Etiket arşivi: Prof. Dr. Himmet Uç

Tarihin Akışı içinde Bediüzzaman ve misyonu

Bediüzzaman 1876 civarında doğdu, o tarih muhataralı bir tarih, doksan üç harbi denen umumi felaket, Beşinci Murat, Sultan Hamid, imparatorluğun yıkıma doğru gittiğinin büyük ayak sesleri o tarihte. Bir güneş batar bir güneş doğar, Cumhuriyet kuruluncaya kadar yıkılışlar devri, Mondros Mütarekesi devlet-i ebed müddetin ömrünün sona erdiği ve büyük ümmetin Anadoluda birkaç vilayete sıkıştırıldığı bir tarihtir.

Silahlar alınmış, ordu terhis edilmiş. Bir kısım insanlar artık bitmiş tükenmiş olarak islam ülkelerine göç etmişler. Aydınlar da halk da olağanüstü ümitsiz. Birinci Meşrutiyetten ikinci Meşrutiyete kadar olan dönemde Bediüzzaman’ın hazırlanış dönemleri, orduyu hazırlayıp savaşa sürmek gibi, van çevresinde geçen çocukluğu ona çocukluk da denmez ya, çünkü dehalarda erken inkişaf esastır.

Çocuk denecek yaşlarda yaptıkları kırklı ellili yaşlarda bile insanların yapamayacağı şeyler. Bir yangını söndürmek için çırpınan itfaiye eri gibi, nerede bir kitap görse dehasının ambarına alır, hafıza olağanüstünün ötesinde, hayatında unutmak nedir bilmeyen bir büyük adam. Onun hayatı adeta gizli bir Rahmani gücün pusulası ile coğrafya değiştirir. Devlet-i ebed müddetin payitahtına gelir, yıkılan imparatorluğun arkasından gizli güçler elde kalanları da kullanılmaz hale getirmek için büyük gayret sarfederler.

Avrupa orada üflüyür biz burada oynuyoruz, dediği gibi Selanikte saçma bir Hareket ordusu hazırlanır, maksad isyanı bastırmakmış sokak kabadayılarından orducuk, gelirler hedef sultanı indirmektir ve başarırlar, avrupa ve onun zavallı kötürüm aletleri başsız kalan büyük devleti inkırazına doğru iterler. Devleti yıkanlar bir karagöz modernizm hedefi ortaya koyarlar.

Modernizmin hedefi yıkılmış Osmanlıdan sonra Osmanlı olan ne varsa çarçur etmektir, din, dil, edebiyat daha ileri yıllarda camiler tekkeler, medreseler hepsi enkaza dönüştürülmüş, Anadolu köyünde cenaze namazı kıldıracak adam kalmamış.

Ortada bir imparatorluğun enkazı ve tamamen dirilme imkanı kalmamış bir millet, başında onlara bakan bir Bediüzzaman, o günün şartlarında ümitli olmak ne kadar büyük bir ruhi güç, ne yapmalı bu ölüyü kaldırmalı ona can üflemeli, ve tarihi misyonunu kaldığı yerden devam ettirmeli. O zaman perde arkasındaki tahrib gücü öyle mantıksızdır ki, hadi Necip Fazıl’a , Bediüzzaman’a zulmetmişler, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, gibi solun adamları da budanmıştır, ne düşündükleri bilinmez, bütün ormanı budadıktan sonra ortaya nasıl bir kalabalık çıkacaktır, çünkü millet bu yapılan tahriple yeniden kurulamaz.

Köy enstitüleri, öğretmen yetiştiren kurumlar tamamen nihilizmin, fuhşun elindedir, köylerden toplanan çocuklar enstitülerde tamamen din karşıtı hale gelirler, nasıl bir güç tahribi devam ettirir. Bediüzzaman okulların ve eğitimin yersizliğini görür Risale-i Nur dershanesi açar, bu bir alternatiftir. Kavgasız döğüşsüz alternatif göstermeden insanlar orada okumaya başlarlar, Osmanlının eğitim tarzı oralarda bir sivil şekilde devam eder, eserleri batının felsefenin, ilmin yeni yorumlarıdır. Tarihin akışı içinde yapılan iş Mevla yaka bir çalışmadır, gizli güçler milletin dirilmesini istemezler, ona ve eserlerine savaş açarlar, hiçbir siyasi dini etnik yıkıcı maksadı olmayan o musaffa risaleler ve yazarı olmadık zulümlere uğrar. Aslında yukardan aşağı yaptıkları onun bir milleti yeniden misyonuna ve altın günlerine ulaştırmaktır. Hiçbir şey tesadüfi değildir.

Memleketin lüks coğrafyalarında rahatın her türlüsünü tadan adamlar memleket için çareler düşünürler, Boğaz’da, Çamlıca’da, Park Otel‘de nice ekabir aydınlar yeni nesilleri kurtarmak isterler, romantizmin ve elekden geçmiş gibi görünen yine fuhuş kokan eserler verirler, o dönem romanlarının bu milletin çocuklarına vereceği hiçbir şey yoktur. Bediüzzaman iyi bir gözlemci, teorik çareler düşünmemiş, nesiller kainatı ve sahibini tanıyacak bilgiden mahrum, batı tabiatı kullanarak tevhid akidesini bozmuş, bu neslin başta Allah kainat ve insan üçlüsü içinde bir muhakeme ile varlığın sahibini ve kendine düşen görevi görmesi gerekir, bu yüzden bir kahramanlar ordusu icad eder, Ayet ül Kübra, Haşir, Meyve, Küçük Sözler, daha birçoğunda bir kurmaca kahramanlar bulur ve konuşturur, onunla yeni nesillere bakmak görmek ve düşünmeyi öğretir.

Büyük sanatçıdır ama onu sanatın kalıpları içinde anlatamadık, ona çok ciddi bir edebiyat ağırlıklı biyografi gerekir, bir kere portresi de farklıdır. Aşağıdaki portre özellikleri farklıdır, bunların hepsine örnekler vermek Bediüzzaman’ın portresini ortaya çıkarır.

Bediüzzaman’ın portresi

Bediüzzaman’ın gözü

Onun gözü nasıl anlatılır, bütün eserleri gözlemleren oluşur ve soyut gözlemler değil nesneler olaylar insanlar hayvanlar daha neler onları görür ve anlatır, gözü tarihe gider, ondokuzuncu mektupta asrı saadete gider, ondokuzuncu sözde dini tarih felsefesi yapar yine maziye yüzyıllar ötesine gider. Bitmez bir bahistir, bir cümlesi der ki “Hatta bir gün kedilere baktım, ”burada ki çok şeye bakıyorum baktım bakmaktayım demek bir gün de kedilere baktım, bu da eki onun bakışını özetler. Göklere çıkardığımız üdeba ve batılı filozoflar estetikçiler onun bakmasının yanında gözleri kapalıdırlar. Kantın estetikle ilgili üç kitabında bakmakla alakalı çok az şey vardır. Bütün derdi müslüman Türk çocuklarına bakmayı görmeyi düşünmeyi ve secdeye kapanmayı öğretmektir. Ressamdır bakarak resim çizer. Öyle bir ressam ki onun kalemiyle çizdiği resimleri ressam olan bir arkadaş yapsa neler ortaya çıkar. Aşağıdakilerden her birine sayfalar dolusu şeyler söylenebilir.

Bediüzzaman’ın kulağı
Bediüzzaman’ın elleri
Bediüzzaman’ın hafızası
Bediüzzaman’ın muhayyilesi
Bediüzzaman’ın tasarım gücü
Bediüzzaman’ın hayali
Bediüzzaman’ın aklı
Bediüzzaman’ın gözlemciliği
Bediüzzaman’ın deruni gözü
Bediüzzaman’ın merhameti
Bediüzzaman’ın vefası
Bediüzzaman’ın yalnızlığı
Bediüzzaman’ın endişesi
Bediüzzaman’ın sevgisi
Bediüzzaman’ın hayreti
Bediüzzaman ve ağaçlar
Bediüzzaman ve insan
Bediüzzaman ve çiçekler
Bediüzzaman ve kediler
Bediüzzaman ve koyun
Bediüzzaman ve inekler
Bediüzzaman ve anneler
Bediüzzaman ve babalar
Bediüzzaman ve sığınmak
Bediüzzaman ve yalvarmak
Bediüzzaman ve yürümek
Bedüzzaman ve seyir
Bediüzzaman ve sinema
Bediüzzaman’ın sabrı
Bediüzzaman’ın muhakemesi
Bediüzzaman’ın iddiacılığı
Bediüzzaman ve muhatapları
Koca kitapları içine alacak bir program çizdim, haydi hayırlısı .

Prof. Dr. Himmet Uç,

Akif filmi

Kolum bandajla, askıda, ailece Akif Filmine gittik, Isparta’da dedim her halde bize, yer kalmaz ama bir baktım ki salonda kimse yok bizden başka. Mehmet Akif gibi kendisine bu günleri borçlu olduğumuz  insanlardan birine bile bu harika günde ve filimde izlemeye gelen insanların neredeyse yok kelimesiyle tavsifi beni derinden yaraladı, bu kadar umursamaz bir toplum ve akademik camiaya ne diyebilirim ki. Din ve ona bağlı olarak bizim olan bir kültüre karşı bu kadar ihmal bizi bu günlere getirdi. Mehmet Akif “Ey millet uyan cehline kurban gidiyorsun“ diyor. “ Kime lakin hani sahipleri yurdun ellerdi yatanlar sağa baktım sola baktım” yine Akif söylüyor bunu, bu toplum eller değil ama neredeyse eller gibi ilgisiz.  Bir zottirik filim olsa galasına binlerce insan gelir, Akif’e ilgi duymayan bir toplum sanki el olmuş.

Filim savaş yıllarının muhataralı ve panik günleri ile açılış yaptı, her yerde bir belirsizlik. Mehmet Akif işgal istanbul’un dan mücadelenin merkezi olan Ankara’ya gidecektir,  emniyetsiz bir  durumda korumasız bir biçimde Ankara’ya Ali Şükrü Bey ve oğlu Emin ile birlikte gitmek onun tevekkülü ile mümkün. Aile ile  ayrılık dramı yaşanır  ve Akif yola çıkar. İngilizler ülkenin harami sahipleridir, haber alırlar büyük adamın gideceğini peşine birkaç satılmış hain çıkar, tam öldürülecekken Allah imdatlarına yetişir ve onları öldürecek olan kişiler öldürülür. Yolculuk serüveni harika bir şekilde resmedilmiş, Ankara’ya sağ salim gelirler. Filmin öznesi Ankara, Mustafa Kemal ve Akif, Şükrü bey de takımın diğer önemli şahsı, Akif’in yaranı. Oğlu emin ingilizlerin okullarına el koymasına tahammül edemez neredeyse on dört yaşında cephede koşacaktır, Akif onun bir imanlı ancak karara ermemiş çocuksu tepkilerini dindirmek için yanına alır. Birlikte duya hissede Ankara’ya varırlar. Mustafa Kemal ile  görüşürler, işgalden kurtulmak için yapılacakları tezekkür ederler.

Filimde Kuvva-yı Milliye’ye muhalif olan münafıklar ve şer güçler, iyi resmedilmiş, Akif bu muhaliflerle mücadele etmek için çabalar, ama son derece arsız ve cüretkar insanlardır, Akif neredeyse bir dostun evinde baba tarafından öldürülecek gibidir, neyse yine inayeti ilahi kurtulur. Akif ve Mustafa Kemal bu hain muhalifler ile mücadelede sözbirliği ederler, bir yandan Ali Şükrü Bey, diyer yandan Akif her yerde konuşurlar. Konya’ya giderler orada halkı aydınlatırlar. İyi neticeler alırlar, sonra Kastamonu’ya gidilir, Akif orada Nasrullah Camii’inde konuşur, halkı aydınlatır, milli mücadeleyi kuvayı milliyeyi anlatır, yine başarır, muhalefet kırılır, ama tepkiler de amansızdır. İngilizler onları izlerler, Akif’in peşine müseccel bir hain takarlar, Akif Ankara’da meşhur dergahta kalır. O sıra Burdur mebusu istifa eder Mustafa Kemal, Akif’i onun yerine  tayin eder,  Kuvvacılar takip edilir bir ingiliz vasıtasıyla.

O sırada istiklal marşı yazılması gündemdedir, Akif yüce fıtratı gereği para için ödül için marş yazamayacağını  müteaddid defa beyan eder, bir türlü razı edemezler. Bir taraftan marşın yazılması diğer yandan muhalifler Ankara’nın başı ağırmaktadır.  Ödülü muhtaçlara vermek şartı ile Akif ikna edilir ve marşı yazacaktır artık. Filimde  rahatsız edici bir  taraf yok, Akif ve Ali Şükrü Bey Kur’an okurlar, namazlarını eda ederler, dua ederler, Akif Allah’a ciddi yakarır,  hatta oğlu Emin baba sen yola çıkarken ne dua edersin der o da “Allah’ım gideceğim yerde beni iyi insanlarla tanıştır, bana zarar vermesinler, işimi iyi yapayım“ şeklinde dua eder, Emin aynı duayı tekrar eder.

Akif ve Ali Şükrü Bey ve Emin karakterdirler, doğuda işgalcilere ve kuvva muhaliflerine başarılı karşı koymalar olur, sevinirler ve ümitleri artar. Halk kötü şekilde iğfal edilmiştir, zorlanırlar ikna etmeyi başarırlar. Akif’in büyük rolü budur, ingilizler ve halifenin yanlış resmedilmesi dinin kullanılması muhalefeti cüretkar yapmıştır, bu arada birinci ve ikinci inönü savaşları toplumun kuvvacıları iyi algılamasını doğurur, şevk kazanırlar.

Akif, Tacettin dergahında şiiri yazmaya karar verir, bir kalem ve bir  kağıt alır başlar yazmaya, ilham ile büyük milletin şiirine marşına başlar,

Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak…

Mısralarını defalarca tekrar eder,  büyük zihni kramplardan sonra şiir orta ya çıkar,  mecliste okunur Mustafa Kemal ve vekiller heyecanlanır, dalga dalga okyanuslar gibi istiğraka girerler. Akif şiirini okumak için çağrılır, büyük adam utanır, hicab eder, şiiri okumaktan vazgeçer ve salondan dışarı çıkar bu filmin final sahnesidir, güzel ve harika resmedilmiştir, filmin sahneleri ancak o kadar olur diyecek kadar canlı ve yerindedir.

Prof. Dr. Himmet Uç

Dede Korkut hikayelerinden

Salur Kazan Esir Olup, Oğlu Uruz’un destanı

Tırabuzan tekürü Han kazan’a bir şahin gönderir. Kazan şahinci başına yarın sabah ava çıkalım, der. Şahin bir grup kazdan alamaz, Toman kalesine gider. Kazan şahinin peşine düşer, giderken gözünu uyku bürür, bir kale gördü ama,  beylerine” gelin yatalım” dedi. Toman kalesinin tekürü bir bölük atlının gelip uyuduğunu söyledi. Ve onların  Oğuz erenlerinden olduğunu anladı, tekür onlara saldırdı, yirmi beş bey şehid oldu. Kazanı uykudayken yakalayıp urganla sardılar. Kazan arabada uyanır. Bütün urganları koparır. Kazan’ı kalede bir kuyuya  bıraktı, bir değirmen taşı ile kapadılar.

Tekür’ün karısı Kazan’ı görmek ister. Ne yaptığını, ne yiyip içtiğini sorar. Kazan Bey ölülerin yemeklerini ellerinden aldığını, atlarına bindiğini söyler. Karı, “Yedi yaşında  bir kızcağızının öldüğünü ona binmemesini rica eder. Kazan onun kıymetli birini olduğunu devamlı onun yorgasına, atına  bindiğini söyler. Kadın bunları duyunca Tekür’e gider, Kazan’ın ölülerin yemeğini yediğini söyler. Onun kuyudan çıkarılmasını rica eder.

Tekür, Kazan’ın kuyudan çıkarmak için bazı şartlar öne sürer.” Bizi övsün , Oğuz’u yersin , ondan sonra şart eylesinl bizim memleketimize  düşmanlığa gelmesin” Kazan onlara cevap verir.

Muhammedin dini aşkına kılıç vurdum

Ak meydanda yumru başı top  gibi kestim

O zaman bile erim beyim diye övünmedim

Övünen erenleri  hoş görmedim

Eline geçmiş iken bre kafir öldür beni 

Kara kılıcını çal boynuma kes başımı

Kılıcından sapacağım yok

Kendi aslımı kendi kökümü yermem yok.

….

Oğuz erenleri dururken seni övmem  yok, dedi

Akça kale Sürmelide at oynattım

At ile Karun eline baskın yaptım

Ak Hisar kalesinin burcunu yıktım

Ak akçe getirdiler bakırdır dedim

Kızıl altın getirdiler bakırdır dedim

Ela gözlü kızını gelinini getirdiler  aldanmadım

Klisesini yıktım mescit yaptım

Altını gümüşünü yağmalattım

O zaman bile erim diye ben övünmedim

Övünenleri hoş görmedim

Eline geçmiş iken bre kafir öldür beni yitir beni

Kendi aslımı kendi kökümü yermem yok

Seni övmem yok , dedi.

..

İt gibi güv güv eden çerkez hırslı

Küçücük domuz şölenli

Bir torba saman döşekli

Yarım kerpiç yastıklı

Yontma ağaç Tanrılı

Köpeğim kafir

Oğuz’u görür iken seni övmem yok

Kazan böyle yiğitce tavır alınca onu domuz damına hapse attılar.

Kazan’ın Uruz babasını bilmez, Bayındır Han sanar. Birisi ona “Baban diridir Toman kalesinde esirdir” dedi..

Uruz gider annesine çıkışır, anne “Oğul baban sağdır, amma söylemeğe korkardım, kagire  varırsın, kendini vurursun helak olursun, onun için sana söylemiyordum canım oğul“

Babasının esir olduğu kaleye gider. Oğuzlarla bir kliseye girdiler, buldukları kafiri öldürdüler. Ağız açtırmadılar. Malını yağmaladılar, askerin üzerine geldiler kondular. Sığırtmaçları gider teküre haber verir, klisenin alındığını ifade etti.

Kafirler uyuşmak isterler. Oğuz erenleri alay alay geldiler, Beyrek at teper, Düzen oğlu Alp Rüstem gelir meydana girer.

Uruz meydana çıktı şefkat damarları kaynadı. Kara süzma gözleri  kan yaş doldu, attan yere indi, babasının elini öptü.  Oğuz’un yiğitleri kaldırdı. Derelerde tepelerde kafire kırgın girdi. Kaleyi aldılar , klisesini yıkıp mescid yaptılar. Dedem Korkut geldi kopuz çaldı, gazi erenlerin başına ne geldiğini söyledi.

Hikmetle bağlar dua eder.

Hani övündüğümüz bey erenler

Dünya benim diyenler

 Ecel aldı yer gizledi

Fani dünya kime kaldı

Gelimli gidimli dünya

Sonucu ölümlü dünya

Ölüm vakti geldiğinde arı imandan ayırmasın

Kadir seni namerde muhtaç etmesin

Beş kelime dua kıldık, kabul olsun

Amin amin diyenlerTanrı’nın yüzünü görsün

Günahımızı

Adı güzel Muhammed Mustafa hürmetine bağışlasın hanım hey !…228

Şahıslar

Bu epizodun önemli şahsı Kazan Bey’dir.  Kahraman ve mitik bir karakterdir. Türk milletinin eğilmez ve bozulmaz kişiliğinin emmuzecidir. Hain kafirler tekürün adamları onu bir gaflet uyku anında onu yakalayıp eser ederler. Uyku islam itikadında nimmevt yani yarı  ölümdür, Oğuz’un bahadır kimliği uykuya iyi bakmaz, uyku yersiz anda hep felaket getirir. “Kazan’ı küçücük ölüm tuttu, uyudu “ Kazan tekürün kendilerini öğmesi Oğuz’u yermesini ister,  o bunu karakterine uygun bulmaz. Şiirli söyleşilerinde, ölümü ister ama milletini aslını hicvetmeye yanaşmaz. “Kendi aslımı kendi kökümü yermem yok” der. Yine “Oğuz erenleri dururken seni övmem yok” der. Ölüme bile razıdır. “eline geçmiş iken bre kafir öldür beni yitir beni “

Bu bölümde fantastik olan Kazan‘ın ölülere gelen yemekleri yemesi ve onların atlarına binmesidir. Bu gelenek nerden gelmektedir. Araştırılması gerekir.

Diğer karakter Kazan’ın oğlu Uruz’dur. Babasının ölümünü çok sonra farkeder, onu kurtarmaya azmeder.  Sonunda baba oğul birbirlerini farkederler, Uruz babasını kurtarır.

Epizod’un bir şahsı Tekir’dür, tam bir kafir kişiliktir. 

Dede Korkut’ta hikayede kısa bir rol oynar dua eder.

Bölümün üç vakası vardır, Kazan’ın uyuması ve esir alınması, esirlik maceraları, Uruz’un vakası babasının varlığını hissedip onu kurtarması, tekürün yaptıkları da bir ayrı vaka halkasıdır.

Yapı olarak birbirine benzeyen plotlar vardır. Esaret ve kurtuluş plotu yaygındır, çocukların büyüyüp aileyi kurtarma plotu yaygındır.

Dede Korkut hikayeleri asil bir yaşamdır, kötülüğe karşı uyanık insanlardır. Karakterlidirler, ama ne yazık ki bu karakter menfaatler ve hırsların mahsülü olmuş bu seciye yerini menfaate terketmiştir. Yapıda “Adı güzel Muhammed” imajı önemli bir cümledir. Dede Korkut hikayelerinde vazgeçilmez bir ifadedir, günah ve af konusu da Peygamberimiz ile bağlantılı anlatılır Günahlar adı güzel Muhammed hürmetine bağışlanır.

Prof. Dr. Himmet Uç

Güzel ve çirkin

Çirkin estetik tarihinde ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde ve daha sonra anlaşılmıştır. Charles Lalo isimli faransız estetikçisi tıpkı Bediüzzaman gibi çirkinin güzelin meratibini ortaya çıkardığını söyleyerek hep banal telakki edilen çirkini kategorize edip güzelin yanına ve onsuz olmazına koymuştur.

Hem madem her senede, öyle bir Kadîr-i Mutlak, haşrin ve Cennetin nümunelerini binler tarzda icad ediyor. Hem madem bütün semâvî fermanlarıyla saadet-i ebediyeyi vaad edip Cenneti müjde veriyor. Hem madem bütün icraatı ve şuûnâtı hak ve hakikattir ve sıdk ve ciddiyetledir. Hem madem, âsârının şehadetiyle, bütün kemâlât Onun nihayetsiz kemâline delâlet ve şehadet eder. Ve hiçbir cihette naks ve kusur Onda yoktur. Hem madem hulfülvaad ve hilâf ve kizb ve aldatmak, en çirkin bir haslet ve naks ve kusurdur. Elbette ve elbette, o Kadîr-i Zülcelâl, O Hakîm-i Zülkemal, o Rahîm-i Zülcemal, vaadini yerine getirecek, saadet-i ebediye kapısını açacak, Âdem babanızın vatan-ı aslîsi olan Cennete sizleri, ey ehl-i iman, ithâl edecektir. Ahireti getirmemek çirkindir, çünkü bu kadar harika bir kainat ve onda kendini gören insanı yaratan  Allah bu birbiriyle özdeş olan güzelliği ahireti getirmemekle çirkin yapmaz, dün ya ve ahiret bir aynanın iki yüzü gibidir. Ne arkasını reddedebilirsiniz ne yüzünü , ikisi birbirini tamamlar, ve ortaktırlar. Bu yüzden Ahiretin yaratılmaması hem noksan , yani nakıs hem kusur  hem de çirkinliktir.

Güzel dinin her alanında vardır, bütün bu güzellikleri esması ile yaratan elbette güzelin kaynağı olmakla sınırsız güzeldir, dolayısla bu güzellikleri seyreden Allah’ın da cemalini güzelliğini görmek zorundadır. Çünkü Allah cemil-i zülcelaldir, yani güzelliği ile azameti birliktedir, gözyüzünün azameti, güneşin haşmeti bir papatyada güzelliğe dönüşür güzel olur . Bu yüzden o azameti ve haşmeti ile güzeldir.  İncizap ve cazibe de güzelin unsurlarıdır, onlar sayesinde güzele gidebiliriz.  Çünkü çekicilik cazime ikisi de bizi güzele götürür, varlıkların güzellik ve cazibesi bizi bütün güzelliklerin kaynağı olan cennete görürür. İnsan meşru güzelliğe ilgi duyarsa bu ilgi onu güzelin asıl kaynağına götürür, ama çirkinliklerle uğraşırsa onlar da onu cehenneme yani çirkinliğin başkentine götürür.

Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Sözün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbuplarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, Onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve câzibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyleyse, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.

Taha Akyol Bediüzzaman’ın istibdad konusundaki fikirlerini izah etmediklerini ve topluma yansıtmadıklarını söylüyür, ve üzülüyor. İstibdadın çirkinliğini anlatıyor. Mehmet Akif ‘de istibdad hikayesinde yaşlı ve hasta oğlu Yemende şehit olmuş bir babanın hafiyelerle götürülmesine  rahatsız olur ve bunu yapana şiir lisanı ile beddua eder. Mülahaza ve fikirlere süreklilik getirmek okuyanların tekelindedir, yapmazlarsa bir bildikleri vardır.””İstibdadın çirkinliğine, meşrûtiyetin bu derece iyiliğine delilin nedir?”Cevap : Siz avam olduğunuzdan hayalinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden, temsil size bürhan-ı nazarîden daha ziyade muknîdir. İşte, ikisinin mahiyetlerini misalle tasvir edip göstereceğim.

Bediüzaman baskının çirkinliğini kabul eder, bizim özellikle siyasi tarihimiz istibdad örnekleri ile doludur. Akif Abdülhamit’in zulmünü hicveder, sahneli olarak , ama ondan sonraki ömründe de hep istibdad ve aşağılanma görmüştür. Bizim son yüzyıl tarihimizde fikri ne olursa olsun yazarlar aydınlar istibdadla aşağılanmışlardır. Bediüzzaman Burdur sürgününde o kadar yorgundur ki bahçede mir hizmetçi ve işci gibi bir yere düşer uyur, biri birazdan gelir buraya Bediüzzaman’ın geldiğini söyler, ordaki görevli galiba şu yerde yatan der, adam çok garipser.

“Zira biliyoruz ki,  Fakat, meşrû, hakikî meşrûtiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım. Fikrimce meşrûtiyetin düşmanı; meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı Şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez.” Bediüzzaman istibdadı hep eleştirmiştir. Bediüzzaman’ı tam yansıtmak kimseye menfaat için eğilmemek ile mümkündür, talebeleri bunu yaparlarsa onların bir fikri yansıtmadaki samimiyetlerini gösterir. Korku eleştiride olmaz, ama insanlar menfaatlerini kaybederse, o zaman düşünmek lazım gelir.

Prof. Dr. Himmet Uç

Mehmet Akif üzerine mülahazalar

1920’de Akif Burdur milletvekili olarak meclise girdi. Akif’in politik tarafı yoktu, ama milletvekili seçildi. Onun şahsiyeti bu seçimde en önemli unsurdur, çünkü o hep milletini düşünmüştür, bu herkese malumdur. Ankara’da ev bulamadı Hacettepe Hastahanesi’nin avlusunda bulunan Tacettin Dergahı’nın şeyhi tekkeyi Akif’e verdi.  Akif bu konuda şöyle der. “Bu iş yanlış oldu, aslında onun postunda ben oturacaktım, meclisteki benim yerimde de o  oturacaktı”

Meclisteki dört yıllık hayatı sessizliktir, zabıtlarda ancak birkaç kelimesi vardı. Bir gün memurların maaşlarının düzeltilmesi sonusunda bütçe müzakerelerinde zabıt katibi Osmanlıca olarak memurlar anlamındaki memurin kelimesini, memureyn şeklinde okuyunca  Akif’in yerinden seslenerek “memureyn olsa şekerle beslerdik” nüktesi ve hazır cevabı yazılıdır.

Bir gün Akif ‘i sevmeyen bir milletvekili ona alaylı şekilde. “Mehmet Bey siz veteriner değil miydiniz” diye sorunca  hemen” Evet bir yeriniz mi ağrıyor?!”cevabını yapıştırmıştır. O milletvekili iken bilmediği şeye karışmaz öyle bir prensibi vardı.

Onun dört yıl susması İstiklal Marşı çığlığı ile biçimlendi.

O yıllarda Ankara’ya giderken Kastamonu’ya uğradı. Nasrullah Camii hıncahınç doluydu, Camiiye girdi. Kalabalığı yararak kürsüye çıktı. Ülkenin o zaman içinde bulunduğu durumu özlü ve açık ifadelerle anlattıktan sonra haykırarak şunları söyledi. ”Mücahitlerimiz Sevr paçavrasını doğu bölgelerinde yırtmaya başladılar. Bize düşen görev, Anadolumuzun başka yerlerindeki düşmanları  denizlere dökmek ve murdar paçavrayı da büsbütün yırtmaktır.

Akif hem fikir hem de cemiyet adamıydı. Azimli ve vefakardı. Mütevazi idi. Ağırbaşlıydı. Mertti, cesurdu. Utangaçtı, dayanıklıydı, dostluğu kuvvetli idi, çok okur çok okuturdu, cahilliğe hurafelere, taassuba ahlaksızlığa  ve sapıklığa şiddetle karşı idi. Tek kusuru dava adamı olmaktı, sözde ve özde gerçek müslümandı.

Son yılları ve vefatı

Akif, 1923- 26 yıllarında birkaç defa Mısır’a gitti geldi, sonunda 1926 yılından itibaren vefatına kadar on yıl süre ile Mısır’da yaşadı. Ankara’da kurulan ikinci Büyük Millet Meclisi tarafından o birliği ile kabul edilen görüşe göre; Kur’an-ı Kerim’in Türkçe’ye tercümesi görevi Mehmet Akif’e, tefsiri de Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a verilmişti. Akif kendisine verien “Kur’an mealini yazma“ görevini Mısır’da yapıyordu. Hatta bir görüşe göre onu orada bitirmişti. Fakat yurda dönüşünde kendisinin bazı sakıncalar gördüğü bu yüzden yazdıklarını beraber getirmeyip  bir arkadaşına emanet etmişti. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, 1961 yılında yazdıklarını emanet ettiği arkadaşının yakınları tarafından Akif’in vasiyetini yerine getirmesi düşüncesiyle yazdıkları yakılmıştır. Böyle bir vasiyetin var olup olmadığı bilinmiyor.

Akif dinini ve milliyetini samimiyetle seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sahip, şair ruhunun heyecanlarıyla  dalgalanan, edebi bakımdan çok değerli  şiirlerin şairi büyük bir Müslüman Türk şairidir. Aynı zamanda istiklal Marşı şairi olduğu içinde Milli Şairdir.

Onun vatan sevgisine bakın ki Mısır’da ya da başka bir yerde ölmekten çok korkuyordu. Mısır’da yakalandığı  Siroz hastalılığın  tedavisi ve hava değişimi  düşüncesiyle 1935‘de Mısır’dan Lübnan’a Beyrut’a geçti.

1935 yılında belki hastalığının verdiği bir duyuşla bir fotoğrafın arkasına şu şiiri yazmıştı.

Hepsi göçmüş hani yıldaşlarının hiç biri yok

Sen me kaldın yalnız kafileden böyle uzak?

Postu sermekse meramın yola serdirmezler;

Hadi gölgenle beraber silinip gitmene bak ,

Yine aynı yılda yazdığı şu mısralar sanki hayatının son demlerini yaşadığını hissettiğini ifade etmektedir.

Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim

Ne saadet hani ondan bile mahrumum ben

Daha bir müddet  eminim ki hayatın yükünü

Dizlerim titreyerek çekmeye mahkumum ben

Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını

Bana çok görme İlahi bir avuç toprağını

Böyle duygular içinde bulunan Akif  vefakar dostlarının daveti üzerine Ağustos 1936 ‘da Beyrut’tan Hatay’a geldi. Hatay o zaman henüz Fransız idaresindeydi, Antakya’da bir hafta kadar kaldı, Antakyalı  dostu ona Antakya’da bir konferans verdirmek istedilerse de  orada bulunan ve bunu haber alan şer kuvvetler şehir sokaklarında gösteri yaparak konferansa engel oldular.

Antakya’daki son gününde şehri yüksek bir yerden hayranlıkla seyrederken kendisine Antakya’yı nasıl buldunuz? Burası için bir şey söylemeyecek misiniz? Diye sorulunca muhtemelen Hatay’ın Fransızların yönetiminde olduğunu ima ederek “Havada bir ağırlık var” demiş ve hemen şu dörtlüğü söylemiştir.

Viranelerin yascısı baykuşlara döndüm

Gördüm de hazanın da bu cennet gibi yurdu

Gül devrini bilseydim onun bülbül olurdum,

Ya Rab beni evvel getirseydin ne olurdu?!

Ertesi gün Antakya’dan tekrar Mısır’a döndü. Fakat  hastalığı onun peşini bırakmadı ve kendi ülkesinde ölme isteğiyle İstanbula geldi.

Ne gariptir ki hayatını milletine ve milletinin kurtuluşuna adayan o büyük insanı o Milli Şairi İstanbul’a gelişinde pek karşılayan olmadı. Ülkeye gelen bir sporcuyu, bir şarkıcıyı  karşılayan yüz binler olduğu halde M. Akif’in dönüşünden adeta kimsenin haberi bile olmamıştı.

Ve nihayet 27 Aralık 1936‘da Bayezıt Camii’nin musalla taşında bir tabut vardı. Üstünde ne bir bayrak ne de bir örtü vardı. Cami avlusunda cenazeyi bekleyen şair Mithat Cemal “Bir fukara cenazesi olmalı“ diye düşünmüştü. O anda Emin Efendi lokantasının sahibi elinde bir bayrakla cenazeye koştu sonra yüzlerce üniversiteli  ve askeri tıbbiyeli genç birden etrafında peyda oldu, çıplak tabutunu bir Türk Bayrağı ve Kabe  örtüsü ile  sararak  başında nöbet tuttular. Cenaze namazından sonra da  defnedileceği Edirnekapı Şehitliğine  kadar onu omuzlarında taşıdılar ve mezarının başında da İstiklal Marşı’nı okuyarak defnettiler.

Kimin etkisiyle bilinmez milli duyguları kör ve sağır edilen o zamanın edebi çevrelerinin  ve yetkililerinin  görmedği, duymadığı, tanımadığı o İstiklal Marşı şairi büyük Akif’in cenazesi bu şekilde Millet Töreni ile, Ümmet-i Muhammed duyarlığı ile ebedi istirahatgahına tevdi edildi.

Çektiği sıkıntılar

Akif, hayatının her döneminde  vatan için, millet için sıkıntılar çekmiş  benzersiz bir dava adamıdır.

Henüz on beş yaşında babası ölmüştür, iki kere evleri yanmıştır. Gençliğinden itibaren  çok az bir gelirle  aile hayatını devam ettirmeye çalışması gii maddi sıkıntılar  içinde yaşamıştır. Hatta hayatının  son demlerinde “Bela mı kaldı ki dünya evinde görmediğim ?“ diyerek  çektiği sıkıntıları ifade etmiştir. Hayatı boyunca  hep hür düşünerek, dürüst ve doğrucu, hakperest bir insan ve fikir adamı, entelektüel olarak yaşamış , hiçbir hizbe ve partiye yanaşmamıştır. Onun bu tutumu onu her devirde, her siyasi telakkide sakıncalı adam yapmıştır, bu yüzden daima zorluklarla savaşmıştır.

Dergisi defalarca iktidar partisi tarafından kapatılmıştır. Yazılarındaki tenkidlerden dolayı, Üniversite hocalığından ayrılmak  ve hayatın sonunda sevdiği ülkesinden uzakta Mısır’da sürgün hayatı yaşamak zorunda bırakılmıştır. Bilfiil yirmi yıllık resmi hizmet, bir dönem milletvekilliği ve milli mücadeleye bizzat katılması sonucu, defalarca hak ettiği emeklilik maaşı kendisine verilmemiştir. Bütün bunlara ek olarak da Mısır’da bulunduğu son yıllarda  eşinin hep nefes darlığı çekmiş olması ve çocuklarının başıboş kalması ayrı birer sıkıntı kaynağı olmuştur.

Aslında garbın karşısında Şark kalmış bir şairin  taçlanabileceği bir tek zirve vardır. O da İstiklal Marşı’nın şairi olmasıdır. Böyle bir adama yapılacak en büyük işkence istiklalinin  marşını yazdığı topraklardan uzakta, onu kendi ölümünü beklemeye mahkum etmektir. Bundan dolayıdır ki bugün ölümünü anarken bile Akf’i her düşündüğümüzde biz adı konmamış bir mahcubiyet duyuyoruz. Çünkü cıvıl cıvıl öten o İstiklal bülbülü küstürülmüştür. Acı ve ıztırap çekmiştir. Ne hikmet o dönemler yeni cumhuriyetin bir çok insanı aynı mağduriyetleri yaşamış kimi görevlerle uzaklaştırılmış, kimi ülkesini terketmek zorunda kalmıştır. Yakup Kadri, elçilikle Yahya Kemal yine elçilikle uzaklaştırılmış, Halide Edip ülkesini terketmek zorunda kalmıştır. Çok soru işaretleri olan bir dönemdir. Ne hikmetse bu ülkede devletin, kültürün, dinin, sanatın varlığını savunan birçok insandan korkulmuş ve bir şekilde tesirsiz hale getirilmiştir.

M. Akif milletimizin milli tarihini, düşünce ve değerlerini kendi varlığında yaşayan onun sevinç ve kaygılarını gönlü ile duyan ve bu derdi  taşıyan  gerçek vatan evladı bir büyük şair ve derin bir düşünürdür.

Akif, yapması gereken görevi hakiki ve isabetli olarak yerine getirmiştir. Önemli olan budur, paranın ve hakim güçlerin uşağı ve yalakası olmamıştır. O yüce Allah’ın ona vadettiği ile şimdi mutludur. Ziya Rahat yaşamış  var mı güruh-ı ukaladan, derken bu sınıf insanları kastetmiştir. Bütün peygamberler, büyük veliler, büyük sanat adamları hep aynı şekilde yaşamışlardır. Thomas Mann Hitler’i eleştirdiği için kaçması kendine tavsiye edilmiştir, uzun yıllar sonra ülkesine dönmüştür. Setefan Zweig de daha ileri giderek intihar etmiştir. Yöneticiler düşünen, yol açan adam istemezler, ama istemedikleri için etraflarındaki karanlığı göremez oraya düşer silinirler. Şairin biri “düşmek etrafı görmemektir” der.

Birilerinin dürtüsüyle Akif hayatında hep yanlış gösterilmiştir. Benim çalıştığım bir üniversitede bir hoca bozuntusu onun için “O şair değil şeriatın şairidir” demiş öğrenciler bana geldi, ne diyebilirsin ki, yine yılllardır Akif’in anılmadığı bir üniversitede bin kişilik salonda yüz kişi var bir tane yönetci yok , kültürel dejenerasyon had safhada.

Yaşadığı dönemde o geniş kültürlü, ihata edilmez sanat adamı “hoca ünvanıyla “ anılır. Mısır’da hristiyan sanılır. Mısır’a gittiğinde kendine havaca diye seslenirlermiş, bir rivayet hoca  anlamına gelir. Mısır’da neden hristiyan diye anılmasının nedenini kendi izah eder” Mısırlılar niye beni hristiyan zannediyorlar, sonra düşündüm ki fesli ve sakallı olduğum için  bu saygın ifadeye mazhar oluyorum.”

Balkan Harbi’nde  Rumelili Müslümanlar  küçük büyük, kadın erkek farkı gözetilmeden sözde medeni Avrupalılar tarafından  bir soykırıma tabi tutulup hunharca  ve vahşice öldürülerek  nehirlere atılmışlardı. Müslüman  şehitlerin alınlarına bıçaklarla haç çizilmiş, Müslüman din adamları  sarıklarından asılmış ve masum genç kızlar sürüklenerek götürülmüşlerdi. Bu acılar ve ıztıraplar karşısında Akif elbette susamazdı, o da susmadı, savaş halindeki orduya destek vermek için değişik cami kürsülerinden halkı  birliğe, cihada ve orduya yardıma çağırdı.

İşte böyle bir ortamda adeta canavarlaşan  Avrupa medeniyeti adına yapılan o zulümleri kınamak  için  o tür insafsız medeniyeti lanetleyen şiirinden dolayı bazıları tarafından medeniyet düşmanı addedilmiştir.

Onun anlattığı medeniyet alçaklık edeniyet idi.

Azıcık kurcala toprakları seyret ne çıkar

Dipçik altında ezilmiş paralanmış kafalar

Kim bilir hangi şenaatle oyulmuş gözler

Medeniyet denilen vahşete lanetler eder

Vatan evladını bu şekilde perişan eden dış düşman kuvvetlere karşı ses çıkarmayan harekete  geçmeyen  hatta onları hoş gören kendi vatandaşlarını Akif yeriyor ve canlarını  feda ederek bu cennet vatanı bize bırakan şehitlerin ruhlarına seslenerek şöyle diyor.

Ey bu toprakta birer na’ş-ı perişan bırakıp

Yükselen  evkib-i ervah  sakın arza bakıp

Sanmayın şevk-i şehadetle coşan bir kan var

Bizde leşten daha hissiz daha kokmuş van var

Bakmayın hem tükürün çehre-i murdarınıza

Tükürün, belki biraz duygu gelir arımıza !…

Tükürün milleti alçakca vuran darbelere

Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere..

Medeniyet denilen maskara mahluku görün,

Tükürün maskeli vicdanına asrın , tükürün..

 

İşte Akif, böyle acı manzara karşısında Medeniyet maskesi altında  suçsuz vatan evladını  soykırıma tabi tutan  zihniyete karşı  bu sert tavrı takındığı için kendisine yobaz ve gerici diyorlardı.

Kısacası şiirde, edebiyatta, aksiyonda ve her konuda kendisiyle boy ölçüşemeyen cüceler, işlerine geldiği gibi Akif’i düşündürdüler ve yaftaladılar. Oysa Orhan Seyfi Orhon’un dediği gibi “Akif yüksek ahlaklı, gösterişsiz, samimi bir insan Türk edebiyatına erkek sesi getiren bir şairdi.” Evet Akif veterinerdi, şairdi, devlet adamıydı, neyzendi, ilim ve dava adamıydı. Bütün bu sıfatlarla beraber bir de “demir hafızdı”

Akif herşeyden önce bir kahramandı, bir mücahitti. Peyami Safa’nın dediği gibi “Bütün ömrünü Türk bayrağındaki hilalin şerefini  müdaafaaya adamış, iyi vatansever ve iyi bir Müslümandı. İnanan, inandığından dönmeyen ve öyle ölen bir karakterdi. Fakat ne üzücüdür ki  bu inancından ve anlayışından dolayı Akif hep yalnız yaşadı Hz Peygamber asm döneminin büyük insanı, değerli sahabi Ebu Zer gibi Akif  de hep garip yaşadı, yalnız yaşadı, yerinde eleştirdi, yalnız kaldı, ama ölümünden sonra gönüllerde taht  kurdu.

O’nun şiirlerini topladığı Safahat adlı kitabı bugün temel dini kitaplardan sonra Türkiye’de  en çok basılıp okunan  bir eser olduğu gibi, merhum Akif de  her sene artan bir sevgi  ve saygıyla milletçe benimsenmektedir, çeşitli organizasyonlarla anılmıktadır.

Şiirlerinden de anlaşıldığı gibi  Akif hayatta  çok sıkıntılar çekmiş pek çok iftiralara ve haksızlıklara uğramış , bazan aç kalmış, işsiz kalmış, evinden ve memleketinden sürülmüş, fakat her şeye rağmen  onun ağladığı ve ümütsizliğe düştüğü hiç görülmemiştir.

Ruhunda fırtınalar ve kasırgalar kopan Akif

Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir? Diyor, oysa o ideal yaşantısıyla, aksiyonuyla  vatan ve millet sevgisiyle  hep gönüllerde yaşayacaktır. Kim ne düşünürse düşünsün, Türk istiklalinin eşsiz şairi M. Akif 

Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak

Ya da

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var

Yahut

Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet

Hakkıdır, Hakka tapan milletimin istiklal..

Gibi pek çok mısralarıyla  bu milletin vefakar ve hürmetkar  evlatlarının kalbinde  şimdiye kadar canlı bir biçimde yaşamış  ve inşallah sonsuza kadar aynı şekilde yaşamaya devam edecektir.

Ne mutlu bu millete ki Akif gibi eşsiz bir evladı vardır,

Ne mutlu bu millete ki aradan neredeyse bir asır geçmesine rağmen içinden çıkan  ve milleti için rahatını  ve hayatını feda eden, Akif gibi iman ve istiklal kahramanı  büyük evlatlarını  unutmamakta onların değerini bilmekte ve örnek hayatlarından ve manevi miraslarından  yararlanmasını bilmektedir.

Akif bir eleştirmendir, büyük oranda bozulan toplum hayatının birçok yönünü eleştirir yerine sağlam görüşler getirir, Akif bir romancıdır, Safahat bir romandır, Müslüman Türk’ün hayatının hasta yönlerini görüp teşhir eden bir psikanalist gibidir. Akif bir gözlemcidir, rahatın, zevkin safanın değil milletin ıztıraplarının gözlemlerini yapmıştır. Akif bir müfessirdir, şiirleriyle ayetleri tefsir etmiş çaraler getirmiştir, Akif Cami’nin şairidir, camiden topluma hitap eder, çünkü cami bir okuldur, bir eğitim yeridir, onun çizdiği ideal cami bugün yoktur, ne yazık ki.

Prof. Dr. Himmet Uç

Kaynaklar

Safahat, Akif’in Manzum Hikayeleri, uluslar Arası Akif Sempozyumu bildirileri , Eleştirmen Akif ve Psikanalitik yönden Akif’in şiirleri, Fevziye Abdullah Tansel Mehmet Akif, Mustafa Varlı Mehmet Akif Ersoy ve Çanakkale Ruhu , daha çok bu son kitaptan istifade edilmiştir.