Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

Nisan Yağmurları Hakkında

Yılın mevsimlerinden bahseden okul kitapları bir yılda İlkbahar-Yaz-Sonbahar-Kış mevsimlerinin olduğunu ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu Kuzey Yarımküresinde İlkbahar aylarının Mart-Nisan-Mayıs ayları olduğundan bahsettiği için, Nisan ayının ortasında “Kış bitti, artık bahar geldi” diye düşünerek, günlük hava raporuna bakmaya da lüzum görmeden yaya yürüyüşünün de olacağı bir yere giderken şemsiye ve yağmurluk almaya lüzum görmeyiz.
Aniden yağmur yağmaya başladığında da, bunu biraz hayretle karşılarız. Halbuki, kullandığımız takvimin Nisan ayının 14’ü ile Mayıs ayının 14’ü arasındaki yağmurların hem dinî ve hem de fennî önem ve faydası vardır ve bununla ile ilgili çeşitli hadisler çok kişi tarafından bilinmez.
Üzeyir Şenler (Şule Yüksel Şenler’in ağabeyidir; aile efradına Risale-i Nurları o tanıtmıştır; asıl adı Özer’i Bediüzzaman Üzeyir olarak değiştirmiştir ve o ismiyle Risale-i Nur camiasında bilinmektedir) Isparta’da askerlik görevini yaparken, bir müddet Bediüzzaman’ın yanında kalmıştır. Ömer Özcan’a hatıralarından bahsederken, Bediüzzaman’ın Nisan yağmurunu hizmetindeki Zübeyr Gündüzalp’a toplatması olayını da nakletmiştir.
          Bediüzzaman da Nisan yağmuruna niçin önem verip, hizmetindeki Zübeyr Gündüzalp’a onu toplatmak istemiştir? Bu mevzudan burada geniş şekilde bahsetmek için yer müsait olmadığından, çok kişinin evinde bundan bahseden hadis kitapları olmasa da, ilköğretim öğrencileri de dahil çok kişi internetten arama yaparak bilgiye olayca ulaşabildiğinden, o aramanın internetten yapılmasını tavsiye ederek, burada sadece “Nisan Yağmuru Hakkında Bilinmeyenler”den bahseden çok kısa bir yazıyı nakletmekle iktifa edeceğiz:
‘GENÇ Dergisi’ yazarlarından Asude Usluer Uğurlu, ‘Semadan İnen Şifa: Nisan Yağmuru’ başlığı altında kaleme aldığı yazısında Nisan yağmurunun bilinmeyenlerini çok kısa olarak şöyle yazmış:

              “Göklerden damla damla gelen hayat
              Yerden fışkırır rengârenk nebatat
              Sel olur akar akar âb-ı hayat
              Ninni söyler iner Nisan yağmuru
 
Nisan yağmuru Miladî 14 Nisan ile 14 Mayıs arasındadır. Yani Rumî takvime göre itibar edilir. Nisan yağmuru midyenin ağzına düşerse inci, yılanın ağzına düşerse zehir olur. Nisan yağmuru zahmetlere rahmet, dertlere deva, hastalara şifadır.
Nisan yağmuru biriktirme geleneği azalsa da, özellikle Konya’nın kırsal bölgelerinde çeşitli şekillerde yaşatılıyor. Nisan yağmurunun şifasına inananlar yağmur yağarken leğen ve geniş ağızlı kapları açık alana bırakarak içine yağmur suyu dolmasını sağlıyorlar.
Bu kaplarda biriken sular daha sonra bidonlara aktarılarak, çeşitli şekillerde kullanılıyor. Saçları uzamayanlar saçlarını bu suyla yıkarken temiz kapta toplanan sular hastalıktan arınma düşüncesiyle içiliyor.
 
İslamiyet’e göre Nisan yağmuru
Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v) ile birlikteyken yağmur yağmıştı. Hemen başını açtı ve “Yağmur rabbimin yeni yarattığı ve indirdiği rahmettir” dedi. (Müslim 2/615, Ebu Davut 5/3309)
Selçuklu ’ya başkentlik yaptığı dönemde Konya’da Nisan yağmurlarının kaplarda toplanarak hastalara şifa amaçlı dağıtıldığı, yapılan yemeklerin içine katıldığı, tarih kaynaklarında geçmektedir. O dönem Konya da Mevlana Dergâhında bulunan Mevlevîler, “Nisan taşı” adı verilen kaplara topladıkları Nisan yağmurlarını gelen misafirlere ikram ediyorlar ve bu suyun hastalılara şifa olacağına inanıyorlardı.
 
Uzmanlar da Nisan yağmurunu öneriyor
Uzmanlar, Nisan yağmuruyla alâkalı yapılan bilimsel araştırma neticesinde, ilkbaharda tabiatın canlanmaya başlamasıyla birlikte bitki ve ağaçların çiçek tozları, reçine, eterik yağlarının, yani bitki kaynaklı yağlar ve çiçek polenlerinin rüzgâr ve hava akımlarıyla atmosfere karıştığını bildirmişlerdir. Bu nedenle Nisan’daki yağmur yağışı sırasında, havadaki bu zerrecikler yağmurla birlikte yeryüzüne düşer. Nisan yağmurları içme ve kullanma sırasında da bu özellikleri nedeniyle önemli yarar sağlar.
Nisan yağmurunun içinde kullanılabilir demir olduğu için çok faydalıdır. Kışın kaybedilen demiri kazanmak için iyi bir fırsattır. Hatta uzmanlar bunun ispatı olarak “yağmurda ıslanmadan önce demirinizi ölçtürün, ıslandıktan sonra tekrar ölçtürün, demir oranınızın yükseldiğini göreceksiniz” demektedirler.
Nisan yağmuruyla yoğurt mayalanır. Evet, yanlış duymadınız. Bu bilimsel bir gerçek; uzmanlar normal şartlarda suyla mayalanmanın olamayacağını, mayalama için laktik asidin gerekli olduğunu belirtiyorlar. Bu asit, özellikle yaş bitkilerin üzerinde oldukça yoğun ve ilkbaharda havaya karışma oranı çok yüksektir. Dolayısıyla da, yağmur vasıtasıyla yeryüzüne inerek açık ve özellikle de havası kirli olamayan yerlerde mayalanmayı sağlayabilmektedir.
 
İşte uzmanların yakın yüzyıllarda ulaşabildiği bu bilimsel gerçekleri, bizim peygamberimiz 1400 küsür yıl önce bildirmiştir. Bu da İslamiyet’in azametini göstermektedir. Delil, ispat aramadan sırf Resulümüz dediği için bunları uygulayanların ne mutlu hâline…”
Prof.Dr.Mustafa NUTKU

Millî Eğitim Müfredatının Gündemde Olması Sebebiyle… (2)

Lavoisier ismi, bütün Lise 1. sınıf  Kimya kitaplarının ilk sahifelerinde, “Kimyanın Temel Kanunları” bahsinde, “Kütlenin Sakımı Kanunu” ile birlikte yer alır.
1743-1794 yılları arasında yaşamış olan bu Fransız kimyacı, kimya ilminde teraziyi sistematik olarak devamlı kullanarak, kendisinden önce yapılmış deneylerin neticelerini değerlendirmiş; kendisinin bazı deneyleri ile takviye edilmiş izahlar yapmış ve kimyevî reaksiyonlara giren maddelerin ağırlıkları toplamının reaksiyondan çıkan maddelerinkine eşit olduğunu, “Kütlenin Sakımı Kanunu” olarak ifade etmiştir. Bu kanunun Lise kimya kitaplarında yer alan sınırlı bir manâdaki “Hiçbir şey yoktan var olmaz; varken yok olmaz” ifadesinin ders kitapları ve öğretmenler tarafından çok iyi açıklanarak, yanlış anlamalar ve  anlatmalarla dinsizlik propagandasına malzeme yapılmasına mani olunması gerekmektedir.
Çünkü, Alman Fizikçi Albert Einstein 1905 yılında “Özel İzafiyet Teorisi” ile, maddenin yoğunlaşmış bir enerji olduğunu, enerjinin maddeye, maddenin de enerjiye E=mc2 (E:erg-enerji, m: gram-kütle, c: cm/s-boşluktaki ışık hızı) basit formülüne göre dönüşebileceğini bilim âlemine kabul ettirerek, hem Lavoisier’in “Kütlenin Sakımı Kanunu”ndaki iddiasının yanlışlığını ortaya koymuş; hem de bilim ve teknolojide “Atom Çağı”nın öncüsü olmuştur.
Ancak E=mc2 formülünden hesaplanan kütlenin enerjiye eşdeğeri çok büyüktür. En şiddetli kimyevî reaksiyonlarda bile enerji haline dönüşen madde miktarı, en hassas terazilerle bile tartılabilme sınırının çok gerisinde ve hesaba katılmasına lüzum görülmeyebilecek kadar az olup burada yapılan hata kimyacıların çalışma hassasiyetlerinin çok dışında kaldığından, bugün de kimyevî reaksiyonlarda pratikte madde kaybolmamış kabul edilir; kimya denklemlerinin katsayılarının denkleştirilmesinde ve kimya reaksiyonlarıyla ilgili problemlerin çözümünde, E=mc2 formülüne göre kütlenin enerjiye dönüşmesi veya enerjiden kütle meydana gelmesi hesaplarının da yapılmaması, çözümde mühim hatalara sebep olmaz.
Fakat nükleer reaksiyonlarla ilgili hesaplarda, E=mc2 formülüne göre kütle-enerji dönüşümünün mutlaka gözönüne alınması icab eder. Atom bombası, hidrojen bombası, nükleer santrallar, güneş ve yıldızlarda neşredilen çok büyük enerjinin eşdeğeri olan kütle kayıpları ihmal edilemez. Böylece, Einstein’in keşfettiği E=mc2 formülüyle, Lavoisier’in “Kütlenin Sakımı Kanunu” açıkça reddedilmiş olmasına rağmen, kimya denklemleriyle alâkalı işlem ve hesaplarda niçin kullanılmakta devam edildiğinin sebebinin çok iyi açıklanarak, gençliğin inanç dünyasının şekillendiği lise çağında Allah’ın varlığının ve  yaratıcılığının inkâr edilmesi batağında ebedî hayatların mahvolmaması için, müfredatta yapılması gerekenler ihmal edilmemelidir.
Lavoisier’in 1789’da neşrettiği “Kütlenin Sakımı Kanunu”nun aslında yanlışlığının Einstein’in 1905’de neşrettiği Özel İzafiyet Teorisi’ndeki E=mc2 madde-enerji bağıntısıyla açık bir şekilde anlaşılmasına rağmen, sadece pratikte doğru kabul edilmesinin temin ettiği kolaylıklar sebebiyle kimya öğretiminde ve tatbikatında hâlâ kullanılmakta oluşu, biyoloji ilminde “Darwinizm” ile yapılmağa çalışılan manevî tahribatın benzerini daha az ölçüde de olsa kimya ilminde de yapmağa teşebbüs edenlerin, çok yanlış ve gençliği ifsada çalışmak gayretlerine maalesef malzeme teşkil edebilmektedir.
Ya bu mevzuun cahili ya da kasıtlı, kötü niyetli olan müfsîdler tarafından bazı zihinler  bulandırılmakta; maddenin ezeliyeti ve inkâr-ı uluhiyet sapıklıklarının müdafaasında, Lavoisier’in aslında yanlış olan fakat pratikte doğru kabul edilebilen (ve pratikte doğru kabul edilmesi gereken) “Kütlenin Sakımı Kanunu” dinsizlik propagandası için sahte bir delil gibi ortaya sürülmeğe çalışılmaktadır. Bu durumda, Lavoisier’in ismi ve onun “Kütlenin Sakımı Kanunu”, belki kıyamete kadar kimya kitaplarında kimyanın temel kanunlarından biri olarak yer alıp uygulanabilecek; fakat ayni zamanda, bazı mugalatacılara ve hakikat tahrifçilerine sahte delil, aldatma ve saptırma vasıtası da olabilecektir.
Lavoisier böylece, Kütlenin Sakımı Kanununun pratikte doğru kabulüyle bir bakıma kimya ilmine hizmet etmek, diğer taraftan da 18. asrın sonlarından 20. asrın başına kadar maddenin ezeliyeti ve inkâr-ı uluhiyet sapıklıklarına sahte bir delil sunmuş; Kader-i İlâhi de, belki onun bu mevzudaki sevabının da günahının da, dünyadaki karşılıklarını vermiştir:
Lavoisier isminin Genel Kimya kitaplarında kıyamete kadar yer alabilecek gibi gözükmesi ona dünyada şan ve şöhret mükafatı sayılabilirken, Fransız İhtilali sonrasında giyotinle başı kesilerek feci şekilde idamı da –ona idamı için isnat edilmiş olan suçla alâkasından ziyade- yanlış ifade ettiği kimya kanunuyla manen idamına sebeb olduklarının günahlarından “Sebeb olan yapan gibidir” kaidesiyle aldığı günah hisselerinin, dünyadaki peşin bir cezasını görmüş olabileceğini düşündürmektedir.
Bu mevzuun ilahî hikmetleriyle ilgili yönü de düşündürücü olmakla beraber; Millî Eğitim Müfredatımızın gündemde oluşuyla,  o Müfredat’ın hazırlığıyla, bu mevzudan bahseden ders kitaplarının yazılmasıyla, o ders kitaplarının kabul edilmesiyle, kimya derslerinde talebelere “Kimyanın Temel Kanunları” bahsi anlatılırken bu mevzuun hassasiyetine itina gösterilip yanlış anlamalarla gençlik çağından itibaren inanç sapkınlıklıklarına sebeb olunmaması ile ilgili yönleri de vardır ve bilhassa bu mühim yönlerinde gerekenler kesinlikle ihmal edilmemelidir.
 
Prof.Dr.Mustafa NUTKU

KIŞ…

Okul kitaplarında kış ayları: Aralık-Ocak-Şubat olarak yazılı olsa da, mevsimler gelip geçerken bu tarihlere her sene kesin olarak uymazlar. Bazen Aralık ayı henüz gelmeden, Kasım ayının ortasını geçince kış mevsiminin geldiğini bildirmesi, bu sebeptendir. Benzeri bir durum, bazen Ağustos ayının ortasından sonra yaz havasının sonbahar havasına değişmesinde de görülür.
 
Şiddetli kışlar, insanları zor durumlara sokar. Fakat, Her gecenin bir gündüzü, her kışın da bir baharı vardır. Geceler, gündüzlere; kışlar da baharlara gebedir ve o­nları doğurur. Bu dünya, insanın ömür boyu imtihanı sebebiyle, zıtlıkların birbiri içine girdiği; tahavvüllerin ve tebeddüllerin birbirini takip ettiği bir yer olduğu için, gündüzlerden sonra gecelerin, baharlardan sonra kışların gelmesi, dünya hayatımız boyunca devam edip gider. Ebedî olan âhiret hayatı ise, imtihan yeri olmadığı için, dünya hayatına ait bu hususiyetler orada görülmez; âhirette (mü’minler için Cennet’te) ebedî bir gündüz ve ebedî bir bahar iklimi vardır.
“Evet, bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziya-zulmet, hararet-bürûdet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalâlet, birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir. Çünki, şer olmazsa, hayır bilinmez. Elem olmazsa, lezzet anlaşılmaz. Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz. Soğukla, hararetin dereceleri tahakkuk eder. Çirkinlik ile, hüsnün bir tek hakikati, bin hakikat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücud bulur. Cehennemsiz cennetin lezzetleri gizli kalır. Bunlara kıyasen her şey, bir cihette zıddiyle bilinebilir. Ve bir tek hakikati, sünbül verip çok hakikatler olur.
Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fâniden dâr-ı bekaya akıp gidiyor; elbette nasıl ki, hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler cennete akar. Öyle de, şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler de cehenneme yağar ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havza girer, durur.”(RN Külliyatı, Meyve Risalesi).
Bu hakikate burada kısaca işaret ettikten sonra, kışın o soğuk yüzünün arkasında nice rahmet cihetleri bulunduğuna dikkati çekmemiz de icap ediyor:
“O (Allah) her şeyi en güzel yarattı.” (Secde Suresi, 32/7) âyetine göre;
“Her şeyde, hatta en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki her şey, her hadise, ya bizzat güzeldir, o­na hüsn-ü bizzat denilir, veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, o­na hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir, fakat o zahir perdesi altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.”
“Meselâ ‘kar’ı pek bâridâne ve tatsız telâkki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.” O tatlı neticelerden biri, “O kış perdesi altında, nazenin güzel bir bahara yer ihzar etmektir.”(RN Külliyatı, Sözler).
Tabiat bilimleri, “Kâinatın Büyük Kitabı”ndan alınmış ciltler dolusu bilgi hazinesine sahiptir. Bu bilimleri öğrenip meslek sahibi olan gençler, sadece dünya hayatları için değil, o­ndan çok daha mühim olan âhiret hayatları için de bunlardan istifadeye çalışmalı; Allah (c.c.)’ı tanımak için, O’nun kâinattaki isim ve sıfatlarının tecellilerini müşahede ve tefekkürle en kıymetli nafile ibadet sevabını alabilmek için, bu bilimleri fikrî malzeme olarak kullanmalıdırlar.
Bu değerlendirmeler ile biz, her sene yeniden gelen kışdaki hikmetleri gözardı ederek o­nu hemen “kış..kış..” diye kovalamayı (!) düşünmeden önce, hikmetleriyle ilgili derince bir tefekkürle, o­na “Hoş Geldin…” demeyi bilmeliyiz.
Prof. Dr. Mustafa Nutku

KÂİNAT ve BİZ

 
 ”Helal Gıda Hatıraları” başlığı ile yazmış olduğum seri halindeki makaleler GİMDES Dergisi’nin ilk  defa Şubat 2011 yılındaki 16.sayısında yayınlanmaya başlamış ve beş yıl sonra Mart-Nisan 2016 tarihli 47. sayısına kadar beş yıl müddetle devam ettikten sonra, Mart-Nisan 2016 tarihli dergide o yazılarıma son vermiştim.
Helal gıda konusunda söylenebilecekler, elbette o seri yazılarda söylenenlerden ibaret değildir; söylenebilecek başka şeyler vardır; bunlardan bazıları söylenmektedir ve bundan sonra da söylenebilir.
Hadis-i Şerifte “Bir saat tefekkürün, farz ibadetlerden sonra gelen ibadetlerin bir senesinden daha fazla olduğu bildirildiğinden, gene bir hatırayla birlikte ve sayfa hacminin müsaadesi nispetinde, bu defa da Âl-i İmrân suresinin sonundaki iki âyetin ikazıyla başımızı gökyüzüne çevirip düşünelim.
 
 *  *  *
Geçici görevle İngiltere’ye giderken, yanıma Ömer Nasuhi Bilmen’in “Büyük İslâm İlmihali” kitabını almayı da ihmal etmemiştim.  Kitabın 20-21/395. sayfasında şöyle deniliyordu:
         “Yüce Allah’ın varlığını isbat için Kelam (Akaid) ilminde felsefe kitablarında pek çok delil yazılıdır. Bunlardan bir kısmını “Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri” adındaki eserimizde açıklamış bulunuyoruz. Şimdi burada:  “Şüphe yok ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahibleri için (Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren) büyük işaretler vardır.” (Âli İmrân: 190) âyetini okuyup yüksek anlamını düşünmek yeterlidir.
         Bu âyet-i kerîme güzelce düşünülürse, Yüce Allah’ın varlığına, kuvvet ve kudretinin büyüklüğüne dair sayısız deliller önümüze çıkar. Bizim bu eserimiz onları açıklamaya yeterli değildir. Ancak astronomi, kozmoğrafya, biyoloji, kimya, ruhiyat (psikoloji) ve anatomi gibi ilimlerin verdiği bilgileri göz önüne getirenler, bu âyet-i kerîmenin işaret ettiği delillere pek güzel akıl erdirebilirler. Her sağduyu sahibi insan düşündükçe, Yüce Allah’ın varlığını kabule mecbur olur.
         İşte yukarda Türkçe anlamını verdiğimiz âyet-i kerîme, bu gerçekleri haber veriyor ve bizi uyarıyor. Bundan sonra gelen:
         “Akıl ve anlayış sahipleri o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken (her hallerinde) Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler (ve derler): Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. (Boşuna bir şey yaratmaktan) sen münezzehsin. Bizi ateş azabından koru.” anlamındaki âyet-i kerîme, gerçek anlayış ve akıl sahibi kimler olduğunu bize bildiriyor.
         Bütün bu âyetler, İslam dininde aklın ve düşüncenin ne kadar büyük önem taşıdığını da bize göstermiş oluyor. Bir hadisi şerifde de:
         “Tefekkür gibi bir ibadet yoktur.” buyrulmuştur.
         Gerçekten İslam dininde aklın ve düşüncenin büyük yeri vardır. İslam dini tamamen akla ve hikmete uygundur. Muhakeme ve eleştirme, onun hak ölçülerini değiştiremez. İslamiyet, düşünen insanların dinidir.
         İşte akıllı insanlar o kimselerdir ki, gökleri, arzı, gece ve gündüzleri, göklerde parıldayan ve her biri güneşten binlerce defa daha büyük yıldızların ihtişamını düşünürler, yeryüzündeki sayısız canlı ve cansız yaratıkları göz önüne alırlar. Hoş gündüzlerin, sakin gecelerin ne kadar sağlam bir düzen ve ölçü içinde yaratılış kanununa uyarak birbirini kovalayıp durduklarını düşünürler. İbret bakışları ile yapılan böyle düşünceler sonunda insanlar, bu âleme bu düzeni ve ölçüyü vermiş olan Yüce Allah’ın kudret ve azametini isteyerek ve teslimiyetle kabule mecbur olurlar.
         Hattâ böyle büyük varlıkları değil, bir zerreden küçük olduğu halde büyük bir duygu ile hayat ve görevini sürdürmeye çalışan bir mikrobu, yine bir zerreden küçük olduğu halde başlı başına bir âlem olan bir atomcuğu düşünmek bile, gerçek akıl sahibi bir insan için Allah’ın yüce kudret ve hikmetini tasdik etmeye yeterlidir.
         Büyük bir nizam ve intizam içinde yaratılan bütün bu güzel ve acaib varlıklar rastgele mi olmuştur? Bunlar bilgi ve hikmetten yoksun olan yahut hayal edilen bir tabiatın eseri midir? Asla. Böyle yanlış bir hükme hiçbir akıl sahibi varamaz.”
 Âl-i İmrân Suresinin bu âyetlerinin ve onlardan sonrakilerin nüzulünden, çeşitli sahih hadis kitaplarında  bahsedilmektedir.
Abdullah b. Ömer (r.a.) hazretleri naklediyor: ‘Hz. Âişe’ye; Resulullah’dan gördüğün şeylerin en hayret verici olanını bana söyle.’ dedim. Bunun üzerine ağladı ve uzun bir müddet ağladıktan sonra dedi ki: ‘Onun her işi hayret vericiydi. Bir gün bana geldi, yorganıma girdi, hatta cildini cildime dokundurdu, sonra da buyurdu ki, ‘Ey Âişe, bu gece bana Rabbime ibadet etmek için izin verir misin?’ Ben de; ‘Ey Allah’ın Resulü, ben senin yakınlığını severim, isteklerini de severim, izinlisin.’ dedim. Kalktı, odadaki su ibriğine vardı, abdest aldı, suyu çok da dökmedi, sonra namaza durdu. Kur’an okuyordu ve ağlıyordu. Sonra iki elini kaldırdı, yine ağlıyordu. Hattâ gözyaşlarının yeri ıslattığını gördüm. Sonra Bilâl geldi, kendisine sabah namazını bildirdi. Baktı ki ağlıyor; ‘Ey Allah’ın Resulü, dedi, Allah Tealâ senin geçmiş ve gelecek günahını affetmiş olduğu halde ağlıyor musun?’ O; ‘Ey Bilâl, buyurdu, şu halde ben şükreden bir kul olmayayım mı?’ Bundan sonra buyurdu ki, ‘Nasıl ağlamayayım, Allah Teâlâ bu gece şu âyeti indirdi:
وَلِلّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ
                                                                                                                   (Bütün gökler ve yer Allah’ın mülküdür)                          
             Resulullah bunu söyledikten sonra da ‘Vay bunu okuyup da, bu babda düşünmeyene!.‘ Diğer bir rivâyette, Vay bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunda düşünmeyenlere!‘ buyurdu.”
·      
İngiltere’de, Üniversite kütüphanesindeki kitap isimlerine göz gezdirirken, “How Big Is the Universe”
·      (Kâinat Ne Kadar Büyük?) isimli bir “popüler bilim” kitabı dikkatimi çekince, o kitapta kâinatın büyüklüğü hakkında verilen bilgilerle Âl-i İmrân sûresinin son âyetlerinin meallerini ve Büyük İslâm İlmihalinde Allah’ın “Vücud” sıfatı (Allah’ın varlığı) konusunda bahsedilenleri birlikte işleyerek bir yazı yazmıştım ve gönderdiğim bir İstanbul gazetesinde o yazım hemen yayınlanmıştı. Dinî eserler neşreden bir yayınevi de “Onuncu Gezegen” adlı başka bir makalemle birlikte onu bir broşür halinde çok sayıda basmış ve sattığı kitapların sayfaları arasına koyarak hediye etmişti.
O yazım şöyleydi:
“KÂİNATIN BÜYÜKLÜĞÜ
Bir senenin yaklaşık 365 gün ve dünyanın güneşin etrafındaki devrini tamamlaması için geçen zaman olduğunu, okur-yazar olup da bilmeyen yok gibidir.
Dünya güneşin etrafındaki bir devrini yapıncaya kadar bir sene geçiyor. Acaba dünya çok yavaş hareket ettiği için midir ki, güneşin etrafındaki devrini ancak bir senede tamamlayabiliyor? Hayır. Dünya güneşin etrafında dönerken saniyede 29,76 km.lik bir ortalama hızla hareket etmektedir. Bu, saatte 107136 km ortalama hız demektir (Bizim cismimizin büyüklüğüne göre bu hız, bir otobanda giden otomobilin ortalama hızının bin misli büyük bir hızdır; fakat, dünyanın 12756 km olan ekvatordaki çapıyla kıyaslanacak olursa; Dünyanın güneş etrafındaki hareketinde bir saatte çapının 8,4 katı kadar mesafe katettiği, çapı kadar bir mesafeyi de yaklaşık 7 dakikada katettiği söylenebilir).
Dünya, saniyede 29,76 km ortalama hızla hareket etmesine rağmen, güneş tarafındaki devrini bir defa tamamlayıncaya kadar biz bir yaşımıza daha giriyoruz!..
Ard arda turlarla yapılan seçimlerin kaçıncı turda olduğunu merak edip birbirimize sormamız tabiî ki tenkidi mucip değildir. Fakat bu arada kendi kendimize de sorsak:
“-Acaba, ben kaçıncı turdayım ve bu turlarımın sonunda nereye seçilmeğe namzetim?”
İnsana ömür mühleti çok uzunmuş gibi gelir. İnsan ömrünün ortalama 60 turla ifade edilmesi karşısında, meseleyi –itiraz makamından– vüzuha kavuşturmak için müdahalede bulunanlar olur:
“–60 tur diye insan ömrünü çok kısa görme; dünyanın güneş etrafındaki bir turunu tamamlarken katettiği mesafeyi de düşünmek lâzım.”
Evet, bu da ayrı ve başlıbaşına bir ibret konusu. Öyle uzun bir mesafe ki, dünya saniyede 29,76 km ve saatte 107136 km’lik bir ortalama hızla hareket etmekle, ancak bir yılda katedebiliyor!.
Peki ya güneş sistemindeki diğer gezegenler? Onların güneşe mesafeleri ve güneş etrafındaki turlarında katettikleri yörüngelerinin uzunluğu nedir?
Ya güneş sisteminin dışındakiler? Gözümüzle görebildiğimiz ve göremediğimiz kâinatın büyüklüğü ne kadardır?
İşte şimdi, saniyede 29,76 km.lik bir ortalama hızla güneş etrafındaki turunu üzerindekilerle birlikte yapmağa devam eden dünya uzay gemisindeki yolcular olarak, yolculuğumuzun bu anında biraz da bu mesele üzerinde fikren durup düşünmeğe çalışalım.
 Eski devirlerden beri gökler akıl sahipleri için alâka mevzuu olmuş; insanlar gök yüzünü incelemişler, kâinatın büyüklüğünü ve sırlarını tahmine çalışmışlardır. Göklere ait müşahedelerini, gördükleri hakkındaki düşüncelerini, göklerde cereyan edenlerle ilgili izahat ve teorilerini yazmışlardır. Yıllar geçtikçe eski teoriler daha hassas müşahedelerle, hesap metotlarıyla geliştirilmiş ve geliştirilmeğe devam edilmektedir.
Kâinatın insana hayret ve haşyet veren büyüklüğü, son yüz yıl içinde daha iyi anlaşılmağa başlamıştır. Kâinatın büyüklüğünü rakamlarla ifade yoluna teşebbüs eden astronomi âlimleri, bu esnada ekseriya kendilerini de bir dehşet ve korku hissinden kurtaramamışlardır. İnsan, zaman ve uzay hakkında dünyada elde ettiği tecrübelerinin delillerini, bütün kâinatın muammasını da çözmek için kullanmağa kalkışmakta; fakat bildiği bütün ölçü sistemlerini zaman ve uzayın birbiri ardındaki silsilelerine tatbike çalışırken, bu ölçü sistemlerinin artık hükümsüz olduğu bir yere varmaktadır. İnsandaki sınırlı idrakten doğmuş geometri ve şekil tasavvurlarının, sınırı tesbit edilemeyen uzay için de tatbik edileceği şüphelidir.
Gökteki yıldızların tetkiki insanı, fenlerin ve tahayyül kabiliyetinin izahını yapmaktan aciz kalacağı “sonsuzluk” ve “ebedîyet” mefhumlarını düşünmeğe sevk etmektedir. İnsanların elde ettiği fen ilimlerinin ve insandaki tahayyül kabiliyetinin, “sonsuzluk” ve “ebedîyet” mefhumları mevzubahis olunca, ötesi karanlık bir uçurum kenarına gelmiş gibi olması ve daha ileri gidememesi karşısında Schiller gibi bazı filozoflar:
“–Kâinatı düşünmek, insanı Allah’ın varlığını kabule zorlar.” demekten başka bir çıkar yol bulamamışlardır.
*  *  *
Çok açık ve bulutsuz bir yaz gecesinde çok dikkatle bakan bir göz, küçük ışıklı noktacıklar halinde 6000 kadar yıldız görebilir. Küçük bir teleskop kullanılsa, görülebilen yıldız sayısı çok daha fazla olur. Güney Kalifornia’da Mount Palomar’daki dev teleskopla ise, milyarlarca yıldız görülebilmekte ve fotoğrafları çekilebilmektedir. Son dört asırdır astronomlar kâinatı teleskoplarla tetkik etmektedirler. “Galaksi” adı verilen dev yıldız kümelerini incelemek için astronomlar senelerini vermişlerdir. Sonsuz olduğu hissini veren feza denizinde yüzen çok büyük gaz ve toz bulutları olan “Nöbüle”lerin fotoğraflarını çekmişlerdir. Astronomların bütün bu çalışmalarıyla ilgili kitaplar kütüphanelerin raflarını doldurmuş bulunmaktadır.
İçinde yaşadığımız, insanın “misal-i musaggarı” (küçültülmüş bir misali) olduğu muazzam bir kâinat vardır. Bu büyük kâinatın mevcudiyetinin sebepleri ve hikmetleri konusu, insan için en tabii ve en meraklı suallerden birini teşkil etmektedir. Mevzuun çok geniş olması sebebiyle, biz burada sadece kâinatın büyüklüğü konusunda şimdiye kadar elde edilmiş bilgilerden bahsedip tefekkürü okuyucuya bırakacağız.
Kâinatın büyüklüğü ne kadardır? Kâinatın büyüklüğünü tayine çalışmak, insan için mevcut olabilecek en büyük rakamı bulmağa çalışmak gibidir. Astronomlar bütün mevcut galaksileri keşfettiklerini söyledikten sonra, birisi daha kuvvetli bir teleskop yapınca, fezanın daha derinliklerinde daha başka galaksilerin de mevcut olduğu görülebilmektedir.
Havanın açık olduğu bir yaz gecesi göğe bakıldığında, görüş sahamızı bir ufuktan bir ufuğa kateden ışıklı bir şerit halinde yıldızlar görülür. Buna “Samanyolu” denir. Bu, bizim içinde bulunduğumuz galaksidir. Bizim güneşimiz, bu galaksinin uçlarından birine yakın bir yerdedir ve Samanyolu’nu teşkil eden kendisi gibi yüz milyar güneşlerden sadece bir tanesidir!.. Biz Samanyolu’na bakarken bizden çok uzak, bizim dışında olduğumuz bir yıldız kümesine bakıyormuşuz gibi gelir. Halbuki milyarlarca güneşle beraber bizim güneşimizin ve onun peyki olan arzın da içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisini, arz üzerinden görebileceğimiz şekliyle seyredebilmekteyiz.
Astronomlar, göklerdeki yıldızlararası mesafeleri ifade için, “ışık yılı” mesafe birimini kullanırlar. Bir “ışık yılı”, ışığın bir yılda katettiği mesafedir. Işığın saniyede takriben 300.000 km. katettiği düşünülerek bu mesafe biriminin büyüklüğü tasavvur edilebilir. Dünyaya en yakın yıldız olan “Alpha Centauri” 4,4 ışık yılı mesafededir. Güneşin dünyaya uzaklığı ise, sadece 8 ışık dakikasıdır. Arza nisbeten en yakın yıldızlardan biri olan “Sirius” yıldızı, 8 ışık yılı uzaklıktadır. Işık yılını daha iyi anlaşılır şekilde izah etmek gerekirse, Sirius yıldızında bu gece büyük bir patlama ile ışığında her zamankinden çok fazla bir artış olsa, biz bunu ancak 8 yıl sonra bu geceki patlamada neşrolan ışıkları bize ulaştığında görebiliriz. Bu ışık yılı mesafe birimini “Samanyolu”nu ifade için kullanırsak; “Samanyolu” dediğimiz galaksimiz, çapı 100.000 ışık yılı, kalınlığı 10.000 ışık yılı olan disk görünüşündeki çok büyük bir hacimde, her biri birer güneş olan yüz milyar yıldızın tevzi olması ile husule gelmiştir. Bizim güneşimiz ve gezegenler sistemi, bu galaksinin merkezinden 30.000 ışık yılı mesafede yer almıştır.
Uzun yıllar boyunca astronomlar, birçok yıldızı içine alan bu “Samanyolu” adı verilmiş galaksinin kainatın bütününü teşkil ettiği ve bu galaksinin haricinde başka hiçbir yıldız bulunmadığını zannetmişlerdi. Daha sonraları artan görüş imkânları ile, kâinatın içinde bulunduğumuz galaksideki yıldızlardan ibaret olmadığı, daha başka galaksilerin hatta “Galaksi kümeleri” manasında “Klaster”(Cluster)lerin de bulunduğu anlaşılmıştır.
Galaksiler, umumiyetle birbirlerine nispeten yakın mesafede olanların teşkil ettikleri “galaksi çiftleri” halinde bulunurlar. Meselâ bizim içinde bulunduğumuz “Samanyolu” galaksisine en yakın mesafedeki diğer galaksi “Andromeda” adı verilmiş olandır ki, bize iki milyon ışık yılı uzaklıktadır…
Galaksi kümeleri olan Klaster’lerden, binden fazla galaksi ihtiva edenleri vardır. Bu klasterlerin bir uçtan diğer uca büyüklükleri, bir milyon ışık yılı ile on milyon ışık yılı arasında değişebilmektedir. Güneş sistemimizin içinde bulunduğu “Samanyolu” galaksisi, 20 tane galaksi ihtiva eden bir klaster’e dahildir. Bu klaster’in çapı 3 milyon ışık yılıdır. Bu klaster’lerin de fezada rastgele dağılmadıkları ve 100 milyon ışık yılı çapında bir hacme yüz tane kadar klaster’in muntazam bir şekilde tevzi edildiği anlaşılmaktadır. Kâinatta üçyüz milyardan fazla galaksinin bulunabileceği ve bir galaksinin de yüz milyardan fazla yıldız ihtiva edebileceği, fennin bu güne kadar elde ettiği bilgilerle söylenebilmektedir.
İnsan, maddî bir varlık olarak düşünülünce, kâinatın büyüklüğü yanında ne kadar küçük bir cisme sahiptir. Mânevî varlığı; akıl, his, tahayyül gibi çeşitli kabiliyetleri ile göz önüne alındığında, kâinat yanında insanın ehemmiyetinin büyüklüğü anlaşılabilmektedir.
İnsan, kendi ağırlığı ve hacmine kıyas etmek icabetse, yan yana konulması gereken rakamlara sayfa ebadının dar geleceği yıldızları, galaksileri, klasterleri boyutlandırıyor, kendine olan mesafelerini muhtelif birim sistemleriyle ifade edebiliyor, bazı özelliklerini tesbit edebiliyor. İnsanın aklını kullanarak yapabildiği bütün bu kabil işlerin hepsinden de önemli olan aklî faaliyeti ise, bu mevcudatın tesadüflerin eseri ve oyuncağı olamayacağını idrak edebilmesi; mevcudatı Hâlıkına nisbet edebilmesi, Allah’ın eseri gözüyle mevcudata bakabilmesi, kâinat sahifelerinde bu kâinatın Sanatkârının isim ve sıfatlarının tecellilerini okuyabilmesidir.
Allah’ın varlığının, birliğinin ve kudretinin çok açık delillerini ihtiva eden kâinatın, halen fenlerle bilinen büyüklüğü dahi insanın tasavvur ve tahayyül sınırlarının zorlandığını hissedebileceği bir mertebededir. Kâinatın bu büyüklüğü, Sahibinin, Sanatkârının büyüklüğüne delalet eder. Kâinatın büyüklüğünü Sahibine izafe etmesiyle insan, kullara kul olmak veya geçici küçük menfaatlere köle olmak yerine, bu büyük kâinat mülkünün büyük sahibine kul olmanın büyük şerefiyle şereflenir; hakikî huzuru, emniyeti, saadeti bulur.
Allah’ın insanlara hitabı olan Kur’an-ı Kerim’de, muhtelif âyetlerle insanları göklerdeki delillerin üzerinde düşünmeğe davet etmesi, insanlara verdiği akıl nimetinin bu mevzuda sâlim bir şekilde düşünebilmek kabiliyetinde olduğunun en kesin ve sağlam teminatıdır. Bu delillerin üzerinde düşünen akıl için iki yol vardır: “Ya bu delillerin Allah’ın varlığına, birliğine, kudret ve azametine delalet ettiğini idrâk ve kabul etmek veya bunu yapmadığı takdirde de, akıl olarak insan bedenindeki vazifesinden istifa edip gitmek!.”
İnsanların ekseriyeti, çeşitli vasıtalarla akıllarının bu mesele üzerinde lâyıkı ile düşünebilmesini önlemekle, üçüncü bir yol tutmuş gibi görünüyorlar.
Fenlerin şimdiye kadarki gelişme seviyesiyle “bilinen” kâinatın büyüklüğü hakkında verilen malumat, şöyle bir misal üzerinde özet olarak tekrar edilebilir:
Süleymaniye Camii gibi büyük bir camiyi göz önüne alalım ve buna “kâinat” diyelim. Süleymaniye Camiinin içinde, aralarındaki mesafeler bir santim olacak tarzda yüz milyar toz zerresini dağıtalım. Bu misâlle gökler kıyaslanırsa; Süleymaniye Camiinin büyüklüğüne nisbeten içindeki bir toz zerresinin küçüklüğü, bilinen kâinata nisbeten bir galaksinin küçüklüğü nispetindedir. Bu toz zerrelerinin her biri, ortalama yüz milyar yıldız ihtiva eden galaksileri temsil etmektedirler.
Bu toz zerrelerinden birini daha iyi görebilmek için, Asya Kıtası kadar büyüttüğümüzü farzedelim ve ona bizim galaksimiz olan “Samanyolu” diyelim. Bu Asya Kıtası üzerine bir madenî para koyalım. Asya Kıtası üzerinde bir madenî paranın işgal edeceği yer, Samanyolu galaksisinde bizim güneş sistemimizin -yani güneş ve onun gezegenleri: Merkür, Venüs, Arz, Mars, Jüpiter, Saturn, Uranus, Neptün ve Pluto’nun- işgal edebileceği yer kadardır.
Bu misalden de anlaşılacağı gibi, üzerinde bulunduğumuz arz, hatta bütün güneş sistemimiz, kâinatın büyüklüğüne, hattâ sadece kendi galaksimizin büyüklüğüne nispeten bile, çok küçük bir maddî varlık teşkil etmektedir. Diğer bir deyişle, bugünkü fen ilimlerinin seviyesiyle “bilinen kâinat” çok büyüktür. “Bilinen kâinat”ın dışında, kâinatın ne kadar büyük olduğu hususunda ise, bir tahmin yapılamamaktadır.
İşte kâinat böyle bir “Mescid-i Kebîr” dir.
«Kâinat Mescid-i Kebîrinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur. Ve ona derler. Hak olup, Haktan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur…» (Risale-i Nur Külliyâtı, SÖZLER)
Kur’an-ı Kerim’de, Âl-i İmrân Suresi 189-191. âyetlerde mealen şöyle buyruluyor:
“Göklerin ve yerin mülkü (bütün hazineleri) Allah’ındır. Allah her şeye hakkiyle kadirdir.
Gerçekten göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, sağ duyulu akıl sahipleri için, Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren deliller vardır.
Akıl ve anlayış sahipleri o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken ve yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında Allah’ın varlığını isbat için iyice düşünürler (ve derler): ‘Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. (Boşuna birşey yaratmaktan) Sen münezzehsin. Bizi Cehennem ateşinden koru.”
Prof.Dr.Mustafa NUTKU

En mühim şey için “Buldum..Buldum..” diyebilmek…

“.. Arşimed, yıkandığı hamamdan kendini dışarı atıp;

‘Evreka..Evreka..’ ( Buldum..Buldum..)

diye bağırarak sokağa fırlayıp, deli gibi koşmuş!..”

Acaba Arşimed o zaman neyi bulmuştu da, kendini böylesine kaybetmişti?

Arşimed’le ilgili, onun adını taşıyan fizik kanunuyla birlikte bazen bahsedilen bu eski ve meşhur hikayenin ayrıntısı kısaca şöyledir:

Milattan iki asır kadar önce, Sicilya kralı saray kuyumcusuna bir miktar som altın vererek bundan kendisine bir taç yapmasını ondan istemiş; ancak vermiş olduğu miktardaki som altının içine kuyumcusunun o tacı yaparken daha ucuz metaller karıştırıp hile yaptığından şüphelenmiş. Bu şüphesini araştırmasını da Arşimed’den istemiş.

Arşimed, o tacın yapılmasında altın hırsızlığı ile ilgili bir hile olup olmadığını nasıl anlayabileceğini günlerce düşünmüş ve bir gün hamamda tamamen su dolu küvetin içine girdiğinde su küvetten taşınca, bu meseleyi nasıl çözebileceğini bulmuş olmanın sevinciyle, yukarıda bahsedildiği şekilde ‘Evreka..Evreka..’diye bağırarak sokağa fırlamış!.

Arşimed daha sonra, Sicilya kralının kendisine verdiği görevle ilgili olarak, tamamen su dolu bir kaba tacı daldırdığında taşan sudan bulduğu tacın hacmini, taçla ayni ağırlıktaki som altının ayni şekilde bulduğu hacmiyle karşılaştırmış. Neticede, kuyumcunun yaptığı tacın som altınla ayni ağırlıkta olmasına rağmen tacın hacminin daha fazla olmasını delil olarak kullanarak, tacın yapılırken içine altından daha hafif ve ucuz metallerin karıştırıldığını ve kuyumcunun hile yaptığını ispatlamış. Arşimed bu düşüncesinden hareketle, suyun kaldırma kuvvetinin nelere bağlı olduğunun matematik ifadesini de keşfetmiş ve bu, o  tarihten beri “Arşimed Kanunu” olarak anılarak fizik kitaplarına geçmiş.  

Okullarda ilköğretimden itibaren verilen laik eğitim şeklinin tesiriyle, cisimlerin suda yüzmesinden bahsedilince öğrencilerin büyük çoğunluğunun çağrışımla hatırına gelen sadece Arşimed ve “Arşimed Kanunu“ olur.

Halbuki bütün kâinatla birlikte Arşimed’i ona  bazı kabiliyetleri emanet olarak  vererek yaratmış, o emanetleriyle belirli bir müddet yaşaması için onu bu dünyaya göndermiş, belli bir müddet bu dünyada yaşatmış ve onun bu dünyadaki hayat müddeti esnasında vücudunun tüm atomlarını, moleküllerini, hücrelerini, organlarını ve bütün bunlarla birlikte de Kendisinin yaratıp çalıştırdığı “akışkanların kaldırma kuvvetiyle ilgili Arşimed Kanunu” olarak bahsedilen kanunu keşfeden beynini de yaratıp çalıştırmış Allah (C.C.) olduğu halde bu en mühim husus üzerinde okullarımızdaki laik eğitim sisteminde ekseriya hiç durulmamaya ve düşündürülmemeğe çalışılır.

Evet, Arşimed milattan iki asır kadar önce, yıkandığı hamamdan kendini dışarı atıp;

“Evreka.. Evreka..” (Buldum..Buldum..)

diye bağırarak, sokaklarda deli gibi koşmuş…

Bu bilgi, bize emanet olarak verilmiş olan aklımızı yerinde ve iyi kullanmamıza ve aklımızla, Arşimed’in bulduğundan daha mühim hakikatleri bulmamız gerektiği konusuna dikkati çeken çarpıcı bir anekdot olarak hafızamızda kalsa, belki bize çok daha fazla faydalı olabilir. Çünkü akıl, insana Allah (C.C.) tarafından, en mühim hakikati bulmak için verilmiştir; onunla bulunacak hakikat, Arşimed’in bulduğu ve binlerce yıldır onun adıyla anılan, suyun ve diğer akışkanların kaldırma kuvvetinin nelere bağlı bulunduğunun keşfedilmesiyle ilgili hakikat olabileceği gibi, ondan çok daha mühim ve kıymetli hakikatler de olabilir ve olmalıdır.

Kâinatta insan aklının bulabileceği en büyük hakikat ise, Allah (C.C.)’ın varlığı ve birliği, yani “Tevhid” hakikatidir.  Asıl onu bulmalı;  bulunca da tabii ki Sicilya’lı Arşimed’in binlerce yıl önce yukarıda bahsedildiği gibi delileri andırır şekilde yaptığını (!) taklit değil, belki bizim kültürümüzdeki Yunus Emre gibi;

“Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun…”

diyebilmeli ve mutlaka o en mühim hakikatle hayatımızın sonuna kadar yaşamaya çalışmalıyız.

Prof. Dr. Mustafa Nutku