Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

İyi Bir Eş (Zevce) Nasıl Olunur?

musluman.aileBediüzzaman’ın, Müslümanların aile hayatındaki bozulmalara karşı,  hanımlara “daire-i İslâmiye içindeki terbiye-i İslâmiye” tavsiyesini üç defa tekrarladığı Yirmidördüncü  Lem’a İkinci Nükte’deki ilk cümleleri şöyle başlamaktadır:

İKİNCİ NÜKTE: Bu sene inzivada iken ve hayat-ı içtimaîyeden çekildiğim halde bazı Nurcu kardeşlerimin ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle görüşen ekseri dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvalar işittim. “Eyvah!” dedim. İnsanın husûsan müslümanın tahassüngâhı ve bir nevi Cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmağa başlamış dedim. Sebebini aradım. Bildim ki: Nasıl, İslâmiyetin hayat-ı içtimâîyesine ve dolayısıyla dîn-i İslâma zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla sefahete sevketmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de; biçâre nisâ tâifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin te’sirli bir sûrette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki: Bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor. Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan ma’nevî evlâtlarıma kat’iyyen beyân ediyorum ki: Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çâre-i yegânesi, dâire-i İslâmiyedeki terbiye-i dîniyeden başka yoktur!..”

Dünyada  yaşayan her genç kız ve kadının hayalinde mesut olmak (başka bir deyişle mutlu olmak) vardır; bunun yollarını  araştırır, sebeblerine müracaat ederek dünyada saadete, mutluluğa kavuşmanın yollarını arar.

Risale-i Nur Külliyâtından Lem’alar adlı eserde ise,  Yirmidördüncü  Lem’a İkinci Nükte’den yukarıda iktibas edilmiş cümlelerin en sonuncusunda, kadınların yalnız muvakkat dünya saadetlerinin değil; uhrevî (ebedî âhiret) saadetlerinin de ve fıtratlarına (yaradılışlarına) Allah (c.c.) tarafından konulmuş ulvî seciyelerini (yüksek karakter özelliklerini) bozulmaktan kurtarmanın da, İslâmiyetteki dinî terbiyeden başka hiçbir çaresinin olmadığını söylemekte ve buna iki sayfalık metin içinde üç defa vurgulamada bulunup tekrarlayarak önemle dikkat çekmektedir.

Aile, cemiyetin temeli ve kadın da ailenin temeli olduğundan; kadın ve aile ile ilgili bu çok mühim tavsiyenin daha müşahhas ve günlük hayatta tatbikini kolaylaştırabilecek şekli acaba nasıl olabilir?

Bu sabah telefonla birisi beni aradı. Telefon ekranında ismi görünen tanıdık kişi, 2000 km uzaktaki bir şehirdendi.. Çok nazik bir şekilde konuşuyordu: “-Sizi rahatsız ettim mi?”, “-Acaba müsait misiniz?”,  “-Müsait değilseniz, sonra arayayım..”. Onun bu nazik sözlerine cevaben kısaca, müsait olduğumu söyleyince, o da aramasının sebebini açıkladı.

Gelinlik çağındaki öz kızının: “İyi bir zevce olmak istiyorum.. İyi bir zevce nasıl olunur?” sorusuna; çok safî bir şefkat, büyük bir samimiyet ve derin bir muhabbetle, cevap olarak bir hocaefendinin iyi bir zevcenin nasıl olunabileceğine dair yazdığı iki gerçek mektubu, sekiz yıl önce sahaflar çarşısından aldığım eski bir kitabın sayfalarında yayınlanmış olduğunu görerek, oradan iktibasla onaltı sayfalık bir broşür halinde ve okuyucusunun daha çok ilgisini çekmesi için itinalı bir kapak kompozisyonu ve mizanpajla pembe kağıda kırmızı mürekkeple broşür halinde bastırmıştım.

Nikah sahipleri tarafından nikah davetine gelenlere hediye edilmesi, buradaki çok önemli ve faydalı nasihatleri kızlarına ve yakınlarına bizzat kendileri veremeyecek olanlara yardımcı, tesirli ve faydalı bir yayın olarak kullanılması için bu broşürü yayınlamıştım. O tarihten sonra da, evlenme çağında kızı veya akrabası olan tanıdıklarıma, dostlarıma ve herhangi bir nikah daveti aldığımda da, ya bizzat elden veya e-posta ile bu broşür metnini nikah sahiplerine iletmeyi âdet haline getirmiştim.

Bir defasında, beni cep telefonumdan arayan, numarası bende kayıtlı olmayan bir erkek sesi, önünde pembe renkli bir broşür olduğunu, iç kapağındaki bilgilerden telefon numaramı öğrendiğini, beni İstanbul’un (en eski ve en büyük ilçelerinden biri olan) ….ilçesi Müftülüğü’nden  aradığını, ilçedeki din görevlilerinin dinî irşad hizmetlerinde istifade etmeleri için Müftülüğe bu broşürden 200 aded iletmemi istemişti. Ben de “Hayırda acele ediniz:” hadisi mucibince, bütün işlerimi bırakıp hemen yola çıkarak, mesai saati bitmek üzereyken, “İyi Bir Zevce Nasıl Olunur?” adlı broşürden 200 adedini ayni gün bizzat o Müftülüğe teslim etmiştim.

Bu sabah Türkiye’nin diğer ucundan bana telefon eden dostum da, bir karşılaşmamız esnasında, bu broşürün bir nüshasını bizzat hediye ettiklerimdendi.

O dostum, memleketine gidince, tüm aile efradı toplanarak verdiğim broşürdeki iki mektubu birlikte mütalaa etmişler ve en fazla da büyük anneleri olmak üzere, mektuptaki nasihatleri çok beğenmişler. Ev eşyası satan mağazaları olduğu için, müşterilerine hediye etmek maksadıyla, benden şimdiye kadar değişik zamanlarda çok miktarlarda taleplerde bulunmuşlardı. Bu defaki arayışlarında da o broşürün mevcudu ne kadar varsa tümünü göndermemi, mevcudu bitince de yeniden bastırıp kendilerine talep ettiklerinde göndermeğe devam etmem isteniliyordu. Telefonda beni arayanın bahsettiğine göre, aileleri yıkılmanın eşiğine gelmiş bazı hanımlar, bu broşürdeki tavsiyeleri yerine getirmekle aile saadetlerini elde ederek, kendilerine o broşürü hediye eden dostuma teşekkür ediyorlarmış.

Madem ki öyle, bir hocaefendinin kendi öz kızına yazdığı gerçek iki mektuptan iktibas olan bu broşür metnini burada, internet ortamında bir “e-broşür” olarak paylaşmakta da fayda olabilir:

 ( BİRİNCİ  MEKTUP )                                                                                          (5.4.1976)

      ……………………..

      Şimdi mevzua gelelim. Benden soruyorsun:“-İyi bir zevce olmak istiyorum, nasıl bir kadın olmalıyım? Neler yapmalı; neler yapmamalıyım?”diyorsun. Madem ki sordun, ben de cevap vermeğe çalışayım.

       Kızım, İslâmî prensiplere bağlılık ve sadakat göstermeden iyi bir insan olmaya da imkan yoktur, iyi bir zevc ve iyi bir zevce de.. Çünkü İslâm dini her hususta olduğu gibi, bu hususta da hakikî bir rehberdir. İslâm dininin iki mühim kaynağı olan Kur’an ve hadis, bu mevzuda da kıyamete kadar beşeriyete rehberlik ederler.

       Kadının en mühim iki vazifesi: 1 – Erkeğini mesut etmek;  2 – Çocuklarını iyi yetiştirmektir.

       Kadının bu iki vazifesi de mühim olmakla beraber, birincisi daha mühimdir. Kadın, erkeğine karşı vazifelerini yerine getirdikten sonra sıra çocuğuna gelir. Kadın, erkeğini hiçbir zaman ikinci sıraya düşürmemeli, çocuğuna karşı olan vazifelerine öncelik vererek,  erkeğine karşı olan vazifelerinde ihmal ve kusur göstermemelidir. Bu, yaradılış programına ters düştüğü için, normal bir erkek, karısının böyle davranışını kabullenemez. Kocasına karşı ve çocuklarına karşı bu vazifelerini ehemmiyet sırasına uyarak yapan; yani öncelikle erkeğini kendinden memnun etmeyi ihmal etmeden, sıhhatli, terbiyeli, imanlı, istikametli evlat yetiştirmeğe çalışan evli bir kadın, en mühim vazifelerinden ikisini yapmış olur.

      Evli bir kadının tabii ki, başka vazifeleri de vardır. Kocasına hayırlı ve meşru her işinde yardımcı ve destek olmak, onun akrabalarına da hürmette kusur etmemek, diğer vazifeleri arasındadır. Kadın, erkeğin en buhranlı günlerinde de kocasına yardımını ve desteğini devam ettirecek; ona yük olmamağa, sıkıntı vermemeğe; aksine, onun yükünü ve sıkıntısını hafifletmeğe çalışacaktır. Kocasının yapmak istediği hayırlı işlerde onun cesaret ve azmini kırmayacak; aksine onu cesaretlendirmeğe ve azmini pekiştirmeğe çalışacaktır. Kocasına güvenemediği hallerde bile, bunu asla açığa vurmayacak ve ona inanmış görünecektir.  Çünkü, kocasına karşı itimatsızlığını belli etmenin kadına hiçbir faydası yoktur. Kadın, hayatını birleştirdiği erkekle yollarını ayırmamağa çalışacaktır. Mümkün olduğu kadar onu anlamağa, onun ideallerini, alâkalarını, hislerini, zevklerini paylaşmağa ve ondan kopmamağa çalışacaktır. Böyle yapmadığı takdirde, onların hayat arkadaşlıklarındaki birliktelikleri gittikçe birbirlerinden uzaklaşma haline girer ve bu uzaklaşmaya karşı tedbirleri zamanında kadın almazsa, aralarındaki birliktelik, kopmağa kadar gidebilir. Bu husus, bilhassa ihtiyarlıkta kendini daha acı bir şekilde gösterir. İhtiyarlık yaşına gelinceye kadar, kocasını anlamağa, onunla müşterek hayatlarını paylaşmağa çalışmamış olan  evli bir kadın, ihtiyarlıkta yalnız kaldığını biraz da hayretle görür; işin fecaatını o zaman anlar ama, iş işten de geçmiş olur..

      Kadın, erkeğin sinirlendiği anlarda da çok dikkatli olmalıdır. Aksi halde, her sinirlenme anında erkek karısından biraz daha uzaklaşabilir ve aralarındaki beraberlik en sonunda bir kopma noktasına kadar gelebilir.

      Evli bir kadının dikkat etmesi icap eden diğer bir husus ta şudur: Bütün erkekler pasaklı kadınlardan nefret ederler; hatta en pasaklı, en pis erkekler için bile bu böyledir. O halde, kadın kocasına karşı daima temiz, tertipli ve çiçek gibi olmalıdır.

      Yaradılışı icabı erkek, kadının zekâsına, bilgisine, tecrübesine de ihtiyaç duyabilir. Hatta iki cihan serveri Peygamberimiz (s.a.s.) en büyük mürşid vasfında bir insan olduğu halde, vahiyle kendisine bildirilmemiş mevzularda ashabı ile istişare etmiş, bazen zevcelerinin fikrini aldığı da olmuştur. Zevcelerinden Hz.Hatice  validemizin ilk vahiy geldikten sonra ve Hz.Ümmü Seleme validemizin Hudeybiye Müsalahasında Peygamberimiz’e (s.a.s.) fikrî desteği, buna misal olarak verilebilir. Ancak, kadın kocasına herhangi bir mevzuda fikir ve tavsiyede bulunurken de ona hürmetin dışına çıkmamalı, ona itimatsızlık göstermemeli, ona nasihat vermek tavrına girmemeye dikkat etmelidir; çünkü erkekler zevcelerinden nasihat almaktan hiç hoşlanmazlar.

      Kadın, kocasını kendisinden memnun edebilmek ve  onun rızasını kazanabilmek için, bütün meşru isteklerini zamanında ve harfiyen yapmağa ve onu kızdıran şeyleri de yapmamağa çalışmalıdır. Ona inanmalı, güvenmeli, hayırlı ve faydalı işlerde ona şevk, enerji ve gayret kayna-ğı olabilmelidir. Bu şekilde hareket etmemesi sebebiyle, hem kendisi hem de kocası için evliliği, aslında küçük manevî bir cennet olabilecekken, manevî bir cehennem haline getiren kadınların sayısı hiç de az değildir.

      Birçok kadının, evlilikte mutluluğu elde edememesinin temelinde, kocalarına değer vermemeleri bulunmaktadır. Halbuki kocası, kadının hem cenneti ve hem de cehennemi olabilir. Onun meşru dairede rızasını alabilirse, bunun yanında Allah’a (c.c.) kulluk vazifelerini de yapıyorsa, kadın cenneti kazanabilmekte; kocasının meşru şekilde rızasını alamayan kadın ise, âhirette  kurtuluşu elde edememektedir. Bu sebeple kadın kocasına, hem ebedî cenneti kazanmasına, hem de cehennemde yanmasına vesile olabilecek bir kişi nazarıyla bakarak, icap eden ehemmiyeti vermelidir.

      Resulullah’ın (s.a.s.) bu mevzuda bize ne söylediğine dair birkaç hadisi hatırlayalım:

      1 – “Kadın ya malı, ya güzelliği, ya soyu, ya da dini için alınır. Siz dindar olanını tercih edin.”

      (Bu hadisteki “dindar” kelimesinin, güzel ahlâk, itaat  gibi erkeği mesut edebilecek tüm kadınlık vasıflarını da içine aldığını belirtmekte fayda vardır.)

      2 – “Kadın kocasının malını korumalı ve çocuğuna şefkat beslemelidir.”

      3- “Kadınlar kocalarına karşı küfran-ı nimette bulunmamalı ve ‘ Şimdiye kadar senden ne gördüm ki?’  dememelidir.”

      4 –“Kocasının isteği hilafına, onun yatağına girmeyen kadına melekler lanet ederler.”

      5 –“İyi kadın, kocasına karşı itaatli, çocuklarına karşı şefkatli olandır.”

      6 – “Kadının fenası, kötü huylu olanıdır.”

      Yukarıda bazılarından hatırlatmalarda bulunduğumuz hadislerle Peygamberimiz (s.a.s.), bize hayırlı bir kadının tarifini yapmaktadır. Peygamberimiz’in (s.a.s.) takdirle bahsettiği kadınlardan olmak isteyenler, bu hadislerdeki ölçülerle kendilerini ölçüp tartmalıdırlar.

      Saliha kadının özelliklerinden bahsettiği diğer bir hadis-i şeriflerinde ise, Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle de-mektedir:

      “Saliha kadın, kocası yüzüne baktığı zaman onu sevindirir, kocasının meşru isteklerini yerine getirir ve onun gıyabında hem malını  hem de namusunu muhafaza eder.”

      Acaba gerçekten kaç kadın vardır ki, kocası onun yüzüne baktığında mesut ve bahtiyar olsun? Bütün kederlerini unutsun? Kendini sanki başka bir âlemdeymiş gibi görsün? Evet, evli her kadın elini vicdanına koymalı ve Peygamberimizin(SAV) ‘in “saliha kadın” tarifine ne kadar uyduğunu kendi kendisine sormalıdır.

      Sahabeden Ümmü Süleym validemizden bahseden bir hadis   de, “İyi Bir Zevce Nasıl Olunur?” sorusunun cevabı ile alâkalıdır.

      Buharî’deki bu hadis şöyledir:

 “Ebu Talha’nın ağır hasta olan oğlu, kendisi evde yok-ken ölmüştü. Ümmü Süleym, çocuğun öldüğünü görünce onu gasledip kefenledi. Ebu Talha gelince, ‘Oğlan nasıldır?’ diye sordu. Ümmü Süleym; ‘Çocuğun ıstırabı sakin-leşti, istirahat ettiğini zannediyorum.’ dedi. Ümmü Süleym ev halkına: ‘Sakın Ebu Talha’ya oğlunun öldüğü-nü söylemeyin, ta ki ben söyleyinceye kadar’ diyerek sıkı tenbihatta bulundu. Sonra kocasının yemeğini getirdi. Ebu Talha yemeğini yedi. Ümmü Süleym  o vakte kadar yapmadığı tuvaletini yapıp, süslenip zevcesine göründü. Beraberce yattılar. Sabah olunca, Ebu Talha gusledip evden çıkmak istediği sırada Ümmü Süleym, Ebu Talha’ya çocuğun öldüğünü bildirdi. Ebu Talha mescide gidip, Hz.Peygamber (s.a.s.) ile namaz kıldı. Sonra da o gece evinde olan bitenleri anlattı. Resûlullah (s.a.s.) de; ‘Cenab-ı  Hak bu gecenizi mübarek kılsın.’ buyurdu.”  

      İşte benim güzel kızım! Sen de kendini bir mihenge vur bakalım; Ümmü Süleym’in taşıdığı imanın, kocasına karşı muhabbetin hürmetin acaba ne kadarını gösterebilirsin? Ümmü Süleym, İslâm kadınına verilebilecek örneklerden  sadece bir tanesidir.

      Evet, İslâm kadınının hayatında, kocasının böyle bir yeri vardır. Kocası onun için, Allah’ın rızasını kazanıp ebedî âhiret saadetini elde edebilmesinin bir vesilesidir. İslâm kadınının kocasıyla evlilik hayatındaki bütün hal ve tavırlarının temelinde bu iman, bu şuur, bu şevk, bu gayret bulunur. İslâm kadını için kocasının emri, Allah’ın emridir; çünkü Allah ona, kocasına itaati emretmiştir. Kocasına itaati bu manâda anlayıp yaşamayana Allah, dünyada da âhirette de saadet nimetini tattırmaz. Bu iman, idrak ve yaşayış içindeki İslâm kadını, erkeğini katiyen üzmez, ona karşı “benlik davası” gütmez, her meselede kendi isteklerini kabul ettirmeğe çalışmaz, onu ikinci plana itmez. Erkeğinin isteklerini kendi isteklerine üstün tutarak yaşar. Çünkü Allah böyle emretmiştir; Allah’ın rızasını ve ebedî cennet saadetini kazanabilmesi buna bağlıdır. Fani dünyada, kocasının isteklerine karşı kendi isteklerini kabul ettirmek için direnmesinin, geçimsizlik, huysuzluk ve isyan hallerine girmesinin ona dünyada da âhirette de faydası olmadıktan başka, çok büyük zararı olabileceğini düşünür. Görenek belasıyla, kocasına fuzulî masraflar yüklemez, onun yükünü arttırmak yerine, hafifletmeğe çalışır. Kocasını mesut ve kendisinden razı edebilmek için, meşru dairede her şeyi yapar.

       Bu hususta onun rehberi: Kur’an’dır, hadislerdir, Kelâmullah’tır, hududullahtır; Allah ne demiş, kendisi için hangi ölçü ve sınırları koymuş ise, onu esas alarak yaşamasıdır.

( İKİNCİ   MEKTUP )                                                                                   (31.3.1979)

     …………………………..

      Yavrum! Şu ana kadar sana hep bir baba, bir ata olarak hitap ettim. Ama bu mektubumda bir kardeş, bir arkadaş, bir sırdaş ve aile dostu bir hekim gibi hitap edeceğim. Buna mecburum. Mektubumu bu üslupla yazmanın zorluğunu da idrak etmiyor değilim. Ama, 60 senelik hayat tecrübemden seni haberdar etmezsem, Allah indinde mesul olurum. Hem de sen, bu mektubumu babanın bir hatırası olarak da saklar, okudukça hem istifade eder ve hem de bana, ümit ederim ki, hak verirsin.

      Sevgili kızım! Yarın evlenecek, bir erkeğin zevcesi ve bir yuvanın annesi olacaksın. Bir erkekle hayatını birleştirmen, birkaç aylık, birkaç senelik hatta tüm dünya hayatından da ötede, ebedî âhiret hayatı da düşünülerek yapılması icap eden bir evlilik akdidir.

      O halde, bir evliliğin sağlam prensipler üzerine kurulması ve devam ettirilmesi icap eder. Pek, nedir o sağlam prensipler? Bir yuvayı huzur ve saadet içerisinde devam ettiren nedir? Yuvayı, ancak karşılıklı sevgi ve saygı ayakta tutabilir. Taraflar birbirlerine sevgi ve saygı besledikleri müddetçe, yuva yaşamakta devam eder. Karşılıklı sevgi ve saygı kalmadığı zaman, yuva da artık yıkılmış demektir; zahiren nikah akdi devam etse bile… Evlilikte her iki tarafın da bu hususta çok dikkatli ve çok itinalı davranması gerekir. Aksi halde, dünyada manevî bir cennet olması gereken aile hayatı, dünyada manevî bir cehenneme dönüşür, âhirette ne getireceği de ayrıca ciddiyetle düşünülmelidir.

      Allah, erkek ve dişi olarak iki cinsten yarattığı insanlara, yaradılışlarından bazı farklı hususiyetler de koymuş, bunlarla alâkalı vazife ve mükellefiyetler de yüklemiştir. Bu yaradılış hususiyetleriyle dünyada bulunan insanlar, evlendikleri zaman yaradılışlarının dışındaki rollere girmemeğe dikkat etmelidir. Evlilik,  insanları yaradılış hususiyetlerinin dışına çıkaran değil, o hususiyetlerine sımsıkı bağlı olarak yaşamalarını icap ettiren bir müessesedir. Yanlış bir feminizm anlayışının kurbanı olarak, evlilikte erkek kadınlaşmamalı, kadın da erkekleşmemelidir. Her ikisi de, yaradılışlarına ve kendileri için Yaradan tarafından çizilmiş hayat programlarına uygun olarak erkek, “hakikî erkek”, kadın ise “hakikî kadın” olmayı hedeflemelidir. Bunun hülâsası şudur: Aile içinde erkek âdil, kadın ise itaatli olacaktır. Erkeğin adaleti ve kadının itaati ile huzurlu bir aile yuvası devam eder ve hem dünyada hem de âhirette semerelerini verir.

      Evli bir kadının madem ki kocasına itaat mükellefiyeti olacaktır, evlenecek olan kızlar ve kadınlar bir erkeği kendilerine eş olarak kabul ederken, eş namzedi hakkında; “- Kendisine karşı, başta itaat olmak üzere, her türlü kadınlık vazifelerini yapabileceğim bir kişi mi?” sualinin cevabını vermeğe çalışmalı; bunun için araştırma yapmalı, yaptırmalı ve karar öncesi değerlendirmelerde bu ölçüye büyük ehemmiyet vermelidirler. Bunun aksine, sadece gelip geçici hislerinin esiri olmamalıdırlar; evlilikleri, başlangıçta bu sualin de cevabını kendi kendilerine vermeğe çalışacakları bir  “mantık evliliği” olmalıdır.

      Evli erkek, karısının hem kalbine hem de kafasına hâkim olabilmelidir. Bu da, bilgi, adalet, cesaret ve sevgi ile olur. Bilhassa bilgi itibariyle karısından üstün olmayan bir erkek, karısının kafasına da, kalbine de hâkim olamaz. Kadınlar âciz erkeklerle evlenirlerse onlara acırlar, fakat sevemezler. O halde, sevemeyecekleri ve hürmet edip ona her türlü kadınlık vazifelerini hakkını vererek yapamayacakları bir erkeği, hayat arkadaşlığı seçiminde yeterli  olmayacak bazı vasıfları için kendine koca olarak kabul etmek, kadın için büyük bir mesuliyet ve hata olur.

      Evli bir kadında, meziyet olarak en başta “kocasına itaat”ın bulunmasının lüzumu üzerinde yukarıda durmuştum. Evli bir kadının kocasıyla iyi geçiminin ve mutluluğunun bütün düğümleri, “kocasına itaat”ta toplanır. Zira, kadının sessiz sedasız kocasına itaati, aralarındaki yüzbin ihtilafı halledebilir. Kadının kocasına bu itaati, ona din ve dünya bakımından yüzbin fazileti de kazandırır. Tıpkı, camilerdeki büyük âvizelerin bir tek demir çubuk tarafından taşınması gibi. O demir çubuk tektir; fakat taşıdığı pırıl-pırıl âvize taşları ise, yüzlercedir. Ancak, evli bir kadının kocasına itaatinin onda  aranacak vasıflar bakımından tek başına  kafi olmadığını da kaydetmeli, aranacak diğer vasıflara bir misal olarak da, mükemmel bir ev kadınlığını, burada belirtmeliyim..

      O halde, “iyi bir zevce “ nasıl olunur? Sana bunu anlatayım. Bu hususta şu anda aklıma gelenleri maddeler halinde sıralamağa çalışayım:

      1 – Evli bir kadın, kocasına karşı çok, ama çok terbiyeli olmalıdır. Ona çok hürmet etmelidir. Hattâ, erkek fahiş bir hata yapsa ve karısına karşı terbiyesizce davransa bile, karısının buna tepki göstermeyip sakin ve terbiyeli halini muhafaza etmesiyle kadının değeri, hem Allah hem de kul yanında artar; erkek de o kadına karşı hem mahcubiyet hem de meclubiyet hissi içerisinde kalır. Kadının bu tavrı, kendisini de, kocasını da, yuvasını da korur. Bunun aksine, kendini haklı görerek tartışmalara, kavgalara girmesinden, elde edebileceği bir fayda yoktur.

      2 – Kızım! Evlenirsen,  kocanı başkalarının yanında sakın tenkit etme ve ona nasihatte bulunmağa kalkışma. Ne kadar hatalı da olsa, onu mahcup etme, onun hatasını teşhir etme.

      Bir de bunun aksinin yapıldığını bir düşün; başkalarının yanında kocasının hatasını yüzüne vuran ve ona nasihat eden bir kadını göz önüne al. O kadın kendini haklı zannederek böyle yapar ama, kocasına bu şekildeki hürmetsizlik kusuru bir yana, ya bir de zannettiği gibi kendisi haklı değilse, yani kocasının hareketi aslında doğru ise.. Halk bu işe ne der; Hâlık bu işe ne der? Ve o erkek, o andan sonra karısına hangi hislerle dolu hale gelir? Hayır! Hayır! Kocanla aranızdaki mesafeyi açabilecek ve soğukluk sokabilecek hiçbir davranışa girmemeğe çok dikkat et! Ona hürmette kusur etme!

      3 – Kocanın meşru işlerinde, daima onun yanında ol. Onu hayretinde, tefekküründe, şevkinde, heyecanında, neşesinde, üzüntüsünde yalnız bırakma. Hayret, tefekkür, şevk, heyecan, neşe gibi müspet hissiyatın paylaşıldıkça artacağını; üzüntü gibi menfî hislerin ise paylaşıldıkça azalacağını düşünerek hareket et. Unutma ki, evlendiğin erkeği sen ebediyet yolculuğunda hayat arkadaşı gibi seçmiş olacaksın.. Böyle bir yol ve hayat arkadaşlığında nasıl hareket etmek gerekiyorsa onu yap!

      4 – Önceki mektubumda da söylediğim gibi, evlendiğin erkeği aile içinde ikinci, üçüncü…sıralara düşürme. Birinci sırayı daima ona ver. Evlendiğin erkeğe ikinci, üçüncü sıraya düşürmen –birinci sırayı müşterek çocuklarınıza vermiş olsan dahi– onu derinden derine yaralar. Her türlü hizmetlerinde önceliği daima erkeğine ver; önce onun karnını doyur, onun sevdiği şeylerden ona ikram et, önce onun çamaşırını yıka ve ütüsünü yap, önce onunla meşgul ol. Bu şekilde onunla beraber geçen hayatında hep ek… ek… ek… Bir gün gelecek bu ektiklerinin mahsulunu mutlaka alacaksın…

      5 – Kadın, kocasının yanında daima temiz, tertemiz bir çiçek gibi olmalıdır. Onun yanında, ona gözünde hoş görünmeyecek her türlü görüntüleri vermekten dikkatle ve hassasiyetle kaçınmalıdır. Birlikte geçirecekleri her zaman dilimi için bu geçerlidir. Bütün bunları bilmek kâfi değildir; tatbikinde de hiç ihmalkârlık göstermemelisin. Sözlerimi dinle!..

      6 – Şimdi maalesef pek moda haline geldiği gibi, evlendiğin erkeğin senin her emrine boyun eğmesi için mücadele vermekten kesinlikle uzak dur! Zira, bu cemiyete bu zamanda ârız olan manevî hastalıklardan en başta gelen bir tanesi de budur. Belki de, bize batıdan bulaşmış menfî bir feminizm hastalığına kapılmış olduklarından kadınlar, bu devirde ve bizim cemiyetimizde, kocalarına mutlak surette hâkim olmayı, kadınlıklarının icabı zanneder gibi davranıyorlar. Aslında ailede hâkim durumunda olması icap eden erkek, yaratılıştan kendisine verilmiş hak ve vazifelere bağlılıkla hareket eder de, kadının bu haksız davranışına boyun eğmezse, aralarındaki uçurum her gün değil her an artabilmekte; boyun eğdiğinde ise bu, “hakkından feragat” şeklinde masum bir davranış görüntüsünde kalmayıp vazifesinden kaçmayı da beraberinde getireceği için, onu Allah indinde mesul duruma düşürmektedir. “Kadın hakları” gibi isimler altında, “aile içinde kadını kocasına karşı dik başlı ve âsi haline getirme” propagandalarının nefsini okşayabilecek yaldızlarının tesiri altında kalmamak, bu devirde ve bu cemiyet ortamındaki kadın için mühim imtihan mevzularından biri haline gelmiştir. Yaradılışın kanunlarına aykırı hiçbir şeyin zaten başarı şansı da yoktur. Kadın, aile içinde bu şekilde haksız ve yaradılışına aykırı bir davanın mücadelesine girerse ve erkek de kadının bu haksız mücadelesinde ona boyun eğmezse, aile yuvalarının bağı her gün çözülmekte devam eder; hem yuvaya hem de varsa küçük çocuklara yazık olur.

        Diyelim ki, kadın bu mücadelesinde muvaffak oldu ve erkeği kendisine esir etti; önce şunu söylemek lâzımdır ki, ne kadar âciz olursa olsun, erkek bunu affetmez. Sonra da –mütehassıs hekimlerin söylediğine göre– hem kadın hem de erkek, bu durumda maddî ve manevî hasletlerinden kayba uğrarlar. Kadın bunun cezasını, daha sonra bütün acılığı ile çeker. Böyle bir mücadele, evli eşlerin arasını da  açtıkça açar . Bilhassa ihtiyarlık zamanında, kadın kendisini yalnızlık içinde bulur. Artık, o zamana kadarki hayat arkadaşı erkeğinin ona sevgisi de saygısı da kalmamış olduğunu geç de olsa fark eder, fakat bir ömür bitmiştir. Bir badem kabuğunda iki badem içi gibi değil de, karşı karşıya gelmiş ve birbirine hırlayan iki varlık gibi olduklarını görürler.

      Sen , sen ol; böyle âdi bir yola sakın  girme!…

      7 – Kocanın kusurlarını, buna mukabil başka erkeklerin de meziyetlerini görme. Kocana başka erkeklerin meziyetlerinden bahsetme. Onun sevdiği şeylerden ona ikram et. Yemeğin daima en iyi yerini ve meyvenin en güzelini ona ver. Onsuz güzel bir yemeği, meyveyi yeme. Ona karşı hareketlerin erkek gibi olmasın; kadınca hareket et. Hattâ hareketlerin, görünüşte çocukça olsun. Erkekler bilhassa, çocuklara benzeyen kadınlara daha çok itibar ederler. Kocanı hiç kimseye, annesine ve babasına bile olsun, şikâyet etme. Onu hiç kimsenin yanında müşkül duruma düşürme. Aranızdaki ihtilafları başkalarına aksettirmek yerine, kendi aranızda halletmeğe çalış. Onu kırma, sevgisini yok etme. Ailenin devamının sağlanmasının, karşılıklı sevgi ve saygının devamlılığı ile yakından ilgili olduğunu katiyen hatırından çıkartma. Yalnız kocanı sevmekle kalmayıp onun yakın akrabalarına da, İslâmî ölçüler dahilinde yakınlık göster. Senin bu davranışının kocanı memnun edeceğini düşün. Fakat mahremiyet sınırlarına uymakta da asla kusur ve ihmal gösterme. Kocanın nikah düşen hiçbir akrabasını ve arkadaşını, sen evde yalnız bulunuyorsan, karısı olmadan evine alma, bekarsa hiç alma. Kimsenin hüsnüniyetine inanma. Lekelenmekten daima uzak dur. Zira kadınlar, beyaz, bembeyaz elbiselere benzerler; hemen leke alırlar. Hele cemiyet, böyle çirkef bir hale gelmişse…

      8 – Bütün hayatın boyunca daima, kocanın yanında neşeli olmağa çalış. Bunu hiç, ama hiç ihmal etme. Yorulan erkeğini, senin ona karşı neşeli halinin dinlendirebileceğini, neşeli bir eşe sahip olmasının onu hastalık kaynağı olabilecek stres hallerinden uzaklaştırabileceğini unutma.  O evden çıkarken onu uğurla; eve geldiğinde de karşıla. Onun ruh haline iştirak et. Sen yorgun olsan bile, onun yanında bunu hiç belli etme; hele şikâyeti hiç yapma. Onun yanında, onu rahatlatabilecek tebessümünü esirgeme. Alınganlık hallerinden vazgeç. Onun sana yapabileceği şakalara tahammül et. Onu mesut edebilecek hiçbir şeyi ihmal etmemeğe çalış. Onun meşgul olduğu ilim nevilerinden sen de, mümkünse ve faydası olabilecekse, en azından ona muhatap olabilecek seviyede bile olsa, öğren (Edison, gençlik devresinde çıkardığı bir gazete nüshasını ihtiyarlığında arayıp bulan karısına minnettar olmuştur.).

      9–Peygamberimiz (s.a.s.), kendisinin peygamberliğine ilk inanan olduğu için, ilk zevcesi Hz.Hatice’yi diğer zevcelerinden üstün tutardı. Bu, zevcesinin kendisine itimadının bir erkek için ne kadar mühim olduğunun delilidir.

Kızım, bu söylediklerim, bu mevzuda ilk aklıma gelenlerdir. Bunlara ilave olarak, tabii ki başka şeyler de söylenebilir. Şimdilik bu bahse dair söylediklerimi şöyle özetlemek istiyorum: Sev ki, sevilesin. Say ki, sayılasın. Fedakâr ol ki, sana karşı da fedakâr olsunlar. Ama bütün bunlar, evvelâ kadından gelmelidir; yani, bu hususlarda ilk adımı daima kadın atmalıdır..Tabii, kendini kocasına sevdirmek istiyor ve saadet yolunda onunla birlikte  bahtiyar olmak istiyorsa…

Neşredenin Notu:Bu mektuplar vesilesiyle, merakla ve haklı olarak sorulabilecek olan;

“-İyi bir zevc nasıl olunur?” sorusunun cevabı da, tek cümleyle şöyledir:

“-Resulullah (s.a.v.)’in aile hayatındaki gibi…”

 Prof.Dr.Mustafa Nutku

22 Aralık En kısa Gün! En Kısa Günlerden En Büyük Kazanç Nasıl Sağlanır?

Dünya ticareti bakımından, kısa günler az kazanç getirir.

Acaba âhiret ticareti bakımından da ayni midir? Ayni değilse, nasıl?

Günler gittikçe kısaldı. Dünyanın güneş etrafındaki dönüş yörüngesinde iki inkılap noktası vardır: 22 Haziran ve 22 Aralık. Bu iki günde, gündüz ve gecenin uzunluk farkları azamîye ulaşır. Bunlara “Yaz inkılap noktası” ve “Kış inkılab noktası” adları verilir.

“-Niçin kısalır ki, şu günler? Hep bir kararda gitse ne olurdu?

Havanın çabucak karardığını gören veya namaz vakitleri her gün, bir öncekinden farklı olduğu için, takvimdeki vakitleri her gün yeniden kontrol eden insanın aklından bunlar geçebiliyor.

Bir temenni değil; fakat bir sual olarak tekrarlasak:

“–Acaba, günlerin uzunluğu, artıp eksilmeden bir yılın her gününde aynı kalsa ne olurdu?

Günlerin uzayıp kısalması, mevsimlerin değişmesiyle birlikte meydana gelir. Mevsimlerin değişmesinin ise, dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin 23 derece 27 dakikalık eğimiyle ilgili olduğu, coğrafya kitaplarında tafsilatıyla izah edilmektedir.

Demek ki, günlerin uzayıp kısalması olmasaydı, mevsimler de olmazdı. Zira iki hadise de, dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin 23 derece 27 dakika eğik oluşu sebebine bağlıdır.

Bu eğiklik olmasaydı meydana gelebilecek diğer bir hadise de, denizlerden çıkan buharın sadece kuzey ve güneye gitmesi ve bunun neticesinde de, her iki kutupta muazzam buz kıtalarının teşekkülü olabilecekti.

Dünyanın dönüş eksenine bu eğimi veren, bu eğimi muhafaza ettiren ve buna bağlı olarak da mevsimleri, günlerin uzayıp kısalmasını husule getiren Müsebbibü’l-esbâb (Bütün sebebleri meydana getiren) Allah’ın (c.c.) yüce kitabı Kur’an-ı Kerim’de, günlerin uzayıp kısalması hadisesi üzerinde de insanları düşünüp ibret almağa teşvik eden âyetler vardır.

Şüphesiz ki, göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün (büyüyüp küçülerek) ihtilâfında (ard arda gelmesinde, istikametli) akıl sahipleri için elbette deliller vardır.” (Âl-İmrân, 6)

(O,) geceyi gündüze katar (böylece gündüz uzar), gündüzü de geceye katar (da gece uzar). Ve O, sinelerin içinde olanı hakkiyle bilendir.” (Hadîd Sûresi, 6)

Gece ile gündüzün ihtilâfında, (aydınlık ve karanlık, kısa ve uzun vaziyetlerle ard arda gelmesinde), Allah’ın gökten bir rızık (yağmur) indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgarları (değişik yönlerden) estirmesinde de akıl erdirecek bir topluluk için deliller vardır.” (Câsiye Suresi, 5)

İlim ve fenlerin en önemli faydası, yukarıda mealleri verilmiş olanlar gibi Kur’an âyetlerinin işaret ettiği deliller olan malumat vermesidir, denilebilir.

Bir Hadis-i Şerifte: “Tefekkür gibi nafile ibadet yoktur” diğer bir Hadis-i Şerifte ise: “Yazık o kimseye ki, böyle âyetleri okur da, bunlarda tefekküre dalmaz” buyrulmuştur.

Gece ile gündüzün, büyüyüp küçülerek, arka arkaya değişip durmasındaki ve Allah’ın (c.c.) göklerde ve yerde yarattığı bütün varlıklardaki büyük deliller, fenlerin verdiği malumat ibret nazarıyla tetkik edildiğinde daha iyi görülebilir. Bunlardan bazıları misal olarak verilse de, bu delil ve ibretler, verilen misallerin sayısıyla tahdid edilemez.

Günlerin kısalması ve havanın erken kararmasıyla güneşin ısı ve ışığından daha az istifade edebildiğimiz kış mevsimi her yıl tekrarlanır.

Günlerin kısalması, gecelerin uzaması demektir. Bu uzun maddî gecelerimizde manevî güneşlerden aydınlanabilirsek, vicdanımızı dinî ilimlerle ziyalandırır; aklımızı da fennî ilimlerle nurlandırarak, bu ikisinin imtizacıyla hakikatin tecellîsine ayna olabilirsek, kısalan günlerin ardındaki maddî karanlıklı uzun gecelerimiz ebedî ve nurlu gündüzleri semere verebilir.

(Prof.Dr.Mustafa NUTKU)

21 Aralık 2012’ye bir gün kaldı..

Maya takvimine göre, 21 Aralık 2012’de dünyanın sonunun geleceği ve bu tarihte sadece İzmir’in Şirince ve Fransa’nın güneyindeki Bugarach köylerinde bulunanların zarar görmeyeceğine dair Maya inancı (?), bir müddetten beri dünya gündeminde çeşitli açılardan bahis konusu oluyor.

Bugün 20 Aralık 2012, yani bahis konusu tarihe bir gün var..

Geçen Cumartesi günü, bir vakfın burs verdiği üniversite öğrencileriyle yaptığı kış dönemi toplantısına davetliydim. Benden başka davetli çeşitli yaş ve akademik unvanlı öğretim üyeleri değişik mevzulardan bahseden konuşmalar yaptıktan sonra, öğrencilere de soruları olup olmadığı soruldu. Aslında, soruların konuşmalarla ilgili olması gerekirken, bir kız öğrenci yapılan konuşmalarda hiç bahsi geçmediği halde;

“-21 Aralık 2012’de kıyamet kopacak mı?” sorusunu sordu.

Ben, o toplantıda bu sorunun sorulmasına biraz hayret etmekle beraber, cevapsız da bırakmamak gerektiğini düşündüm. O toplantıda biraz evvel “israfsızlık” mevzuunda 40 dakika kadar devam eden bir konuşma yapmıştım. Bu soruya da, yaptığım konuşma çerçevesinde bir cevap vermeyi uygun gördüm:

“-Kıyamet; ‘Küçük Kıyamet’ ve ‘Büyük Kıyamet’ olmak üzere iki çeşittir. Küçük kıyamet; insanın ölümüdür. İnsan ölünce, onun küçük kıyameti kopmuş olur. Ecel vakti de belirsiz olduğu ve ölüm, yani insanın ‘Küçük Kıyamet’i her zaman gelebileceği, hergün yaklaşık üçyüzbin insan bu dünyadan küçük kıyametleri olan ölümle ayrıldığı için, öncelikle ve bilhassa onunla ilgilenmek, ona hazırlanmak ve en kıymetli sermayesi olan ömür müddetini israf ile ebedî ve telafisi mümkün olmayan bir iflas ve zarar haline girmemek lâzımdır”dedim.

Bir dergi yazımda da belirttiğim gibi; aslında hayat, içinde yaşadığımız andan ibarettir.

Geçmiş ve gelecek, elimizde değildir; biz, içinde bulunduğumuz anı doğru yaşamağa çalışmalıyız. Işıklı bir nokta hareket ettirilse, ışıklı bir çizgi gibi görünür; halbuki o, gerçekte ışıklı bir çizgi değil; ışıklı bir noktadır.

Hayat çizgimiz”, bu misaldeki “ışıklı çizgi”gibi, içinde yaşadığımız an da, bu misaldeki “ışıklı nokta” gibidir ve içinde yaşadığımız an, hayatımızın asıl gerçeğidir.

Hayat dediğimiz hâlât (haller),içinde bulunduğumuz andan ibarettir.”(BSN) vecizesi de, bu gerçeği ifade eder.

O halde yaşamak, aslında içinde bulunulan ânı yaşamaktır. Bunun ne derecede farkındayız ve bu farkında oluşumuzla bu gerçeğe ne derecede uygun ve doğru yaşıyoruz?

Bu konuda bir iç muhasebe ve nefis muhasebesi yapmamızın, bize büyük lüzumu ve faydası vardır.

***

Düz bir çizgi çizelim. Bu çizgi üzerindeki bir noktayı sağa doğru hareket ettirelim. Bu hareket eden nokta, çizginin sol ucundan hangi hızla uzaklaşırsa, çizginin sağ ucuna da aynı hızla yaklaşır.

Bu misale benzer şekilde, dünyada yaşarken, ömrümüz zaman çizgisi üzerinde hareket eden bir nokta gibi, bir başlangıçtan bir sona doğru gitmekte olduğumuzu düşünecek olursak, dünya hayatımızın sonuna doğru yaklaşma hızımız, bu hayatımızın başlangıcından uzaklaşma hızımız kadardır.

Diğer bir ifadeyle; geçmiş bizden ne kadar hızla uzaklaşıyorsa, gelecek bize o kadar hızla yaklaşıyor.

İnsanların büyük çoğunluğuna dünyadaki hayatlarında, “tevehhüm-ü ebediyet” denilen bir manevî zaaf hali refakat eder. Yani, insanlar kendilerini, “dünyada ebedî kalacakmış gibi” düşünmek ister.

Bazıları bunun da ötesinde, dünyada ebedî yaşamanın çarelerini araştırır.

Allah (c.c.), bu dünya hayatından sonraki âhiret hayatında insana ebedî hayat vereceği için, ebedî yaşamak isteğini de insanın içine koymuştur.

Bu istek, veriliş maksadına uygun olarak, âhiret hayatı için sarf edilmeli ve âhirette zaten kaçınılmaz olan “ebedî hayat”ın levazımatını -başta iman ve namaz olmak üzere- bu dünyada hazırlamaya, her şeyden daha fazla önem vermelidir.

***

Büyük Kıyamet”in vakti mevzuuna gelince; bir söz okunduğu veya dinlendiği zaman, onu kimin söylediğine, kime söylediğine, ne söylediğine ve hangi makamda söylediğine dikkat etmek gerektiğine dair mühim kaideyi göz önüne alarak o söz değerlendirilmelidir.

21 Aralık 2012’de Büyük Kıyamet’in kopacağını kim söylemiş? Maya’lar.. Kimdir bu Maya’lar, sözlerine ne derece itimat edilebilir, düşünülmesi gerekmez mi?

Müslüman olanların Maya’ların veya başkalarının değil; “-Allah (c.c.) ne diyor, onun Resulü (s.a.v.) ne diyor, Allah ve Resulünün dediklerini bize nakleden hakikî âlimler, Allah Resulünün ilim vârisleri ne diyor?” onu merak edip, ona itibar etmeleri gerekmez mi?

Kur’an-ı Kerîm’in 54. Sûresi Kamer Sûresi’dir. Buna “İktarabet Sûresi” (“İktarabet”in lügat manâsı “yaklaştı”) de denilir. Bu sûre, Mekke döneminde nazil olmuştur.

Bu sûrenin ilk âyeti, Peygamberimiz’in (s.a.s.) Kur’an’dan sonra en büyük mucizesi olan ayın yarılması mucizesinden ve kıyametin vaktinin yaklaştığından sadece dört kelime ile, çok vecîz bir şekilde bahsetmektedir: “Yaklaştı saat, yarıldı ay.”

Bu âyetle Büyük Kıyametin vaktinin yaklaşmış olduğunun bildirilmesi üzerine, sahabe-i kirâm Büyük Kıyamet’in vakti hakkında Peygamberimiz’e (s.a.v.) sorular sormuşlardır. O sorularla ilgili olarak, A’râf Suresi 187. âyet meali’nde şöyle denilmektedir: “Sana kıyametin ne zaman geleceğini sorarlar. De ki: “Onun ne zaman geleceğine dair bilgi yalnız Rabbimin nezdindedir. Vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O kıyamet öyle bir meseledir ki, ne göklerde ve ne de yerde ona tahammül edecek hiç kimse yoktur!” O size ansızın gelecektir. Sen sanki onu biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: “Ona dair gerçek bilgi yalnız Allah’ın nezdindedir; ama insanların çoğu bunu bilmezler.”

Lokman Sûresi’nin 34.(son) âyeti meali de şöyledir:

Şüphesiz Allah ki, kıyamet (vakti) hakkındaki bilgi ancak O’nun katındadır. Ve yağmuru (O) indirir. Rahimlerde olanı da , (O) bilir. Ve hiçkimse yarın (amel cihetiyle) ne kazanacağını bilemez. Hem hiç kimse hangi yerde öleceğini bilemez. Şüphesiz, Allah Alîm (sizin bilmediğiniz her şeyi bilen) dir, Habîr (her şeyden haberdar olan)dır

Hayrat Neşriyât, Kur’an- Kerîm ve Muhtasar Mealinde, âyetin mealini bu şekilde verdikten sonra, bilhassa bu asrın gelişmiş çeşitli fennî mâlumatıyla bu âyet mealiyle ilgili zihninde bazı sorular olabileceklere de , Risale-i Nur Külliyâtı Lem’alar adlı eserdeki 16. Lem’adan mühim bir iktibası da dipnot olarak vermiş. O iktibasın kaynağından bulunup okunmasında fayda vardır.

15 Asır önce nâzil olmuş bir âyetle Büyük Kıyamet’in vaktinin yaklaşmış olduğunun bildirilmesi, dünyanın o zamana kadarki ömrüne nisbeten geriye kalmış olan ömrü itibarıyladır. O âyetin nazil olduğu sırada bugünkü fennî bilgilere göre, dünya 3,5 milyar yıl yaşındaydı. O tarihten 15 asır sonra kıyametin kopacağı düşünülse; dünyanın 3,5 milyar yıllık geçmiş ömrüne nisbeten, 15 asırlık yani 1500 yıllık kalan ömrünün kısalığı (1500/3500000000), kıyametin yaklaştığını bildiren âyetin hakikatini biraz daha iyi anlamayı kolaylaştırabilir.

Cebrail (a.s.)’in insan sûretine girip Peygamberimiz’e (s.a.v.) iman, İslâm, ihsanın ne olduğuna dair sorularına Peygamberimiz’in verdiği cevapların, ümmetinin bunları bilmesi için Allah (c.c.) tarafından bildirmesiyle olduğu söylenebilir; “Kıyamet ne zaman kopacak?” sorusunun cevabını veremeyişi de, çeşitli hikmetlerle Allah (c.c.) tarafından cevabının bildirilmemesiyledir.

O hikmetlerden biriyle ilgili olarak biz, her an “Küçük Kıyametimiz” olan ölümümüz gerçekleşecekmiş veya “Büyük Kıyamet” kopacakmış gibi, daima ona ve onun ardındakilere hazırlığımızı ihmal etmemeliyiz.

Bu hazırlığımızın gerçekte Allah’a (c.c.) ve onun inanmamızı istediklerine hakikî iman ve Salih amelle olabileceği hakikatiyle, İzmir’in Şirince veya Fransa’nın Bugarach kasabasına silah, fener, balta, ilaç, gıda maddeleri ile ahmakça sığınmak arasındaki çok büyük tezat ibretle tefekkür edilmeli ve bu ibretli tefekkürden alınan dersle gereği yapılmalıdır.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Kaynak: www.NurNet.Org

En Garip Hadise!

EN GARİP HADİSE..

Sungur Ağabey vefat etti. “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn.” Allah (c.c.) rahmet eylesin. Ölüm, mü’minler için kayıp değil; geçici bir firaktır. Allah (c.c.) bizi ebedî cennetlerde buluştursun.

Şimdiye kadar ölen yalnız kendisi olmadığı gibi, şimdiden sonra da büyük kıyamete kadar ölüm kervanıyla dünyayı terk ederek küçük kıyametleri tahakkuk edecek insanlar olmakta daima devam edecektir.

Kendisi Risale-i Nur câmiası içinde çok tanınmış bir kişi olduğu için, hakkında çok kişinin söyleyebileceği şeyler vardır. Bu vesile ile, bize “vaiz olarak kâfi gelebileceği” bildirilmiş ve hayatın en büyük gerçeği olan ölümle ilgili düşüncelerimizi murakabe etmemizde mutlaka fayda vardır.

Çünkü bu dünyada ölüm herkesin değişmez akıbetidir; kimse onun dışında kalamaz. Hergün yüzbinlerce insan bu dünyaya gelirken, yüzbinlerce insan da bu dünyadan ayrılmaktadır. Hz. Ömer’in kendisine hergün ölümü hatırlatması için parayla bir adam tuttuğu, o adamın hergün Hz. Ömer’e (r.a.) gelip;

“-Ya Ömer, öleceksin!

dediği, bir müddet sonra o adamın hatırlatmasına ihtiyaç duymadan da hergün ölümü düşünebilecek hale gelmesi sebebiyle, Hz.Ömer’in (r.a.) o adamın işine son verdiği bilinmektedir.

Bediüzzaman, Risale-i Nur Külliyâtı Yirmibirinci Lem’a’da, “İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, râbıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır.” demektedir.

Acaba biz, “İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi olan râbıta-i mevt”i kendi nefsimizde yapabiliyor muyuz? Yapamıyorsak, en mühim şey olan ihlâsı kazanmak ve onu muhafaza etmenin en tesirli sebebine müracaatı ihmal ediyoruz demektir. Bu ihmalimizin bize zararının ne olacağının farkında mıyız?”

*

Çeşitli vesilelerle, dünyadaki garip hadiselerden bahsedildiğini duyarız veya okuruz. Hattâ, dünyadaki garip hadiselerden birlikte, mukayeseli olarak bahseden kitaplar da vardır.

Mısır’daki Gize Piramidi’nin dünyanın yedi harikasından biri ve dünyanın en garip binası olduğu iddiasını insanlara kabul ettirebilmekte fazla güçlük çekilmez. Fakat;

‘-Dünyadaki en garip hadise acaba hangisidir?’ sorusuna,

‘-Dünyadaki en garip hadise, insanların birbirlerinin ölümlerinden birçok defalar haberdar oldukları halde, ölümü kendilerinden uzak görmeleridir.’

cevabında insanların ittifakını temin edebilmek kolay değildir.

Çünkü, dünyadaki garip hadiseleri nakledenler ve diğer bütün insanlar, imanlarının zaaf veya kuvvetiyle mütenasip olarak ölümden gaflet halini nefislerinde derece derece yaşadıkları için, bizzat yaşadıkları bu hadisenin garabetini fark edebilmeleri de aynı derecede olamaz!

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

İnsanlardaki “Ebedi Yaşama” Arzusu ve “J.R.”ın Ölümü!

24 Kasım 2012 sabahı haber ajansları, Dallas dizisinin kötü adamı ‘J.R.’ın öldüğü haberini dünyaya yaydılar.

Bir TV dizisindeki ‘kötü adam’ rolüyle, ‘gerçekte kötü adamlığın’ ayni şey olmadığına, ancak kötülüğü iyiliğine galip olana “kötü” denilebileceğine, insanları Cennet’e veya Cehennem’e ancak Allah’ın (C.C.) gönderebileceği gerçeklerine kısaca işaretten sonra, bu ismin hafızamda bıraktığı ibret verici en kalıcı iz olan, kendisiyle yıllar önce yapılan bir röportajında söylediklerinden bahsetmek istiyorum:

O röportajında ‘J.R.’ın, öldükten sonra yok olmamak ve ebediyen yaşamak arzusu için, o zamanki kendi inanç sistemi içerisinde söylediği şu sözler dikkatimi çekmişti:

Öldükten sonra yok olmak istemiyorum. Bunun için, öldükten sonra malikanemin satılmayıp neslimden gelecekler tarafından kullanılmasını, cesedimin toprağa gömülmeyip yakılmasını, cesedimin yakılması neticesinde geride kalacak küllerimin malikanemin bahçesine serpilmesini, küllerimin serpildiği bahçe toprağında çeşitli mevsim sebzeleri yetiştirilmesini vasiyet edeceğim.

Böylece benim vücudumun külleriyle beslenen sebzeleri yiyen neslimin bedeninde, hayatım ben öldükten sonra da devam etmiş olacak.

Onun yıllarca önce Türk basınında da yer almış olan bu sözleri, İslâm imanının da altı esasından biri olan öldükten sonra dirilmenin ve ebedî yaşamak arzusunun insan için ne kadar mühim olduğunu düşündüren, iz bırakan, ibretli bir misaldi.

Kur’an-ı Kerîm’deki âyetlerin üçte biri imanın altı esasından biri olan Haşir’le alâkalıdır ve Risale-i Nur Külliyâtı’nda da ‘Haşre iman’dan geniş şekilde bahsedilmektedir. Kısaca verilebilecek bir misal olarak, Sözler adlı eserde, Yirmi dokuzuncu Söz İkinci Maksad Sekizinci Medar’da, ebed arzusunun tüm insanlar için de genel bir arzu olduğundan şöyle bahsedilmektedir:

SEKİZİNCİ MEDÂR: İnsanın fıtrat-ı zîşûuru olan vicdanı, saadet-i ebediyyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse “Ebed!.. Ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur. Demek bu vicdanî olan incizab ve cezbe, bir gaye-i hakikîyyenin ve bir hakîkat-ı câzibedârın yalnız cezbi ile olabilir. Onuncu Söz’ün Onbirinci Hakîkatının hâtimesi bu hakîkatı göstermiştir.”

Allah (c.c.) “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi”.

İnsana ebedî hayat, Allah (c.c.) tarafından verileceği için, onun isteği de dünyaya gönderdiği insanların içine gene Allah (c.c.) tarafından konulmaktadır. Fakat ebedî hayatın verileceği yer, İslâm imanından gafil birçok insanın arayışında olduğu gibi, bu dünya hayatı değildir; bu dünya bir imtihan yeridir ve insan burada vazifeli bir misafirdir. İnsan, bu dünya hayatı esnasında, aslında kendisini istemese bile kaçınamayacağı ahretteki ebedî hayatının, hangi şartlarda olacağını belirleyecek, kazancı da kaybı da çok büyük ve çok mühim bir imtihanın içinde bulunmaktadır.

1980’li yılların dünyaca meşhur televizyon dizisi “Dallas”ta petrol zengini bir ‘kötü adam’ rolünü oynamış ‘J.R.’ın, bu dünyada 81 yıllık gerçek hayatındaki Allah’a kulluk imtihanını da ‘kötü adam’ olarak mı tamamladığı hakkında bilgimiz olmadığı için, onun hakkında bir şey diyemeyiz ve onu Allah’ın (c.c.) adaletine havale ederiz. Biz, ölmeden önce onun da bir röportajında varlığına dikkat çektiği, ‘bütün insanlardaki ebedî hayat arzusunun’ kendimizde en iyi şekilde tatmin edilebilmesinin, ancak İslâm imanından iyi ders alıp o dersleri hayatımıza iyi tatbikle olabileceğini düşünmeli ve bunun gereğini yapmalıyız.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

www.NurNet.Org