Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

Rahat Meyli ve Yazmak

Yazı yazmakta fikirleri derlemek, toplamak ve arzetmek; onları dağınıklıktan kurtarmak, çeki-düzen vermek ve bir mantık silsilesi içinde intizama sokmak vardır. Yazmak yoluyla fikirlerini böyle bir teftişe sokan, onları kontrolsuzluktan, başıboşluktan, derbederlikten kurtararak onlara en iyi şekli vermeye de çalışır. Bu gayretinin neticesinde meydana çıkana önce bizzat kendisi bakarak, yazdıklarının ilk ilk okuyucusu, ilk tetkik edicisi, ilk tahlil edicisi ve ilk tenkid edicisi olabilir ve bu faaliyetlerini birçok defalar -bu mevzudaki hassasiyetinin derecesi ile mütenasip olarak- tekrarlayabilir. Başkalarının bulabileceği hatalarını onlardan daha önce kendisi bulur ve düzeltebilir. Başkalarının yapabileceği tahlilleri, tenkitleri daha önce kendisi yaparak yazısının daha iyinin nasıl olabileceğini daha önce kendisi düşünebilir. Bu öncelik hakları aslında çok mühimdir; bu haklarının kıymetini bilmeli ve iyi kullanıp semeresini alabilmelidir. Fikirlerin böylece gizlilikten alenîliğe çıkışı ve kaydedilmiş hale gelişi ile, onların mahiyetleri üzerinde tetkiki, tahlili, tenkidi ve tashihi daha iyi yapılabilir.
Fikirlerin bu şekilde yazıya dökülmesi ve umuma teşhiriyle onların teftişe sokulması, her teftiş gibi, bu teftişi verene de çeşitli derecelerde zor gelir. Ama zor gelmesi, bu fikrî teftişten kaçmanın kâfi ve haklı bir sebebi kabul edilemez. Çünkü bu fikrî teftişin faydaları çoktur ve onun zorluklarına galebe eder.

divit hokka  Yazmak vesilesiyle fikirlerini bu teftişe hazırlamak ihtiyacını hisseden, muhakeme tarzındaki ve ifade şeklindeki eksiklerini, hatalarını, az gelişmişliklerini tashih ve tekâmül ettirebilmeğe daha fazla müteveccih olabilir; çünkü, bu ona vazgeçilmez, ihmal edilmez ciddî bir vazifesi halinde görünebilir ve bu vazifesinin ifasına çalışabilir. Yazmak vasıtasıyla fikirlerini böyle bir teftişe arz etmeyenlerde ise, bu mevzulardaki mecburiyet ve mükellefiyet hissi daha zayıf ve muhayyer kalabilir; zira, irade-i cüz’îyyeleri bu mevzuda kendilerini nispeten serbest telakki edebileceklerinden, sadece kendilerine saklayıp yazılı bir halde izhar ve teşhir etmedikleri fikirlerini, başkalarının da teftişine arzetmeden önce kendilerinin murakabe etmesi ihtiyacı onlarda daha az olabilir.
Tabiî ki bunlar, umumî olarak söylenebilecek hususlardır ve istisnaları da vardır.
Yazmanın böyle bir fikrî teftişe hazırlanmak yoluyla fikrî tekâmüle medar olması, onun zorluğunu unutturması icabettiren calib-i dikkat bir hususiyetidir.
Bu manâsıyla yazmanın zorluğundan ürkmeden ve yılmadan, arada sırada bir “fikrî teftiş” için fikirlerini murakabe faaliyetinde bulunarak onları tashihe, tanzime, en iyi ve doğru istikamete tevcihe çalışmak, sonra da bunları ifade şeklinde ayni çalışmaları devam ettirmek, bilhassa iletişim teknolojilerinin ve imkânlarının çok geliştiği ve insanların büyük çoğunluğunun onları çok kötü maksatlarla kullandığı asrımızda belki her mükellef için farz-ı kifaye olmaktan çıkmış ve farz-ı ayn haline gelmiş olan “emri bil ma’ruf ve nehy-i an’il-münker”i yapabilmek için çok hayırlı ve faydalı bir tavsiyedir.
Her hayırlı işe karşı çıkmak için insanın irade ve karar mekanizmasını hataya sevketmeye uğraşan ve bu hususta çeşitli silâhları kullanan şeytan, burada da, ekserî hallerde olduğu gibi insandaki “rahat meyli”ni tahrik ile bu hayırlı ve faydalı işi yapmasına da manî olmağa çalışır; yapılacak işin zorluklarını insanın gözünde büyüterek onu bu işten alıkoymaya gayret eder ve ekseriya da muvaffak olur.
“Meyl-ür-rahat”, böylece insanın ebedî hayatı için de, dünya hayatı için de birçok kayıplarının bir müsebbibi olur.
Halbuki insan, meşakkatli gibi gelen mühim ve hayırlı işlerdeki rahatı ve “rahat meylini” -peşine talip olmak zaafının esiri olarak- dünyada tatmine çalışmak ile bu işlerden geri kalmaktaki meşakkati iyi düşünebilmelidir.
İnsandaki en kontrola muhtaç meyillerden biri olan “rahat meyli” ile alâkalı şu sorunun cevabını da burada düşünmeye çalışmanın yeridir:
  “-İnsan dünyada yaşarken bütün niyet, karar ve davranışlarında ‘rahat meyli’ni ön plâna alsa, acaba onun elde edebileceği ‘rahatlık semeresi’ ne olabilir?”
Bu sorunun cevabı bütün insanlar için ayni ve kesin bir şekilde, tabiî ki verilemez. Buna rağmen, bu soruyla alâkalı olarak şu hususların gözönüne alınmasında mutlaka faydalar vardır:
  Bütün niyet, karar ve davranışlarında “rahat meyli”ni ön plâna alan bir insan, dünyada belki de hiç rahat bulamayabilir. Dünyadaki “rahat meyli”ni esas alan, âhireti kazanabilmek için yapması icabeden ibadet ve hizmetleri ihmal edeceği için, âhirette de rahatı bulamaz.
İnsanın, ömür müddetinin ne kadar olacağı hakkında hiçbir garantisi yoktur. Ecel vakti gizlidir; her an gelebilir, genç-ihtiyar farkı yoktur. İnsanın dünyada ne kadar yaşayacağı belli olmadığı gibi, ömrünün mükellef, âkil ve bâliğ olmadan önceki bir kısmı çocukluk devresi halinde; vücudunun acz, zaaf ve hastalıklarının eza verdiği diğer bir kısmı da ömrünün diğer ve ihtiyarlık devreleri halinde, rahat meylini şuurlu bir idrakle tatminden uzak olarak geçmektedir.
İnsanların gençlik devreleri büyük bir ekseriyetle, dünyada maişet vasıtaları olabilecek meslekleri kazanmak için hazırlanmalarıyla geçer ve onlara “rahat meyilleri”ni tatmin imkânını vermez. Tahsille, askerlikle, gurbetlerle, yokluklarla, musibet ve sıkıntılarla dolu ömür safhaları, aslında insanlara dünyada rahatı aramamayı ikaz eder; fakat, insanlar ekseriya bu ikazları anlamaz.
Dinî kaynaklarımızda açıkça belirtildiği gibi, bu dünya rahat yaşamak yeri değildir. İnsan bu dünyaya kendi isteği ile ve maksadını kendi tesbit edeceği şekilde gelmediği gibi, rahat bir fanî ömür sürsün; sonra ölsün, toprağa karışsın, diye de gönderilmemiştir! İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin asıl maksadı ve gayesi: Hâlik-ı Kâinatı tanımak ve ona iman ile ubudiyet etmektir. 
İnsan, bu dünyadaki varlığının asıl sebebine uygun olarak yaşamaya ve içine yaratıcısı tarafından dünya imtihanı için konulmuş “rahat meyli”nin de dünyada tam tatminini istemenin bu dünyadaki aslî vazifelerini yapmasına mani olacağının şuurunda olmaya çalışmalıdır.
İnsanın kısa dünya hayatına sığışmayan çeşitli meyillerinin ve isteklerinin bulunması aslında, bunların karşılığının verileceği ebedî bir âhiret hayatının varlığının da birer isbat vasıtasıdır. İnsan, kendisini ekseriya tesiri altına alan “rahat meyli”ne de bu anlayışla bakabilmeli; ona “rahat meyli”nin karşılığının, ebedî Cennet hayatında fazlasıyla verileceğini düşünebilmelidir. Çünkü onun içine o meyli koyan, o meyli kullanması şekliyle de onu bu dünya hayatında imtihan etmektedir. “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi” veciz sözü, “rahat meyli”ni kullanmak imtihanında da insana mühim bir uyarıcı olmalıdır. Aksi halde, insanın bu meylinin dünyada tatminini bütün niyet, karar ve davranışlarında en ön plâna alması, onun için hem faydasızdır ve hem de ona çok büyük zararların celbine sebep olabilir.
  “Rahat meyli” mevzuunda, iman esaslarını kabul edenler için şu husus da çok açıktır: Dünyadaki geçici ve kısa bir rahatlığı âhiretteki hakikî ve ebedî rahatlığa tercih etmek ve bu şekilde dünyada yapması icabeden vazifelerini ihmal etmek; insanın kendi nefsinde çok kuvvetli olarak varlığını hissettiği, bazan galip gelemediği ve uğrunda çok hayırlı işleri terkettiği “rahat meyli”ne de onun âhiret hayatını da içine alacak küllî manâda tamamen ters düşmektedir!..

Mustafa Nutku

Müslüman Kadınlar, İslâmî Tesettüre Uymalıdır!..

Son zamanlarda küreselleşmenin bazı zararları, iletişim teknolojilerinin ekseriya kötülüğü yaymak için kullanılması, bazı moda cereyanlar ve zararlı medyanın da tesiriyle, kadınların şer’î tesettürü (İslâm’ın emrine göre örtünmesi) bilhassa manevî bakımdan çok tehlikeli bir şekilde yozlaştırılmaya ve aslından saptırılmaya çalışılmaktadır. Bunun çok kötü misalleri, Bahar mevsiminin gelmesiyle daha da çok görülmektedir. İslâmî Tesettürü (evi ve mahremleri dışında), gözalıcı renk ve desenlerde başörtüler örtmek (bir nevî süslenmek) zannedip uygulayan “altı kaval, üstü şişhane..” deyimini hatırlatır şekilde sokaklarda, hattâ cami ve türbelerde bile boy gösteren Müslüman genç kız ve kadınlara da çok rastlanmaktadır.

İslâm’da tesettürün aslı ve esasının, sağlam Kur’anî deliller ile sabit kesin bir ve hüküm olduğu hususunda İslâm âlimleri ittifak etmişlerdir. Merhum şehîd İskilipli Âtıf Hoca’nın 1339 tarihinde bastırdığı ve üzerinde “Ahkâm-ı tesettüre vâkıf olmak isteyen her erkek ve kadın Müslüman’a bir nüsha lâzımdır” yazısı bulunan “Şer’î Tesettür” adlı risalesinden bazı mühim hususları nakletmek; şer’î tesettürün yozlaştırılmasına karşı bu mevzudaki İslamî gerçeği bilenlere hatırlatmak ve bilmeyenlere de bildirmek için faydalı olabilir.

Hicret-i Nebeviye’nin 4. senesinin Zilkade ayına kadar cahiliye (İslâm’dan önceki) devrinin iki âdetinin devamıyla, Müslüman kadınlar da iki omuzları arasından arkaya sarkıttıkları fakat tamamen gerdanlarıyla göğüslerinin bir kısmını açık bırakan “çar” denilen örtüyle başlarını örterlerdi ve her kim olursa olsun, namahrem (İslâm’da evlenmelerinde engel teşkil edecek akrabalığı olmayan) erkeklerle zaruretsiz karışıp görüşerek konuşurlardı. Hicret-i Nebeviye’nin 4. senesinin Zilkade ayında tesettür âyetleri (Ahzâb Sûresi, 59 ve Nûr Sûresi, 31) inerek, bu cahiliye âdetlerini kaldırmış ve içinde birçok faydalar bulunduran iki çeşit tesettür farz kılınmıştır.

Kadınların tesettürünün birinci çeşidi, buluğa erdikten sonra “cilbab” ile, yani başından itibaren bütün bedenini başından topuklarına kadar bürüyecek geniş bir “dış elbise” ile örtüp, (kocası ve kendileriyle evlenmeleri yasak bulunan) mahreminden başka hiç kimseye, azasını İslâm’ın (gösterilmesine) izin verdiğinden fazla göstermemektir. Bu “dış elbise”nin azayı belli edecek şekilde dar ve ince olmaması da gerekmektedir. Sadece vücudunun tenini örtüp hattını belli eden “dış elbise”, şer’î tesettüre uygun değildir. Peygamberimiz (s.a.s.): “Suretde elbiseli, hakikatte çıplak kadınlara, Allah lânet etsin” buyurmuştur.

Diğer bir hadis de şöyledir: “Ehl-i cehennem’den iki zümre var ki, bunları (dünyada henüz) görmedim: Birisi, sığır kuyrukları gibi kırbaçlar tutarak onlarla insanları döver(ta’zir ve ta’zib eder)ler. Diğer bir kısmı kadınlardır ki; gerçi giyinmişlerdir, fakat çıplak görünürler (zînet yerlerini açarlar, vücut hatlarını belirtecek şekilde ince ve dar elbiseye bürünürler). Başka kadınları kendileri gibi yapmaya teşvik ederler. Bunların başları, içine doldurdukları bezler ve saçlarla deve hörgüçlerine benzer. İşte bunlar ne cennet’e girerler, ne de pek uzak mesafeden intişar eden (yayılan) râyihasını koklarlar.” (Riyâzüssalihin Tercümesi, c. 3/198)

Tesettürle ilgili “Ancak bunlardan görünmesi zarurî (yerler) müstesnâdır” âyet meali gereğince, kadınların yalnız zînet-i zâhire yerlerine, yani yüzleri ile ellerinin açılıp görünmesine İslâm’da izin verilmiştir. Bir hadise göre de, ayak bileklerinden aşağısı hem namaz, hem de bakmak hususunda avret değildir. Mahrem olmayan kadınların bu uzuvlarına şehvetsiz bakmak, haram ve yasak değildir. Şehveti tahrik edeceği muhakkak veya muhtemel bulunursa, mahrem olmayan kadınların bu azalarına bakmak da İslâm’a göre haram ve yasaktır. Zira “Gözler zina ederler” hadis-i şerifi mucibince, şehvetle bakmak, bir nevi zinadır.

Hz.Âişe (r.a.) validemiz “Ancak bunlardan görünmesi zarurî (yerler) müstesnâdır” âyet mealine göre, kadınların yüzlerinde açılmasına izin verilen yerlerinin ancak birer gözleri olduğu içtihadında bulunmuş ve bunun gerekçesini açıklamıştır; tesettür hususunda İmam-ı Şâfii hazretlerinin mezhebi de, Hz.Âişe’nin (r.a.) içtihadına dayanmıştır. Yüz meselesi hakkında Şâfii’nin sözü-görüşü azimet, Hanefî’nin sözü-görüşü ise, ruhsat ve genişliktir. Ancak, ihtiyar kadınlar bu hükümden hariçtir.

Bu mevzudaki diğer bir hadis-i şerif gereğince, kadının elbisesinin topuk kemiklerinden kısa olması ve yerde sürünecek derecede uzun olmaması da şarttır. İlgili âyetteki “cilbab” kelimesinin manâsına uygun “dış elbise”nin biçimi konusunda ise, açıklık yoktur ve belirtilen şartlara uygun değişik elbiseler olabilir.

Kendilerine mahrem olmayan genç kadınların ellerine dokunmak veya onlar ile tokalaşmak, İslâm’da haramdır. Dokunmak, şehveti tahrik hususunda bakmaktan daha kuvvetlidir. Ancak, mahrem olmayan erkeklerin ihtiyar kadınlar ile tokalaşmasında sakınca yoktur.

Kadınların tesettürünün ikinci çeşidi Ahzâb Sûresi 33. ve 53. âyetlerinde açıklanmıştır: Zarurî bir ihtiyaçları olmadıkça, evlerinden çıkıp, kendilerine mahrem olmayan erkeklerle karışıp görüşmemektir.

Bu tesettür âyetleriyle, İslâm tarafından cahiliye âdetlerinden ikisi daha ortadan kaldırılmıştır. Bu âyetlerle, İslâm’dan sonra fısk ve fücur (gayr-i meşru günah) sebebiyle cahiliyet devrindeki çirkin âdetleri diriltmekle yeni bir “cahiliye” devrinin açılması ise, şiddetle yasaklanmıştır.

Kadınların şer’î tesettürü bahsedildiği şekliyle kat’î farzdır ve bu farz asırlar geçmekle, bahsedilen şeklinden farklı bir şekle girmez. Bu farzı inkâr edenler, İslâm dairesinden çıkar ve kâfir olur. Onu inkâr etmeden aykırı hareket eden kadınlar da günahkâr olup, fiillerine göre ceza ve ilahî azabı hak ederler.

Kadınların şer’î tesettürü hakkında beyan olunan Kur’anî delillerin bazıları zahiren Peygamber (s.a.v.)’in mübarek zevcelerine tahsis olunmakta ise de; ya Peygamberimiz (s.a.v.)’in mübarek zevcelerine uyarak veyahut “hususî”yi zikredip “umumî” yi irade kabilinden, mecaz olarak hükmü sair Müslüman kadınlara da şâmildir. Bu sebeble, İslâm dinini kabul eden her kadın, İslâmî tesettürle ilgili şer’î delillerin tümünün hükmü altına girer.

İskilip’li Âtıf Hoca’nın “Şer’î Tesettür” adlı risalesinde, asrımızın bazı kadınlarının tesettüründeki İslâm’dan uzaklaşma ve yozlaşmalara karşı İslâmî gerçeklerden bahseden yukarıdaki kısımlardan başka; “Müslüman hanımlara yabancı olmayan erkekler (13 sınıf) – Kadının çalışma durumu – Tesettürün İslâmî hikmetleri – İslâmî tesettürün faydaları – Kadınların öğrenmesi gereken ilim ve sanatlar” başlıklı bahisler de bulunmaktadır.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

www.NurNet.Org

Eli Kalem Tutanlar!

“Eli kalem tutanlar” denildiğinde ekseriya, “acaba bu ifade ile, elinde kalem tutmasına mani bir sakatlık (engellilik) hali bulunmayanlar” mı kastediliyor diye merak ettiğim oluyor.
Kur’an-ı Kerîm’in 96. Sûresi olan Alak Sûresinin 4. Âyeti: الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ
“O, kalem ile öğretendir.” mealindedir. Elmalı tefsirinde bu âyet ile ilgili olarak ilk söylenen cümle şöyledir: “Kalem ile yazıyı öğreten, o vasıta ile ilim belleten de Odur. Yoksa bir kan pıhtısından yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi ne yazı.” Bu tefsir cümlesinde de “eli kalem tutan insanlar”denilerek insanlar arsında bir ayırım yapılmamış; âyetin genel olarak (tabii ki eli sakat veya organları bakımdan başka şekilde engelli olanlar hariç) tüm insanları içine aldığı ifade edilmiştir.
Gerçekten de organ yapısı bakımından insana en fazla benzerlik gösteren hayvan olan maymunun bile, elleriyle insanın yaptığı şeylerin bazılarını yaptığı görülmesine rağmen, kalemle yazdığına pek rastlanmamaktadır; kalemle yazmak yalnız insana mahsustur. İnsanlar kalemle yazmak kabiliyetlerini adlarını, soyadlarını, adreslerini, alacaklarını, vereceklerini, mektuplarını, ilim ve sanat tahsillerindeki ders notlarını, dünyevî meslekleriyle ilgili bilgileri ve diğer çeşitli yazılarını yazmak için çok yaygın olarak kullanırlar. Fakat bu saydıklarımız gibi sıradan olmayan bir yazı yazmak mevzubahis olunca, bazen   “Eli kalem tutanlar” ayrıcalık ifade eden deyimini kullanmalarına da rastlanır ve öyle hallerde  “Eli kalem tutan” olmak, onlar tarafından  yazmak kelimesine başka bir manâ derinliği eklenerek söylenir; bu deyimle yazmak sanatı ve yazarlık mesleği kastedilir.
“Hitabet” kelimesiyle kısaca ifade edilen söz söylemek sanatı gibi, yazmak sanatı için de kısaca “kitabet” kelimesi kullanılabilir ve bu iki kelimeyle alâkalı manâların, benzerlik ve farklılık cihetlerinden mukayeseleri yapılabilir.
Bu mukayeseleri yapmak, fikrî sahada sanki mühim bir ihtiyaç haline gelmiş gibidir. Zira, hitabet ve kitabeti birbirlerinden çok ayrı şeylermiş gibi mütalâa ve kabul etmek ve bunların olgunlaşmış fikir temelindeki büyük iştiraklerini dikkat nazarlarından uzak tutmak, bir hata sayılabilir.
Bu hatanın en büyük zararına da faydalı ve ihtiyaç duyulan neşriyat yoluyla hizmete kifayetli şahıslarda rastlanabiliyor. Cemiyete en faydalı ve en fazla muhtaç olduğu mevzulardan bahseden yazılar yazabilecek fikrî tekamül seviyesine gelebilmiş bazı münevverler, ekseriya da kendilerine bu ayırım hatasını yaparak, bütün şartları haiz olduğu halde meyve vermeyen bir ağaç gibi, mukteza-yı hale muhalefet ediyorlar.
Halbuki, olgunlaşmış fikir temeline istinad eden hitabet ve kitabetten birine sahip olan, diğerine de istese ve gayret etse, sahip olabilir. Aralarındaki fark, fikrî malzemelerin başkalarına arz ediliş şeklindedir.
Bir fabrika, ihtiyaç mallarının imalâtı yanında bu malların ihtiyaç ve talep sahiplerine “arz”ını da usulü ile yapabilmelidir. Aksi takdirde fabrika, ürettiği mallarla kendi personelinin ihtiyacını karşıladıktan sonraki mal fazlasının piyasaya arzı ile pazarlamasını yapmaması halinde, faaliyetini de devam ettiremez.
Üretim tekniği kadar, üretilenlerin ihtiyaç sahiplerine arzı da, icaplarına riayet edilmesi lüzumlu olan bir ilim ve meharet işidir. Aksi halde, fabrikalar çalışamazlar.
İnsanların çeşitli ihtiyaç maddeleriyle alâkalı inşa edip çalıştırdıkları fabrikalarından başka, çok sayıda “fikir fabrikaları” da vardır ki, fikrî mahsullerinin arzını ihmal ettikleri için âtıl kapasite halindedirler.
Bu mevzuda, meşhur Psikolog Prof. William James’in şu sözleri dikkati çekmektedir:
“Biz yarı uyanık sayılabiliriz. Çünkü, fikrî ve fizikî kaynaklarımızın ancak az bir kısmını kullanmaktayız. Bu yüzden her fert pek mahdut bir hayat yaşamaktadır. Zira kullanamadığımız birçok kuvvetlere sahip bulunuyoruz.”
Risale-i Nur’da SÖZLER adlı eserde ifade edildiği gibi:
“İnsan bu dünyaya ilim ve dua ile tekemmül etmek için gönderilmiştir.” Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlı olduğundan insanın faydalı ilmi talep etmesi lâzım olmakla beraber, sadece kendi ihtiyacı için çalışan bir fabrika durumundan terakki ile mümkün mertebe geniş insan kitlelerinin en fazla ihtiyaçlarını hissettikleri malumatı da onların istifadesine arzetmenin yolunu ve yöntemini öğrenip tatbik edebilmesinin büyük ehemmiyeti olmaktadır.
Hitabet ve kitabet, insanların faydalı ve lüzumlu fikrî mamullerini ihtiyaç ve talep sahibi geniş insan kitlelerine “arz” ile ulaştırmasında iki mühim yoldur.
Hitabet ve kitabetin kazanılması, diğer bütün teknikler ve sanatlar gibi mümâreseye dayanır. Doğuştan bedenî arızaları bunları kazanmağa kesinlikle mani olmayan insanlar, mümârese ile hitabeti de kitabeti de elde edebilirler.
Bunun temelinde, iyi hedef seçmek ve seçilen hedefe iyi odaklanmak vardır. İnsan neye daha fazla ehemmiyet verirse ona daha fazla odaklanır, teksif olur; onunla daha fazla ve daha iyi yapabilmeğe çalışarak meşgul olur. O mevzudaki çalışmaları fiilî bir dua olur; ekseriya o fiilî duaları kabul edilir, neticede, o işinde başarılı olabilir. Bu, sporda da, ticarette de ilim elde etmekte de, hitabette de, kitabette de böyledir. İslâmî literatürde kendisinden çok yerde kaynak gösterilerek bahsedilen İbni Hacer’in (ismi “taşın oğlu” manâsında) isminin niçin bu manâsıyla meşhur olduğu, bu mevzuda ibretle okunabilir.
Hitabet ve kitabet vasıflarını sadece doğuştan sahip olunabilen kabiliyetler gibi görmek, gerçeği söylemek icap ederse, rahmeti celp edebilecek zahmetlere katlanarak sabırla ve sebatla çalışıp bu maharetleri kazanmağa meyl-i rahatla mani olan nefsin ileri sürdüğü zayıf ve geçersiz bir bahanedir.
Böyle bir bahaneciliğin arkasında pasif kalmak yerine, fiilî dua hükmünü alıp kabul edilebilecek esbabına tevessül ile hitabet ve kitabetin tekniklerinin elde edilmeye çalışılarak, cemiyetin manevî ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanılması lâzımdır.
Sırası gelmişken, hitabet ve kitabetin temelde aynı şeye dayanmasına rağmen, hitabeti kuvvetli olduğu halde kitabeti zayıf veya kitabeti kuvvetli olduğu halde hitabeti zayıf olanların durumlarının da kısaca tahlili de belki şöyle yapılabilir:
Hitabeti çok iyi fakat kitabeti zayıf olanlar, o zamana kadarki ömürlerinde hitabet tekniği ile alâkalı mümâreseyi fazla, kitabet tekniği ile alâkalı mümâreseyi ise az yapmış olanlardır.
Kitabeti çok iyi olduğu halde hitabeti zayıf olanlar için ise, mümârese bakımından önceki halin aksi söylenebilir.
Mektep tahsili az olanlarda hitabetin iyi olmasına rağmen kitabetin zayıflığına daha çok rastlanır. Mektep tahsili bilhassa kitabet tekniğiyle alâkalı mümâreseye talebeleri daha fazla mecbur eder. Türkçe, dilbilgisi, edebiyat, kompozisyon gibi bazı dersler yanında, her dersten not tutmak, ödev yapmak, yazılı imtihan olmak işleri de mektep tahsili olanların yıllarca yapmış oldukları kitabet tekniği eğitimleri ve uygulamaları hükmündedir. Bu eğitimleri ve uygulamaları biraz daha gelişmiş çalışma ile varılması istenilen hedeflere kanalize etmek, ihtiyaç duyulan fikrî meyvelerin kazanılmasına sebeb olabilir.
Mektep tahsili az olduğu halde kitabeti iyi olanlar ekseriyetle, meşgul oldukları meseleye ehemmiyet verip azim, sebat ve ciddî gayret göstererek, mektepte aldıkları bilgilerinin üzerine büyük ilavelerde bulunabilenlerdir.
Kitabeti iyi olan birinin hitabetinin de böyle olması beklenirken, bazen beklenenden zayıf görülmesinin bir kısım sebebleri, hitabet tekniğinin kendisine has kaidelerini öğrenip tatbike çalışmamak, mizacındaki bu mevzularda tezahür eden çekingenliği atamamak, hitabeti mühimsememek, muhataplarının durumuna da bağlı olabilen isteksizlik halleri, yorgunluk ve bedenî bazı yetersizlikler olabilir.
Neticeleri bakımından, tahlilleri ve mukayeseleri çok mühim olan kitaplar hacmindeki hitabet ve kitabet tekniklerinin, kısa bir yazı hacmi içerisinde ancak bazı esas noktalarına temas edilmesi mümkündür.
Hitabet ve kitabet vasıflarının ayrı ayrı veya birlikte, sadece doğuştan sahip olunabilen fitrî kabiliyetler olduğunu ve bu vasıfların çalışmakla kazanılamayacağını iddia edenlere şu tipik misallerin hatırlatılmasında fayda olabilir:
1- Hitabetiyle meşhur Çiçeron, doğuştan kekeme olarak dünyaya gelmişti. Fakat deniz kenarına gidip ağzına çakıl taşları doldurarak bağıra çağıra konuşmağa azim ve sebat ile uzun müddet gayret ederek, neticede hem kendisi kekemelikten kurtulmuş ve hem de bu mevzudaki mümâresesine devam ile hitabet tekniğini en yüksek seviyede elde ederek, tarihin en meşhur hatiplerinden biri olmuştur.
2- Doğuştan gözleri görmez veya elleri sakat olarak dünyaya geldikleri halde mümârese ile kitabet tekniğini kazananların da çeşitli misalleri vardır.
Bu yazının maksadı, cemiyetimizin en fazla muhtaç olduğu manevî ilaçların ve gıdaların bazılarının imalâtı ve bazılarının da kaynaklarından temini ile dağıtımını yaparak ihtiyaç sahiplerine arzı ile muhtaçlara ulaştırılabilmesinin temini için ilgilileri harekete davet olduğundan, yukarıda söylenenlerden sonra şu husus da açıkça söylenebilir: “Kendilerinde hitabet ve kitabet kabiliyetinin doğuştan mevcut olmadığını ve şimdiye kadar bu kabiliyetleri çalışmakla kazanamadıklarını söyleyenler, yukarıda verilen bazı misallerin de ışığı altında, bütün sebeblere tam tevessül etmeğe çalışmadıkça; bu mevzuda yaradılışlarını itham etmekte (Hâşâ) ve bu ithamı aynı zamanda bir bahane gibi kullanıp hitabet ve kitabet mevzularında üzerlerine düşecek hizmetlerden geri durmakta asla haklı ve mâzur sayılamıyacaklarını bilmelidirler.”

Yoktan Var Olmak ve Varken Yok Olmamak..

“Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu”

Hiçbir şey yoktan var olmaz; varken de yok olmaz” birleşik cümlesi, “Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu” adı altında ortaöğretimden başlayarak Genel Kimya kitaplarının ilk sahifelerinde ve kimyanın temel kanunları arasında yer alır.

Acaba, bu birleşik cümle doğru mudur; gerçekten de hiçbir şey yoktan var olmaz mı ve var olan bir şey yok olmaz mı?

Bu eğer doğru değilse, niçin hâlâ ortaöğretimden başlayarak, öğretim kurumlarımızdaki Genel Kimya kitaplarında kimyanın temel kanunlarından biri olarak yer almakta devam etmektedir?

İslâm İnancı Bakımından Bu Kimya Kanununa Bakış

İslâm inancı bakımından bu kimya kanununa bakıldığında, Allah’ın (c.c.) isimleri, Kur’an âyetleri ve hadislere göre hiçbir şeyin yoktan var olmayacağı cümlesi çok yanlıştır; fakat hiçbir şeyin varken yok olmayacağı da ilk cümlenin tam aksine, doğrudur!

Laik sistemde ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun sınırlamaları içerisindeki okullarımızın resmen kabul edilmiş olan ders kitaplarında rastlanamasa da, Amerika’daki bazı okulların kimya ders kitaplarında “Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu” ifadesinin hemen ardından parantez açılıp (Ancak Allah bunu yapabilir!) cümlesinin yazılı olduğu bilinmektedir.

Bu birleşik cümlenin söylenmesindeki niyet ve kast edilen manâ esas alınır. Bunun, “Hiçbir şey yoktan var olmaz” şeklindeki ilk cümlesi, Allah’ın (c.c.) “Hâlık” (Yaratıcı, yoktan var eden) ismini ve onunla ilgili âyet ve hadisleri inkâr niyeti ile söylenmedikçe, onu kimya ile alâkalı olsun veya olmasın, söyleyen kişilerin “maksadını aşan sözleri” sayılabilir ve onları mesul etmeyebilir.

Hiçbir şeyin varken yok olmayacağı ise, zaten bir hakikatin ifadesidir. Bunun İslâm’daki delili ise, Allah’ın (c.c.)“Hafîz” (Muhafaza eden) ve diğer bazı isimleri, bu mevzu ile ilgili Kur’an âyetleri ve hadislerdir.

Lavoisier Kimdir?

1743-1794 yılları arasında yaşamış olan bu Fransız kimyacı, kimya biliminde teraziyi sistematik olarak devamlı kullanarak kendisinden önce yapılmış deneylerin neticelerini değerlendirmiş; kendi deneyleri ile takviye edilmiş izahlar yapmış ve bunların neticesinde kimya reaksiyonlarına giren maddelerin ağırlıkları toplamının o reaksiyonlardan çıkan maddelerin ağırlıkları toplamına eşit olduğunu, “Maddenin Sakımı Kanunu” olarak ifade etmiştir. Bu kanun ifadesinin kimya bilimi içerisinde aksinin iddia edilememesi, ancak yirminci yüzyılın başına, Einstein’in “Özel İzafiyet Teorisi”ne kadar devam etmiştir.

Einstein’in Özel İzafiyet Teorisinin Bu Kanuna Getirdiği Değişiklik Nedir?

1905 yılında, Alman Fizikçi Albert Einstein, maddenin yoğunlaşmış bir enerji olduğunu, enerjinin maddeye, maddenin de enerjiye E=mc² (E: erg-enerji, m: gram-kütle, c: cm/s-boşluktaki ışık hızı) basit formülüne göre dönüşebileceğini bilim âlemine kabul ettirmiştir.

“Einstein’in Özel İzafiyet Teorisi” içerisinde yer alan ve E=mc² formülüyle kısaca ifade edilen madde-enerji eşdeğerliliği ve birbirine dönüşümü bağıntısı, kâinattaki kanunların en mühimlerinden birinin keşfi olarak, bilim âleminde çok mühim bir inkılap teşkil etmiştir.

Bilim ve teknolojide “Atom Çağı”, Einstein’in izafiyet teorileriyle başlamıştır. Atom bombasının yapılabilmesinin başlıca teorik temeli E=mc² ile ifade edilen madde-enerji eşdeğerliliği ve dönüşümüne dayanmaktadır. “Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu” da, bundan sonra “Einstein’in Madde ve Enerjinin Birlikte Sakımı Kanunu” olarak düzeltilmiş; fakat önceki haliyle de Genel Kimya kitaplarında yer almakta ve uygulanmakta devam etmiştir.

Niçin Her İkisi de Hâlâ Doğru Kanunmuş Gibi Kabul Ediliyor?

“Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu”nun daha sonra “Einstein’in Madde ve Enerjinin Birlikte Sakımı Kanunu” şeklinde değiştirilmiş ve düzeltilmiş olmasına rağmen, Genel Kimya ders kitaplarında kimya biliminin tarihçesinde yer alan ve önceki zamanlarda doğru zannedilmiş bir kanun olarak değil de niçin hâlen doğru kabul edilen temel kimya kanunları arasında bahsedildiğinin ve kimyada uygulandığının, bu mevzu ile ilgilenenlere açıklanmasında fayda vardır.

Bu Kanunun Doğru Kabul Edilmesine İhtiyaç Duyulan Haller Nelerdir?

Bu kanunun pratikte doğru kabul edilmesine ihtiyaç duyulan hallerden biri, adî (nükleer olmayan) kimya reaksiyonlarıyla ilgili kimya problemlerindeki hesaplamaların neticesini daha basit ve yeterli bir biçimde verebilmektir. Çünkü, kâinattaki kütle-enerji eşdeğerliği ve birbirine dönüşümü ile ilgili E=mc² formülünden hesaplanabilecek kütlenin enerji eşdeğeri çok büyük; buna karşılık enerjinin kütle eşdeğeri de çok küçüktür. Isı çıkışıyla meydana gelen en şiddetli (ekzotermik) reaksiyonlarda da maddenin kısmen enerji haline dönüşmesi ile toplam kütlede meydana gelebilecek eksilme miktarı ve dışarıdan en fazla enerji verilerek gerçekleştirilebilecek (endotermik) reaksiyonlarda da alınan enerjinin maddeye dönüşmesi ile toplam kütlede meydana gelebilecek artış miktarı, en hassas terazilerle bile tartılabilme sınırının (yüz binde bir gram) çok aşağısında ve kimyada hesaba katılmasına hiç lüzum olmayacak kadar azdır.

Ekzotermik veya endotermik cinsten âdi kimya reaksiyonlarıyla ilgili problemlerde, reaksiyonlardaki kütle kaybı veya kütle artışının hesaba dahil edilmemesiyle yapılan hata, kimyacıların çalışma hassasiyetlerinin çok dışında kalır. “Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu”nun tam doğru olmadığı yirminci yüzyılın başından beri bilinmesine rağmen, halen de en büyük ölçekli âdi kimya reaksiyonlarının hesaplamaları da toplam kütlede hiç kayıp veya artış olmamış gibi kabul edilerek yapılır.

Kimya Denklemlerinin Katsayılarını Denkleştirebilmek

Bu kanunun pratikte tümüyle doğruymuş gibi kabul edilmesini gerektiren diğer bir hal de, kimya denklemlerinin katsayılarının denkleştirilmesinin lüzumudur. Kimya denklemlerinin katsayıları denkleştirilirken, ekzotermik ve endotermik âdi kimya reaksiyonlarında E=mc² formülüne göre toplam kütlenin bir miktarının enerjiye dönüşüp eksilmesi veya alınan enerjiden bir miktar kütle meydana gelmesi hesaplamalarının yapılmaması daha uygundur. Böylece, âdi kimya reaksiyonlarında, neticeye tesirinin önemsizliği sebebiyle gereksiz işlemler ve hesaplar olmaması için, “Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu”nun kimya biliminin uygulamalarında doğru gibi kabul edilmesi bir ihtiyaçtır. Bunun kimya bilimi uygulamalarında kullanılabilmesi için de, Genel kimya ders kitaplarında, kimyanın temel kanunları arasında yer verilmekte devam edilir.

E=mc² Formülü, Âdi Kimya Reaksiyonlarına da Uygulansa Ne Olurdu?

Basit bir misal verecek olursak, bir gram maddenin enerji haline dönüşerek madde halinden çıkması halinde E=mc² formülüne göre meydana gelebilecek enerji: E=1g x (30 000 000 000cm/s)²= 900 000 000 000 000 000 000erg ’tir. Bunun kalori eşdeğeri ve o kadar kalorinin kaç ton kok kömürünün yanmasıyla meydana gelebilecek ısıya eşdeğer olduğu hesaplanırsa, bir gram maddenin kütlesinin tamamen enerjiye dönüşmesiyle açığa çıkabilecek enerjinin, yaklaşık 7500 ton kok kömürünün bir anda yanmasıyla açığa çıkabilecek ısı enerjisine eşdeğer olduğu bulunur.

Bu misalin neticesini diğer bir şekilde de ifade edersek; ekzotermik veya endotermik âdi kimya reaksiyonlarının tümünde, E=mc² basit formülüne göre teorik olarak toplam kütlede eksilme veya artış aslında varsa da, bu kütle miktarı değişimleri bahsetmeye hiç lüzum olmayacak kadar az olduğundan; ihmal edilmesi gerekir.

Nükleer Reaksiyonlarda Kütle Kaybı Hesapları İhmal Edilmez

Nükleer reaksiyonlarla ilgili hesaplarda ise, E=mc² formülüne göre kütle-enerji eşdeğerliği ve dönüşümündeki toplam kütle değişimi miktarları ihmal edilemez. (Meselâ: Atom bombası, hidrojen bombası, nükleer santraller, güneş ve yıldızlarda meydana gelen çok büyük enerjilerin eşdeğeri olan kütle kayıpları)

Einstein tarafından, aslında 1905 ten itibaren “Lavoisier’in Kütlenin Sakımı Kanunu” değiştirilmiş olmasına rağmen, kimya denklemleriyle ilgili katsayıların denkleştirilmesinde ve kimya hesaplarında niçin Lavoisier’in bu kanunu tümüyle doğruymuş gibi, kimya ders kitaplarında yer verilmesinin ve kimyanın uygulamalarında kullanılmakta devam edilmesinin sebebi budur.

Bu Mevzuun İzahının Önemi Nedir?

Lavoisier’in 1789’da neşrettiği “Kütlenin Sakımı Kanunu” tümüyle doğru olmamasına ve Einstein’in 1905’de neşrettiği madde-enerji bağıntısıyla yanlışının belirtilip düzeltilmiş olmasına rağmen, eski şekliyle pratikte hâlâ doğru kabul edilmesinin yukarıda bahsedilen sebeblerle, kimya öğretiminin ders kitaplarında temel kimya kanunları arasında ve kimyanın tatbikatında hâlâ yer almaktadır. Fakat bunun bahsedilen gerçek yönünü gizleyerek veya saptırarak kötüye kullanmak için, biyoloji biliminde “Darwinizm”le yapılmaya çalışılan manevî tahribatın benzerini, güya kimya bilimine dayanarak yapmaya çalışanlar olabilir.

Bu Mevzudaki Yanlış Saptırmaları Yapanlar Kimlerdir?

Bu mevzudaki yanlış saptırmaları yapanlar, ya bu mevzuun cahili olanlar veya bilerek kötü niyetle hareket eden kişilerdir. Bunlar, bilhassa yarım-okumuş bazı cahillerin ve dar görüşlü kişilerin zihnini bulandırıp; maddenin ezeliyeti ve inkâr-ı uluhiyet yanlışlarının müdafaasında, “Lavoisier’in Maddenin Sakımı Kanunu”nu kendi inkârlarının sahte bir delili gibi kullanmağa çalışabilir.

Bu durumda, Lavoisier’in ismi ve onun adıyla birlikte bahsedilen “Maddenin Sakımı Kanunu”, belki kıyamete kadar bütün ortaöğretim ve yüksek öğretim Genel Kimya kitaplarında yer alabilecek; fakat ayni zamanda bazı hakikat tahrifçilerine sahte delil, aldatma ve saptırma vasıtası da olabilecektir.

Lavoisier’in Dünyadaki Mükâfatı ve Cezası

Lavoisier böylece, Kütlenin Sakımı Kanununun pratikte doğru kabulü ve uygulanması ile hem kimya bilimine hizmet etmiş olmak, hem de bu kanunu ifade eden birleşik cümlesinin bazı yanlış anlamalara ve anlatmalara da müsait ilk cümlesiyle, maddenin ezeliyeti ve inkâr-ı Uluhiyet yanlışçılarına sahte bir delil vermiş olmak durumundadır.

Âhirette kendisi hakkındaki hükmün ve karşılaşacağı durumun ne olacağını, tabii ki ancak mutlak adalet ve hüküm sahibi olan Allah (c.c.) bilir; bu mevzuda Allah’tan başka hiç kimse hüküm veremez. Fakat, Kader-i İlâhi sanki onun bu mevzudaki sevabının da günahının da, dünyadaki karşılıklarını peşinen vermiş gibidir.

Lavoisier Niçin Giyotinle İdam Edilmiştir?

Lavoisier isminin yukarıda bahsedilen sebeblerle Genel Kimya kitaplarında kıyamete kadar yer almakta devam edecek gibi gözükmesi, ona dünyada şan ve şöhret mükâfatı sayılabilirken, 1789’daki Fransız İhtilalinden sonra onun, ihtilalcilerin bazı suçlamalarına maruz kalıp neticede 1794’te giyotinle başı kesilerek feci şekilde idamı da, ona işkence ile öldürülmek hariç, dünyada verilebilecek en büyük ceza olmuştur.

Kendisi hakkında, zulüm içinde tecellî eden bir adalet mi var?

Hikmetini tam bilemeyiz; fakat, ona verilen giyotinle başı kesilerek idam edilmek cezası –isnat edilen suçla alâkasından ziyade- kimya biliminde kendisine atfedilen o kanunun ilk cümlesiyle alâkalı da olabilir.

Doğrusunu mutlaka Allah bilir; fakat, onun giyotinle idamı belki de manâsı saptırılmağa müsait o kimya kanunu cümlesiyle manen idamına sebeb olduklarının günahlarından, “Sebeb olan yapan gibidir” kaidesiyle aldığı hisselerin dünyadaki peşin bir cezası veya kefareti olabileceğini ve böylece kendisi hakkında zulüm içinde tecelli eden bir adaletin olduğu ihtimalini de düşündürmektedir.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Okyanuslar “ASİT”e Dönüşür mü?

Bu yazının başlığı birçoklarına hayret verici ve anlaşılmaz gibi gelse de, aslında okyanusların aside dönüşmesinden daha fazla, okyanusların aside dönüşmemesi hayret edilecek bir şeydir!İlköğretim seviyesindeki kadar bile kimya bilenlerin de bildiği gibi, yerküremizi çepeçevre saran havada kütle bakımından %78 azot, %21 oksijen, %1 de argon, neon, karbondioksit ve su buharı, karışım halinde bulunur.

Soy gazlar” olarak adlandırılan helyum, neon, argon, kripton ve radon haricindeki bütün gazlar gibi, azot gazı da serbest halde ve havadaki diğer gazlarla karışım halindeyken, iki atomlu molekül halinde bulunur.

Azot molekülündeki iki azot atomu birbirlerine üçlü bağla bağlıdır; bu onun kararlı bir molekül olmasına, yani kolaylıkla atomlarına bölünüp başka atomlarla bileşik yapmamasına sebep olur. Buna azot elementinin inert (âtıl) olmak özelliği denir.

N2  + 172 000 kal. ® N + N   (Çok güç)

Azot molekülü azot atomlarına kolay ayrılmaması bakımından çok kararlı (inert) olmasına rağmen, su beraberinde oksijenle yükseltgenip (oksidasyona uğrayıp) bileşik yapabilir.
N2  + 5/2 02 +  H2O ® 2 HNO3   (Çok yavaş)
Ancak, bu reaksiyon çok yavaş olarak meydana gelir. Bu reaksiyon çok yavaş olarak meydana gelmeseydi, atmosferin azot ve oksijeninin tamamı, okyanusların suyu ile birleşerek nitrik asit meydana getirebilirdi. Bu şekilde, en dehşet verici küresel felaket senaryolarından daha dehşetli bir küresel felaket senaryosu olarak okyanuslar, hem asitlik hem de oksitleyicilik özelliği gösterdiğinden çok tahripkâr kuvvetli bir asit olan nitrik asite dönüşür; bu olayda havanın oksijeni ve azotu da tükenebilirdi. Büyük kıyametin kopması hariç, bundan daha büyük bir küresel felaket belki de olamazdı.
Hızlı olduğu takdirde böylesine dehşetli bir küresel felaketi netice verecek olan bu kimya reaksiyonunun hiç olmaması da arzu edilemez; okyanus kimyasında hava azotundan canlıların ihtiyacı olan azotlu bileşiklerin teşekkülü için, bu reaksiyon şimdiye kadar olduğu gibi,  çok yavaş olarak meydana gelmelidir.
Bazı dinsiz filozoflar ve bozuk felsefî cereyanlar, insanı ilah (?) gibi göstermeğe çalışırlar.
İnsan, kâinatın en mükemmel mahlûku olmasına rağmen, onu tehdit eden tehlikelere karşı aczi nihayetsiz gibidir. Buna dair verilebilecek çok sayıda misallerden biri de, yukarıda genel kimya kitaplarından 2-3 satır halinde naklettiğimiz, azot molekülünün su beraberinde oksijenle yükseltgenip nitrik asit meydana getirmesi reaksiyonunun hızını, şimdiye kadar olduğu gibi,  kendine hem zarar vermeyecek hem de  fayda verecek  şekilde ayarlamaktan ve bu ayarı sabit tutmaktan, insanın âciz oluşudur. 
Okyanusların nitrik aside dönüşmesi, ayrıca havadaki bize çok lazım olan oksijen ve azotun da bu şekilde tükenmesi, bu reaksiyonun hızının çok yavaş olması sebebiyle en büyük bir küresel felaket haline gelmiyorsa, hem kimya bilgisi olarak bunu öğrenip hem de;
“- Bu reaksiyonun hızını ayarlayan ve ayarını bozulmadan devam ettiren Kim’dir?” diye hiç düşünmeyecek miyiz?
Bunu düşünmeyi aykırı gördüğümüz bir “şey” varsa, böyle bir durumda asıl aykırılığın o “şey”in kendisinde mi olduğunu ciddî bir şekilde düşünmemiz icap etmez mi?
Kendimizi ve çevremizi tanımağa ilk başladığımız andan itibaren tabiatta cereyan eden kanunların değişmeden devam etmekte olduğuna bakarak,  bu kanunları ezelî, asıl ve değişmez olarak tevehhüm etmek hatasına düşmemeliyiz. Kanun varsa, o kendiliğinden var olmamıştır; o kanunu koyan vardır. Kanun hükmünü icra ediyorsa, bunu kanunun kendisi yapmamaktadır; o kanunun hükmünü icra eden vardır. Bütün âlemin hükümranlığını elinde bulunduran Allah,  hükümran olduğu âlemde carî kanunları koymuş ve icra etmektedir. Kanunu koyan, onu değiştiremez mi? Daha önde gelen, kanun mudur; yoksa o kanunu koymak selahiyeti ve kudreti midir?
Yaratıcı’nın yaratmasının hem ibda (hiç yoktan) hem de inşa (mevcut maddelerden) şeklinde olduğuna dair misaller, bilhassa her Bahar mevsiminde tekrar tekrar bize gösterilmiyor mu?
Hiç yoktan varlık âlemini yaratan ve ona nizam veren kanunları koyanı, kendi koyduğu kanunların esiri (?) gibi vehmetmek, bunu değiştiremeyeceğini veya yeniden başka bir kanun koyamayacağını (Hâşâ) zannetmek, ona noksan sıfat izafe etmek değil midir? Halbuki O, noksan sıfatlardan münezzehtir ve en mühim zikir kelimelerinden olan “Subhanallah” da bunu ifade eder.   
Kur’an’da, halen içinde yaşadığımız bu dünya için Allah’ın belirlediği ömür müddetinin sonunda bu dünyanın  ve kâinatın değişime uğrayacağını bize haber veren çok sayıda âyet vardır. Bunlara“Kıyametle alâkalı âyetler” denilir:
 73/14, 74/8-10, 81/1-6, 101/1-5, 75/1-15, 77/1-19, 50/20, 54/1-2, 54/46, 7/187,  25/25, 20/105-108, 56/1-10, 27/82-85, 15/85, 31/34, 34/3, 39/67, 40/18, 40/59, 42/17,  43/61, 45/27, 18/47, 18/8,  18/99, 16/61, 16/77, 21/1, 21/104, 21/109-111, 21/96-97, 21/98, 52/1-12, 67/25-27, 69/1-3, 69/13-17, 70/1-3,  70/5-14, 78/1-5, 78/17-20, 79/1-8, 79/34-36, 79/42-46, 84/1-6,  30/12-14, 33/63, 47/18, 55/40, 22/1-2, 22/7.  
Bu âyetlerden başka, kıyametten bahseden çok sayıda da hadis vardır.  
Kıyameti ve kıyameti hatırlatan büyük âfetleri meydana getirmekte Allah için hiçbir güçlük yoktur. Kıyamet mutlaka gelecektir. Allah isterse, her an her şey olabilir. İnsanlar için imkânsızlık çoktur;   fakat Allah için imkânsızlık yoktur.
İnsan, aslî vazifesinin idrâki içerisinde, onu Yaratan ve imtihan için bu dünyaya Gönderenin maksadına uygun olarak bu dünyada yaşayabilmeli ve “Allah’a itaat” sırrını kavrayabilmelidir. 
Bu devirde, genelde “Tabiat kanunları” olarak bahsedilen; “Allah’ın âdetullah kanunları”na itaatle nasıl dünya işlerinde başarılı olabiliyorsa, ebedî âhiret hayatının başarısı için de, Allah’ın kendisine kitabıyla ve peygamberiyle gönderdiklerine iman ile itaat etmelidir.
 
İnsanın hakikî ve en büyük başarıyı kazanıp onun mükâfatını alması böyle mümkün olabilir.