Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

Bir “Miladî Yılbaşı”nın Ardından..

“Bir yılbaşı daha geçti, neş’e ve sevinç ile.”(!)
Her sene miladî yılbaşının ardından bazı malum neşir organlarında, “akşamdan kalma” bir kafa ile yazıldığı intibaını veren ve yukarıdakine benzer bir cümle ile başlayan bol resimli “Yılbaşının ardından” haber ve röportajları ile ilgili başlıklar olurdu.
Allah’a isyan, insanî sorumlulukları yerine getirmemek, bazı gayrimüslim ülkelerin sefâhetinin taklitçiliği ve günah azgınlığı kokan o “yılbaşının ardından” haber ve röportajlarından tiksinti duyardım.
Her “miladî yılbaşı” sonrasında aynı tiksinti ve üzüntüleri duymamak için, o malum gazetelere hiç bakmamayı daha uygun görüyordum. Çünkü insan bazen “ibret alayım” derken günah da alır..
O gazeteler, aslında “miladî yılbaşı” gecelerinde bazı yerlerde olanlardan bahsediyorlardı. Onlara niçin böyle haberler ve röportajlar neşrettikleri sorulsa belki de, “yaptıklarının sadece “gazetecilik” olduğunu” söylerlerdi ve “bir haberin veya röportajın vukua gelmiş olana uygunluğu, sanki onlar için bir gazetede on binlerce kişiye hitap ederken uyulması gereken ahlâk prensibi olarak kâfiymiş gibi” yanlış bir hâli savunmaya çalıştıkları olurdu.
* * *
İnsanlığın ceddi ve ilk peygamber Hz. Âdem Aleyhisselam zamanından şimdiye kadar, inançları bakımından iyi veya kötü yaşamış insanlar olmuştur. İnsanların yapabilecekleri iyi işlerden az, kötü işlerden ise çok bahsetmenin; “daha ziyade bâtılı ve kötülükleri tasvirle uğraşmanın” fertler ve cemiyet için faydası yoktur!.. O cins neşriyata ibret nazarıyla bakıp zarar görmeyecek az nispetteki okuyucuların haricindeki büyük okuyucu kitlesinin “temyiz kabiliyeti” inkişaf etmemiş olduğundan, farkında olmadan manevî yaralar alırlar.
* * *
İnsanı “en mükemmel canlı varlık” olarak yaratan, onu bu dünyaya muvakkat bir ömür müddetinde yaşarken “aklıyla ve cüzî iradesiyle imtihan olması” için gönderen, onun vücudunu her türlü azaları, hücreleri, molekülleri ve atomları ile çalıştıran kim ise, “insanın bu dünyadaki hayatının asıl gayesi ve maksadı” da O’na aittir ve ancak “O” tesbit etmek salahiyetindedir!..
* * *
İnsanın bu dünyada bulunmasını ve yaşamasını netice veren müessir fiilin “etken mi, edilgen mi” olduğu çok mühim bir manâ inceliğidir: İnsan bu dünyaya kendi isteği, iradesi ve iktidarı ile “gelmemiş”; onu yaratan Allah tarafından “gönderilmiş”tir.
Allah, Kur’an-ı Kerîm’de Zâriyat Sûresi, 56. âyette bunu açıkça bildirmektedir:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
(Mealen:) “Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.”
Risale-i Nur Külliyâtı’nda “Şualar” adlı eserde, “Yedinci Şua” bu âyet ile başlamakta ve bu “âyet-i uzmâ (manâca çok büyük âyet) hakkında ilk cümleler olarak şöyle denilmektedir:
“…insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir.”
Bu ve benzeri Kur’an âyetlerinin ve hadislerin bildirdiklerine aykırı olarak, hadlerini aşmak suretiyle bilhassa yılbaşı gecelerinde hadlerini daha da aşarak:
“İnsan bu ölümlü dünyaya ancak bir defa gelir. İmkânları nispetinde ve kendini hiç bir kayda bağlı hissetmeden bu hayatı yaşamasını bilmelidir…” veya “Benim hayat görüşüm şöyledir…”, “Benim hayat felsefeme göre..” şeklindeki yanlış sözleri de sarf ederek yılbaşı gecelerinde çeşitli günahları işleyenler bu dünyada yaşamalarının gayesini, maksadını kendilerinin tesbit etmesi selâhiyetlerini nereden alıyorlar da böyle konuşuyorlar; hakikatte böyle bir hak ve selahiyetlerinin hiç olamayacağını, bilmiyorlar mı?
* * *
İnsanlar bu dünyaya “Allah’a kulluk imtihanından geçmeleri için Allah tarafından gönderilmektedirler”. İnsanların bu dünya hayatlarında “Allah’a kulluk imtihanlarındaki başarılarının” akıllarını iyi kullanarak, “bu dünyaya başıboş ve manâsız bir hayat sürmek için” gelmiş olamayacaklarına inanmaları, kendilerini ve bütün kâinatı yaratan Allah’ı -O’nun isim ve sıfatlarının tecellileri (akisleri) vasıtası ile- tanımaları, O’nun tüm kâinatı ve kainat içinde insanları niçin yaratıp dünyada geçici olarak yaşattığını, “göndermiş olduğu tahrif edilmemiş kitaplar, peygamberler ve peygamberlerin ilmî vârisleri” vasıtasıyla öğrenmeleri, o bildirilenlere uymak hususunda akıllarının ve iradelerinin işbirliğini sağlamaları suretiyle olacağı söylenebilir.
* * *
Evet, ehl-i gafletin de dediği gibi, “insan bu ölümlü dünyaya ancak bir defa gelir.” Fakat bu sebepten de -ikinci bir defa daha gelip, ilk gelişindeki hatalarını tamir ve telafi etmek imkânı olmadığı için- bu hayatı yaşamasını ve iyi değerlendirmesini bilmelidir!.. “Hakikaten yaşamak” ise, “hakikatle yaşamaktır”; bu dünyada insan olarak yaşamanın gayesini ve hakikatini öğrenip onu yaşamaktır. Aksi halde, son pişmanlık fayda vermeyecektir!.
** *
Şimdiye kadar bu ve emsali hakikatleri kabul ile ona göre yaşamamış “âkil-baliğ insanların büyük ekseriyetine” acaba normal bir mikroskopla görülebilmesi mümkün olmayan ve “koronavirüs” adı verilen çok küçük bir canlının “umumî musibet” olarak gönderilmesi ile acaba Allah tarafından ikazda mı bulunulmuştur ve o musibet dünya imtihanının icabı olduğu için mi yaklaşık iki yıl boyunca masumları ayırt etmeden,”tüm insanlara umumî olarak” gelmiştir?
* * *
Kur’an’da ve onun imanla ilgili âyetlerinin tefsir edildiği Risale-i Nur’da “musibetin masumları hariç tutmadan umumî olarak gelebileceğinden” bahsedilmektedir:
“Âyette vardır:(Mealen) “Öyle musibetten kaçınız ki, geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar.” Çünkü, musibet-i âmmeden (umumî musibetten) masumlar harika bir tarzda, selamette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit, Ebu Cehil gibi fenalar, aynen Ebû Bekir-i Sıddık Radıyallahu Anh gibi tasdik ederler. Onun için, musibet-i âmmede mâsumlar da belâ çekerler.”(Risale-i Nur Külliyâtı, Emirdağ Lâhikası)
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Bir “Miladî Yılbaşı” daha daha gelirken..

Bir “Miladî Yılbaşı” daha daha geliyor.. Niyet, fikir ve hareketleri yaradılışlarının ve bu dünyada bulunuşlarının hikmetine ve gayesine uymayanların, bir senedeki 365 günün son gününün son gecesinde ifrata varan günah işleme azgınlığı ve Allah’a isyan hallerinin tezahür ettiği bir zaman merhalesi olarak da diğer zamanlardan tefrik edilir, “Miladî Yılbaşı”…
* * *
Bediüzzaman, “Bâtıl şeyleri ziyade tasvir, safî zihinleri idlaldir” demiştir. Fakat tahrif edilmiş Hristiyanlığın ülkemizde de maalesef bazıları tarafından yıllardır “kötü taklitçilik” hallerinden biri ve oradan yapılan “en zararlı ithalâtın nevilerinden bir misali” teşkil ettiği için, “yılbaşı eğlenceleri” adı altında ülkemizde de bazıları tarafından işlenen rezaletler üzerinde, onları “ziyade tasvir” ile “safî zihinleri idlal” etmemeye çalışarak, “bu mevzuda, bir Müslüman ülke olmamıza rağmen maalesef ülkemizde de gaflet halini sergileyen “nüfus kağıdı müslümanları”nın çokluğu karşısında, ibret için kısaca durmakta belki fayda olabilir.
* * *
“Miladî Yılbaşı”larda tahrif edilmiş Hristiyanlığın taklitçiliğini ve oradan bu konuda zararlı ithalatı yapanlardan birine:
“- Nedir bu sizin yaptığınız rezalet böyle?” diye sorsanız, belki yılbaşı eğlencelerine karşı çıkmayı da “çağdışı olmak” sebebine bağlayarak, hakikatsiz ve abuk-subuk laflarla o yanlışlarını güya savunurlar. Neymiş; “insan bütün bir sene çalıştığı ve yorulduğu için, bütün bir senenin yorgunluğunu gidermek ve yeni yıla zinde bir şekilde girmek için eğlenirlermiş!.. Hem yeni bir yıla neşeli bir şekilde “eğlence sarhoşluğu” içinde girerlerse, ardından gelen bütün bir yıl da eğlenceli ve neşeli geçermiş” (?).
Hem bu gibi durumlarda çılgıncasına eğlenmesini bilmeyen, çalışmasını da bilemezmiş, vb (!).
Bu cinsten, “çocuk avutmaya bile faydası olmayacak çok yanlış sözlerin” müşterek vasıflarının ne olduğu açıkça görülüyor!..
* * * *
“Miladî Yılbaşı”nda bazı gayrimüslim Batı ülkelerinde yapılanları aynen taklit edenler, Batı’nın az da olsa, bazı iyi mallarının da bulunabileceğini bilmiyorlar mı? Yoksa “benzeriyle ünsiyet etmek” temayüllerine daha uygun olduğu için mi, Batı’nın “kötü malları”nı da daha iyi mallar yerine tercih edip alıyorlar?
* * *
Hikmetin asıl beşiği Şark’tır. Peygamberler de, büyük hükemâ da, hep Şark’tan çıkmıştır. Hikmet arayan bir Şark’lının nazarını Garb’a çevirmesi; kendi evinin eşiğini biraz kazmakla bulabileceği büyük hazineden bihaber, dünyanın öbür ucuna altın aramak için gidenin haline benzetilebilir!.. Fakat Batı’nın taklitçiliğini Batı’lılara karşı bir aşağılık duygusunun da tesiriyle yapanlara bir nevi ilaç olarak, Batı’lı bazı mütefekkirlerin hakikate muvafık bazı sözlerinden iktibaslar yapmakta da fayda olabileceği düşüncesiyle, Dr. Alexis Carrel’in bazı sözlerini nakletmekte fayda olabilir.
Mesela Dr. Alexis Carrell de bir Batı’lıdır ve bu konuyla da ilgili sayılabilecek şu sözleri bir kitabında söylemektedir::
“Hayat disiplinsiz ve gayesiz olduğu zaman, tabiatıyla eğlence denilen bataklığa dökülür.”
“Eğlence içinde geçmiş bir hayat kadar manâsız bir şey yoktur.”
“Hayat, dans etmekten, delice otomobil sürmekten, sinemaya gitmekten yahut radyo dinlemekten ibaretse yaşamak neye yarar?”
“Eğlence aptalların saadetidir.”
* * *
Şimdi de, kendi kapımızın eşiğini biraz kazalım ve oradaki defineyi keşfedelim: 20. Asır Türkiye’sinde yaşamış Bediüzzaman Said Nursî’nin, “kâinattaki en mühim hakikat davası”nın müdafaasıyla geçen seksen yılı aşan ömrünün en mühim mahsullerinden ve her gün sadece Türkiye’de değil; dünyanın çeşitli ülkelerinde kıymeti, ehemmiyeti daha da fazla anlaşılmaya devam eden altı bin sayfayı aşan Risale-i Nur Külliyâtı’ndan aynı mevzuyla da alâkalı sayılabilecek birkaç paragraf nakledelim:
“Kat’iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi ‘İman-ı Billah’ tır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en yüksek makamı, İman-ı Billah içindeki ‘Mârifetullah’ tır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o Marifetullah içindeki ‘Muhabbetullah’tır. Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en sâfî sevinç, o Muhabbetullah içindeki ‘lezzet-i ruhaniye’dir. Evet, bütün hakikî saadet ve halis sürur ve şirin ni’met ve safi lezzet, elbette Mârifetullah ve Muhabbetullahdadır. Onlar onsuz olamaz.
Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. O’nu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtelâ olur. Evet, şu perişan dünyada, avare nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hâmîsiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu avâre nev’i beşer içinde, bu perişan fani dünyada; insan, sahibini tanıyamazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder, O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Mektubat)
* * *
“Hayat ise, eğer îman olmazsa veyahut isyan ile o îman te’sir etmezse: hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalalet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-i meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.
Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı; bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar onun dalaleti noktasında mâdumdur, ölmüştür. Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, îtikatsızlığı cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer iman hayata hayat olsa; o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar îmanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur. Zaman-ı hâzır gibi ruh ve kalbine îman noktasında ulvî ve manevî ezvakı ve envar-ı vücudiyeyi veriyor…
İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz” (Risale-i Nur Külliyâtı, Sözler).
Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Tahterevalli

Çok güzel tanzim etmişti ve çalıştırıyordu, bu parkları yapan… Meselâ o tahterevalliler. Oturanlarının ağırlıkları farklı bile olsa, onların iki ucu da hem kalkabiliyor, hem inebiliyordu. Bununla ilgili, her tahterevallinin tam ortasında bir görevli vardı ve bir uç daha ağır olsa bile, o görevli bazen ağırlığını diğer uca verebiliyor ve o ucun ağır basmasını da sağlayabiliyordu.

Sahibinin ve çalıştıranın tüm diğer parklarında da, ortalarındaki görevlinin bir tarafa ağırlığını koymasıyla ve geri çekmesiyle, bazen bir uçları, bazen de diğer uçları ağır basan; sayılamayacak kadar çok “tahterevalliler” ve başka harika şeyler vardı.

O tahterevallilerde, “minimum potansiyel enerjili olmak” meylinin bulunduğu uç, aslında daha ağırdı; çünkü, tüm bu parkların bulunduğu maddî kâinatı kuran, iktisadı yani “israfsızlığı”, kuruluşunun temel düsturlarından biri yapmıştı.

Oda sıcaklığında atomların elektronlarının enerji seviyelerine dağılımı, moleküllerin meydana gelişi, katıların çeşitli geometrik yapılarda inşası, daima O’nun koyduğu bu prensibin neticesi meydana geliyordu. “Mutlak Sıcaklık” denilen ve sıcaklığın en alt değeri olan -273°C yakınlarında da bütün maddeler yine O’nun bu prensibine uyuyorlar ve o çok düşük sıcaklık derecelerinde, tahterevallilerin “minimum potansiyel enerjili olmak” meylinin tarafı daha ağır basıyordu.

Ama, iyi ki her zaman böyle olmuyordu; çünkü her zaman böyle olsaydı, diğer canlı mahlûklarla birlikte insan nev’ini de üzerinde misafir eden yerküresinde, tasavvuru bile mümkün olamayacak çok dehşetli ve mahvedici bir soğuk ve tüm maddelerin de yalnız katı halleri devamlı mevcut olabilirdi. Halbuki, en başta insanların ve yerküresindeki diğer canlıların maddî varlıklarının hayatiyeti için, belli bir sıcaklık aralığına ve maddelerin katı fiziksel hallerinden başka sıvı ve gaz hallerine de ihtiyaç vardı.

“Minimum potansiyel enerji prensibi” her zaman galip durumda olsaydı; hem yeryüzündeki bitki, hayvan ve insanların hayatî ihtiyaçları olan havanın bilhassa oksijeninin ve daha sonra da azotunun gaz hallerinin ve hem de havadan sonra en fazla ihtiyaç duydukları madde olan suyun sıvı halinin ve atmosferdeki gaz (su buharı) hallerinin yerine, sadece onların katı halleri bulunabilirdi ki, bu şartların hayal edilmesi bile ne kadar zor ve ne kadar dehşet vericiydi…

O parklar öyle iyi düzenlenmişti ve idare ediliyordu ki, bahsettiğimiz o çok dehşetli hal hiç meydana gelmiyordu. Çünkü, maddenin katı halinden başka sıvı ve gaz hallerinin de meydana gelebilmesini temin için, o parklardaki tahterevallilerin ortasında “temperatür” (sıcaklık derecesi) denilen görevliler, bazen de ağırlıklarını tahterevallilerin diğer ucuna, “entropi” (düzensizlik) tarafına vererek, o parkların sahibinden aldıkları talimatın ve programlarının gereğini yapıyorlar ve böylece her şey aşırı soğuktaki maddelerin, daima çok düzenli fakat katı fiziksel hallerinde kalmak yerine, bazen düzensiz sıvı ve gaz hallerine de dönüşebiliyordu. Akışkan olan ve bulundukları kapalı sistemin hacmi içine yayılabilen sıvı ve gaz madde halleri ise, yerküresindeki bitkilerin, hayvanların ve insanların hayatî faaliyetleri başta olmak üzere, çok yerde ihtiyaca daha uygun oluyordu.

Tahterevallilerin ortasındaki, maddelerin katı-sıvı-gaz fiziksel hal değişimleri için bazen ağırlıklarını koyan, bazen de ağırlıklarını geri çeken, görevli “temperatür” de, parkların sahibi tarafından “moleküler hareketlerle” eşleştirilecek şekilde programlanmıştı ve onun “Mutlak Sıfır”ı olan -273°C’ta, moleküler hareketler tamamen durdurulmuş oluyordu.

Etraflarındaki maddî kâinatı dolduran bu harika parkların ve onların içindeki çok mükemmel çeşitli sistemlerin sahibi tarafından çok iyi tanzim edilmiş ve çalıştırılmakta oluşunun delilleriyle ilgili bunlar gibi çok örneklerin, bir iğne bile ustasız olamadığından, insanlara eserleri ve icraatıyla kendisini tanıttırmak isteyen ustasını ve çalıştıranını ne güzel tanıtıyordu…

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Sağlıklı beslenmek ve helal gıda

İnsanların ekseriyeti, sağlıklı beslenmek ve gıda konusuna “çok dikkat eder gibi” görünürler fakat gerçekten buna uygun hareket ettikleri söylenemez. Gerçekten sağlıklı olmanın, gerçekten sağlıklı beslenmenin ve sağlıklı gıda almanın temelinin ne olabileceği mevzuu, “çok önemli” olmasına rağmen maalesef hiç denecek kadar az ele alınmakta ve üzerinde pek az durulmaktadır. Halbuki, bir insanın dünya hayatı esnasında en fazla dikkat edeceği şeylerden biri “helal gıda” olduğu halde, maalesef medyamızın büyük bir kısmında en fazla hafife alınan konulardan biri de budur. Ancak çok gecikmeli bile olsa, helal gıdalarla ilgili standartların “Türk Standartları Enstitüsü” gündemine de alınması bu mevzuda iyi bir gelişme olmuştur.

“Helal gıda” denilince, “hem helal kazançla helal yollardan temin edilmiş gıda, hem de kendisi mâhiyeti itibariyle yenilmesi ve içilmesi İslâm’a göre yasaklanmamış olan gıda” anlaşılmalıdır; “Helal gıda”, bu iki özelliği de birlikte taşıyan gıdadır. Bu iki özellikten yalnız birini taşıyana “Helal gıda” denilemez!. “Sağlıklı beslenmek ve iyi gıda almak” da, her şeyden önce, yukarıda bahsettiğimiz iki esas özelliği de birlikte taşıyan gıdalarla beslenmektir.

Kendi gıda ihtiyacını bizzat kendisi temin edemeyenlerin diğerleri üzerindeki mühim bir hakkı da, “helal gıda ile beslenmek”tir. Hal böyle olmasına rağmen, kendilerinin ve onların maişetini teminle yükümlü olanların çalarak, aldatarak, yalanla, dolanla ve ticârî ahlâka çeşitli şekillerde aykırı hareket ederek, gasp ile veya gasp edercesine, kazanılmış para ile aldıklarını veya mahiyeti itibariyle yenilmesi ve içilmesi şer’an yasaklanmış şeyleri yiyenlerden ve yedirenlerden, âhirette mutlaka bunların hesabı da sorulacaktır.

“Yenilmesi ve içilmesi şer’an yasak” olan şeyleri, “ilmihal” kitaplarımız gayet açık bir şekilde anlatmaktadır. “İlmihal, yaşamanın ilmi ve ilmihalini bilmek de, her Müslüman’a farz” olduğu halde; kendisi için farz olmayan, hatta bunun da ötesinde, lüzumsuz ve zararlı da olabilen çeşitli şeyleri öğrenip “ilmihalini öğrenmeyi” aklına bile getirmeyen nice “insan”ın cemiyetimizde bulunmakta oluşu, helal gıda konusunda da üzerinde durulması gereken esef verici bir haldir!.

“Sağlıklı beslenmek ve sağlıklı gıda almak” mevzuunun temelini, “Helal gıda meselesi” teşkil eder. “Helal gıda meselesi” göz ardı edilerek sağlıklı beslenmek ve sağlıklı gıda almaktan bahsetmek, “temelleri olmayan bir binanın odalarını süslemeye çalışmaya” benzetilebilir. Buna verilebilecek misallerden biri de; “Bir kısım medya”nın sağlıklı olabilmenin yolu olarak bazen haram yiyecek ve içecekleri bile tavsiyeleridir!..

“Sağlıklı beslenmek ve gıda almak” tavsiyelerinin özünde aslında, “fıtrata, yaradılışa uygun beslenmek” yer alır. İnsan –eğer varsa-  kullandığı otomobili için uygun yakıtı almağa dikkat eder; fakat ondan çok daha hassas olan kendi vücut makinesinin yakıtı olan yiyeceklerinin seçimine ekseriya itina göstermez!. Böyle insanlar, bir yandan da dünyada yaşamayı severler ve dünyadan ayrılmak onlara çok zor gelir!. Bu, onlar için tezatlı bir haldir.

Allah, “Hâlik” sıfatıyla bizi yaratmış ve “Rezzâk” sıfatıyla da bu dünyadaki zarûri rızkımızı taahhüt etmiş, hazırlamış ve bize göndermiştir. Biz, bu durumda kendimiz için gıda seçimimizi -özel bir inşaatımız veya özel bir aracımız varsa-  onlar için aradığımız inşaat malzemesini veya yakıtı aramaktan çok daha büyük bir itina ile, vücudumuzun yenilenmesinde kullanılabilecek en iyi inşaat malzemesini veya en iyi enerji kaynağını arar gibi gıda seçimlerimizi yapmalıyız.

Ekonomik ve teknolojik bakımdan çok gelişmiş ülkelerde “kalp-damar hastalıkları ve kanser” gibi ölümcül hastalıkların çok görülmesine rağmen, Afrika’nın iptidaî hayat şartları içinde yaşayan fakat “tabiî şekilde beslenen” insanlarında bu hastalıklara pek rastlanmaması, tıp doktorlarının meraklarını celp etmiş; bunun üzerine, “sağlıklı olabilmenin tabiî şekilde beslenmeyle alâkası” üzerinde daha ciddî şekilde durulmuş ve bu yoldaki tıbbî tavsiyelere ağırlık verilmiştir.

Bunun neticesinde,“rafine gıdaların yerine, rafine olmamış gıdalar” tavsiye edilmeye başlanmıştır. Modern değirmenlerde buğdayın çok ince öğütülmesi ve elenmesi ile elde edilen beyaz undan yapılmış ekmekler çok revaçta iken, zamanla bu tercih değişim göstermiş ve kepekli, çavdarlı, organik ekmekler ve “kara değirmen” denilen iptidai değirmenlerden elde edilen unlarla yapılan “köy ekmekleri”, büyük şehirlerde bile aranır olmuştur. Buğday, Allah’ın biz insanlar için hazırladığı besin maddelerinin en mühimlerindendir. Buğdayın, çeşitli kısımlarının insana gıda olması bakımından önemi vardır. Onun “nişasta” kısmı haricindekileri önemsiz görüp almamanın ne gibi ciddî zararlarının olabildiği, bugünkü tıbbın bir konusu olmuştur. Buna benzer şekilde, domatesin, elma ve diğer bazı meyvelerin kabuğundaki ve kabuğunun hemen altındaki faydalı maddeler tespit edildikçe, bu mevzularda yapılan neşriyatla, bunlara insanların dikkati çekilmeğe çalışılmaktadır.

“Sağlıklı beslenme ve gıda” mevzuunda en mühim hususlardan biri de; “Dengeli beslenmek”tir. İnsan vücudu çeşitli kimyasal maddelerin çok hassas, ölçülü ve dengeli terkiplerinden meydana gelmiştir. Ayrıca, “en mükemmel hayat şekli” de insana verilmiştir. “En mükemmel varlık” olan insanın bedenine alınacak gıdaların rastgele, ölçüsüz, dengesiz bir şekilde seçilip alınmaması gerektiği düşünülmelidir. İnsan için, alacağı gıdaların çok miktarda olması veya az miktarda olmasından daha önemlisi, “onların seçimine ve alınabileceği miktarlara” dikkat edilmesidir.

Yedi çeşit temel gıda vardır; “içme suyu” da bunlara dâhildir. Bu yedi çeşit temel gıdayı, yaşa ve kiloya göre, her gün ne kadar fasıla ile hangi miktarlarda, hangileriyle bir arada ve hangi şekillerde almak gerektiği, “dengeli beslenme”nin konularındandır.

Bazı hastalıkların zaruretleri ile “az ve sık yemek” hariç, genelde “günde iki öğün yemek” ve bu iki öğün arasında “hiç atıştırmamak” tıbbî bakımdan tavsiye edilebilir. Bu hal, Peygamberimiz’in (asm) sünnet-i seniyyesine de uygundur. “Sabah öğünü” kuvvetli olarak yenilmeli; “ikinci öğünle yatma vakti arasında” da birkaç saat hazım müddeti olmalı ve dolu mideyle uykuya yatmamaya dikkat edilmeye çalışılmalıdır. Bilhassa yaz günlerinde, “terleme” ile vücuttan ayrıca su kaybı da olabildiğini de dikkate alarak, her gün yeterli miktarda su içmeyi ihmal etmemelidir. Süt, insanın doğumundan ölümüne kadar harika bir gıdadır; her gün gıdalar arasında süt veya peynir, yoğurt vs. gibi süt ürünleri de vücuda alınmalıdır.

Bu tavsiyelere daha başka birçok tavsiye eklenebilir. “İnsanların asıl dikkat etmesi gereken”, sadece “dünyadaki hayatlarının beslenme faaliyetinde” değil; bunun dışındaki faaliyetlerinde de, “insan olarak dünyaya kim tarafından ve ne maksatla gönderildiğini düşünmekten ve ona göre gereğini yapmaktan asla geri kalmaması; kendisini “yanlış bir hürriyet anlayışına” kaptırarak, “dünyada istediğini yapmakta serbest zannetmemesi” ve Allah’ın kendisini her an gördüğünü bilerek ona göre yaşamasıdır…

Allah’a karşı kulluğunu yaşamaya çalışırken insan, havf (korku) ve reca (ümit) arasında kulluk dengesini muhafazaya çalıştığı gibi, Allah’ın en büyük isimlerinden biri olan ADL isminin bütün kâinattaki nihayetsiz tecellileri ile tesis ve devam ettirdiği dengeleri de düşünerek, kendi nefsinde ve yeme-içmesinde dengeyi, bulabilmeye ve o dengeyi devam ettirebilmeye de çalışmalıdır.                                                                       

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Gözüyle görmediğine inanmayanlar

“Gözümle görmediğime inanmam” (?) diyenler olabilmektedir.
Bunlara önce şunu sormak lazımdır:

“ –Hangi gözünle?”

Çünkü, insanın beş duyusundan biri olan ve en çok bilinen görme vasıtası bir “maddî gözü” olduğu gibi, ayrıca “akıl gözü”nün ve “kalp gözü”nün varlığından da bahsedilmektedir. Bu gözlerin her birinin görmek kabiliyeti, her insana göre değişebilir.

“–Hangi gözünle?”

sorusu hem görme vasıtasının cinsi (maddî, akıl, kalp ) hem de o­nun kabiliyeti, kapasitesi ile alâkalıdır.

“ – Gözümle görmediğime inanmam ..”

diyenler, eğer “maddî gözleri”ni kastediyorlarsa, bir şeyin inanılır olup olmadığı hususunda yalnız görme kapasitesi çok sınırlı olan kendi “maddî gözleri”yle o şeyi görmek şartını koyamazlar! İnanılabilecek bir şey “maddî göz”le görülebileceği gibi, bazan “akıl ve kalp gözü”yle de görülebilir. Ancak, beşerî hukukta hakikat ile yalanı ayırt edebilmek güçlüğü sebebiyle ve “hallusinasyon” (var sanma) denilen rahatsızlıklar, hastalıklar da söz konusu olabileceğinden “maneviyat gözü”, “kalp gözü” gibi görme vasıtalarından bahsedilemez.                               
Buradaki inceliği iyi anlamak lazımdır. Belli zaman ve mekanın dar sınırları hariç, bir şeyin birisinin nazarında (görüşünde) olmaması, o şeyin gerçekten de var olmadığı iddiasına delil gösterilemez; ancak, Onun nazarında yoktur. denilebilir. 
Kâinatta en mühim mesele, Allah’a (C.C.) ve o­nun bildirdiklerine “İslâmî iman” meselesi olduğu için, en büyük tehlike de bu imanı tehdit eden tehlikedir. Gözüyle görmediğine inanmamak, “aklı gözüne inmiş olmaktır. Bu hal, insanı en kıymetli hasleti olan “İslâmî iman”dan alıkoyabilir. İnanılması icap eden herşey, maddi gözlerimizle açıkça görülüp kendini bize zorunlu bir şekilde kabul ettirseydi, dünya imtihanımızın en mühim meselesi olan Allah’ın kitap ve elçisiyle bize bildirdiği gaybe “görmeden inanmak” iradesini kullanmaktan da hiç bahsedilemezdi; inanan ile inanmayanın bu şekilde birbirinden ayrılacağı “dünya imtihanımız” da olmazdı!                                                                                                  
“-Gözümle görmediğime inanmam ..” diyenlere, Kur’an’da Bakara Suresi’nin 3. ayetindeki mü’minlere medih, en güzel cevaptır:
“O (takva sahibi) kimseler ki, gaybe (Allah’a, meleklere, âhirete) inanırlar.  İnsanda, maddî gözünden başka birçok melekeler, hisler, önseziler ve “vicdan” denilen bir nesne bulunmaktadır. Göz, insanın ruhu için “bu âlemi seyrettiği bir pencere” hükmündedir. Varlık âlemi, sadece maddî gözümüzle doğrudan görebildiklerimizle sınırlandırılamaz. Gözümüzle doğrudan görebildiklerimizin dışında da, bazıları dolaylı olarak varlığını ve özelliklerini bize bildirip kabul ettiren varlıklar vardır.                                                          
“-Gözümle görmediğime inanmam.” diyenler, maddenin gözle görülemeyen çok küçük yapı taşları olan atomların varlığını da inkâr etmelidirler! Halbuki atomların varlığı, modern fenlerin en mühim dayanaklarındandır; varlığından başka, özellikleri, davranışları, halden hale geçişlerine dair kitaplar üniversite kitaplıklarını doldurmaktadır.           
İnsan, beş duyu organından biri olan gözünden başka, bilhassa “İslâmî iman” meselelerinde hem akıl gözüyle hem de maneviyat gözüyle (kalp gözüyle) görebilir ve inanabilir. İnsanın “duygusal zeka”sı da vardır ve son zamanlarda üzerinde ehemmiyetle durulan bir mevzudur.                                                                                                        
Bahis konusu ettiğimiz bu sözün yanında;
“–Bilim, yegane rehberimiz olmalıdır.”,
“–Bu asır fen asrı. Fenden başka bir mürşid aramamalıyız.”
“–Ortaçağdan kalma dogmatik inançlardan kurtulmalıyız.”, …

vb sözler de sarf ederek “maddî göz”le doğrudan görülmeyenleri inkâra çalışanlar, fenlerin büyük bir kısmının doğrudan gözüyle göremediği halde “dolaylı yoldan inanmak ve inandırmak” olduğunu düşünmüyorlar mı? Meselâ yukarıda da söylediğimiz gibi, doğrudan görerek değil de, tesirleri vasıtası ile dolaylı olarak varlığına ve özelliklerine hükmettikleri “atom” fikrine nasıl inançla sarıldıklarının farkında değiller mi?

Bu durumda–insanın dünyada aklıyla ve cüz’î iradesiyle imtihanının icabı- ekseriya doğrudan ve kendini zorunlu olarak kabul ettirecek şekilde olmayıp “sebepler perdesi” arkasında gizlenmiş olan Allah’ın isim ve sıfatlarının varlık delilleri olan görünen âlemdeki tecellîlerine, akislerine, tesirlerine karşı da, hissiz, alâkasız ve “kör gibi” davranmamaları icap etmez mi ?

“Gözüyle görmediğine inanmadığı”nı söyleyenlerin, maddî gözlerinin beyinlerine gönderdiği görüntü sinyallerini iyi yorumlayarak “eserden müessire geçebilmeleri”, kendilerinden beklenmez mi?

Hem peygamberimizi (asm), hem de o­nun en büyük mucizelerinden biri olan ayın iki parçaya bölünüp bir müddet sonra tekrar birleşmesini bile maddî gözüyle gördüğü halde, Allah’a ve Peygamberine hakikatiyle inanmamış “Cehaletin Babası” Ebû Cehil’in misali, insanın yalnız maddî gözle bakmasının görmesi ve inanması için her zaman kafi olmadığını; diğer taraftan âmâ (maddî gözleri görmeyen) mü’minlerin varlığı ise, görmenin ve inanmanın sadece maddî gözle olmayıp akıl ve maneviyat gözüyle de olabileceğini bize ders vermiyor mu?
Prof. Dr. Mustafa Nutku