Etiket arşivi: Prof. Dr. Himmet Uç

YÖK’e, Diyanet’e ve Milli Eğitim’e açık mektup!

YÖK Başkanına, Diyanet İşleri Başkanına, Milli Eğitim Bakanına açık mektup

Din ile fen bilimleri, din ile sanat,  din ile edebiyat mizaçları gereği tarih boyunca birlikte gitmişlerdir.

Ortaçağ sanatı sadece dini bir bakış açısını temsil eder, orada fen bilimleri ile din arasında bağlantı kurulamadığı için sapmalar ve yanlış anlaşılmalar, taassup ortaya çıkmıştır. Dünyanın döndüğünü iddia eden bir fizikçi suçlanmış ve büyük zulüm görmüştür.

Bediüzzaman bu tarihsel akışı bildiği için sadece dini ilimlerden taassubun doğduğunu söyler, bu taassub fenni ilimlerin tahsili ile dengelenir, muvazene  sağlanır.

 MEDRESETÜZZEHRA YENİ BİR DERS PROGRAMI VE MÜFREDAT

Van’daki ilk hayatında fen bilimlerinin öğrenilmesini düşünmüştür, kendisi bir senteze vardığı gibi talebelerine de fen bilimlerini okutmayı zorunlu görmüş ve bunu bir program olarak ortaya koymuştur.

Medresetü’z- Zehra bir mekân olmaktan çok bir uygulama bir ders programı ve yeni bir müfredat ve özellikle din eğitiminde bir perspektiftir.

 Batı fenne dini bir yorum getiremediği için nihilizm ve ateizm, felsefi natüralizm yaygınlaşmıştır.

 BİZİM, BATININ DA BAŞARAMADIĞI BİR MODEL

Bediüzzaman’ın yeni bir üniversite modeli, batının da bizim de başaramadığımız bir modeldir.

İlahiyat fakültelerinde  din ve edebiyat,

din ve sanat,

din ve fen gibi üç ders okutulursa  bu sorunlar sona erer.

O zaman Bediüzzaman’ın projesi ki bu gün dünyanın uygulamakla büyük sıkıntılardan kurtulacağı bir projedir. Yüz yıl önce  düşünülmüş ve örnekleri verilmiş bir üniversite  anlayışıdır.

Bediüzzaman ilimlerle din arasında, sanat, edebiyat ve fen arasındaki bağlantıları Risale-i Nur’da göstermiştir.  O dini hakikatleri edebiyatın temaları ile karıştırmış ve ortaya dini edebiyat örnekleri vermiştir.

Ayet’ül Kübra bir sinema ve roman, bir tiyatro formunda dini anlatır.

 Diyalogları, monologları, nesne ilişkileri saymakla bitmeyen özellikleri Bediüzzaman’ın din sanat ve edebiyat, özellikle fenni imtizac ettirdiği bir eseridir.

DİN, SANAT, EDEBİYAT VE FEN

 Tarih boyunca birbirine aykırı yollarda yürümüş din sanat edebiyat ve fenni Bediüzzaman büyük bir kelime ve tema mimarisi ile bir araya getirmiştir.

 Aynı şey Haşir, Münacaat, Muhakemat, daha birçok eserinde uygulanmıştır. Bu meselenin tehir edilecek yanı yoktur.

YÖK Senatosu veya yeri nereyse İlahiyat fakültelerine edebiyat ve fen fakültelerine, din, edebiyat, sanat ve fen karışımlarına göre dersler koyar, akıllı Kemalist bile buna karşı çıkmaz, fenci karşı çıkmaz, çünkü bu ülkede ihtilafların kaynağı dini layığı ile anlamamak ve anlatamamaktır.

MANEVİ HASTALIKLARIN TEDAVİ MERKEZİ: FEN, İLAHİYAT VE EDEBİYAT FAKÜLTELERİ

 İlahiyatçılar mantıktan uzak kalbî bir dini anlatırsa aklı hasta olmuş bir toplumda ateizmi engelleyemez.

 Din geleneksel kültürden gelen tabakaların elinde ihtiyarların, münzevilerin elinde kalır, namaz vakitlerinde camilerde ihtiyarlar, emekliler tek tük de gençler görünür. Eğer aklın fen ve felsefe ile hastalıklı yapısını fen fakültesi, ilahiyat ve edebiyat fakültesi tedavi ederse bu sorunlar biter.

Risale-i Nur’da Bediüzzaman kozmografyacı ve coğrafyacıları muhatab alır evrenin astronomik yorumlarını nazara verir. Onları çıplak öznesiz yorumlamayı ironik olarak alaya alır ve doğru tespitlerde bulunur.

“Ey kozmografyacı Efendi, hangi tesadüf bu işlere karışabilir.

 Hangi esbabın eli buna ulaşabilir. Hangi kuvvet buna yanaşabilir. Haydi, sen söyle.” (Sözler 628)

“İşte ey Coğrafyacı Efendi, bu zemin kafası yüz bin ağız, her birinde yüz bin lisan ile Allah’ı tanıttırsa ve sen O’nu tanımazsan başını tabiat bataklığına soksan, derece-i kabahatini düşün.” (Sözler 629)

Bediüzzaman bu beyanları ile dinden kopmuş olan coğrafya ve astronomi konusunda örnekler verir, bu uygulamanın  mekteplerde, üniversitelerde dinden soyutlanmış metinlere yedirilmesini telkin eder. Bu bir prototiptir, ilmin yanılgısına bir, iki veya beş örnek vermiştir. –Bu örnekler çoktur.- Bu bakış açısı bütün ilimlere uygulanmıştır Bediüzzaman’ın eserlerinde. Yine coğrafyacıları ikaz eder.

 “Ey coğrafyacı Efendi. Bunu ne ile izah edersin.

Hangi tesadüf bu acaib-i masnuat ile dolu sefine–i Rabbaniyeyi  bir mahşer-i acaib yaparak yirmi dört bin sene  bir mesafede, bir senede süratle çevirip, onun yüzüne dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin.” (Sözler 629)

Bu bahisler Bediüzzaman üniversitesinin dersleridir, her Risale dershanesinde yıllardır okunur. Ama artık üniversite kürsülerine çıkmalı, o zaman bu kadar terörle heba edilen para ve insan gücü geri döner.

Yine astronomiciyi eleştirir.

 “İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur’an güneşinden gözünü yuman kozmografyacı Efendi.” (Sözler 167)

Otuz ikinci sözün birinci mevkıfındaki haşiye yirmiye yakın ilmin verilerini bir enmuzeç metin halinde bir araya getirmiştir. Tek başına bu metin Bediüzzaman’ın ilimler ile din arasında kurduğu bağlantıyı anlatır.

Tıp, Anatomi, Fizyoloji, Kimya, ağırlıklı olarak birlikte işlenmiştir. Şu metni biz bu ülkenin fakültelerinde bir anlatsak Bediüzzaman’ın üzerindeki bu siyasi yorumlar, ırki yorumların ne kadar yüzeysel olduğu ortaya çıkar. Anlatımda Bediüzzaman’ın kurgusal ve fiktif zekası da malzemeyi armonik bir şekilde birleştirmiştir. Bu metin bütün tıp, kimya, fizik ve fizyoloji metinlerine uygulanabilir bu bakış açısı ile birçok kitap yazılabilir.

“Sâni-i Hakîm beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halk etmiştir. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür; bir kısmı da, çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelânına medârdırlar.

Kan ise, içinde iki kısım küreyvât halk edilmiş.

 Bir kısmı küreyvât-ı hamrâ tâbir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlâhî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor-tüccar ve erzak memurları gibi.

 Diğer kısmı küreyvât-ı beyzâdırlar ki, ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdâfaadır ki, ne vakit müdâfaaya girseler, Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile süratli bir vaziyet-i acîbe alırlar.

Kanın heyet-i mecmûası ise, iki vazife-i umumiyesi var.

 Biri bedendeki hüceyrâtın tahribâtını tâmir etmek; diğeri hüceyrâtın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir.

Evride ve şerâyin nâmında iki kısım damarlar var ki; biri sâfî kanı getirir, dağıtır, sâfî kanın mecrâlarıdır. Diğer kısmı, enkazı toplayan bulanık kanın mecrâsıdır ki, şu ikinci ise, kanı, “ree” denilen nefesin geldiği yere getirirler.

Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir:

 Biri azot, biri müvellidü’l-humuza. Müvellidü’l-humuza ise, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvîs eden karbon unsur-u kesîfini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizâc eder, buhar-ı hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılâb ettirir; hem hararet-i garîziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünkü, Sâni-i Hakîm, fenn-i kimyâda aşk-ı kimyevî tâbir edilen bir münâsebet-i şedîdeyi müvellidü’l-humuza ile karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâhî ile, o iki unsur imtizâc ederler. Fennen sabittir ki, imtizâcdan hararet hâsıl olur. Çünkü imtizâc, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki:

O iki unsurun, herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var.

 İmtizâc vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi, bunun zerresiyle imtizâc eder; birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallâk kalır. Çünkü imtizâcdan evvel iki hareket idi; şimdi, iki zerre bir oldu. Her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni-i Hakîmin bir kanunu ile hararete inkılâb eder. Zâten, “Hareket, harareti tevlid eder” bir kanun-u mukarreredir.

İşte bu sırra binâen, beden-i insaniyedeki hararet-i garîziye, bu imtizâc-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi; kandaki karbon alındığı için, kan dahi sâfî olur. İşte, nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş’âl ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mu’cizât-ı kudret-i İlâhiye olan kelime meyvelerini veriyor.

Fesubhane men tahayyere fi sunihil ukul (Sanatında akılların hayrete düştüğü Allah, her türlü kusur ve noksandan uzaktır.)(32.Söz)

Sayın YÖK Başkanı,

Sayın Diyanet İşleri Başkanı ve

Milli Eğitim Bakanı.

 İşte Bediüzzaman’ın reçetesi. Newton, Galileo, Kristof Kolomb  değil, Edison da değil, milletlerin ve dinlerin battığı girdabı görmüş bir olağanüstü adam, artık geç kaldık, yarından tezi yok bunu uygulamaya koyalım.

Prof. Dr. Himmet UÇ

Risale-i Nur’lar Klasik ve Evrenseldir

Klasik eserler insanlık tarihi boyunca insanın evrenselliğine paralel olarak onun değerlerini sürekli kılan yapılara sahip olmuşlardır.

Onlar adeta insanla atbaşı giderek onun dini, dili, hayali, milli hassasiyetlerinde değişmeyen ölçüler koymuşlar ve her zaman ve zeminde değerlerini ve sıcaklıklarını korumuşlardır. Klasik eserler toplumların mayası ve sabitliğini sağlamışlardır.

Klasik eserlerin yapısını tarif eder Boileau,

Sanatın akıl, sağduyu ve doğa gibi üç temeli vardır.

Her eser değer ve cilasını akıldan alır ve sağduyuya uymayan hiçbir sanat eserinin estetik bir değeri yoktur.

Güzelliğin esasını hakikat teşkil eder, hiçbir şey hakikatten daha güzel değildir ve ancak hakikat sevimlidir.

Sanatta incelenecek ve etkilenecek tek kaynak tabiat olmalıdır.”(Cemil Sena, Estetik 241)

Risale-i Nur’un özellikleri akıl, sağduyu ve tabiattır.

Bediüzzaman eserlerinde asırların ve fikirlerin değişmesiyle erozyona uğrayan ve hastalaşan, değerlendirme melekesini kaybetmiş olan aklın sabit değerlendirmeler ve yorumlar kazanmasını sağlamıştır.

Onun her eserinin arka planında akıl vardır, Onuncu Söz ‘de ahireti anlamayan İbn-i Sina ve daha önceden bu hakikatı anlamayan aklı onu anlayacak hale getirir.

Gündelik meselelerle uğraşmaz Bediüzzaman, kıyamet kopuncaya kadar Haşir hakikatı aklın handikapıdır ve bir Haşir risalesine dönemsel olmayan bir gerçeklikle bağlıdır. Onu vicdanı arar.

MUHAKEME VE YORUM LABARATUARI

Sağduyu yine Bediüzzaman’ın değerlendirmelerinin kaynağıdır, akıl eğitilir sağduyuyu eğitir, Bediüzzaman sağduyusu ile her olaya yaklaşır ve çözümler.

Tabiat, Bediüzzaman’ın eserlerinin muhakeme ve yorum laboratuarıdır. Onun eserlerinde akla ve mantığa ve kalbe yardım eden bir Tabiat gözlemleri zinciri vardır. Hem özellikle vardır, onun tabiat levhalarının hiçbiri dönemsellikle yâd edilemez.

Anlaşılıyor ki sağduyu, akıl, hakikat ve doğaya uygun olan düşünce ve duygular, gerek dil, gerek inanç ve anlayış itibariyle örnek niteliklere malik olan klasik eserlere yansırlar. Dönem ulus ve ihtiyaçlar ne kadar değişirlerse değişsinler, daima aynı akla uygun bir düzene bağlıdırlar, Zorunluluklara ve esaslara önem vermek, ayrıntılardan ve gelip geçici olanlarla mümkün olanlardan kaçınmak gerektir. Bediüzzaman bir hakikatperesttir ve insanları da hakikat perest olmaya eğitir.

Risale-i Nur’da onlarca hakikat çeşidi vardır, bu hakikatler son yüzyılların felsefi ve fenni tesiriyle yıpratılmış hatta yok edilmişlerdir.

Bediüzzaman bu değişmeyen ve herkesin zorunlu tecrübesi olan hakikatı talim ettirir, bu bahis büyük boyutludur.

Bütün akaidi hükümler aynı zamanda hakikattir.

  • Ahiret bir hakikattir.
  • Haşir bir hakikattir.
  • Melekler bir hakikattir.
  • Miraç bir hakikattir.
  • Nübüvvet bir hakikattir.

Bütün bu hakikat burçlarını Bediüzzaman insanın zihin ve akıl planına getirir onları anlamalarını onlarda fani olmalarını sağlar, bunlar dönemsel değil insanın klasik tabiatının değişmezliğine paralel hakikatlerdir.

Klasik eserlerin bir başka noktası, seçilecek konuların herkeste bulunan sağduyunun kavrayabileceği olgu, hal, duygu, düşünce ve inançlardır.

Klasik bir eserde zaman, uzay ve konu arasında bir birlik olmalıdır.

Klasikler insanın her çağda, her toplumda daima aynı duygu ve düşüncelere malik olduklarını, vicdan ve anlayış itibariyle aralarında bir fark olamayacağını kabul ederler.

Bu nedenle de eserlerinde değişmez tipleri örnek gösterirler. Klasiklerde akıl sanata yansımıştır.

Bütün bu özellikler Bediüzzaman’ın eserlerinin özellikleridir. Bediüzzaman eserlerinde değişmez tipler ortaya çıkarır. Bütün bir Sözler kitabında bir tipler külliyatı vardır.

Altıncı sözde iki kişi vardır, biri malını Allah’a satmaya diğeri satmamaya örgütlüdür.

Birinci sözde muhatab Bismillah’ın ilahi asansörüne biner, semaya çıkar, Allah’a muhatab olur. Bunlar nasıl dönemsel olabilir.

1898 ‘de klasikler münakaşası yapılır Osmanlı matbuatında, dönemin muharrirlerinden Hüseyin Daniş bey Klasik”i tarif eder.

Mertebe-i alelali, derece-i bülendi ihraz edip, ilelebed nümune-i imtisal, sermeşk-i taklid olmak selahiyetini haiz asara klasik denir.” (Hüseyin Daniş, Malumat, İkram-ı Aklam 6 Eylül 1898)

Yüksek ve büyük bir mertebe ve derece kazanmış eserdir klasik.

Numune-i İmtisal örnek alınan bir eserdir.

Bütün İslam dünyası Bediüzzaman’ın gayet yüksek ve ali, ve örnek yapısını dinin anlatımında esas almışlardır. İlelebed numunedirler, her zaman taklid edilirler. Türkiye’nin maneviyat erlerinin çoğu onun rahlesindedirler, eğitimleri her gün devam eder.

Roma’da “ seçkin edipler tabakasını teşkil eden roman ve Atina şairlerine, kalem sahiplerine Auctores Clasici anlamında klasik yazarlar dendi” (aynı yazı)

Yine Hüseyin Daniş bir başka tarifle “meşk ittihazına layık measir-i kalemiye“ (Ahmet Cevdet, İkdam 25 Ağustos 1898)Örnek alınacak bir metindir klasik eserler.

Necip Asım, Kitapçı Haşet’in neşrettiği klasikler cetvellerini yetersiz bulur.

O cetvelleri bir Avrupalının gayrisi tedkik ederse ne kadar nakıs, ne derece insafsızca tertib edildiğini görür de şaşar. Küre-i arz üzerinde binlerce asırdan beri gelip geçen akvamın klasikleri üçyüz parçayı geçmiyor. Bunlar da bir ikisi müstesna olmak üzere hep Yunan ve Latin ve Avrupa metaından ibaret” (Necip Asım, Klasikler, Malumat 3 Eylül 1898)

Klasiklerin önemli bir yanı dili ve değerleri korumalarıdır. Hüseyin Daniş söyler

Bir milletin içinde yetişen klasiklerin cümlesinin bir tarz-ı kelamda bir devirde, bir asırda tuluları şart değildir, muhtelif devirlerde doğarlar, mütenevvi şivelerde teferrüd edebilirler. Yunanilerde Homeros ve Eflatun ikisi de klasiktirler. Aralarında tam altı asırlık bir fark vardır. Bu müddet-i medide zarfında lisanın kemali tağyire uğramayarak kalmış yahut tevessü etmiştir.” (Hüseyin Daniş , İkram-ı Aklam , 6 Eylül 1898)

Klasiklerin bir önemli yönü milletlerinin dilini toparlamak ve yükseltmektir.

Daniş Bey Shakespeare ve Dante’nin biri İtalya’da biri İngiltere dillerin toparlanmasına yükselmesine neden olmuşlardır. “Dante İtalya’da Shakespeare İngiltere’de coşkun bir feveran ile lisanlarını kemalin en yüksek noktasına fırlattılar”(aynı makale )

Bediüzzaman dilin tahrib edildiği bir dönemde bu eserlerini yazmıştır, güneş dil teorisi ile milletin dil güneşi söndürüldüğü dönemde dilde sabit bir ölçüyü esas alarak bozulmuş ve dokusu karışmış dili korumuştur. Bugün hiçbir üniversite ve eğitim kurumu Bediüzzaman’ın medreseleri kadar sabit bir değişme ve klasik bir dil koruyamamıştır. Bunu Bediüzzaman yapmıştır dini koruduğu gibi dili de korumuştur. Köylü nur talebeleri bir profesörden daha derinlikli sabit bir Osmanlı ve Türkiye Türkçesi kullanırlar.

Bunlar nasıl dönemsel olabilir, yüz elli senedir dil sorun iken binlerce sayfa dil sorunu ile ilgili karalamalar olduğu halde Bediüzzaman dili korumuş ülkeyi korumuştur, birileri bu dili bozmakla güneş dil teorisi ile birlikte hareket etmiş olmazlar mı, dilini boz sonra dönemsel de birinci halka ve de ikinci halka.

Daniş Bey nelerin klasik olabileceği konusunda da bir ölçü koyar. “Klasik olabilecek yani ilk sıraya konup maye-i imtisal addedilebilecek asar öteberi şeyler, adi hikâyeler, efsaneler, mecmua-i letaif gibi şeyler olmayıp, ciddi yazan bir kalemin, hakikatleri yazan bir üstadın, mahsül-i dilpesendi olan asar-ı güzindir ki garbda ve şarkın Türkisi, Arabisi, Farisi’sinde mevcut nevadir bu kabildendir.” (Aynı makale )

Bediüzzaman hakikatleri yazan bir üstad, diline herkesin pesend ettiği bir büyük ediptir, klasik muharrirdir. Aşılmaz ve ulaşılmaz.

Ahmet Cevdet, Mithat Efendi bizim henüz klasikler devrine girmediğimizi söylerler.

Naci Efendi, bir klasik eser meydana getirmek isterse de başaramaz. O da bizim henüz klasik devrine girmediğimizi beyan eder.

Ahmet Cevdet ise “Süleyman Çelebiler, Sinan Paşalar, Naciler’in asar-ı fahiresi bizim klasiklerimizdir”(Ahmet Cevdet, İkram-ı Aklam, Malumat 25 Ağustos 1898)der.

Daniş Bey, eğer klasik eser var ise, lisan da klasikleri meydana getirecek mükemmelliktedir, yorumunda bulunur.

Necip Asım Bey, Nasrettin Hoca hikâyelerinin bizim mühim bir klasiğimiz olduğunu beyan eder.

“ O hikayat-ı latife bizim klasiklerimizden biridir. Hoca Nasrettin o kadar klasiktir ki klasiklerin içinde müstakil bir klâs teşkil eden eazım meyanına dâhildirler.

Arapta Cahız, Yunan-ı Kadim ‘de Diyojen, Hoca’nın eslafıdırlar.

“ Necip Asım Mevlid-i Şerif i de klasik olarak kabul eder.

“İşte ezcümle hala mülk-i Osmanî’nin her yerinde kemal-i tazimle okunan ve belki de yüzlerce naziresi yapıldığı halde, kıymetinden düşürmek şöyle dursun, sanki o naziregular o güzel eserin kıymetini artırmak üzere çalışıyormuş gibi maküs bir netice veren Mevlid- i Şerif manzume-i celilesi ilk klasiğimiz olduğu gibi, ondan sonra da bir takım edvar-ı edebiye küşadına sebeb olan klasik ediplerimiz gelmiştir. İşte Baki, Fuzuli, Nefi, Nedim, İzzet, Akif Paşa ve sairenin asarı bir klasik değil de nedir ?” (Necip Asım, Yine Klasikler, Malumat 11 Eylül 1898)

Mithat Efendi klasik eserler karşısında insanların zamanı bahane edemeyeceğini ve onların her asırda güzellikleri koruyacağını söyler. “Bu benim zamanımın asarından değildir, bunu benim dimağım beğenmez, buna karşılık tabımda bir bürudet hâsıl oluyor “diyemez. (Ahmet Mithat, Klasikler ve Şahabettin Bey, Malumat 25 Eylül 1898)

Klasik eserler zamansal değil, evrensel ve zaman üstü her devirde zamanın üstündedirler.

Bediüzzaman bir klasik müellif, eserleri de evrensel ve klasiktir.

 Prof. Dr. Himmet Uç

Esma Okumaları

Bediüzzaman’ın esma okumalarını kategorize etmek zor bir şey. Esma okuması, sanat okumaları demek. Bir resim galerisinde resimlerin boya ve desenlerini yorumlayan bir resim sever gibi, Allah’ın yeryüzündeki sanatlarında onun isimlerini izlemek , görmek, isimlendirmek , fiillerini yorumlamak “esma okumaları” demek. Bediüzzaman celal ve cemal ağırlıklı okumalar gerçekleştirir. Bütün esma okumaları bu iki ismin çatışı altında yer alırlar.

Celal ve Güzellik, kozmik durumlarda celal ağırlıklı güzelliklerin kaynağıdır. “Hem, semâvât yüzünde öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir zînet içinde bir tebessüm var ki, Sâni-i Zülcelâlin ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir san’atı olduğunu gösterir. Donanma günlerinde kesretli elektrik lâmbaları sultanın haşmetinin derecesini ve terakkiyât-ı medeniyede kemal derecesini gösterdiği gibi; koca semâvât, o haşmetli, zînetli yıldızlarıyla Sâni-i Zülcelâlin saltanatının kemalini ve sanatının cemalini öylece nazar-ı dikkate gösteriyorlar.

Haşmet içinde parlamak ve zinet içinde tebessüm celal ağırlıklı bir güzelliktir, çünkü haşmet Celal isminin tezahürüdür. Görüntüsüdür. Osmanlıda padişahların tahta geçiş günleri her yıl kutlanırmış onların padişahın haşmetini göstermesinden hareketle bu yorumu yapar Bediüzzaman.

Esma okumaları isimlerin iç içe geçtiği durumlarda güçleşir, Bediüzzaman’ın kainatın desenleri diyebileceğimiz bu esma okumaları büyük bir tez olacak azamettedir. Burada adl isminin arkasından küddüs ismini yorumlar. “ve ism-i Adlin cilvesi arkasında tecellî eden ism-i Kuddûsün, o mevcudâtı, Cemîl-i Mutlakın cemâl-i Zâtına ve nihayetsiz güzel olan Esmâ-i Hüsnâsına lâyık ve münâsip olacak gâyet güzel âyineler şekline getirdiğini gösteriyor.” (Lemalar)

Allah’ın bütün isimleri güzeldirler. Onların okumaları da öylece güzeldir. “Cemîl-i Zülcelâlin bütün isimleri, “Esmâü’l-Hüsnâ” tabir-i Samedânîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler. Mevcudat içinde en lâtif, en güzel, en câmi âyine-i Samediyet de hayattır. Güzelin aynası güzeldir. Güzelin mehâsinlerini gösteren ayna güzelleşir. O aynanın başına o güzelden ne gelse güzel olduğu gibi, o hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü, güzel olan o Esmâü’l-Hüsnânın güzel nakışlarını gösterir.(Lemalar)

Esmanın icaddaki tezahürleri başka, insanın kendi iradesine göre şekillenen esma başka, bu metinde insanın kendi iradesiyle kendinde tecelli eden esması da söz konusudur. Biri gayri ihtiyarı yukardan, diğeri ise ihtiyarla ama yine yukardan tecelli eden esmalardır.

Allah’ın esması güzel olduğu gibi, yarattıkları mevcudatın yok olması da imkansızdır. Çünkü onun yarattıkları onun mührünü ve mülkiyetini, aidiyetini taşır, onlar zevale, yokolmaya gitmez. Bu metinde bir dizi esma okuması gerçekleştirilmiştir. “Allah bize kafidir. O ne güzel vekildir.

O, Mucid ve Mevcud-u Baki olduktan sonra, mevcudatın zevale gitmesinin hiçbir önemi yoktur. Çünkü Vâcibü’l-Vücud olan Mucidlerinin bekasıyla, o sevimli varlıklar devam ediyorlar.

O, Sani ve Fatır ı Bakidir. O halde, masnuun zevaliyle mahzun olmamalı. Çünkü; muhabbete vesile olan husus, Saniinde aynen devam etmektedir.

O, Melik ve Malik-i Bakidir. O halde, ayrılık ve gidiş içerisinde tazelenen mülkün zevalinden teessüf edilmemeli.

O, Şahid ve Alim-i Bakidir. Öyle ise, sevgililerin dünyadan kaybolmasına hasret çekilmemeli. Çünkü, onları müşahede eden Zatın ilim ve nazar dairesinde varlıkları devam ediyor.

O, Sahip ve Fatır-ı Bakidir. O halde, güzellikleri takdir edilen şeylerin zevalinden kederlenmemeli. Çünkü, onların güzelliklerinin kaynağı Fatırlarının esmasında devam etmektedir.

O, Varis ve Bais -i Bakidir. O halde, ahbabın firakından dolayı “Ah!” çekilmemeli. Çünkü, onlara varis ve onları tekrar diriltecek olan Zat bakidir.

O, Cemil ve Celil-i Bakidir. O halde, güzel isimlere ayna olan güzel masnuatın zevalinden hüzne düşülmemeli. Çünkü, o esma, aynalarının zevalinden sonra da güzellikleriyle baki kalmaktadır”

Risale-i Nur bir esma okumaları mektebidir. Bediüzzaman çok yönlü , çok perspektifli bir esma okuyucusudur. Risale-i Nur’da insan hayatını ilgilendiren olaylar, dünyevi uhrevi okunur, tıpkı bir göğüs hastalıkları uzmanının bir filmi okuması gibi.

Okumanın bir diğer yönü de mütalaagah olan bu dünyada Allah’ın yarattığı sanat eserlerinin sanat niteliklerini ve onlarda esmaların görünme şekilleri okunur. Bediüzzaman nesneleri esma adına okur. “Gel şimdi bir ağaca dikkatle bak İşte bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzun açılması, meyvelerin hikmetle rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde masum çocuklar gibi nesimin esmesinde oynaması içindeki latif ağzını gör. Nasıl bir dest-i kerem ile yeşillenen yaprakların dili ile ve bir neşe-i lütuf ile tebessüm eden çiçeklerin lisanıyla, ve bir cilve-i rahmet ile gülen meyvelerin kelimatı ile ifade edilen hizmetli nizam içindeki adilli mizan, ve adli gösteren mizan içinde bulunan dikkatli sanatlar, ve meharetli nakışlar ve zinetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatlı tatmaklar ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mucize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zahir bir surette bir Sani-i Hakim, Kerim, Rahim , Muhsin, Münim, Mücemmil, Mufaddılın vücub-ı vücudunu ve vahdetini ve cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. İşte eğer bütün ruy-ı zemindeki ağaçların lisan-ı hallerini birden dinleyebilsen “yüsebbihülillahima fissemavati vel ard” hazinesinde ne kadar güzel cevherler bulunduğunu göreceksin, anlayacaksın”(19 P)

Meyveleri dalların ellerinde masum çocuklar gibi görmek, rüzgarın esmesiyle oynamaları, latif ağızları, kerem eliyle yeşillenen yapraklar, lütuf neşesiyle tebesüm eden çiçekler, gülen meyveler, tadlar, kokular, tatmaklar sonra bunların hepsini esma ile bağlantılı anlatmak, gözlem, beşerileştirme, sonra esma ile mühürleme. Sanat harikalarıyla dolu okumalar.

İlimlerin kainata yansımaları yine esmalarla ilişkileri anlatılır, bunlar da esma okumalarıdır. Bediüzzaman birçok ilimlerden veriler alır, metaforlar alır ve bir hakikatı ortaya çıkarır. “Kozmoğrafyanın itirafıyla dahi “( 6 P) “ Ey biçare müflis felsefi”(10 P) “Ey kozmoğrafyacı efendi”(19 P)” Ey coğrafyacı efendi “(22 P) hitapları onların yanlış bakış açılarını tashih içindir.

Esma okumalarından bazı örnekler vermekle yetindik.

Prof. Dr. Himmet Uç

Kur’an ve Güzellik

Bediüzzaman Kur’an ‘ın beyanında güzel bir selaset bulur. Selaset akıcılık demektir. (Sözler)

“Kulleinictimaatülinsüvelcinnüalaenyatübimisli hazelKur’an laayütuna bimislihi velevkanebadühümlibadin zahira” “De ki: And olsun, eğer bu Kur’ân’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler. (İsrâ Sûresi: 88.) Yukardaki ayetin meali budur.

Bediüzzaman buna güzel kelimesini idhal ederek kendi vechindeki manayı izah eder. “O sûretin bir vechi şudur ki: Yani, Kur’ân’dan tereşşuh etmeyen ve Kur’ân’ın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur’ân’ı tanzîr edemez benzerini yapamaz, demektir. Hem, edememiş ki, gösterilmiyor.”

Eserlerinin güzelliği de kendine ait değil Kur’an‘a aittir. “Kur’ân’ın hakaik-i i’câzını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kur’ân’ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.” Madem böyledir; hakaik-i Kur’ân’ın güzelliği namına, Sözler namındaki aynalarının güzelliklerini ve o aynadarlığa terettüp eden inâyât-ı İlâhiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin lemeâtındandır(Barla L)

Bediüzzaman Kur’an‘ın üslubundaki güzelliklere işaret eder. Kur’ân’ın üslubunun o kadar acîb bir cemiyeti var ki, birtek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhît-i Kur’ânîyi(Kur’an ın çevreleyici denizini) içine alır; birtek âyet, o sûrenin hazînesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur’ân’dır. İşte şu, i’câzkârâne îcâzdan(insanı acze düşüren özetleme) büyük bir lûtf-u irşâddır ve güzel bir teshîldir. Çünkü herkes, her vakit Kur’ân’a muhtaç olduğu halde, ya gabâvetinden veya başka esbâba binâen, her vakit bütün Kur’ân’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur’ân’dan mahrum kalmamak için, herbir sûre, birer küçük Kur’ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ, Kur’ân Fâtiha’da, Fâtiha dahi Besmele’de münderîc olduğuna, ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate bürhan ise, ehl-i tahkikin icmâıdır.

Meselâ,”Ve min ayatihi halkıssemavatı velardı vehtilafi elsinetiküm ve elvaniküm “Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir. (Rum Sûresi: 22.)

Evet, bir sanatlı ve hikmetli yaratan yaratıcıya şehâdet eden alemin sayfalarının birinci derecesi, semâvât ve arzın yaratılışlarının aslıdır; sonra gökleri yıldızlarıyla süsleme ile zeminin canlılarla şenlendirilmesi, sonra güneş ve ayın teshîriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilâf ve deverânı içindeki işlerinin zinciridir. Daha gele gele tâ kesretin en ziyâde intişâr ettiği mahâl olan sîmâların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar; mâdem ki, en ziyâde intizamdan uzak ve tesadüfün karışmasına mâruz olan ferdlerin sîmâlarındaki teşahhusâtta, farklılığa hayret verici bir hikmetli bir intizam bulunsa, üzerinde gayet san’atkâr bir Hakîmin kalemi işlediği gösterilse, elbette intizamları görünür olan sâir sayfalar kendi kendine anlaşılır; Nakkaşını gösterir.

Hem mâdem, koca semâvât ve arzın yaratılışın aslında sanat eseri ve hikmet görünüyor; elbette kâinat sarayının binâsında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin sâir eczâlarında sanat eseri , hikmetinin nakşı pekçok görünür. İşte şu âyet, gizliyi gösterir açık hala getirir, açık görüneni de gizleyerek , gayet güzel bir az sözle çok şey söylemiş, yapmış olur. “(Sözler)Bediüzzaman Kur’an’ın güzelliklerini anlatırken Rum suresindeki ayetin muhitini çizer , ayetin ana hatlarını verdiği güzelliğin arasını doldurur, harika anlatımlar ve tasvirler gerçekleştirir. Ayet’in göklerin ve yerin yaratılışları, renklerin ve seslerin farklılığı gibi üç şeyinin arasını yaptığı güzel anlatımlarla harika bir tefsir yapar, işin hakikatını anlatır.

İşte Bediüzzaman’ın açtığı ve tafsil ettiği bu hakikatı Kur’an gizliyi açık ve açığı gizli olarak anlatımla az sözle çok şey ifade etmiştir. İşte açma gizleme, gizleme açmalar ve Bediüzzaman’ın ayette ana hatları söylenmiş bu hakikatleri güzelce tafsil etmesi hepsi gayet icazlı bir güzelliktir. Burada güzellik yine farklı bir yönden anlatılmıştır.

Bediüzzaman’ın güzel kelimesi ile yaptığı estetik değerlendirmeler farklılık arzeder.Kur’an’ın bir suresi kainatı içine alan Kur’an’ın ihatalı okyanusunu manasına dahil eder. Bir ayette bütün bir Kur’anı yansıtan hakikatler, durumlar vardır. Bu camiiyyettir, çok büyük muhtevanın küçük bir metne dahil edilmesidir onda özetlenmesidir, birtek ayet bir sürenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur’ân’dır. Bu birbiri içinde olmak bir güzelliktir, simetri , geometri, matematik gibi kolay bir güzellik değildir. Bunu Bediüzzaman i’cazkarane icaz olarak tanımlar.Mucizelik gösteren bir özetleme , bu Allah’a has anlatım mucizesidir, bunun yanında Bediüzzaman bu durumu “lutf-ı irşad” ve ”güzel bir teshil” kolaylaştırma olarak niteler. İzah eder, Allah’ın insanlara yön göstermesini bu kolaylığını ve lutfunu.

Çünkü herkes, her vakit Kur’ân’a muhtaç olduğu halde, ya gabâvetinden veya başka esbâba binâen, her vakit bütün Kur’ân’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur’ân’dan mahrum kalmamak için, herbir sûre, birer küçük Kur’ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ, Kur’ân Fâtiha’da, Fâtiha dahi Besmele’de münderîc olduğuna, ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate bürhan ise, ehl-i tahkikin icmâıdır.”(Sözler)

Kur’ân, kâh olur Allahın yarattıklarını bir tertiple zikreder, sonra o mahlûkat içinde bir nizam, düzen , bir mîzan, bir denge olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle güyâ bir şeffâfiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o ayna-misâl tertibinden, cilvesi bulunan Allah’ın isimlerini gösteriyor. Güyâ o anlatılan mahluklar, kelimelerdir; şu esmâ, onun mânâları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hulâsalarıdırlar. Mucizat-ı Kur’aniye’nin İkinci Ziya‘sında sekiz ayet nakleden Bediüzzaman, “dünyanın dünyaya bakan yüzünün çirkinliğini, ahirete bakan yüzünün ise güzelliğini anlatır. İşte Kur’ân’ın baştan başa kâinata müteveccih olan âyâtı şu esâsa göre gider, hakikat-i dünyayı olduğu gibi açar gösterir, çirkin dünyayı ne kadar çirkin olduğunu göstermekle beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sânie bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir, beşerin gözünü ona diktirir, hakiki hikmeti ders verir, kâinat kitâbının mânâlarını tâlim eder. Hurufât ve nukuşlarına az bakar; sarhoş felsefe gibi, çirkine âşık olup, mânâyı unutturup, hurufâtın nukuşuyla insanların vaktini mâlâyâniyâtta sarf ettirmiyor.”(sözler) Bediüzzaman güzel kelimesini birkaç defa tekrar ettiği cümleler kurmaktan özel bir haz duyar. Bu kelimeye ruhsal bir yakınlığı vardır.

Kur’an her şeye güzel bakar. “Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem, her biri birer harf-i mânidar olan mevcudâta mânâ-i harfî nazarıyla, yani, onlara Sâni hesâbına bakar; “Ne güzel yapılmış, ne kadar güzel bir sûrette Sâniin cemâline delâlet ediyor” der. Ve bununla, kâinatın hakiki güzelliğini gösteriyor.“ (Sözler)

Kur’an ile ilgili ifadelerini de kur’an güzelleştirmiştir, “”Kur’ân’ın hakaik-i i’câzını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kur’ân’ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.” Madem böyledir; hakaik-i Kur’ân’ın güzelliği namına, Sözler namındaki aynalarının güzelliklerini ve o aynadarlığa terettüp eden inâyât-ı İlâhiyeyi izhar etmek, makbul bir tahdis-i nimettir.”(Mektubat)

Edebi eserlerden farklıdır Kur’an “Kur’ân’ın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kàbil-i temyizdir.” (Mesnevi)

Önceki mukaddes kitapların güzelliklerini almış bir kitaptır.“Zira Kur’an, bütün kütüb-ü salifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin kavaid-i esasiyelerini cem etmiş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tadil ve tekmil edicidir.( İ. icaz )

Prof. Dr. Himmet UÇ

Bediüzzaman ve Dönemsellik!

Bediüzzaman’ın eserlerini dönemsel olarak yorumlama ve onların evrensel niteliği olmadığını söylemek evrensel ile dönemsel, klasik ile popüler eserlerin tabiatını bilmeyi gerektirir. Bu konular toplumdaki yaygın din kültürü ile çözümlenecek meseleler değillerdir.

1885’li yıllarda Osmanlı matbuatında yazarlar

Necip Asım, Cenap Şahabettin, Ahmet Mithat, Ahmet Rasim arasında klasikler konusunda bir münakaşa cereyan eder. Neyin klasik olup olmadığını ve bizde klasik olup olmadığını konuşurlar, yazarlar, batıdan örnekler verirler.

Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i

Yunus Emre’nin Divanı evrensel ve klasik olarak yorumlanır.

Cenab-ı Mevlana’nın Mesnevisi yine evrensel ve klasik olarak kabul edilir.

Bugün Mevlid-i Şerif bir klasiktir, çünkü Peygamber-i Zişanın hayatını ve macera-ı ulviyesini kalbi ve akli, sürükleyici bir çekicilik ile cazibedar anlatımdır. Hiçbir zaman zamanın altında kalacak ucuz bir keyfiyeti olmayan eserdir. Her zaman okunur, duygular ürpermeler ağlamalar, ürküntüler bitmez.

Rahmetli annem Mevlidhandı çocukluğumda onun dizinde oturur onun mevlitlerini dinlerdim.

Bir orkestra şefi gibi cemaati ağlatır, defi ile gazeller söylerdi, hiç bitmesin isterdim o harika günler. Gözyaşı, ağlamak, döğünmek onun sanki yaratılışına takılmış cihazattı, neyse.

Şu güzelim Bediüzzaman’ı bu ülkede değerlendirme hastalığından bir türlü kurtulamadık.

Şimdi Ondokuzuncu Söz isimli eseri onun Peygamber-i zişanın (asm) hayatını ve mücadelesini anlatır. Süleyman Çelebi hazretleri gibi bir kalbi aşki bir pozisyonda değil mücadelesinin akli ve mantıki ve kalbi serüvenini anlatır.

Şu ifadelere bak, Hegel ifadeyi canlı tutmak maziyi şimdileştirmek ile mümkündür der.

Bediüzzaman maziyi şimdileştirmiş ve şöyle der:

İşte bak Hüsn-i Siret ve cemal-i suretle mümtaz bir zatı görüyoruz ki elinde muciznuma bir kitap, lisanında hakaik aşina bir hitap, bütün beni âdeme belki cin ve inse ve meleğe belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkati âlem olan muamma-i acibanesini hal ve şerhedip ve sırrı kâinat olan tılsım-ı muğlakını fetih ve keşfederek bütün mevcudattan sorulan bütün ukulu hayret içinde meşgul eden üç müşkil ve müthiş sual-i azim olan necisin, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun suallerine mukni, makbul cevap verir.”

Şu ifadelerin moda düşünceler olduğunu kim iddia edebilir?

Asr-ı Saadette bir sahabe bunu Nebiyy-i Zişan’a okusaydı, bugün de biri Ali Bulaç‘a okusaydı, nasıl buna dönemsel diye bakabilirdi?

Nasıl zamanın altında kaldığını iddia edecek bir yorum yapabilirdi?

Şu ifadedeki sanatları anlatmak uzun yorumlar gerektirir.

Bir kere bir adamla sahabe asrından günümüze gelmiş birlikte Arap yarımadasına gitmişler, Bediüzzaman bir anlatıcı olarak yanındaki arkadaşına Peygamberimizi gösterip diyor “Şimdi bak.”

Var mı bu kompozisyonda Seyyid kutup veya Abduh’un bir beyanı, soruyorum sayın yazar?

Sonra anlatırken peygamberimizin portresini çiziyor, güzel ahlakı ve güzel sureti olan seçilmiş bir zat, elinde mucize bir kitap, lisanında hakikatlere aşina bir hitap, insanlar, cinler ve meleklere hitap ediyor. Bir tiyatro sahnesi gibi canlı bir anlatım!

Bu nasıl dönemsel oluyor?

Bunun dönemselliğini ifade edin, edemezseniz susun. Lütfen Bediüzzaman’ı anlamak için sanat felsefesi okuyun, Abduh ve Reşit Rıza, Kutup ve diğerleri büyük insanlar ama klasik müellif ve müfessir onlar da. Sanat bunlarla kıyaslanmaz. Siz onlarla eşdeğer tutup yorumlar yapıyorsunuz. Bütün Latin kültürüne mal olmuş bir ifade vardır, kovadis nereye, bu insanı anlatır.

Nereden nereye diye bunun neresi dönemsel milattan önce de insanın nereden geldiği sorundu. Bugün daha büyük sorun, çünkü onlar kitaplı dinlerin gözleriyle görüyordu, ama şimdi İskandinav ülkeleri Avrupa’da nihilist ve ateistler dini olanlardan fazla.

Klasik müellifler vardır, authores klasiki bir de klasik eserler. Aşırılıkları olmakla beraber İlahi Komedya bir klasiktir, asırlardır yorumlanır. Hatta son asırda Eliyot onu asra açılan pencereleri ile yorumlamıştır.

Mevlana’nın mesnevisi o gün bugün klasiktir, bütün dünyada bir yıl içinde yapılan Mevlana çalışmalarını bile anlatmak uzun yorumlar gerektirir. Şimdi O büyük zatın eserleri ile Bediüzzaman’ın eserlerini nasıl dönemsel diye yorumlayabilirsin. Ki onun asrında akıl hasta değildi, Hazret-i Mevlana hasta kalbi tedavi ediyordu, Bediüzzaman hem kalbi hem de aklı tedavi ediyor. Dünyada hergün onun tedavi masasından yüzlerce insan yeni bir gözle dünyaya bakarak kalkıyor, bunun dönemsel olması için nasıl olması gerekiyor?

Kerime Nadir‘in romanı aşk romanıdır, o dahi bir kısmi klasik olabilirken Mevlana‘nın Mesnevisi ile Bediüzzaman’ın mesnevisi nasıl dönemsel olabilir?

Bediüzzaman, Mesnevi’sinin başında “Yüzer ilimlerle alakadar binler hakikatler ayrı ayrı birer risaleye mevzu olacak kıymette iken…” der.

Bu Mesnevi’deki meselelerin anlatımlarının hiçbiri dönemsel değil. İster ikinci asırda oku ister yirmi birinci asırda oku, zamanı aşan bir perspektif ve gündeliği aşan bir bakışla yazılmışlar. Bunlar nasıl dönemsel olur?

Bir tanesini okuyorum: ”Kur’an’ın i‘cazı tahrifine bir seddir.

Evet, Kur’an madem mu’cizedir, beşer onun taklidini yapamaz. Ayetleri başka kelamlar ile tebdil edilmekle tahrif ve tağyiri mümkün değildir. Çünkü müfessir, müellif, mütercim, muharref üsluplarını kisvelerini ayatın kisvesiyle iltibas ettiremezler. Ayetlerde i’caz damgası vardır. O damganın altında olmayan kelamlar ayet addedilemez. Öyle ise i’caz, tahrif ve tağyiri kabul etmez.“ (Mesnevi 95)

Bu cümleyi anlamak için bütün ulemayı çağırın ne kadar yol alırlarsa bir mezura ile ölçün sonra bu zamanın altında metnin altında dönemsel kalmış zevatı yorumlayın. Bediüzzaman üzerine konuşma izni almalısınız.

Mu’cizat-i Kur’aniye İsimli Eser

Kur’an’ın mu’cize olduğunu anlattığı Mu’cizat-ı Kur’aniye isimli eseri bu ülkenin din âlimlerini toplayın bir stadyuma kim yüzde kaçını anlıyor imtihan edin, ondan sonra dönemseli anlamış olursunuz. Mübalağa yapmıyorum.

Eserin girişinde bir cümle var. “Bu mucizat-ı Kur’aniye risalesindeki ekser ayetlerin her biri ya mülhitler tarafından medar-ı tenkid olmuş veya ehl-i fen tarafından medar-ı tenkid olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinni ve insi şeytanların şüphelerine maruz olmuş ayetlerdir.“ (Sözler)

150 sahifelik eserde seçilmiş ayetler dinden çıkmış mülhitlerin itirazlarına cevaptır. Hangi ayete ne kadar mülhid itiraz etmiş bunu bilmek için Kur’an’a yapılan itirazların tarihini bilmek gerek.

Bir Zat-ı âli çıksın bu tarihi bize bir özetlesin kim zamanın altında üstünde o zaman görelim?

Ehl-i fennin bir sürü fen çeşidi var, biyolog, sosyolog, matematik, fizik vs.

Bunların itiraz ettiği ayetleri bilmek için büyük bir fen kültürü olmak gerekir, nerede böyle bir âdem, Abduh, Kutup, kim olursa olsun göster bize onların beyanlarını.

Bir de cin ve insan şeytanlarının itirazları bu itirazların da bir tarihi var bu kadar büyük bir muhit taramasından sonra bu eser yazılmış. Allah aşkına nasıl bu zatı dönemsel diye yorumlarsın?

O itirazlar bugün hala ilim ve fen muhitlerinde tekrarlanıyor ve Bediüzzaman onlara cevap veriyor. Nasıl modası geçmiş bir kütüphane kitabı gibi görürsün, bilmemek ne kötü, bir de gurur edası.

Aynı eserde bir belagat tarifi yapar Naci’nin Edebiyat Lügati. Dini kavramlar sözlüğünde, Kur’an tefsirlerinde böyle bir belagat tarifi yok.

Derece-i icazda belagat-ı Kur’aniyedir.

O belagat ise nazmın cezaletinden, hüsn-i metanetinden ve üslubların bedaetinden, garip ve müstahsenliğinden ve beyanın beraetinden, faik ve safvetinden ve meanisinin kuvvet ve hakkaniyetinden ve lafzının fesahatinden selasetinden tevellüd eden bir belagat-ı harikuladedir ki, beni âdemin en dahi ediplerini en harika hatiplerini en mütebahhir ulemasını muarazaya davet edip bin üçyüz senedir meydan okuyor.“ (Mu’cizat-ı Kur’aniye)

Bir belagat tarifinin on bir şubesi var. Bu cümleyi gerçek diyorum, bütün İslam ulemasını topla şerhedecek güçleri yoktur. Nazmın cezaleti hüsn-ü metaneti, üslublarının bedaeti, garip ve müstahsenliği, beyanın beraeti, faik ve safveti, meanisinin kuvvet ve hakkaniyeti, lafzının fesahati bunları kim anlayabilir?

Buyurun Bediüzzaman‘ın rahle-i tedrisine. Bunları nasıl dönemsel diyorsun, bütün ulema dönemsel kalır bu cümlede mübalağa yok. Bunu biri şerh etsin göndersin. Bakalım.

Atom konusu kilise ve ilmi birbirine vurdurmuş.

Marks bu konçertoyu idare etmiş. Üç bin yıldır gündemde, Paris senatosu zerre konusundaki münakaşaları yasaklamış 1850 yıllarında.

Bediüzzaman küfrün bel kemiği olan bir atom konusunu eserlerinin odağında tutmuş. Milattan önce Demokritostan şimdiye kadar bütün ateist, materyalist ve nihilistlere cevap vermiş, bu nasıl dönemsel olabilir?

Üç bin yıldır nice insan bunun girdabında inancını kaybetmiş. Bir adam çıkmış Marks’ın ve ateistlerin bu kalesini darmadağın etmiş, nasıl ona dönemsel denir? Bu dönemseli eleştiri için bir kitap yazılır.

Ene konusu, Freud’un kıyametler kopardığı bir bahis, insan beynini

Roma’ya benzetir, Oradaki faaliyetlerin büyüklüğünden dolayı. Bediüzzaman bu ene konusunu eserlerinde eleştirir, dinin, felsefenin, ateist felsefenin, kelamın, hedonizmin enesini benini tarif eder. Freud gelsin bu konuyu nasıl çözdüğünü göstersin, bunlar insanlık tarihinin en büyük meseleleri olmakta devam ediyor, nasıl bunlar evrensel değil de dönemsel?

Gündelik kafalardan dönemsel yorumlar. Bediüzzaman söz konusu olurken biraz düşünmeli kamuoyu, pirim yapayım diye bu büyük adamı huzursuz etmeyelim. Lütfen.

 Prof. Dr. Himmet Uç