Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

“Helal Gıda”ya dikkat ediyor muyuz?

İnsanın hayatında en fazla dikkat etmesi gereken hususlardan biri de, kendisi ve bakmakla mükellef olduğu kişilerin helal gıda almasıdır. Bununla ilgili âyetler ve hadisler vardır. Helal gıdanın fıkıh kitaplarında açıklandığı gibi, hem liaynihî ve hem de ligayrihî helal olması gerekir. Bu onun, hem kendisinin mahiyeti itibariyle ve hem de elde ediliş yolu itibariyle helal olmasıdır.

Halkının büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede yaşıyor olmak, Müslüman bir ülkede sanki satılan her şey helal cinsten olurmuş gibi yanlış bir zannın da neticesi olarak, liaynihî (mahiyeti itibarıyla) helal olanı araştırmak mevzuunda Müslümanların gayrimüslim bir ülkede yaşamağa nisbeten daha gafil ve kayıtsız davranmalarına sebeb olabilir ve günümüzdeki Müslümanların bir kısmı maalesef bu haldedir. Bunların arasında, kendisini ehl-i ilim sayan ve helal gıda mevzuuna dikkati çekmeğe çalışanları helal gıda sertifikası veren kuruluşlara müşteri ve maddî kazanç sağlamak için vehimleri ve vesveseleri tahrike çalışanlar olarak görerek onlara iftirada bulunanlar ve tepki gösterenler dahi vardır. Son zamanlarda Diyanet İşleri Başkanlığımızın da bu mevzuda çalışmalar yapması, Müslüman halkımızı yanıltıcı ve yanlışa sevk edici bu yanlış tepkilere karşı çok faydalı olmuştur.

Bir ülke halkının büyük çoğunluğu Müslüman olsa bile, bizim ülkemizde olduğu gibi o ülke İslâm kanunları ile idare edilmiyorsa, o ülkede satışta olan her şeyin helal zannedilmesinin yanlışlığı çok açıktır. İslâm’ın âyetle çok kesin olarak yasakladığı şarabın ve domuz etinin bile satışına devlet tarafından yasak konulamadığı ve serbestçe satıldığı ülkemizde, sayısı altmışbeşbin kadar olduğu tahmin edilen ve hergün yenilerinin ilavesiyle sayısı daha da artan endüstriyel (çeşitli maddelerin karışımı halinde fabrikalarda yapılan) gıda maddelerinin tümüne karşı İslâmî hassasiyet ve seçicilikten uzak bir tavır sergilemek bu mevzudaki cehaletin neticesi ise o cehaletin giderilmesi için eğitici faaliyetlerde bulunulması lâzımdır.

Helal gıdanın insan biyolojisi ve davranış psikolojisiyle ilgisi, çok basit olarak şöyle izah edilebilir: Allah insanı rızka, yemeğe ve içmeğe muhtaç olarak yaratmış; fakat yiyecek ve içeceklerini helal ve temiz olanlardan seçmelerini de Kur’an’da âyetle emretmiştir. İnsanın yiyip içtikleri sindirim sisteminden geçtikten sonra kanına karışır ve kılcal damarlar ile birlikte toplam uzunluğu yüzbin km kadar olan kan damarları sistemiyle, ortalama yüz trilyon kadar olan vücud hücrelerine taşınır. Hücrelerde saniyede binlerce biokimya reaksiyonlarıyla bir kısmı enerji verici, bir kısmı da vücudun dokularını yenileyici maddelere dönüştürülür. Ayni cinsten hücrelerin meydana getirdiği dokuların cinsine göre ömürleri de değişiktir ve bu şekilde insan bedeninin hayat müddeti içerisinde defalarca yenilenmesi vuku bulur.

Davranış psikolojisi bakımından, herşeyin benzeriyle ünsiyet etmesi kaidesiyle, bu yenilenmelerle haram gıdalardan inşa edilmiş hale gelen insan bedeni, başka haramlarla da çok kolay ünsiyet eder ve haramlar içinde yaşayışıyla, bir hadiste anlatılan temsille açıkça dikkat çekildiği gibi, duaları da kabul edilmez; ebedî bir helâkete namzet ve müstahak olabilir. Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde helal dairesi içerisinde yaşamanın önemine ve lüzumuna dikkat çekilmektedir. Helal dairesinin keyfe de kâfi olduğu, onun haricinde harama girmeğe hiç lüzum olmadığı ikna edici bir dille anlatılmaktadır.

İnsan, kendisine Allah tarafından verilmiş hayatla, Onun tarafından takdir edilmiş ömür müddeti boyunca, Onun tarafından verilmiş akıl ve cüz’î iradesiyle çok mühim bir dünya imtihanı içinde bulunduğunu ve kendisi için konulmuş haddi aşmaması icab ettiğini asla hatırından çıkarmamalıdır. O haddin kenarına kadar yaklaşması, o haddi aşmak tehlikesini getireceğinden, helal dairesinden çıkmak şüphesi veren şeyler mevzuunda da dikkatli olmalıdır.

Lem’alar adlı eserde, Onyedinci Lem’a, Onüçüncü Nota, Dördüncü Mesele’de, “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez” mealindeki, Buharî, Taberanî ve Beyhakî’de yer alan sahih bir hadisten bahsedilmektedir. İnsan, başıboş olarak dilediği gibi yaşamak için bu dünyaya gelmemiş; Mektubat adlı eserde Dokuzuncu Mektup, “Saniyen” başlığında açıklandığı gibi, Allah’ın bir askeri olarak Onun emir ve yasakları içerisinde Ona kulluk vazifesini yapması için gönderilmiştir.

Bu emir ve yasakların çizdiği hudutlar; helal dairesidir ve onun içerisinde de helal gıda mevzuu, çok mühim bir yer tutmaktadır.

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

O’nun (s.a.s.) ruhu , aramızda yaşıyor ve bizimle alâkadar..

Hicrî Takvime göre “Mevlid Kandili” günü olarak kutlanan Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğum yıldönümü, Güneş Takvimine göre de her yıl 14 Nisan’da kutlanmakta ve o günü takip eden hafta, yıllardır çeşitli ve çok sayıdaki zengin programlarla, “Kutlu Doğum Haftası” olarak idrak edilmektedir. Dinî yaşayımızda da, Ramazan orucunu, Hac zamanını ve dinî bayramlarımızı ayın hareketini esas alan Hicrî takvime göre; günlük namaz vakitlerimizi ise, güneşin hareketlerini esas alan takvime göre nazar-ı itibara alıyoruz. Rahman Sûresinin 5. Âyetinde mealen “Güneş de ay da, bir hesap iledir” denildiğinden, her iki takvimi de bu şekilde kullanışımız geçerlidir ve Peygamberimiz’in (s.a.s.) doğum yıldönümü hem ayın hareketini esas alan Hicrî takvime göre ve hem de güneş’in hareketini esas alan takvime göre ayrı ayrı tarihlerde kutlanabilir.

Peygamberimiz (s.a.s..), İki Cihan Serveri, (Miladî: 571’deki) Kamerî aylardan Rebi-ül Evvel ayının 12. günü olan haftanın günlerinden, Türkçe’deki karşılığı “Pazartesi” olan bir günün (el yevmül’ isneyn) sabahı dünyayı şereflendirdi; ayın hareketini esas alan takvimle altmışüç yaşını doldurduğu (Miladî: 632 ve Hicrî 11’deki) diğer bir Rebi-ül Evvel ayının, doğumunda olduğu gibi gene haftanın günlerinden bir Pazartesi gününe tevafuk eden 12. günü de, dünyadaki cismanî hayatını terk ederek, ruhu Refik-i Âlâ’ya yükseldi.

Haftanın günleri arasında Pazartesi gününün, Peygamberimiz’in hayatında mühim hadiselerin cereyan ettiği özel bir gün olduğu dikkati çekmektedir: Peygamberimiz’in doğumu ile dünyayı teşrifi, kendisine peygamberlik vazifesinin bildirilmesi, Mekke’den hicretle Medine’ye gelişi ve mübarek ruhunun kabzedilmesi, hep haftanın o gününde olmuştur.

Bundaki hikmetin ne olabileceğine belki de gereksiz yere merakımızı sarf etmek yerine, kendimiz için bu çok ince sırlı tevafuktan alabileceğimiz bazı mühim dersleri alabilmeye çalışırsak, daha isabetli hareket etmiş oluruz. Alabileceğimiz en mühim derslerden biri de, belki şu olabilir: Dünyadaki hayatımız bize sanki pek uzunmuş gibi gözükse de ve dünyada ebedî kalacakmışız gibi, ömür sermayemizi değerlendirmekte bazen ihmaller göstersek de; onu sadece -bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü gibi- yaşadığımız günden ibaret olarak varsaymamız, hakikî istikbalimiz ve ebedî menfaatlerimizin bizi beklediği âhiretimiz için daha faydalı olabilir. Çünkü, insanın ömrü, birer günlük kısımlara bölünmüştür ve ömrünün birer günlük birimlerini hangi îman, niyet ve gaye ile ve hangi işleri yaparak geçirirse, ömrünü de öyle geçirmiş olmaktadır.

Bir saatin zamanı gösteren kısa ve uzun ibrelerini (akrep ve yelkovanını) veya dijital rakamlarını elimizle geriye döndürebiliriz; fakat, gafletle geçen saatlerimizi ve dakikalarımızı tekrar yaşamak için, ömür müddetimizi -bir filmi seyrederken öncesine gider ve başa alır gibi- geri döndürebilmek imkânımız yoktur. Böyle bir durumda, aklını iyi kullanan bir insan, geri dönmemek üzere geçen zamanının kıymetini düşünür. Onu israf ederek tüketmekten kaçınmağa; çok kârlı bir âhiret ticaretinin sermayesi olabilecek şekilde ebedî ve büyük kârları kazanmak yolunda tam bir şuurla ve dikkatle kullanabilmeğe çalışır. Bunu yapabilmek için de, insanlığın en büyük rehberi olan Resulullah’ın (s.a.s.) sünnet-i seniyyesine tabi olur ve onun ilmî vârisleri olan âlimlerin izinde gider.

Rebi-ül Evvel ayının 12. gününün Peygamberimiz’in doğumunun yıldönümü olduğu Müslümanların büyük ekseriyeti tarafından bilinmesine rağmen, ayni zamanda onun vefatının da yıldönümü olduğunun Müslümanların daha büyük bir ekseriyeti tarafından bilinmemesinin sebebi acaba ne olabilir?”

Bu sualin cevabının, onun cismen aramızda olmasa da, ruhen aramızda ve ümmetiyle çok alâkadar olması hakikatiyle ilgili olarak verilebileceği düşünülebilir. Çünkü, Kur’an iâyetleri de bize bu hakikati böyle açıkça bildirmektedir:

“Habibim, Biz seni âlemlere başka bir şey için değil, ancak rahmet için gönderdik.” (Enbiyâ Sûresi, 21/107)

“Şanım hakkı için size bir Resul geldi ki: kendinizden, gayet izzetli, zorlanmanız ona ağır geliyor, üstünüze hırs ile titriyor, mü’minlere raûf, rahîmdir.” (Tevbe Sûresi, 9/128)

Peygamberimiz’in bu Kur’an âyetleriyle de açıkça bildirilen “rahmet peygamberliği” sıfatı, sadece bu âyetlerin nâzil olduğu zamandaki Müslümanlar için değil; kıyamete kadar gelecek bütün Müslümanlar, bütün insanlar ve bütün âlemler içindir.

Bu âyetlerde bildirildiği gibi, “mü’minlerin zorlanması ona ağır gelen, onların üstüne hırs ile titreyen, mü’minlere raûf ve rahîm olan” Resulullah’ın, altmışüç yaşındayken bir Rebi-ül Evvel ayının 12. Pazartesi günü vefat etmiş olması değil; onun o tarihten altmışüç yıl önceki bir Rebi-ül Evvel’in 12. Pazartesi günü bedenen doğmuş ve daha sonra bedenî hayatını dünyadaki her fanî gibi tamamlamış olsa da ruhen halen hayatta, kendi aralarında ve kendileriyle alâkadar oluşu mü’minlerin âleminde çok daha fazla yer almalıdır.

Rebi-ül Evvel’in 12. günü aynı zamanda onun vefat yıldönümü de olmasına rağmen, belki bu sebeple, o gün yalnız “onun doğum yıldönümü” olarak hatırlanmakta ve İslâm âleminde daima bu manâyı işleyen programların icrasına çalışılmaktadır.

Bu gerçeğin de ışığı altında, şu soruyla nefsimizi tekrar murakabe etmeli ve hesaba çekmeliyiz: “Madem ki onun (s.a.s.) ‘Rahmet Peygamberi’ olarak, zorlanmamız ona ağır gelen, üzerimize hırs ile titreyen, rahîm ve raûf olan ruhu aramızda ve bizimle alâkadar; acaba biz onunla ve Sünnet-i Seniyyesiyle ne kadar alâkadarız, bilhassa Hac ve Umre vesilesiyle kabrini ziyaret ettiğimizde onun ruhunun bizimle alâkadarlığını ne derecede hissedebiliyoruz?”

Her türlü hamd ve övgü, medih ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c.) mahsustur.

Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed (asm) ile, onun Âl ve Ashabı’nın üzerine olsun.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Kar Yağdığı İçin mi, Hava Soğuk Olur?

Çocuklara sorarlar: “- Tavuk mu yumurtadan çıkar, yoksa yumurta mı tavuktan çıkar?” Buna verilecek cevapta delilin davaya ve davanın da delile bağlı olması sebebiyle dönüp dolaşıp eski hâle gelmek, yani “Devir” denilen hâl vardır. Bu manâdaki “Devir”de, bir şeyin müsbet bir tek neticesine ulaşamadan doğruluk ve yanlışlık dereceleri eşit kavramlar arasında dönüp dolaşılır. “Devir” tarzındaki sorgulamalar, insanın mutlak hakikati bulmasını sağlayamaz. Bu  sorgulamaya başka bir misal de şu olabilir: “Yenidoğan (bebek) mı anne-babaya sebebtir, anne-baba mı yenidoğana sebebtir? Bebek büyüyünce anne veya baba olabileceği gibi, anne-baba da bebeğin dünyaya gelmesine sebeb olabilir ve bu sorgulamada da bir tek neticeye ulaşılamaz ve “Devir” vardır.
ağaç dalında kalp şeklinde karBu sorgulamalara benzer olarak sorulabilecek; “- Kar yağdığı için mi hava soğuk olur; hava soğuk olduğu için mi kar yağar?” sorusunda ise, sorunun cevabı fennî bakımdan açık ve net olarak verilebileceği için, bunu “Devir” cinsi sorulardan saymamak gerekir.
Okullarda, ders kitaplarında, ansiklopedilerde vb. kitaplarda “Kar yağmasının fennî izahıyla ilgili yazılanlar, “kar”ın niçin değil, nasıl yağdığına dairdir. “Nasıl?” ve “Niçin?” soru edatlarının kullanılış yerlerinin doğru seçimine ekseriya dikkat edilmez. “İlim” ve “Bilim” kelimelerinin doğru yerlerde kullanılmadığına da çok rastlanır. “İlmî hakikatlar” ve “Bilimsel gerçekler” de, her zaman birbirinin yerine kullanılabilecek manâda değildir.
Yale Üniversitesi profesörlerinden Prof. Dr. Arthur THOMSON, bu yanlışlığı şöyle izah ediyor:
“Hakikat yalnız bilimin gösterdiğidir, demek doğru değildir. Çünkü bilim şunları arar:
‘-Bu nedir? Ve hangi sebeplerle meydana gelmiştir?’
Şunlar ise:
‘-Bu niçin böyledir? Bunun manâ ve gayesi nedir?’ Sorusunun çevabı, bilimin sahasına girmez. Her şeyin ‘Niçin’i bilimi aşar, bu bilimin ötesidir. Bu problemleri felsefe cevaplandırmağa çalışır. Felsefenin de sükût ettiği hallerde, beşerin imdadına din yetişir ve bizi huzura sevk eder.”
“-Kar niçin yağar?” sorusuna cevap olarak söylenecek doğru bilgiler, “kar”ın yağmasının hikmetleridir. Bu hikmetleri, “kar”ın kendisinden bilmek büyük bir yanlış olur. Bunlar, “ilâhî hikmetler”dir. Kar, bütün varlıkları yaratan, idare eden Allah(c.c.)’ın Hakîm isminin, diğer bazı isimleriyle birlikte tecellîleri sebebiyle yağar.
“Kar”ın nasıl yağdığının cevabı ise, fen kitaplarında bu mevzuda yazılanlardır. Aslında, yalnız karın yağmasında değil, etrafımızdaki varlık âleminde gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyde, Allah(c.c.)’ın diğer bazı isimleri ile birlikte, bilhassa Hakîm isminin tecellîleri vardır. Çünkü, bu dünya dâr-ul hikmet; insanın ölüm kapısından geçerek gideceği âhiret âlemi ise dâr-ul kudrettir. Yani bu dünyada olanlar, Allah(c.c.)’ın koyduğu sebebler perdesiyle cereyan eder; bu sebebleri yapan ve çalıştıran müsebbib-ül esbâbı (bütün sebebleri meydana getiren Allah’ı) bu sebebler perdesinde takılıp kalmadan tanımak da, insanın bu dünyada aklıyla en mühim imtihanıdır. Âhirette ise, insanın aklıyla imtihanı olmadığından, Allah (c.c.) kudretini sebebler perdesini kullanmadan doğrudan tecellî ettirir.
Bu dünya dâr-ul hikmet ise, “Hikmet” ne demektir? Bir âyet-i kerîmede: “Kime hikmet verilmişse, işte o­na pek çok hayır verilmiştir” (Bakara Suresi, 2/269) denildiğinden, hem erkeklerde hem kadınlarda isim olarak da kullanıldığına çok rastladığımız “Hikmet” kelimesinin mühim manâsına dikkati çekmekte fayda vardır. Hikmet kelimesinin lügat manâsı: “İnsanın, mevcudâtın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı. Hakîmlik. Eşyanın ahvâl ve haricî, batınî keyfiyetlerinden bahseden ilim. (Buna İlm-i Hikmet deniyor.) * Herkesin bilmediği gizli sebep. Kâinattaki ve yaradılıştaki İlâhî gaye * Ahlâka ve hakikata faydalı kısa söz * Sır * Bilinmeyen nokta. İlim, adalet ve hilmin birleşmesinden doğan değerli sıfat (Kuvve-i akliyenin vasat mertebesidir; Hakkı hak bilip imtisal etmek, bâtılı bâtıl bilip içtinab etmektir. İ.İ.) * Allah’a itaat, fıkıh ve Sâlih âmel. Allah’tan haşyet ve takvâ. Verâ’ * Akıl, söz ve harekette uygunluk * Hak emre uymak * Allah’ın yarattıklarında tefekkür.” (İslâmî, İlmî,Felsefî Yeni Lügat, A.Yeğin).
Bu söylediklerimizden sonra şimdi, bu hikmetler dünyasında ; “Herkesin bilmediği gizli sebeb. Kâinattaki ve yaradılıştaki ilâhî gaye” manâsındaki, ilk sorumuzun cevabı olabilecek karla alâkalı bir hikmetten bahsedebiliriz:
Kar yağması, havanın soğuk olduğunu gösterir; fakat kar yağdığı için hava soğumaz; aksine, kar yağması havanın soğuğunu azaltır. Bunun nasıl olduğunun, bu sebebler dünyasında bazılarının Asıl Fiil Sahibi’nden bahsetmeyerek “tabiat kanunları” dediği “âdetullah kanunları” ile izahı, şöyledir: Bir gram katı maddenin erimesi için gerekli ısıya o maddenin “erime ısısı” denir. Buz, 0’C de su haline gelirken gram başına 80 kalori ısı alır. Bu, suyun katı hali olan buzun erime ısısıdır. Su, buz haline gelirken erime ısısını verir ve her bir gram suyun donup kar kristali haline gelmesi esnasında, atmosfere seksen kalori ısı verilir. Bu hesaba göre, 10 ton kar yağmakla atmosfere verilen ısı, yüz kilo iyi cins maden kömürünün yanmasıyla verdiği ısıya eşittir. Bunun hesap şekli basittir: 10 ton = 10.000.000 gram. Bu kadar suyun kar haline gelirken atmosfere verdiği ısı = 10.000.000 x 80 kalori = 800.000.000 kalori. Bir gram iyi cins maden kömürünün yanmasıyla verdiği ısının da 8.000 kalori olduğu göz önüne alınırsa, o­n ton suyun kar haline gelirken verdiği ısı: 800.000.000 / 8.000 = 100.000 gram = 100 kilogram iyi cins maden kömürünün verdiği ısı, 10 ton karın suyun donmasıyla teşekkülü esnasında, atmosfere verdiği ısının karşılığı olarak bulunur (Benzeri bir hesapla, 0’C civarında 10 ton yağmurun teşekkülü esnasında atmosfere verilen ısının da, yaklaşık 750 kilogram iyi cins kömürün yanmasıyla verdiği ısı kadar olduğu bulunur.).
Atmosferdeki suyun kar haline gelirken verdiği bu ısı, kışın soğuğunun şiddetini kırmaktadır. Kar yağmasıyla, karın diğer faydaları yanında, bitki, hayvan ve insanlar, aşırı soğuğun meydana getireceği çeşitli zararlardan korunmaktadır. Baharda ise, karların erirken atmosferden aldığı gram başına 80 kalori ısı ile atmosferdeki sıcaklık azaltılmakta, bu defa da yeni filizlenen bitkilerin, havanın aniden ısınmasıyla, sıcaktan zarar görmesi önlenmektedir.
Demek ki, başlangıçtaki sorumuzun cevabı olarak; kar yağdığı için hava soğuk olmamakta; hava soğuk olduğu için kar yağmaktadır. Yağan kar hem atmosfere ısı vermekte, hem kendisi de soğuk olmasına rağmen, yeri bir yorgan gibi örtüp bazı bitki ve hayvanların soğukla telef olmasını önleyecek şekilde, atmosferdeki aşırı soğuktan muhafaza etmektedir.
Kar, karılan cansız ve şuursuz bir madde olarak, bunu kendisi mi yapıyor dersiniz? Bu hâl, bize “Kâinattaki ve yaradılıştaki ilâhî gaye”yi düşündürmez mi?
Prof.Dr.Mustafa NUTKU

Alışveriş’ten Vazgeçmek!

Yıllar önce, İngiltere’de bulunduğum süre içerisinde, alınan bir malın belli bir müddet içerisinde hiç sebeb göstermeden iade edilebilmesi hakkı, o zamanlar Türkiye’de alışverişlerdeki durumla karşılaştırdığımda hayretimi mucip oluyordu.

O zamanlar Türkiye’de, bir malın bedeli ödendikten sonra o malın iadesinin kabul edilmemesi usulü çok az istisnaları ile çok yaygın olarak uygulanıyordu.

Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, Türkiye’de de gelişmiş batı ülkelerindeki gibi tüketici haklarından bahsedilmeğe başlandı; tüketici haklarıyla ilgili kanun, yönetmelik çıktı; gazetelerde tüketici sayfalarında tüketici hakları konusunda vatandaşa yardımcı olunmağa çalışıldı, her ilçede Tüketici Hakem Heyetleri ve ayrıca adliye teşkilatında Tüketici Mahkemeleri kuruldu, bunlara müracaat esasları belirlendi, e-devlet şifresiyle internet üzerinden ve hiçbir harç ödemeden bu hak arama yollarına müracaat imkanı ihdas edildi.

Fakat buna rağmen, maalesef Türkiye’de tüketici haklarının verilmesi henüz gelişmiş batı ülkelerinin seviyesine gelememiştir. Değil kullanılmış olabilecek bir eşyayı iade etmek, bir mağazanın, içine belli bir miktar para yüklenmiş özel bir alışveriş kartını iade edebilmek bile mümkün olamamaktadır.

Halbuki bu mevzuda, İslâm’ın iman nurundan mahrum, çeşitli günahların batağındaki batı ülkelerinden örnek almağa hiç ihtiyacımız da yoktur. Sadece şu hadis bile bu mevzuda bize çok şey ifade etmektedir:

Hz.Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.s.) buyurdu ki; “Bir kimse, bir Müslüman’ın sattığı veya aldığı bir şeyi kendisine iade etmesine razı olursa, Allah-ü Teâlâ onun hatalarını affeder.” (Ebû Dâvûd)

Bu hadiste dikkat edilirse, alıcının iadeye razı olduğu veya satıcının iadeye razı olduğu ayrı ayrı alışverişlerin her iki nevinde de, alışveriş tamamlanmış olduğu halde karşı tarafın talebi üzerine iadeye razı olanı Allah’ın affedeceğinden bahsedilmektedir.

Satıcının usulüne göre yapılan iadeye razı olması, Türkiye’de halen yukarıda bahsedildiği şekilde tüketici haklarıyla ilgili düzenlemelerle bir mecburiyet haline getirilmiştir.

Nakledilen hadiste, başka bir alışverişte ise, alıcının iadeye razı olmasından da bahsedilmekte ve satıcının talebi halinde alıcı satın almış olduğu malı iadeye razı olursa, Allah-ü Teâlâ’nın onu da affedeceği bildirilmektedir. Bu iade hali, ülkemizde önceki gibi mevzuatla düzenlenmemiştir; fakat bilhassa köylerdeki alışverişlerde daha çok rastlanmaktadır.

Meselâ: En’âm adı verilen koyun, keçi, inek,.. vd gibi canlı hayvanları köyleri dolaşarak satın alan ve adına “Celep” de denilen canlı hayvan alıcılarına hayvanlarını satan bir köylü daha sonra onları sattığına pişman olup, o canlı hayvan alıcısını başka bir köyde bularak sattığı hayvanlarının iadesini bazen isteyebilmektedir.

Böyle bir durumda, aslında alış veriş bitmiş olduğu halde, alıcı satıcının iade talebini kabul ederse, yukarıdaki hadiste onunla ilgili olarak da; “Allah-ü Teâlâ onun hatalarını affeder.”denilmektedir.

Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeye ittibâından hissesi ziyade ola..

(Risale-i Nur Külliyâtı Onbirinci Lem’a Beşinci Nükte)

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Evlilikle İlgili Bazı Gerçekler

Kadın, aile, evlilik, eş seçimi, boşanma, vb son zamanlarda üzerinde en fazla yazılan ve konuşulan mevzulardan bazılarıdır. Fakat bunların arasında meselenin özüne temas edene çok az rastlanmaktadır

Bekârlık yerine evliliği tercih edenlerin, şu hususları göz önünde bulundurmaları iyi olur:

Evlenmek, neslin devamı içindir. Bunun için iki ayrı cins arasında birbirlerine sevgi ve şefkat duymak hislerini koyduğunu Allah (c.c.) Rum Sûresi 21. âyette bildiriyor.

Risale-i Nur’da İşârâtü’l İ’câz adlı eserde de, Bakara sûresi 4. âyetinin tefsirinde “Saadet-i ebediye”den bahsedilirken, onun esaslarından biri olan nikah hakkında şöyle deniliyor:

Saadetin esaslarından nikah ise: Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden kalbine mukabil bir kalbin bulunmasıdır ki; her iki taraf, sevgilerini aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezâizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar. Evet, bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam –velev zihnen olsun- ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti o tefekkürü paylaşsın.

Kalblerin en latifi, en şefiki kısm-ı sânî ile tâbir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhî imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbî ünsiyet ve ülfeti itmâm eden, sûrî ve zahirî arkadaşlığı samimîleştiren, kadının iffetiyle ahlâk-ı seyyieden temiz ve pâk bulunması ve çirkin ârızalardan hâlî olmasıdır.

Burada bahsedilen kadının “ahlâk-ı seyyieden temiz ve pak bulunması ve çirkin ârızalardan hâlî olması” sıfatını büyük bir çoğunluk, çok dar bir manâsıyla düşünebilmekte ve problemin mühim bir kısmı bundan kaynaklanmaktadır. Aslında kadın için bildirilen bu sıfatlandırma, ahlâkın esasını İslâm dini olarak kabul edenler için, “kadının her hal ve davranışıyla İslâm çizgisi sınırları içerisinde olması” manâsında anlaşılmalıdır.

Bediüzzaman Cevap Veriyor” ve “Hanımlar Rehberi” eserlerinde yer alan bir mektubunda ise, Bediüzzaman Risale-i Nur talebelerine evlenmek mevzuundaki ölçülerinin ne olması gerektiğini şöyle bildirmektedir:

Eğer hizmet-i Kur’aniye ve imaniyede yardımcı bir hanım bulsa alır. Hizmetine zarar vermez. Lillahilhamd bu neviden çok nur talebeleri var, zevceleri onlardan geri kalmıyorlar. Belki kadınlardaki şefkatten gelen ücretsiz fıtrî kahramanlık ve hakikî ihlas cihetiyle zevcinden daha ileri gidebilir. Nur talebelerinin yetişmiş kısımlarından ekserisi evlenmişler, bu sünneti yerine getirmişlerdir. Risale-i Nur onlara der ki: ‘Haneniz bir küçük medrese-i Nuriye, bir mekteb-i irfan olsun ki, bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklar âhirette size şefaatçi olsunlar. Dünyada da iman dersini alıp size hakikî evlad olsunlar.

Kâinatta en yüksek hakikatin ve insan için en fazla değer verilmesi gereken şeyin Allah’a (C.C.) ve onun inanmamızı istediklerine iman etmek olduğunu bilen ve kabul eden Müslümanlar, elbette evlenmek için eş seçimine karar verirken de yukarıdaki paragrafta yazılı olanları öncelikle esas almalı; ancak bundan sonra hem hissî ve hem de mantıkî sebeblerle kararlarını vermelidirler.

Herhangi bir malı alırken o malda bulunması gereken özellikleri araştırarak kararını veren insan, hayatının en mühim alımını yaparken onda bulunması gereken en mühim özellikleri araştırmadan kararını verirse, çok büyük bir tezat hali göstermiş olmaz mı?

Herhangi bir el âletini, makineyi veya bir motorlu taşıt vasıtasını alırken onun arızasız ve güven verici olması yönünden büyük bir titizlik gösteren ve “Ben onu daha sonra istediğim şekle sokarım” demeyen insan, kâinatın en mükemmel makinesi olan diğer bir insanı kendine hayat arkadaşı olarak seçerken “Ben onu daha sonra istediğim şekle sokarım” diyerek, bir titizlik göstermezse, bu onun için gene büyük bir tezat hali değil midir?

Peki, nikahta keramet yok mudur?

Özel şartları içerisinde ve dar manâda nikahta kerâmet vardır fakat kerametin her manâsında doğru olduğu söylenemez. Bu söze dikkatle ve ihtiyatla yaklaşılmalı; hangi manâda doğru kabul edilebileceği bilinmelidir.

Kerâmet; Türkçe’de daha çok, “Allah’ın (c.c.) velî kullarında görülen olağanüstü haller” manâsında anlaşılmakla beraber, asıl kelime manâsı; kerem, lütuf, ihsan, bağış, ikram, ağırlamaktır. Bazıları, evlenmenin diğer şartlarını haiz oldukları halde, evlilikte maişetlerini nasıl temin edebilecekleri mevzuunda aşırı vehim ve Allah’ın (c.c.) Rezzak ve Kerîm isimlerine ilticada ise zayıflık gösterdiklerinde, onların bu hallerini tashih için;

Evlenene Allah (c.c) yardımcı olur, ihsanını ve ikramını gösterir.” manâsında:

– Nikahta kerâmet vardır.” denilebilir.

Ayrıca, birbirlerine denklik şartını yerine getirerek ve muhabbetle evliliğe başlayanlarda, nikah onların aralarındaki muhabbeti arttırtabildiği için de, nikahta keramet olduğundan bahsedilebilir.

Nikahta kerâmet vardır.” sözüne yanlış mana verip evlenirken yanlış seçim yapmak yerine, başlangıçta evlilik için denklik araştırmasının iyi yapılması, evlenecekler için çok önemlidir ve ihmal edilmemelidir. Eş seçiminde denklik ise, en başta dinî yönden aranır. Dinî yönden tam dengiyle evlenememiş olanlarda da, eşlerden hangisi daha dindarsa, diğeri onun dindarlığını taklide çalışır. Hem bu konu, hem de ailevî problemlerle alâkalı en gerçekçi teşhis ve çözüm yolu, Risale-i Nur Külliyâtı Lem’alar adlı eserde Yirmidördüncü Lem’a İkinci Nükte’nin ilk kısmında, özetle şöyle bildirilmektedir:

Bu sene inzivada iken ve hayat-ı içtimâîyeden çekildiğim halde bazı Nurcu kardeşlerimin ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle görüşen ekseri dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvalar işittim. “Eyvah!” dedim. İnsanın hususan müslümanın tahassüngâhı ve bir nevi Cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmağa başlamış dedim. Sebebini aradım. Bildim ki: Nasıl, İslâmiyetin hayat-ı içtimâîyesine ve dolayısıyla dîn-i İslâma zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla sefahete sevketmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de; biçâre nisâ tâifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin te’sirli bir sûrette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki: Bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor.

Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan ma’nevî evlâtlarıma kat’iyyen beyân ediyorum ki: Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çâre-i yegânesi, dâire-i İslâmiyedeki terbiye-i dîniyeden başka yoktur!.. Rusya’da o biçâre tâifenin ne hale girdiğini işitiyorsunuz. Risâle-i Nurun bir parçasında denilmiş ki: Aklı başında olan bir adam; refikasına muhabbetini ve sevgisini, beş on senelik fâni ve zâhirî hüsn-ü cemâline bina etmez. Belki kadınların hüsn-ü cemâlinin en güzeli ve dâimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü sîretine sevgisini bina etmeli. Tâ ki, o biçâre ihtiyarladıkça, kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünkü onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika değil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan, ihtiyarlandıkça daha ziyâde hürmet ve merhamet ile birbirine muhabbet etmek lâzım geliyor.

Şimdiki terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakattan sonra ebedî bir müfarakata ma’rûz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.

Hem Risâle-i Nûrun bir cüz’ünde denilmiş ki: Bahtiyardır o adam ki; refika-i ebediyesini kaybetmemek için sâliha zevcesini taklid eder, o da sâlih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki; kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur; saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır. Bedbahttır o adam ki; sefahete girmiş zevcesine ittiba eder; vazgeçirmeye çalışmaz, kendisi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki; zevcinin fıskına bakar, onu başka bir sûrette taklid eder. Veyl o zevc ve zevceye ki; birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yâni; medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder.

İşte, Risâle-i Nûrun bu mealdeki cümlelerinin ma’nası budur ki: Bu zamanda aile hayatının dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvî seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız dâire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir.

…………………………..

Son cümlesine önemi sebebiyle tekrarla birkaç defa vurgu yapılmış olan bu iktibastan da sonra, ailevî meselelerde âraz tedavisi reçeteleri, palyatif tedbirler ve mecazî aşk edebiyatlarıyla konunun esasından saptırılmasına karşı, özetin de özeti olarak tekrar belki en doğrusu olarak şu söylenebilir:

Aileyi ayakta tutan, ana direk kadındır. Bu direğin sağlam olması icabeder; aksi halde aileler, bir çadırın ana direğinin veya bir binayı ayakta tutan kolonunun tahribiyle o çadır veya binanın çökmesi gibi çöker. Ailenin planını, projesini yapan Allah’ın bu mevzudaki âyet ve hadislerle bildirilmiş projesini inkârla veya beğenmemekle kendi dar anlayışlarıyla aile binalarında değişiklikler yapanlar, aile binalarının yıkılmasına sebeb olurlar. Bizi içten yıkmak isteyen şer güçler, suret-i haktan görünmeğe çalışarak, en az bir asırdır kadınlarımızı ifsad ederek cemiyetimizin temeli olan aile yapılarımızı bu şekilde ve bilhassa asrımızın çok gelişmiş iletişim teknolojilerini çok kötüye kullanarak bozmağa çalışıyorlar.

Bu gerçeği daha fazla geç kalmadan görebilmeli ve ona göre tedbirlerimizi alabilmeliyiz.

Prof.Dr.Mustafa NUTKU

www.NurNet.Org