayın içinden çıkıyorlar.

Yeryüzü sofrasındaki nimetler topraktan çıktıkları gibi, onlarla beslenecek ve onlardan istifade edecek misafirler de yine topraktan çıkıyorlar. Şu var ki, bu çıkış bitkilerde olduğu gibi doğrudan olmuyor, dolayısıyla oluyor.

Meselâ, tavuğun yediği gıdalar doğrudan topraktan çıkıyor. Onları yiyen tavuğun içinde yumurta meydana geliyor. Ve bu yumurta belli bir ısı seviyesinde, belli bir süre kaldığında, ondan yeni bir misafir meydana geliyor. Bu misafir de aslı itibariyle topraktan çıkmıştır, ama doğrudan değil, dolayısıyla.

Aynı şey insanlar ve diğer canlılar için de geçerlidir.

Şimdi bu misafirhanenin ve bu misafirlerin sahibini tanımak istemeyen insanlara şunu sormak gerekiyor:

Önce sofralar seriliyor, ama ortada misafirlerden eser yok. Sonunda o sofradan faydalanacak misafirler yaratılıyor. Bunu ne ile izah edeceksiniz?

Henüz ortada olmayan misafirler, birinin ilminde olacaklar ki, o zat o misafirlere uygun sofralar hazırlatsın. Aksi halde, sofradaki gıdaların henüz orada olmayan o misafirleri bilmeleri, tanımaları, zevklerine, mide yapılarına, sindirim sistemlerine vâkıf olmaları (bilmeleri) gerekir ki, kendilerini ona göre teşekkül ettirsinler.

Bu noktadan hareketle düşüncemizi yayabiliriz:

Henüz göz denen şey dünyada yokken, güneş yaratılmış; ışığı o gözlere yol gösterecek özelliklere sahip kılınmış.

İşitme özelliğine sahip kulaklar daha yaratılmadan, bunu sağlayacak hava unsuru yaratılmış.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Sonunda şu gerçek bütün açıklığıyla kendini gösterir. Saray kimin ise misafirler de onundur, sarayda serilen sofralar da…

Bütün bunlar bir zamanlar yoktu. Ama Allah’ın ilminde hepsi mevcut idi. Onları, hikmetinin gereği üzere, belli bir sıra ile yokluktan kurtarıp varlık sahasına çıkardı.

Önce havayı yarattı; sonra ciğerleri.

Önce otları yarattı; sonra otla beslenen hayvanları.

Önce atı yarattı; sonra ona binecek ve onu sürecek insanı.

Bunların hiçbiri ne tesadüfle açıklanabilir, ne evrimle, ne tabiatla.

Prof. Dr. Alaaddin Başar – Zafer Dergisi

Kur’an Yeter Diyenlere

Ülkemizde Kur’ân hakikatlerine gönülden bağlı, İslâm ahlâkını benimsemiş, ibadetlerini yerine getiren büyük bir gençlik kesimi var. Bunların sayılarının her geçen gün biraz daha artması, bütün düşmanlarımızı derinden düşündürüyor. Bu yıkıcı güçler, gençliğin İslâm’la tanışmasına engel olmak için özellikle içkiyi, uyuşturucuyu, sefahati, her türlü ahlâk dışı işleri sürekli teşvik ediyorlar.

Hedefleri, akıl ve kalplerini şehvet odaklı işleten sorumsuz bir gençlik ortaya çıkarmak. Bu vadide hayli yol aldıklarını da teslim etmek durumundayız. Ancak, yıkımın kolay, yapmanın zor olduğu dikkate alındığında, onları ümitsizliğe düşüren bir tablonun her geçen gün biraz daha büyüdüğü de bir gerçek. 

Yıllar önce, tuhaf bir akım çıkmıştı ortaya. Bu konu üzerinde biraz durmak gerekiyor.  

Bunlar diyorlar ki, Kur’ân’da her şey vardır, başka bir kaynak aramaya gerek yoktur. Böyle diyenler, İslâm’ın temeli olan kelime-i şehadetin her iki kanadına da iman ettiklerini ifade etmekle birlikte, ikinci kanadı, amel konusunda hiç nazara almama gibi tuhaf bir yola girmiş bulunuyorlar. Bunun için de, hadis-i şerifleri İslâm’ın ikinci kaynağı olarak kabul etmiyor, her şeyin zaten Kur’ân’da bulunduğunu, bunlara gerek olmadığını söylüyorlar.

Kendilerine diyorsunuz ki, “Kur’ân’da namaz emredilmekle birlikte nasıl kılınacağı tafsilatıyla anlatılmamış; hadis-i şerifler ve Allah Resulünün (asm) uygulamaları olmaksızın nasıl namaz kılacağız?”

Bu sorunuza, “Kur’ân’da anlatılandan ne anlıyorsak namazı öylece kılacağız” diyorlar. Soruyorsunuz, “Kur’ân’da beş vakit namaz açık olarak geçmiyor, sadece sabah ve akşam namazından bahsediliyor, bir de orta namazdan. Bu ise ikindi namazı olarak anlaşılabiliyor” dediğinizde, size hemen hak veriyor ve “Zaten namaz iki vakittir üçüncüsü bizim tercihimize bırakılmış” diyorlar. “O halde,” diyorsunuz, “iki vakit de olsa bu iki namazı kaç rekât kılacağız, namazda neler okuyacağız. Zira bunlar da Kur’ân’da açıklanmamış.”

Bu sorunuza şu garip cevabı alıyorsunuz: Rekat diye bir şey yok, Kur’ân’da sadece namaz emredilmiş, rükûdan, secdeden bahsedilmiş, kıble tayin edilmiş. Gerisini kişi kendisi belirleyecek. Dilediği namazı yine dilediği gibi kılabilir; bir rekât da kılar, on rekât da.

KENDİ SÖZLERİNE KENDİLERİ DE İNANMIYOR

Bu kesimin bütün yanılmalarını burada aktarmaya gerek yok. “Namaz dinin direğidir” (Tirmizi, İman, 8) hadis-i şerifinden hareketle açıklamalarımızı sadece namaz örneği üzerinde yapmakla yetineceğiz. Diğer ibadetlerdeki fikir sapmaları da bundan farksız.

Önce, etrafımıza şöyle bir bakalım, bunların dediği şekilde namaz kılan kimse var mı? Yok. Kendilerinin de böyle bir namaz kıldıklarını hiç sanmıyoruz. O halde, bu fikrin neticesi, güya Kur’ân’a uygun namaz kılma perdesi altında, namaz kılmayan bir nesil yetiştirmek. 

Kur’ân’ın ilk muhatapları ve Resulûllah’ın (asm) ilk arkadaşları ve talebeleri olan sahabelerin böyle bir namaz kıldıklarını bunlar da iddia edemiyorlar. Sahabeler, Allah Resulünün (asm) her hareketini, özellikle de ibadete dair uygulamalarını büyük bir titizlikle aynen tatbik ve taklit etmişler. Onları takip eden tabiin döneminde ve daha sonraki asırların Müslümanlarında da böyle bir ferdî ve keyfî uygulama görülmüyor. Bu hal, tâ bu asra kadar böylece devam etmiş ve ediyor. 

DEDİKLERİ GİBİ OLSAYDI PEYGAMBERE GEREK KALMAZDI

Yine bunların telakkisine göre, Peygamber Efendimiz de (asm) namazın nasıl kılınacağını ümmetine öğretmeyen, onları bu noktada kendi görüşleriyle baş başa bırakan birisi olarak görülüyor. “O halde, peygambere ne gerek vardı?” diye bir soru akla gelebiliyor. Eğer peygamberin tek görevi insanlara Kur’ân’ı tebliğ etmek ise ve Kur’ân’ın nasıl yaşanacağı konusunda örnek olmak gibi bir görevi yoksa, o zaman Kur’ân’ın nazil olması, peygamber olmaksızın bir melekle de gerçekleştirilebilirdi.

Melekler, diledikleri şekillere girebilen nuranî varlıklardır. Nitekim Cebrail aleyhisselam Allah Resulünün (asm) huzuruna, sahabeden Dıhye’nin suretiyle çıkabildiğine göre, Cenab-ı Hak, Kur’ân’ı da Cebrail vasıtasıyla ve Tevrat’ta olduğu gibi bir defada toplu olarak inzal eder, uygulamasını insanların şahsî görüşlerine ve tercihlerine bırakabilirdi.

KUR’AN’DA AYRINTILI AÇIKLAMA YAPILMAMIŞ

Bu kişilerin takıldıkları nokta, “Cenab-ı Hakk’ın Kur’ân’da namazı ve diğer ibadetleri bütün tafsilatıyla anlatmadığı” meselesi. Onlar, bunu şöyle yorumluyorlar: Demek ki, buna gerek yok ve kulların bu konuda serbest bırakılmaları onlar için bir rahmet.

Böyle bir anlayışa göre, beşerî kanunlarda da bu kadar tafsilata gerek yok. Bütün suçları tek tek sıralamak, bunların cezalarını bütün teferruatıyla ortaya koymak yersiz ve mânâsız. Herkes anayasayı incelesin, nasıl anlıyorsa öyle uygulasın. 

Yine bu anlayışa göre, kâinat kitabındaki ince mânâları da araştırmak yersiz. Allah açıkça neyi göstermişse onunla amel etmek kâfi. Yani, güneşle yolunu göreceksin, havayı teneffüs edeceksin, toprağı ekip biçeceksin, suyu içecek ve ekinlerini sulayacaksın o kadar. Ne yer altı kaynaklarını, ne iç organların görevlerini, ne genlerin, ne atomların, ne ışınların keyfiyetini araştırmak gerekmez. Zira, gerekseydi Allah onları da güneş gibi, su gibi gözümüze gösterirdi. 

Böyle bir düşünce insanı nasıl ilimden ve medeniyet nimetlerinden mahrum bırakırsa, sadece Kur’ân ayetlerinde açıkça beyan edilen mânâlara bakmak da Kur’ân’ın çok geniş ilim ikliminden ve çok derin feyiz kaynaklarından insanı mahrum eder. Böyle bir kişi, sadece anladığı kadarıyla yetinir, anlamadıklarını yahut açıklanmayan hükümleri yaşama ihtiyacı duymaz. Zaten nefsin de istediği böyle şükürsüz bir hayat, ibadetsiz bir dindir.

HEVESLE İÇTİHAT YAPILMAZ

İçtihada karşı çıkan ve mezhepleri tanımayan bu kişilerin yaptığı da, aslında çok yanlış bir içtihattır. Yani, “Sadece Kur’ân ayetleri yeterlidir, hadislere bile ihtiyaç yoktur” demek, başlı başına ve sorumsuzca yapılmış cüretkâr bir içtihattır.

Zira, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Sadece ayetlerle iktifa edin, Peygamberin sünnetine uymanız gerekmez” mânâsında bir ayet yoktur. Aksine, o Hak elçisine her hususta uymamız gerektiğini emreden ayetler mevcuttur.

O halde böyle bir anlayış, tamamen his ve hevesten kaynaklanan yanlış bir içtihattır.

Bakınız, içtihat kapısını açan ve ayetlerden hüküm çıkarmaya imkân veren ayet-i kerimede ne buyuruluyor:

“Eğer o meseleyi peygambere ve müminlerden ihtisas sahibi kimselere havale etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi.” (Nisâ, 4/83)

Ayette geçen “istinbat” yani hüküm çıkarma imkânı, yine ayetteki ifadesiyle ulu’l-emr olan yetkili kişilere tanınmıştır. Nitekim, bu ayetin verdiği müsaade ile Allah Resulü (asm) bizzat içtihat yaptıkları gibi, sahabenin yetkili âlimleri de içtihatta bulunmuşlardır.

“Sadece Kur’ân’la amel ederiz” diyen kişiler Kur’ân’ın bu ayetiyle de amel etmek gerektiğini, bunun ise yetkili kişilerce yapılan içtihatlara uymak manasına geldiğini de bilmelidirler. 

Fıkıh konusunda zamanın ihtiyacına ve ortaya çıkan yeni durumların halline dair yapılan içtihatlar, Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, yüzde on kadardır; şeriatın yüzde doksanlık kısmı ise muhkemattır, yani kati hükümlerdir. Kur’ân’ın açıkça bildirdiği meselelerde ve Allah Resulünün (asm) kati beyanlarında içtihat yapılamaz ve bunlar şeriatın yüzde doksanını teşkil ederler.

Mesela Allah Resulü (asm) namazla ilgili ayetleri nasıl uygulamışsa bunlara aynen uymak, her Müslüman üzerine bir borçtur. Peygamber Efendimiz (asm) sabah namazını iki rekât kılmışsa, bunu ne bire indirmeye, ne de üçe çıkarmaya kimsenin yetkisi yoktur. O Hak Elçisi (asm) bütün ömrü boyunca sabah namazını iki rekât kılmışken, bütün ashab-ı kiram da Ona aynen uymuşlarken, bugüne kadar gelen bütün âlimler ve onlara uyan bütün müminler de bu konuda ittifak halindeyken, artık “Kur’ân’da sabah namazının iki rekât olduğuna dair bir ayet yok” gibi bir gerekçe ile, başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere bütün Müslümanlara ters bir uygulamaya gitmek, dini tahrife yönelik değilse, çok büyük bir gaflettir.

PEYGAMBERE İTAAT OLMADAN ALLAH’A İTAAT OLMAZ

Yine bu kişiler Kur’ân’ı okuduklarına göre şu ayet-i kerimeleri de görmüşlerdir:

“Her kim de, hidâyet yolu kendisine iyice belli olduktan sonra, Resulûllah’a muhalefet eder ve müminlerin yolundan başka bir yola tâbi olursa, Biz onu döndüğü yolda bırakırız. Fakat âhirette kendisini cehenneme koyarız. Orası ne fena bir varış yeridir!” (Nisa, 4/115)

“Peygamber size her ne getirirse onu alın, sizi neden men ederse ondan da sakının.” (Ahzab, 33/21)

“Kim Resulûllah’a itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 4/80)

“De ki: Allah’a ve Resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse, elbette Allah küfre girenleri sevmez.” (Âl-i İmran, 3/32)

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana ittiba edin; tâ ki Allah da sizi sevsin…” (Âl-i İmran, 3/31)

“Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin. Kur’ân’ı ve Resulûllah’ın öğütlerini işitip durduğunuz halde ondan yüz çevirmeyin!” (Enfâl, 8/20)

“Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve salihlerle birliktedir. İşte bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ, 4/69)

“Allah ve Resûlü, herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab, 33/36)

“Hayır, hayır! Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilâf ettikleri meselelerde seni hakem kabul edip, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 4/65)

Cenâb-ı Hak, bu ayet-i kerimelerde Resulünü hiç nazara vermeden, doğrudan, “Benim emirlerime uyun, yasaklarımdan sakının. Bana itaat edin…” diyebilirdi. Bunun yerine, bu ifadelerin ihtiyar edilmesi, Allah’a itaatin peygambere uymaksızın mümkün olamayacağı içindir.

Hele bazı hükümler vardır ki, en âlim insanlar da bu konuda bir karar veremezler. Mesela, örneğimizi de yine namazdan verelim. Yetkili âlimlerimiz namazın vakitleriyle ilgili ayet-i kerimelere bazı izahlar getirebilseler bile, namazın rekâtlarına, rükû ve secdelerin sayılarına, bunların yapılış sıralarına, rükûda ve secdede okunacak tespihlere kadar çok meselede bir hüküm veremezler. Zira, bu gibi meseleler peygamber talimi olmaksızın mücerret akılla ve ilimle halledilemez. 

Sadece bir kısmına kısaca değinmekle yetindiğimiz bu hataların, bir kasıt eseri olmayıp gafletten kaynaklandığına inanmak istiyor ve kendilerinin bu yanlış yoldan en kısa zamanda dönmelerini temenni ediyoruz. Aksi halde, bazı kişilerin namazsız ve ibadetsiz bir hayat geçirmelerine sebep olacaklar ve “Sebep olan işleyen gibidir” hükmünce onların bütün ihmallerinin ve günahlarının bir katı da kendilerine yazılmakla büyük bir zarara uğrayacaklardır.

Prof. Dr. Alaaddin Başar – Zafer Dergisi

Benlik Duygusu İnsana Niçin Verilmiştir? / Enenin Açtığı Kapılar / Ayetteki Emanet Kavramı

“Âlemin miftahı (anahtarı) insanın elindedir ve nefsine takılmıştır.”

“Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır.”

(Bediüzzaman, Sözler, 30. Söz)

“Âlemin miftahı” ifadesi “kâinat kitabının anlaşılması” mânâsında mecazî bir ifadedir. Nefis kelimesi ruh ile bedeni birlikte ifade eder. Altıncı Söz’ün başında yer alan âyet-i kerîmede mealen “Allah, müminlerden nefislerini ve mallarını cennet mukabilinde satın aldı.” buyruluyor. Ayette geçen ‘nefis’ kelimesi insana ihsan edilen dahili nimetleri, ‘mallar’ ise harici nimetleri ifade eder. Burada nefis kelimesi “zat, kendi” anlamındadır. Yani “Allah, insanın hem kendini, hem de malını cennet karşılığında satın aldı” demek olur.

Mesela, önümüzde açık vaziyette bir kitap bulunsun. Bu kitap zâhiren yani görünürde açıktır, ama bir kişi okuma bilmiyorsa kitap onun için hakikaten kapalı demektir. Kâinat da bir kitaptır. Bu ‘kâinat kitabının’ taşıdığı sonsuz mânâlar da hayvanlar âlemi için kapalı demektir. Onlar bu âlemden istifade ederler, ama o kitabı okuyamazlar. Varlıkların ne özelliklerini bilirler, ne de görevlerini…

Bediüzzaman Hazretlerinin beyan ettiği gibi “Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlahiyedir.” Bir insan, herhangi bir varlıkta tecelli eden İlâhî isimleri okuyamadığı taktirde, o şey o kişi için kapalı bir kitap gibi olur. Varlıkları zahiren tanır veya tanıdığını zanneder, fakat hakikatte ise onları bilmemekte, tanımamaktadır.

Burada On İkinci Söz’deki o harika misâli hatırlayalım. Özet olarak arz edeyim:

Bütün harfleri ve kelimeleri ayetlerin mânâlarına uygun mücevherlerle yazılan bir Kur’ân-ı Kerîm, İslâm’dan uzak bir felsefeciye gösterildiğinde o adam nakışların özellikleri konusunda çok şeyler söyler ama mânâsına hiç ilişmez. Çünkü Arabî yazıyı okumayı bilmemektedir; hatta baktığı ve hakkında konuştuğu o kitabın Allah kelamı olduğundan da habersizdir.

İşte bu adam için de o kitap zahiren açık görünse de hakikatte kapalıdır.

“Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini (gizli hazineler olan isimlerini) onunla keşfeder.”

Konunun emanet yönü üzerinde duralım:

Bediüzzaman Hazretleri “kırk yıllık hayatında, otuz yıllık tahsilinde öğrendiği dört kelime ile dört kelamdan” söz ederken, birinci kelam olarak “İnni lestü maliki” yani “Ben kendime malik (sahip) değilim.” buyurur ve ilave eder, “Malikim kâinatın malikidir.”

Bir başka dersinde de “Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.” hakikatini işler.

Bu iki dersi birlikte düşündüğümüzde şu neticeye varırız:

Biz ne gözümüzü ve kulağımızı, ne de aklımızı ve hafızamızı dilediğimiz gibi kullanamayız. Çünkü bize ihsan edilen bu maddî ve manevî cihazların tamamı Allah’ın mülküdür ve bize emanet olarak verilmiştir. Onlarla hem dünya nimetlerinden faydalanırız, hem de ahiretimiz için faydalar ediniriz.

İşte ruhumuza takılan enaniyet (benlik) duygusu, yani “bizdeki her şeyi kendimize nispet etme ve onlara sahip çıkma” özelliğimiz de bir emanettir. Bunun mülk sahibinin rızası istikametinde nasıl kullanılacağı, aksi halde ne gibi zararlara düşüleceği bu dersin ana konusudur.

Mesela bir asker askerlik süresince kullandığı tüfeğine “benim tüfeğim” der, ama yine çok iyi bilir ki o tüfek kendisine “emanet”tir, onu kendi keyfince kullanamaz. Kullanırsa cezaya çarptırılır. İnsana verilen nimetler de birer emanettir; insan onların gerçek sahibi değildir.

Prof. Dr. Alaaddin Başar – Zafer Dergisi

Büyük Hastalık: Tekfir

Tekfir, günahkâr müminlerin kâfir olduğuna hükmetme hastalığıdır. Bu çok hassas ve tehlikeli konuda, âlimlerimiz şöyle bir ölçü getirmişlerdir:

İman, kalbin kabulü ve dilin ikrarıyla sabit olduğu gibi, küfür de kalbin reddi ve dilin bunu ifade etmesiyle tahakkuk eder.”

Buna göre, bir mümin, İslâm’ın ruhuna ters düşen bir takım davranışların içine girmişse onun kâfir olduğuna hemen hükmedemeyiz. Çünkü ne kalbine nüfuz edebilmiş, ne de dilinden İslâm’ı reddeden bir söz işitmişizdir.

Ehl-i sünnet itikadına göre, “Bir kişinin küfrüne doksan dokuz delil olsa, imanına ise bir tek delil bulunsa, bu tek delile göre hüküm vermek gerekir.”

Bu konuda Allah Resulünün (asm.) şu hadis-i şerifi tüyler ürperticidir ve hepimizi azamî dikkate davet eder:

“Bir kişi diğerine kâfir dediğinde, o söz havada kalmaz. Eğer karşısındaki gerçekten kâfir ise söz ona ulaşır. Eğer değilse geri döner ve o sözü söyleyeni kâfir yapar.”

Bediüzzaman Hazretleri, bu konudaki hassasiyetini şu cümlelerle ifade eder:

Said’i bilenler bilirler ki, mümkün oluğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamda görse de, yine tevile çalışır. Onu tekfir etmez.

Biz, yanlış yolda gidenlerin doğruya ulaşması için çalışan bir ıslahçı ve manevî hekim olmaya çalışmalıyız. Peygamber Efendimiz (asm) gibi şirke düşman olmalı, ama müşriklere acımalı ve onları kurtarmaya çalışmalıyız. Aksi halde kimseye faydalı olamayacağımız gibi, kendimize de en büyük zararı vermiş oluruz.

Prof. Dr. Alaaddin Başar