Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

O’nun (A.S.M) Ruhu, Aramızda Yaşıyor ve Bizimle Alâkadar…

Kamerî takvime göre “Mevlid Kandili” adıyla bilinen Rebi-ül Evvel ayının 12. gününden başka, Peygamberimiz’in (asm) dünyayı teşrif ettiği günün Miladî Takvim’de Nisan ayı içindeki yıldönümünde de, ülkemizde yıllardır çeşitli ve çok sayıdaki zengin programlarla, ”Kutlu Doğum Haftası” idrak edilmekte ve kutlanmaktadır.

Peygamberimiz, İki Cihan Serveri, (Miladî: 571’deki) Rebi-ül Evvel ayının 12. günü ve haftanın günlerinden, Türkçe’deki karşılığı “Pazartesi” olan bir günün sabahı dünyayı şereflendirdi; Kamerî Takvim’le altmışüç yaşını doldurduğu (Miladî: 632 ve Hicrî 11’deki) diğer bir Rebi-ül Evvel ayının, doğumunda olduğu gibi gene haftanın günlerinden bir Pazartesi gününe tevafuk eden 12. günü de, dünyadaki cismanî hayatını terk ederek, ruhu Refik-i Âlâ’ya yükseldi.

Haftanın günleri arasında Pazartesi gününün, Peygamberimiz’in hayatında mühim hadiselerin cereyan ettiği özel bir gün olduğu dikkati çekmektedir: Peygamberimiz’in doğumu ile dünyayı teşrifi, kendisine peygamberlik vazifesinin bildirilmesi, Mekke’den hicretle Medine’ye gelişi ve mübarek ruhunun kabzedilmesi, haftanın Pazartesi gününde olmuştur.

Bundaki hikmetin ne olabileceğine belki de gereksiz yere merakımızı sarf etmek yerine, kendimiz için bu çok ince sırlı tevafuktan alabileceğimiz bazı mühim dersleri alabilmeye çalışırsak, daha isabetli hareket etmiş oluruz.

Alabileceğimiz en mühim derslerden biri de belki şu olabilir: Dünyadaki hayatımız bize sanki pek uzunmuş gibi gözükse de ve dünyada ebedî kalacakmışız gibi, ömür sermayemizi değerlendirmekte bazen ihmaller göstersek de; onu sadece bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü gibi halen içinde yaşadığımız günden ibaret olarak varsaymamız, hakikî istikbalimiz ve ebedî, çok büyük menfaatlerimizin bizi beklediği âhiretimiz için daha faydalı olabilir. Çünkü, insanın ömrü birer günlük kısımlara bölünmüştür ve ömrünün birer günlük birimlerini hangi îman, niyet ve gaye ile ve hangi işleri yaparak geçirirse, ömrünü de öyle geçirmiş olmaktadır.

Hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçek de şudur: Bir saatin zamanı gösteren kısa ve uzun ibrelerini (akrep ve yelkovanını) veya dijital rakamlarını elimizle geriye döndürebiliriz; fakat, gafletle geçen saatlerimizi ve dakikalarımızı tekrar yaşamak için, ömür müddetimizi -bir filmi seyrederken öncesine gider ve başa alır gibi- geri döndürebilmek imkânımız yoktur.

Böyle bir durumda, aklını iyi kullanan bir insan, geri dönmemek üzere geçen zamanının kıymetini düşünür; onu israf ederek tüketmekten kaçınmağa, çok kârlı bir âhiret ticaretinin sermayesi olabilecek şekilde ebedî ve çok büyük kârları kazanmak yolunda tam bir şuurla ve dikkatle kullanabilmeğe çalışır. Bunu yapabilmek için de, insanlığın en büyük rehberi olan Resulullah’ın sünnet-i seniyyesine uyar ve onun ilmî vârisleri olan selahat ve takva sahibi âlimlerin izinde gider.

Şöyle bir sual de akla gelebilir: “Rebi-ül Evvel ayının 12. gününün Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğumunun yıldönümü olduğu Müslümanların büyük ekseriyeti tarafından bilinmesine rağmen, o günün ayni zamanda onun vefatının da yıldönümü olduğunun Müslümanların daha büyük bir ekseriyeti tarafından bilinmemesinin sebebi acaba ne olabilir?

Bu sualin cevabı, onun cismen aramızda olmasa da, ruhen aramızda ve ümmetiyle çok alâkadar olması hakikatiyle ilgili Kur’an âyetleriyle verilebilir. Çünkü, Kur’an bize bu hakikati böyle açıkça bildirmektedir:

وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ

(Resûlüm!), Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ Sûresi, 21/107)

لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌؗ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُ۫فٌ رَحٖيمٌ

Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe Sûresi, 9/128)

Peygamberimiz’in bu Kur’an âyetleriyle de açıkça bildirilen “rahmet peygamberliği” sıfatı, sadece bu âyetlerin nâzil olduğu zamandaki Müslümanlar için değil; kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar, bütün insanlar ve bütün âlemler içindir.

Bu âyetlerde bildirildiği gibi, “mü’minlerin sıkıntıya uğraması ona çok ağır gelen, onlara çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli, merhametli olan” Resulullah’ın, altmışüç yaşındayken bir Rebi-ül Evvel ayının 12. Pazartesi günü vefat etmiş olması değil; onun o tarihten altmışüç yıl önceki bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü bedenen doğmuş ve daha sonra bedenî hayatını dünyadaki her fanî gibi tamamlamış olsa da ruhen halen hayatta, kendi aralarında ve kendileriyle alâkadar oluşu mü’minlerin âleminde çok daha fazla yer almaktadır.

Rebi-ül Evvel’in 12. günü aynı zamanda onun vefat yıldönümü de olmasına rağmen, belki de bu sebeple, o gün yalnız “onun doğum yıldönümü” olarak hatırlanmakta ve İslâm âleminde daima onun doğumuyla dünyayı teşrif edişinin manâsı ve ehemmiyetiyle ilgili programların icrasına çalışılmaktadır.

Bu gerçeğin de ışığı altında, şu soruyla nefsimizi tekrar murakabe etmeli ve hesaba çekmeliyiz: “Madem ki onun ‘Rahmet Peygamberi’ olarak, mü’minlerin sıkıntıya uğraması ona çok ağır gelen, mü’minlere çok düşkün, şefkatli ve merhametli olan ruhu aramızda ve bizimle alâkadar; acaba biz onunla ve Sünnet-i Seniyyesiyle ne kadar alâkadarız, bilhassa Hac ve Umre vesilesiyle kabrini ziyaret ettiğimizde, onun ruhunun bizimle alâkadarlığını ne derecede hissedebiliyoruz?

Her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c.) mahsustur.

Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed (asm) ile, onun Âl ve Ashabı’nın üzerine olsun.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Bir Yılbaşının Ardından..

“Bir yılbaşı daha geçti, neş’e ve sevinç ile.”(!)

Her sene yılbaşının ardından bazı malum neşir organlarında, akşamdan kalma tütsülü bir kafa ile yazıldığı intibaını veren ve yukarıdakine benzer bir cümle ile başlayan bol resimli “Yılbaşının Ardından” röportajları gözüme çarpardı.

Allah’a isyan, insanî sorumlulukları idrakten mahrumiyet, Avrupa’nın sefahetinin taklitçiliği ve günah azgınlığı kokan bu “Yılbaşının Ardından” röportajlarından tiksinti ve üzüntü duyardım.

Aynı tiksinti ve üzüntüleri duymamak için artık yılbaşı sonrası malum gazetelere hiç bakmamayı uygun görüyorum. İnsanın hislerini kontrol altında tutması güç olduğundan, bazen ibret alayım derken günah alır! Bu tip neşir organlarını ele almamak ve eve sokmamak, elbetteki çok yerinde olmakla beraber, pasif bir tedbirdir. Bunun yanında, o gazeteleri boykot etmek ve meslekî bir zarureti yoksa almamak gibi aktif tedbirlere de riayet etmek gerekir.

O neşir organları, aslında bir bakıma olan-biteni yazıp neşrediyorlar. Onlara niçin böyle haber-röportajlar neşrettiklerini sorsanız, yaptıklarının sadece gazetecilik olduğunu söylerler. Haberin cereyan etmiş bir hadiseye uygunluğu, onlar için gazetede binlerce kişiye hitap ederken uyulması gereken ahlâk prensibi olarak kâfidir. Halbuki, “Bâtıl şeyleri ziyade tasvir, safî zihinleri idlâldir“( Bediuzzaman).

İnsanlığın ceddi Hz. Âdem Aleyhisselam zamanından şimdiye kadar iyi ve kötü icraat yapan insanlar olmuştur ve olmaktadır. İnsanların yapabilecekleri hayırlı işlerden hiç örnek vermeyerek veya pek az örnek vererek, kötü örneklerden çok bahsetmenin, bâtılı ve kötülükleri tasvirle uğraşmanın fertler ve cemiyet için faydası var mıdır? Varsa nedir?

Bu cins neşriyata ibret nazarıyla bakıp zarar görmeyecek çok az nisbetteki okuyucuların haricindeki büyük okuyucu kitlesinin temyiz kabiliyeti lâyikiyle inkişaf etmemiş olduğundan, farkında olmadan manevî yaralar aldıkları şüphesizdir.

Gazetecilik vasıtasıyla cemiyetteki en kötü örnekleri ilan ve neşir ile uğraşanlar, eğer kasıtlı olarak böyle hareket etmiyorlarsa veya “yüksek tirajlı olmak” yolunda okuyucunun en süflî hislerine hitap edip hergün bir gazete parası dilenmek psikolojisi içinde değillerse, neşriyat tarzlarının fert ve cemiyet için fayda ve zararlarını hakşinaslıkla tekrar düşünmelidirler.

İyi nedir? Kötü nedir? İnsan için faydalı ve zararlı olan nedir?

İyiyi ve faydalıyı verebilmek için önce iyinin ve faydalının ne olduğunun anlaşılması ve bizzat yaşanması icabeder. Bu anlayıştan ve yaşayıştan mahrum olanların sadece para için bile olsa gazetecilik yapmaları; cemiyetteki en kötü davranış örnekleriyle birlikte kendi hatalı düşüncelerini de açıkça ilan etmeleri, kötülük taklitçiliğinin cemiyette yaygın hale gelmesinin ağır manevî vebalini yüklenmelerini netice verir.

Bahis konusu edilen bu meselenin manâsını, ehemmiyetini ve inceliklerini lâyikiyle kavrayabilmek için bazı asgarî müştereklerde birleşilmesi gerekiyor. Aksi takdirde anlatılmak istenenin, muhatap tarafından anlaşılmasının, kabul edilmesinin ve tatbikinin mümkün olmayacağı aşikardır.

Biz her insan için değişen bir ahlâk telakkisini kabul etmiyoruz. Zaten böyle bir şeyi kabul etmek, insanın haddini, hududunu aşmasıdır. Zira insan bu dünyaya kendi isteğiyle gelmemiştir. Gerek bu dünyaya gelmesi, gerek bu dünyada yaşaması, bedeninin inşası, çalışması bütün azaları, hücreleri ve molekülleri ve atomlarının vazifelerini büyük bir nizam ve intizam ile yapmaları gibi mevzularda kendi nefsinin hiçbir rolü olmuyor; bu konularda insan kendi nefsine karşı bir şey borçlu olmuyor. Demek ki, insanın bu dünyada bulunuşundaki ve belli bir ömür müddetinde bu dünyada yaşamasındaki asıl gaye ve maksat da, asla kendi nefsine ait olamaz!

İnsanı en mükemmel canlı varlık olarak yaratan, onu bu dünyaya muvakkat bir ömür müddetinde yaşaması için gönderen, onun vücudunu her türlü azası, hücreleri ve atomları ile çalıştıran kim ise, insanın bu dünyadaki hayatının asıl gayesi ve maksadı da O’na aittir ve ancak “O” tesbit etmek selahiyetindedir.

İnsanın bu dünyada bulunmasını ve yaşamasını netice veren müessir fiilin etken mi, edilgen mi olduğunun anlaşılması çok mühim, fakat basit bir manâ inceliğidir: İnsan bu dünyaya kendi isteği, iktidarı ve ihtiyarı ile “gelmemiş” onu yaratan Allah tarafından bir hikmete ve gayeye binaen “gönderilmiş” tir.

İnsan bu ölümlü dünyaya ancak bir defa gelir. İmkânları nisbetinde ve kendini hiç bir kayda bağlı hissetmeden bu hayatı yaşamasını bilmelidir…” “Benim hayat görüşüm şöyledir…“, “Benim hayat felsefeme göre..” şeklindeki sözlerle konuşanlar, bu dünyada yaşamalarının gayesini, maksadını kendi keyiflerine ve nefislerinin arzusuna göre tesbit etmek selâhiyetlerini nereden alıyorlar? Hakikatte böyle bir selâhiyetlerinin olamayacağını, kâinatı ve kendilerini yaratan kudretin, insanın bu dünyaya gönderilmesindeki hikmeti ve gayeyi de tesbit etmiş ve bunu insanlara tebliğ etmiş olabileceğini düşünemiyorlar mı?

Allah, insanlara hitabı olan Kur’an-ı Kerim’de, insanları ancak kendisine kulluk etsinler diye yaratmış olduğunu açıkça beyan etmektedir. İnsan bu dünyaya Allah’a kulluk imtihanından geçmesi için Allah tarafından “gönderilmiş”tir. İnsanın dünya hayatındaki kulluk imtihanı, aklını kullanıp bu dünyaya maksatsız, başıboş ve manâsız bir hayat sürmek için gelmiş olamayacağını idrâk ederek, kendisini ve bütün kâinatı Yaratanı tanımak, O’nun kâinatı ve insanı yaratmasındaki gayelerini merak edip peygamber ve kitap vasıtasıyla yaptığı tebliğatından öğrenmek, bu tebligata uymak hususunda aklının ve iradesinin işbirliğini tahakkuk ettirmek tarzında cereyan edecektir.

Evet, “insan bu ölümlü dünyaya ancak bir defa gelir.” İşte, bilhassa bu sebepten, ikinci bir defa gelip, ilk gelişindeki hatalarını tamir ve telafi etmek imkânı olmadığı için, “Bu hayatı yaşamasını ve iyi değerlendirmesini bilmelidir.

Hakikaten yaşamak, hakikatle yaşamaktır, dünyada yaşamanın gayesini ve hakikatini öğrenip onu yaşamaktır.

Aksi halde, son pişmanlık fayda vermeyecektir..

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Yeni Bir Miladi Yılbaşı Gecesi Gelirken..

Yeni bir milâdî yılbaşı daha geliyor… Niyet, fikir ve hareketleri yaradılışlarının ve bu dünyada bulunuşlarının hikmetine ve gayesine uymayanların, bir senedeki 365 günün son gününün son gecesinde ifrata varan günah işleme azgınlığı ve Allah’a isyan hallerinin tezahür ettiği bir zaman merhalesi olarak da diğer zamanlardan tefrik edilir, miladî yılbaşı gecesi…

Avrupa’nın sefahetinin taklitçiliğinin ve oradan yapılan bize zararlı ithalat nevilerinden bir misalini teşkil ettiği için, miladî yılbaşı gecelerinde yılbaşı eğlenceleri, adı altında işlenen rezaletler üzerinde ibretle biraz durmakta fayda olabilir.

Bu sefahet mukallidlerinden birine: “Nedir bu sizin yaptığınız rezalet böyle?” diye sorsanız, belki yılbaşı eğlencelerine karşı çıkmayı da “çağdışı” olmak sebebine bağlayıp “tutarsız” bir müdafaaya başlar: Neymiş, insan bütün bir sene çalıştığı, yorulduğu için bütün bir senenin yorgunluğunu gidermek ve yeni yıla zinde bir şekilde girmek için eğlenirlermiş(!).

Hem yeni bir yıla neşeli bir şekilde eğlence sarhoşluğu içinde girerlerse, bütün bir yıl da eğlenceli ve neşeli geçermiş. Hem bu gibi durumlarda çılgıncasına eğlenmesini bilmeyen çalışmasını da bilemezmiş(!).

Ehl-i hakikat olan okuyucuların okurken yüzlerini buruşturacakları bu kabil, çocuk avutmak için bile söylenemeyecek sözlerden ve “tutarsız” gerekçelerden daha fazla nakilde bulunmağa ihtiyaç yok; çünkü hepsinin müşterek vasfının ne olduğu görülüyor!

Yılbaşındaki sefaheti “batı malıdır” diye düşünmeden aynen alanlar, batı’nın daha iyi mallarının da bulunabileceğini bilmiyorlar mı? Yoksa sefehatini almak temayüllerine daha uygun olduğu için mi Avrupa’nın daha iyi taraflarına tercih ediyorlar?

Mesela Dr. Alexis Carrell de bir Batı’lıdır ve buna rağmen bakın neler diyor:

Hayat disiplinsiz ve gayesiz olduğu zaman, tabiatıyla ‘eğlence’ denilen bataklığa dökülür…

Eğlence içinde geçmiş bir hayat kadar manâsız bir şey yoktur.”

Hayat, dansetmekten, delice otomobil sürmekten, sinemaya gitmekten yahut radyo dinlemekten ibaretse yaşamak neye yarar?

Eğlence, aptalların saadetidir.”

Hikmetin asıl beşiği Şark’tır. Peygamberler de büyük hükemâ da hep Şark’tan çıkmıştır. Hikmet arayan bir Şarklı’nın nazarını Garba çevirmesi, kendi evinin eşiğini biraz kazmakla bulabileceği büyük hazineden bihaber, dünyanın öbür ucuna altın aramak için gidenin haline benzetilebilir. Fakat şuursuz olarak Batı’nın taklitçiliğini Batılı’lara karşı bir aşağılık duygusunun tesiriyle yapanlara bir nevi ilaç olarak, Batı’lı bazı mütefekkirlerin hakikate muvafık bazı sözlerinden iktibaslar yapmakta belki fayda olabilir düşüncesiyle, Dr. Alexis Carrel’in yukarıdaki sözleri nakledilmiştir.

Şimdi de kapımızın eşiğini biraz kazalım ve oradaki defineyi keşfedelim. 20. Asır Türkiye’sinde yaşamış büyük bir zatın, hakikat davasının müdafaasıyla geçen seksen yılı aşan ömrünün mahsullerinden biri ve hergün kıymeti, ehemmiyeti daha fazla anlaşılmaya devam eden altıbin sayfayı aşan telifatından ayni mevzuyla alakâlı birkaç paragraf nakledelim:

Kat’iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi ‘İman-ı Billah’ tır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en yüksek makamı, İman-ı Billah içindeki ‘Mârifetullah’ tır. Cin ve insin en parlak saâdeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki ‘Muhabbetullah‘tır. Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en sâfî sevinç, o Muhabbetullah içindeki ‘lezzet-i ruhaniye‘dir. Evet, bütün hakikî saâdet ve hâlis sürur ve şirin ni’met ve sâfi lezzet, elbette Mârifetullah ve Muhabbetulllahdadır. Onlar onsuz olamaz.

Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, ni’mete, envara, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. O’nu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtelâ olur. Evet, şu perişan dünyada, avare nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hamîsiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu avare nev’i beşer içinde, bu perişan fani dünyada; insan, sahibini tanıyamazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad ve ilticâ eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur. (Risale-i Nur Külliyâtı, Mektubat)

Hayat ise, eğer îman olmazsa veyahut isyan ile o îman te’sir etmezse: hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünki, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alakadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-i meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalaletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı; bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar onun dalaleti noktasında mâdumdur, ölmüştür. Akıl alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, îtikatsızlığı cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer iman hayata hayat olsa; o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar îmanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur. Zaman-ı hâzır gibi ruh ve kalbine îman noktasında ulvî ve manevî ezvakı ve envar-ı vücudiyyeyi veriyor…

İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.” (SÖZLER)

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Gıda Maddeleri ve Katkılarında, “Merak, Takva ve Vesvese”nin Çaresi!

Gıda maddeleri ve onların katkı maddelerinin ülkemizde öncesine göre daha yoğun olarak gündeme geldiği son yıllarda, bu konularla ilgili merak, takva veya vesvese halleri de öncesine göre daha fazla görülmekte ve bazı sorular sorulmaktadır.

Sadece merakı tatmin için sorulan sorulara muhatap olmaya nisbeten, takvâ veya vesvese halleriyle sorulan sorulara cevap vermenin o konuyu bilenlere daha fazla mes’uliyet yükleyebileceği inkâr edilemez. Çünkü bilenin; bildiğini, söylenmesi gereken yerde, söylenmesi gerekenlere, söylenmesi gereken şekilde söylemek mes’uliyeti vardır.

Kur’an ve Hadis’te takvânın önemine çok vurgu yapılmakta, insanların birbirlerine üstünlüğünün sadece takvâ derecelerine göre olduğu, takvâ derecelerinin yüksekliğine göre de âhirette mükafat alacakları bildirilmektedir.

Vesvese de geniş olarak işlenebilecek bir konu olmakla beraber, onun psikiyatrik bir hastalık olanının dışında, şeytanın telkiniyle ilgili olan şekline ve giderilmesinin yollarına bilhassa dikkat çekilmelidir.

İletişim teknolojilerinin çok gelişmiş olduğu çağımızda, bir dergideki yazı hacmi içerisinde her biri müstakil olarak başka yazıların mevzuu olacak şekilde, takvânın ve vesvesenin ne olduğunu kaynaklarından geniş şekilde nakletmek yerine, ilgilenenlerin bunlardan daha az önemli konularda bilgiye ulaşmak için bile sarfettikleri zaman, emek ve gayretleriyle kıyaslayarak, bu kelimelerin manâlarını bizzat kendilerinin araştırıp öğrenmesini tavsiye etmek daha mantıklı ve daha doğrudur.

Gıda maddeleri ve onların katkı maddelerinin helalliği ile ilgili olarak, sadece merakların tatmini için sorulan bazı soruları cevaplandırmasak da, takvâ veya vesvese halleri ile sorulanların cevabını biliyorsak cevaplandırmamız gerektiğinden yukarıda bahsetmiştim.

Gıda maddeleri ve onların katkı maddelerinin helalliği ile ilgili olarak, dost ve tanıdıklarım tarafından bana en çok yöneltilen ve en çok yadırgadığım sorulardan biri; ülkemizde gıda sektöründeki firmalar arasında Müslüman halkın daha fazla güven duyduğu bir firmanın bir gıda ürününün isminin verilerek, bunun helal olup olmadığının bana sorulmasıdır. Böyle bir soru, daha önce de bahsettiğim, “eşek sütünün helal olup olmadığı” şeklinde sorulmuş bir sorudaki gibi kolay cevaplandırılamaz (Bu mevzuda eşek sütünden bahsederek misâl verişim okuyucuya biraz kaba gibi gelse de maksadım, bana böyle soruların çok sorulması karşısındaki tepki birikimlerimin bir sonucu olarak, konuyu daha müşahhas ve kolay anlaşılır hale getirmek isteğim olarak değerlendirilmelidir).

Eşek sütünün helal olup olmadığı” şeklinde sorulabilecek bir soruya, İslâm İlmihali kitaplarındaki “Etini yemek helal olmayan hayvanların sütünü de içerek veya başka şekillerde vücuda almanın helal olmayacağı” şeklindeki hükme dayanılarak cevap verilebilir. Ve, “Eşek etini yemek helal olmadığından, eşek sütünü de içerek veya başka şekillerde (yoğurt, ayran, sütlü tatlılar vd halinde) vücuda almak helal değildir” denilir.

Fakat bir gıda firmasının kendisinin açıklamasıyla helal olmadığının delilleri verilmemiş ise, onun bir gıda ürününün helal olmadığına dair hüküm vermek, “eşek sütünün helal olmadığına dair hüküm vermek” kadar kolay değildir. Çünkü, o gıda ürününün satışa sunulmuş hale gelmesiyle ilgili olarak çok şeyin araştırılması gerekir; bu araştırmayı da 7/24 (Haftanın 7 günü ve her günün de 24 saati boyunca), imal edilen o ürünün kalite kontrolünü kendine görev edinip sürekli yapanlardan olmak, o ürün sadece bir fabrikanın bir üretim bandından çıkıyor değilse, ayrıca “tayy-ı mekan” (mekanı ortadan kaldırmak, bir şahsın bir anda muhtelif yerlerde görülmesi, mekanı atlarcasına geçmek) kabiliyetinde olmak ve o ürünün belki birden fazla fabrikada da bulunabilecek tüm üretim bantlarında ayni anda kalite kontrolünü bizzat sürekli olarak yapabilmek de gerekir!..

Ancak güvenilecek helal gıda sertifikası veren kurumlar, eğitilmiş elemanları vasıtası ile, kendi çalışma usullerine göre bu kontrolleri bir derecede yapabilir ve bir ürüne bir yıl süreli helal sertifikasını verdikten sonra, sertifika süresi içerisinde o ürünün üretildiği tesislerde önceden haber vermeden kontrollerde bulunur; verdiği sertifikaya aykırı durum tesbit ederse, daha önce vermiş olduğu helal gıda sertifikasını bir yıllık süresi dolmadan da iptal ile bunu ilan eder.

Tüm dünyadaki güvenilir helal gıda sertifikalandırma kurumları, bu usule uygun olarak faaliyet göstermektedir.

Bu yazı serisinde Coca Cola, Pepsi Cola gibi dünyanın en çok satış yapan küresel meşrubat firmalarının kendilerine yazılı olarak sorulanlara yazılı olarak verdikleri cevaplarda, imal ettikleri gazozların üretim şeklinde etil alkolü kullandıklarını, fakat bunun az miktarda olduğunu kendilerinin beyan etmiş olduklarından (Bkz. www.islamicity.com, A24) daha önceki bir yazımda da bahsetmiştim.

Bunu çekinmeden açıkça yazılı cevaplarında belirtmelerinin sebebi, gayri Müslim ülkelerdeki satışları yanında, bu açıklamalarının İslâm ülkelerindeki satışlarına bile olumsuz etki yapmayacağını düşünmelerinden olabilir.

Çünkü, bahsettiğimiz o küresel meşrubat firmalarının imal ettikleri gazozlarına dışarıdan ilave edilmiş alkol olduğuyla ilgili kendi yazılı açıklamalarını görseler de, insanların çoğu onları içmekten vazgeçmezler. Fakat bahsedilen küresel meşrubat firmalarının yaptığı o yazılı açıklama, takvâ ile hareket eden Müslümanları o gazozları içmekten alıkoyar.

Herhangi bir İslâm ülkesinde Müslümanlara da satışı hedefleyen yerli meşrubat firmaları kurulmuşsa ve faaliyet gösteriyorsa, onların da kendi ürettikleri meşrubatla ilgili helallik yönünden özelliğini kendilerinin tatminkâr şekilde açıklaması ve bu mevzuda takvâ ile hareket eden Müslümanlarda şüphelere, tereddütlere ve ayni soruların değişik zamanlarda ve yerlerde defalarca sorulmasına sebeb olmamaları gerekir.

Gıda maddeleri ve onların katkı maddelerinin ülkemizde öncesine göre daha yoğun olarak gündeme geldiği son yıllarda, dost ve tanıdıklarımın bu konuda bana en fazla sordukları soru, “(Bir Türk gıda firmasının) sade, meyvalı, cola’lı vd imal ettiği gazozlarında; Coca Cola ve Pepsi Cola’nın kendi ürünleri için yaptıkları ve internette de yayınlanmış yazılı açıklamalarındaki gibi etil alkolü mü kullandığı, eğer az da olsa etil alkolü hiç kullanmıyorsa ürünlerinin etiketlerinde niçin açıkça bunu beyan etmediği”dir.

Bu konunun tartışmalarıyla ülkemizde çok sayıda Müslüman vatandaşlarımız maalesef zamanlarını ve enerjilerini israf etmekte; hattâ bazen Kur’an’da Hucurât Sûresinde açıkça yasaklanmış olan suizan (kötü zan), hallerini de gösterebilmektedirler.

Tüketiciler Birliği’nin piyasadaki 10 değişik markalı gazoz için TÜBİTAK laboratuarlarında etil alkol araştırması yaptırdığı ve tümünde değişik oranlarda etil alkole rastlandığının haberi, 2006 senesindeki Ramazan ayında basında yer almıştı. İmal ettiği gazozunda o analizde etil alkol bulunmuş olan, Müslümanların daha ziyade güvendiği bir gıda firması aleyhinde bazıları basındaki bu habere dayanarak -güya İslâm adına- yıllardır ileri-geri konuşmaktadır. Halbuki, bir Müslüman’ın yalan söylememesi gerektiği gibi, duyduğu her şeyi doğruluğunu iyi araştırmadan başkalarına söylemesinin yalan olarak ona yeteceği de, hadislerde bildirilmektedir. Hz. Hafs bin Âsım (r.a.) tarafından dan rivayet edilen bir hadise göre; “Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki, ‘Her işittiğini araştırmadan anlatmak, kişiye yalan olarak yeter” (Müslim).

Peki, böyle bir durumda konuyla ilgili “doğruluğunu iyi araştırma”yı sıradan bir vatandaşımız nasıl yapabilecektir?

Belki, bu konuda konuşmaması onun tedbire en uygun bir hareket tarzı olabilir.

İspat etmenin iddia edenin mükellefiyeti olduğu, Mecelle’de de yer alan bir temel hukuk kuralı olduğundan; bir firma, ürettiği gazozlarda dışarıdan kasdî bir işlemle ilave edilmiş veya kasdî bir fermentasyonla teşekkül ettirilmiş etil alkol bulunduğunu Coca Cola ve Pepsi Cola firmalarının internette de yer alan yazılı açıklamalarındaki gibi kendisi açıklamadığında, o firmanın ürünü olan gazozlarda daima bu şekilde bileşimine girmiş etil alkol bulunduğunu iddia edenler –bahsettiğimiz temel hukuk kuralına göre- bunu ispat etmek zorundadırlar; ispat edemedikleri bir iddiada da bulunmamalıdırlar.

2006 yılındaki Ramazan ayında Tüketiciler Birliği tarafından TÜBİTAK laboratuarlarında yaptırılan analizde Müslümanların daha ziyade güvendiği bir marka gazozda da etil alkol bulunmasının, münferid (başka bir şeyle bağlı bulunmayan) bir olay olarak düşünülmesi, suizanna ve dil âfetlerine girmek hatasından sakınabilmek için daha doğru olur. Çünkü, bu analiz doğru olsa da aslında münferid bir tesbittir; olayın istisnaî, kaza eseri olması gibi çeşitli sebebleri olabilir, o markada yapılan tüm üretim ürünleri için de geçerliliği tartışmalı bir konudur. İlgili firma, sürekli olarak dışarıdan etil alkol ilavesiyle gazoz imal etmiyorsa, o analiz neticesiyle ilgili sebebleri belki araştırıp tesbit etmiş; fakat bazı sebeblerle kamuoyu ile paylaşmağa lüzum görmemiştir. Sadece o analiz sonucu delili olarak gösterilerek, bir firmanın gazoz üretimine ilk başladığı tarihten şimdiye kadar ürettiği ve üretmekte devam ettiği tüm gazoz örneklerinde dışarıdan kasdî bir işlemle ilave edilmiş veya kasdî bir fermentasyonla teşekkül ettirilmiş etil alkolü ihtiva ettiği, kesin bir ifadeyle iddia edilemez. Çünkü Müslüman, öncelikle hüsnüzanla mükelleftir.

Helal Gıda Hatıraları” ana başlığı altındaki bu yazımda, konuyla ilgili bazı hatıralarımı nakletmekle açıklamalarımı genişletmemde de fayda olabilir:

Ülkemizde Müslüman halkın ayni sektördekilere nisbeten daha fazla güvendiği bir gıda firmasının gazoz imaline de gireceğini gazetelerde ilk defa okuduğumda, bu konuda üniversite öğrenciliğimden itibaren helal gıda hassasiyetimle ve daha sonra yıllarca Üniversitelerde verdiğim bazı dersler, bitirme ödevleri ve diğer yollarla edindiğim bilgilerle, bahsini ettiğim firmanın en yetkili kişisine, bildiklerimi özetle iletmemin vazifem olduğunu düşünmüştüm.

O gıda firmasının en yetkili kişisiyle şahsen tanışmıyor, sadece ismini biliyordum. Kendisine söylemek istediklerimi ulaştırabilmek için, sol üst köşesinde kişisel bilgilerimle antetli bir kağıda el yazımla, başına (KİŞİYE ÖZEL) yazarak ve kendisine ismiyle hitap ederek başlayan bir sayfalık özel mektup ve onun ekinde de, bir sayfalık meslekî özgeçmiş bilgilerimi ve gazoz imalatında helal gıda yönünden dikkat edilmesi gerekenlerden bahseden gene el yazımla “GAZOZ İÇELİM Mİ?” başlıklı iki sayfalık bir yazımı, mamullerinden birinin ambalajında okuduğum faks numarasına 13.07.2002 tarihinde göndermiştim.

O bir sayfalık mektubum şöyleydi:

“(KİŞİYE ÖZEL)

(Firmanın en yetkili kişisine adı, soyadı ile hitap)

Önce selam eder, işlerinizde hayırlı muvaffakiyetler temenni ederim.

Ülkemizde Müslümanların en güvenilir ve en kaliteli bulup tercih ettiği mamullerinize gazozları da dahil etmek üzere olduğunuzu öğrendiğim için, bu mektubu yazmayı vazifem telakki ediyorum.

Ben, EK’te sunduğum bir sayfalık özgeçmiş bilgimden görülebileceği gibi, otuz yılı bulan kimya öğretimi mesleğimde, çok sayıdaki kimya dersini lisans ve lisansüstü seviyede üniversitede verirken, dinimin bana kimya ilmini öğrenmek ve öğretmekle alâkalı yüklediği mükellefiyetleri de öğrenip yerine getirmeğe çalıştım.

Mâide Sûresinin 88. âyetindeki: “Allah’ın size verdiği rızıklardan helal ve temiz olarak yiyin ve Allah’tan korkun” ikazına diğer insanlardan daha da fazla muhatap sayıldığımı düşünerek, yiyecek ve içeceklerin helal ve temiz olanlarını başkalarına da –daha ziyade dostlarıma- bildirmeğe gayret ettim.

Dehşetli bir âhirzamanda yaşadığımız ve Ömer Seyfettin’in meşhur ‘Herkesin İçtiği Su’ hikayesindeki gibi, dünyanın 200 ülkesinde saniyede 8 bin şişe olarak üretimi yapılan Coca Cola ve diğer gazozlara –Müslümanlar dahil- büyük bir müptelâlık husule geldiği için, medyada bu meselelerin açıklığıyla anlatılmasına medya mensupları izin vermiyorlar; ancak dinî hassasiyeti olanlara özel olarak bu bilgileri aktarabilmem mümkün oluyor.” şeklinde başlayıp devam eden yazdıklarımı, aşağıdaki şekilde tamamlamıştım:

Allah, bizi hakkı hak bilip ona tabi olan; bâtılı da bâtıl bilip ondan sakınanlardan eylesin.

Âmin. Selamlar.

NOT: Gazozlarda etil alkol yerine başka helal çözücü de kullanılabilir.

Prof.Dr. Mustafa Y.NUTKU

EK:

1- Özgeçmiş
2- ‘GAZOZ İÇELİM Mİ?’ yazım”

O gıda firmasının en yetkili kişisine “KİŞİYE ÖZEL” olarak gönderdiğim bu faks mektubumu göndermemden on yıl kadar sonra, benimle ayni soyadını taşıyan ve kimya ile ilgili özel sektörde faaliyet gösteren bir akrabamla iş görüşmesi yapan bir kişinin, o akrabamın benimkiyle aynı olan “NUTKU” soyadı dikkatini çekmiş; iş görüşmesine kısa bir ara vererek, o akrabama: “Sizin Prof. Dr. Mustafa NUTKU ile bir akrabalığınız var mı?” diye sormuş. “Var” cevabını alınca da, bunu niçin sorduğunu açıklamış: On yıl kadar önce, kendisi o firmada üst yöneticilerden biriyken, benim yazdığım ve faksla gönderdiğimden bahsettiğim mektup kendisinin de katıldığı firmanın üst yönetimi toplantısında gündeme alınarak, üzerinde önemle görüşülmüş.

O görüşmeler neticesinde, belki mektubuma cevap vermek konusu firmanın “Kalite ve AR-GE Koordinatörü”ne havale edilmiş olması sebebiyle, o mektubumu faksla göndermemden yaklaşık iki hafta sonra, o gıda firmasının antetli kağıdıyla ve konuyla ilgili koordinatörünün imzasıyla, 26.07.2002 tarihli, aşağıda metnini verdiğim mektup PTT ile bana gönderilmişti:

“(İsmim ve adresimle bana hitaptan sonra)

… faksladığınız samimî niyetlerle kaleme aldığınız yazınız dikkatle okunmuştur. Özellikle TS 4080 sayılı ‘gazlı alkolsüz içecek standardı’ndaki %5 (yazım hatası olmuş-M.N.) etil alkole rağmen ‘alkolsüz’ olarak ifade edilmesine yaptığınız haklı tepkinize aynen katılmaktayız. İfade ettiğiniz gibi (firmasının ismini veriyor) bütün kurum ve kuruluşlarıyla helal-haram değerlerine fevkalade duyarlıdır.

Biz su bazlı ürünlerin aromalandırma ameliyesinde propylen glykolde çözünmüş aroma komponentlerini veya yağ bazlı bir ürün söz konusu ise bunun içinde Triacetin adlı çözücü bir (yazım hatası olmuş: çözücü bir/bir çözücüde olarak yazılmalıydı-M.N.) çözünmüş aroma komponentlerini kullanmaktayız.

Yazınızda ‘etil alkol’ yerine ‘başka helal çözücü’ olarak bildiğiniz bunların dışında bir çözücü ise özellikle görüşmek istediğimizi bildirir, saygılar sunarım.

Saygılarımızla (İmza ve İsim)
Kalite ve AR-GE Koordinatörü”

Ben bu mektubu aldıktan sonra, bana verilen bilgiler için teşekkür etmiş ve mektupta bahsedilenlerin dışında teklif etmek istediğim bir çözücü olmadığını o koordinatöre bildirmiştim. O tarihten itibaren de, Tüketiciler Birliği’nin 12 Ekim 2006 tarihli gazetelerde haberi verilen basın toplantısında, piyasadaki 10 farklı gazoz markasına ait nümuneleri TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi’nde incelettiğini ve analiz sonucunda bütün gazozlarda litre başına 1,56 ile 0,20 gram arasında alkol tespit edildiğini, bu gazoz nümuneleri arasında o firmanın gazozunun da bulunduğunu öğrendiğim tarihe kadar, bana o firmanın gıda mamullerinde etil alkolle ilgili soru soranlara kendimden bir şeyler söyleyerek cevap vermeğe lüzum görmeden, “Kalite ve AR-GE Koordinatörü”nün bana göndermiş olduğu yukarıda bahsettiğim yazının fotokopisini vermiştim.

Yukarıda bahsettiğim 13.07.2002 tarihli mektubumda “medyada bu meselelerin açıklığıyla anlatılmasına medya mensupları izin vermiyorlar” cümlesini kullanmıştım. Fakat, Yeni Şafak gazetesinin 2003 yılındaki Genel Yayın Müdürü Selahaddin Sadıkoğlu ile daha önceden tanışıyorduk . O gazetenin 9. Sayfasında Hamit Can tarafından yönetilen “Beyin Fırtınası – Düşünce Günlüğü” başlıklı bir sayfası vardı ve orada değişik imzalı yazılar yayınlanıyordu. Belki benim gazozlar mevzuundaki yazımı da yetkisiyle yayınlatabilir düşüncesiyle, “Genel Yayın Müdürü Selahaddin Sadıkoğlu’nun dikkatine” notunu baş tarafına koyarak, el yazımla yazdığım “Cola Rekabeti” başlıklı ve faksla gönderdiğim yazım, ümid ettiğim gibi ertesi gün 28 Temmuz 2003’te yayınlanmıştı. Bu yazım medyada çok ilgi çekmiş; çok sayıdaki web sayfalarında ve bloglarda iktibas edilmiş, üzerinde tartışılmıştı. Şimdi GİMDES olarak faaliyet gösteren derneğin kurucularıyla tanışmamın da o yazım vesilesiyle olduğundan, daha önceki bir yazımda bahsetmiştim.

GİMDES tarafından tertiplenen ve 2008 yılında yapılan “1. Uluslararası Helal Gıda Konferansı”na sunduğum “Helal Gıda Konusu ile İlgili Belirtilmesi Gereken Bazı Hususlar” adlı tebliğimde, resmî ve dinî şahsiyetlerin, bilhassa meşrubatta sekîr verici ve necis maddeler ile ilgili olarak “kabil-i ihmal” saymak görüşlerinin daha derin tahlile tabi tutulmasının lüzumu üzerinde de durmuştum. Belki bunun da neticesi olarak, bu konu 3-4 Haziran 2009’da Bursa’da Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde yapılan “ VI. İslâm Hukuku Anabilim Koordinasyon Toplantısı” ve “İslâm Fıkhı Açısından Helal Gıda ‘Gıdalardaki Katkı Maddeleri’ Sempozyumu”nun 1. Oturumu’nun ilk bildirisi içinde tartışılmıştı.

Yukarıda verdiğim bilgiler ve Müslüman olarak sakınılması gerekenlerle ilgili Kur’an ve hadislerin değerlendirilmesi ışığında -çeşitli manevî zararları önlemek için- Mevlanâ’nın “Ya olduğun gibi görün veya göründüğün gibi ol” tavsiyesine de uygun olarak, her gıda firmasının hakkında Müslümanların suizannına sebeb olmayacak tedbirleri gereği gibi alması iyi olur.

İslâm’da, suizan (kötü zan) âyetle yasaklanmış olmakla beraber, suizanna maruz kalanın da “Sebeb olan, yapan gibidir” (Tirmizî) hadisine göre, o suizannı kendi hakkında celbetmenin mesuliyetini yükleneceği söylenebilir.

Hadis kitaplarında orijinal ifadesiyle bahsedilen şu vak’a da bu mevzuda nazar-ı itibara alınmalıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) gece vakti zevcelerinden biriyle yürürken, karşıdan gelen bir sahabeyle geçişmişler. Peygamberimiz (s.a.v.) geriye dönüp o sahabeyi yanına çağırdıktan sonra, zevcesine yüzünü açmasını söylemiş; “Bu benim zevcemdir” demiş ve tekrar yollarına devam etmişler. Peygamberimizin (s.a.v.) bu yaptığı, “suizanna sebeb olmamak” gerektiği ile ilgili bize verdiği davranış misallerindendir.

Ürettiği meşrubatın etiketinde, “Meşrubat mamüllerimizde dışarıdan ilave edilmiş veya kasdî fermentasyonla teşekkül ettirilmiş etil alkol bulunmamaktadır” şeklindeki bir yazının üretici firmayı “yeşil sermaye”, “yobaz zihniyet” vb sözlerle ithamla, onun ürettiği meşrubatın satışlarını düşürmeğe sebeb olabileceği gibi bir endişe, firmanın bilhassa en çok tüketilen meşrubat ürünlerinin etiketlerinde bu açıklamayı yapmasını engellememelidir. Böyle bir yazının İslâmî hassasiyeti olmayan müşterilerin kaybına sebeb olacağı ticarî düşüncesinden daha mühim ve öncelikli olarak, hakkında Müslümanların suizannına sebeb olmamağa çalışmak gelmelidir.

Çeşitli gıda üreticisi firmalarının “Mamullerimizde domuz katkısı bulunmamaktadır” yazısını ürün etiketlerinde yaygın olarak kullandıkları gibi, bir meşrubat firması da ürettiği meşrubatın etiketinde “üretim şeklinin doğası” gibi muğlak, üstü kapalı ifadeler kullanmayarak, “dışarıdan ilave edilmiş veya kasdî fermentasyonla teşekkül ettirilmiş etil alkol bulunmadığını” açıkça bildirebilir.

Bu mevzuda bana sorulan takvâ ve vesvese ile ilgili sorulara cevap vermek mükellefiyetim gibi, benim de herkes gibi soru sormak hakkımın olduğunu düşünüyorum:

SORU: İslâm İlmihallerindeki sularla ilgili temizlik hükümleri, suların taharet, abdest ve namazda kullanılması lüzumu ile ilgili bir zaruretin neticesidir ve aslı bilinmeyen bir mevzuda mecburî olarak, doğruya yakın zanda bulunmak mahiyetindedir.

a) Taharet, abdest ve namazda kullanılması lüzumu ile ilgili çok mühim zaruretlerin neticesi ve aslı bilinmediği için doğruya yakın zanna dayanarak verilen “suların temizlik hükümleri”yle kıyas yoluyla; yapılış şeklinin aslı bilinen ve üreticisi tarafından inkâr edilmeyen gazozlara da, sekerat vericiliği sebebiyle necis olan “etil alkol”ü az ihtiva ettikleri için helallik fetvası verilebilir mi?

b) Ancak mahiyeti iyi bilinenler ve birbirleriyle benzerlikleri olanlar arasında doğru kıyas yapılabilir. Renksiz, kokusuz ve tatsız bir sıvı olan suyun bu mahiyetiyle benzerliği olmayan ve “suların temizlik hükümleri” verilmesindeki gibi bir zarurete dayanmayan kıyasla, “suların temizlik hükümleri”nin gazozlar için de aynen geçerli sayılmasına itibar edilebilir mi?

c) “Suların temizlik hükümleri”nden, “çok su” içine kasdî bir işlemle az bir necis maddeyi sürekli olarak katıp onu temiz su gibi kullanmak ruhsatı mı anlaşılıyor ki, bu kasdî işlem yapılarak üretilen gazozlar da “suların temizlik hükümleri”yle kıyaslanarak helal sayılıyor?

Gıda maddeleri ve gıda katkılarıyla ilgili merak, takvâ veya vesvese hallerinin çaresi” konusuyla ilgili olarak, helal gıda hatıralarımdan da bahseden ve sonunda üç şıklı bir sorumun yer aldığı böyle bir yazının faydalı olabileceğini düşündüm.

Bu konuda söylenebilecek başka şeyler ve sorular da, elbette olabilir.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Kısalan Günler

Günler süratle kısalmaya başladı. Birçok ülke saatlerini geri aldı ve kış saatini tatbike başladı. Günler niçin kısalır? Hep bir kararda gitse, ne olurdu?

Havanın çabucak karardığını gören veya namaz vakitleri her gün, bir öncekinden biraz farklı olabildiği için, takvimdeki vakitleri her gün yeniden kontrol eden insanın aklından bunlar geçebiliyor. Bir temenni değil, fakat bir sual olarak tekrarlasak:

“–Acaba günlerin uzunluğu, artıp eksilmeden bir yılın her gününde aynı kalsa ne olurdu?

Günlerin uzayıp kısalması, mevsimlerin de değişmesiyle birlikte meydana gelir. Mevsimlerin değişmesinin ise dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin 23 derece 27 dakikalık eğimiyle ilgili olduğu coğrafya kitaplarında izah edilmektedir. Demek ki, günlerin uzayıp kısalması olmasaydı, mevsimler de olmazdı. Zira iki hadise de, dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin 23 derece 27 dakika eğik oluşu sebebine bağlıdır.

Bu eğiklik olmasaydı meydana gelebilecek diğer bir hadise de, yeryüzündeki sulardan buharlaşan suların sadece kuzey ve güneye gitmesi ve bunun neticesinde de, her iki kutupta çok muazzam buz kıtalarının teşekkülü olabilecekti.

Dünyanın dönüş eksenine bu eğimi veren, muhafaza ettiren ve buna bağlı olarak da mevsimleri, günlerin uzayıp kısalmasını meydana getiren Müsebbib (sebebleri yapan) kimdir?

Kur’an-ı Kerim’de, günlerin uzayıp kısalması hadisesi üzerinde düşünüp ibret almağa teşvik eden âyetler vardır:

Gece ile gündüzün (uzayıp kısalarak) birbiri ardınca gelmesinde, Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, (Allah’a saygı duyup, emrine uygun şekilde yaşamak isteyen) bir toplum için elbette (Onun birliğine ve kudretine dair) nice deliller (ibretler) vardır.” (Yunus Sûresi, Âyet: 6)

Geceden bir kısmını gündüzün içerisine katar (böylece gündüzler uzar), gündüzden de gecenin içerisine katar (böylece geceler uzar). O, sînelerin özünü hakkıyla bilendir.”(Hadîd Suresi, Âyet: 6)

Gece ile gündüzün (aydınlık ve karanlık, kısa ve uzun vaziyetlerle) değişmesinde, Allah’ın gökten bir rızık (sebebi olan yağmuru) indirip de onunla yeryüzüne ölümünden (kurumasından) sonra can vermesinde, rüzgarları (türlü hallere) çevirmesinde, aklı erip anlayan bir toplum için nice işaret(ve ibret)ler vardır.” (Câsiye Sûresi, Âyet: 5)

Fenlerin en önemli faydasının, yukarıda mealleri verilmiş olanlar gibi Kur’an âyetlerinin işaret ettiği Allah’ın (C.C.) varlığını, birliğini, sıfatlarını düşünmek için malzeme olabilecek bilgileri vermesi olduğu söylenebilir.

Bir Hadis-i Şerifte;

Tefekkür gibi (farz ve vacipler dışında) ibadet yoktur” diğer bir Hadis-i Şerifte ise:

Yazık o kimseye ki, (kâinatın büyük kitabındaki) böyle âyetleri okur da, bunlarda tefekküre dalmaz” buyrulmuştur.

Gece ile gündüzün büyüyüp küçülerek, arka arkaya değişip durmasındaki ve Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı bütün varlıklardaki büyük deliller, fenlerin verdiği bilgilerin selim akılla ve ibret nazarıyla tetkik edilmesiyle görülebilir. Bu deliller çoktur ve kitaplarda verilebilecek misallerin sayısıyla sınırlı değildir. Günlerin kısalması ve havanın erken kararmasıyla güneşin ısı ve ışığından daha az istifade edebildiğimiz kış mevsimi her yıl tekrarlanır; buna her yıl tekrarlandığı için, alışkanlık nazarıyla bakılmamalıdır.

Günlerin kısalması, gecelerin uzaması demektir. Bu uzun maddî gecelerimizde manevî güneşlerden aydınlanabilirsek, vicdanımızı dinî ilimlerle ziyalandırarak ve aklımızı da fennî ilimlerle nurlandırarak, bu ikisinin imtizacıyla hakikatin nefsimizdeki tecellîsine ayna olabilir ve onun şuuru ile yaşayabilirsek; kısalan günlerin ardındaki maddî karanlıklı uzun gecelerimiz, ebedî Cennetlerdeki nurlu gündüzleri semere verebilecektir İnşaallah…

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

www.NurNet.Org