Etiket arşivi: Prof. Dr. Osman Çakmak

Sırlı Bir Madde ve İki İnsan: Tesla ve Bediüzzaman

Yaşadığı 1856 ve 1943 yılları arasında yaptığı çalışmalarla pek çok teknolojik gelişmeye yol gösterdi. Şimdi bile günümüzün çok ilerisinde bir beyin olduğunu artık tüm dünya kabul ediyor.

Kablosuz elektrik iletimi üzerine çalışmalarıyla adını daha çok duyduğumuz bu dehanın, birçok temel fizik yasası ve astronomi ile ilgili önemli çalışmaları da bulunuyor.

Gün geçtikçe hayatına ve çalışmalarına dair bazı sır perdeleri kalkıyor ve bu da onu daha iyi anlamamızı sağlıyor. İşte bunlardan birisi de keşfedildiği andan itibaren bilim dünyasını şoka uğratan “antigravite” ve “eter” ile ilgili çalışmalarıdır.

Tesla’nın, esir maddesi kavramına dair açıklamaları ve düşünceleri dikkat çekiyor. Ayrıca onun gizlenen ve açıklanması istenmeyen buluşları olduğu da iddia edilmektedir. Bunlardan birisi de “Esir Maddesi”dir.

Gelecekte birçok garip keşifler esir maddesi ve enerjisi ile ilgili olabilir mi?

Tesla’nın çalışmaları, radyo, televizyon, AC elektrik, Tesla bobini, floresan aydınlatma, neon aydınlatma, radyo kontrol cihazları, robotik, X-ışınları, radar, mikro dalgalar gibi düzinelerce teknolojiye ilham olmuştu.

Gizli Eter Fiziği kitabının yazarı ve Tesla konusunda uzman bilim insanı William R. Lyne, Tesla’nın evinde bulunan el yazmalarında antigravite hakkında çok sayıda çalışmanın olduğunu iddia ediyor.

Çağdaşlarının ve şimdikilerin de pek anlamadığı zamanını aşan bir başka insan da daha çok din adamı ve âlim sıfatı ile tanıdığımız Bediüzzaman Said Nursi’dir.

Esir maddesini ayrıntıları ile gündeme getirenlerden birisi de o olmuştu.

“Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki, ecrâm-ı ulviyenin (gök cisimlerinin) câzibe ve dâfia (çekme ve itme) gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri (neşreden, yayan) ve nâkili (nakleden) o fezayı dolduran bir madde mevcuttur.” (12. Lem’a) diyerek esir maddesine dikkat çekmişti.

Esir (eter), uzay boşluğunda kuvvetlerin aktarımını sağlayan bir ortam görevi gören ve antik dönemlerden bu yana insanların kafa yorduğu bir kavramdır.

Tesla’ya göre Einstein esir maddesini kabul etmeyerek hayatının en büyük hatasını yapmıştır.

Esirin yokluğuna delil gösterilen Michelson Morley deneyi 100 yıl sonra (1986) tekrarlanarak o tarihlerde deneyin yanlış yorumlandığı ve yanlış icra edildiğine dair kayıtlar bulunmaktadır.

Tesla’ya göre, çekim yasası, kuvvet alanları ve uzay eğriliği ESİR maddesi ile ilgili bazı konularda Einstein yanıldı. Tesla’nın açıklamalarına göre eter, olgular denilen evrensel yer çekimi, atalet, momentum ve gök cisimlerinin hareketinin yanı sıra tüm atomik ve moleküler maddelerde var olan kuvvetler için vazgeçilmez bir işleve sahiptir.

Tesla, “İnsanlığın Büyük Başarısı” başlıklı bir makalesinde Dinamik Gravite Teorisi hakkında şunları söylemiştir:

Aydınlık eter, tüm uzaydaki boş alanı dolduruyor. Eter, Yaratıcının gücü ile yaşamı etkiliyor (hayat kaynağı oluyor). Işık hızına yakın bir hareketi ile sonsuz küçük kıvrımlar halinde etkili oluyor ve madde haline geliyor. Kuvvet kaybolduğunda ve hareket kesildiğinde, madde tekrar etere dönüyor. Maddenin asli yapısının “dalga-enerji” olduğunu unutmayalım.

Teslaya göre tüm alanı dolduran aydınlık eter, Yaratıcı Kudret tarafından yönlendiriliyor. Eter, ışık hızının yakınında “sonsuz küçük kıvrımlarla” maddeye dönüşebiliyor ve tekrar eski formuna geri dönebiliyor.

Yine Teslaya göre, esirin sırlarına vakıf olabilirsek maddeyi etere (bir tür ışın yapı) dönüştürmek mümkün hale gelir ve ışınlama gerçekleşebilir; maddi ve sürekli-bitmeyen (hatta sürekli çoğalan) enerji oluşturulabilir; boyut değiştirme mümkün hale gelir; iklimler kontrol altına alınabilir; evrenin uzak bölgelerine gitmek (tayyı mekan) için teknoloji geliştirilebilir; Dünya ve uzayda yerçekimi etkileri, atalet ve momentum oluşmaları sağlanabilir…

Notlarında esir konusunda detaylı çalıştığının altını çizen Tesla, gök cisimlerinin hareketinin esir ile ilgili olduğunu belirtir.

Şimdi gelelim Bediüzzaman’ın esir maddesine yüklediği fonksiyon ve özelliklere:

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği gibi esir maddesi “ruha yakın” bir yapıda ve “vücudun en zayıf mertebesi”dir. Bu yüzden “esir”i anlaşılır kılmak kolay bir mesele değildir.

Evrenin sırlarını Kur’an’ın ışığında keşfeden Bediüzzaman’ın ifadelerinden, esir maddesinin “Nakillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle teçhiz” edildiği, ilahi arşlardan biri olduğunu anlamaktayız. Elbetteki esir ortamındaki faaliyetler, su ve toprak arşlarındakinden farklı olacaktır. Çünkü esir, Cenab-ı Hakk’ın “en nazenin bir hulle-i icraatı”dır. Bu yüzden, tartıya ve ölçüye girmeyenlerin, ruhani ve manevi varlıkların da yaşama ortamı ve faaliyet alanı olduğunu düşünebiliriz. Diğer taraftan, hava unsurunun manevi cephesi olan esir “bir hüve olarak âlem-i misal ve âlem-i manaya bir anahtar” olmaktadır. Bu sebeple “mevcudata nazaran akıcı bir su gibi, mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir madde” olarak esir, madde âlemini mana âlemlerine bağlayan, hem bu âleme hem de öbür âlemlere benzeyen, ikisinin arasında bir yapıya sahip olacaktır.

Evet bu konudaki çalışmalar, yani fiilî dualar devam ettikçe esir maddesi ve sırları da keşfedilecektir.

Prof. Dr. Osman Çakmak – Zafer Dergisi

Her Şey Nefes Alabilmemiz İçin

Sürekli nefes alıp vermek zorundayız. Buna bu kadar ihtiyaç duymamızın sebebi, vücudumuzda her an gerçekleşen milyarlarca biyokimyevî işlemin, oksijen sayesinde gerçekleşiyor olmasıdır.

Şu anda bu yazıyı gören gözümüzün görmesinde bile, oksijenin rolü vardır. Gözümüzün retina tabakasındaki milyonlarca hücre, oksijenle beslenmektedir. Kanımızdaki oksijen miktarı düşünce, gözümüz kararır. Vücuttaki kasların, bu kasları oluşturan hücrelerin bütününde, karbon bileşiklerini yakarak, yani oksijenle reaksiyona girerek enerji üreten merkezler vardır.

Havayı içimize çektiğimiz anda, akciğerlerimizde bulunan yaklaşık 300 milyon küre şeklindeki küçük kesecik (alveol), yüksek basınçta oksijenle dolar. Bunların duvarlarını kaplayan kılcal damarların içinde ise oksijen çok azalmış ve basıncı düşmüş olduğundan, oksijen kılcal damarlara geçerek kanımızdaki muhteşem hizmetkârlar olan alyuvarların içindeki hemoglobine bağlanarak taşınır. Önce kalbe sonra da vücudun her tarafına bir koşu başlar.

 

Vücudumuzun her yerinden akciğere gelen alyuvarlar, oksijeni akciğerden alıp ihtiyaç sahibi hücrelerin enerji santraline, hücrelerde atık madde olarak açığa çıkan karbondioksiti ise akciğere taşırlar. Ve içimize çektiğimiz temiz (oksijenli) havayı, dışarıya kirli (karbondioksitli) olarak veririz.

Görüldüğü gibi; hem nefes alışımız, hem de verişimiz ayrı ayrı büyük nimetlerdir ve çok önemli faaliyetlerdir. Ayrıca karbondioksit çıkarken de ayrı bir özel nimete sebep yapılarak konuşmamız sağlanır ve kelime meyvelerine dönüşür. Demek her nefeste iki defa şükretsek dahi diğer sayısız nimet bizden şükür bekler. Ayrıca atık durumundaki gaz, bitki yapraklarında şeker ve oksijen olarak tekrar bizlere ayrı nimetler olarak döndürülür…

Öyle değil böyle olsaydı?..

Akciğerlerin içindeki odacıklar ve bu odacıklara giden kanallar dardır. Allah (cc) bunda da hikmetler, faydalar gözetmiştir. Evet, bu kanalların çapı da, havanın yoğunluk ve basıncının rahatlıkla hareket edebileceği değerdedir.

Hava basıncı 1 atmosfere tekabül eder. Bu da parmak ucu kadar yere 1 kilogramlık basınç demektir. Deniz seviyesinde, bir litre havanın yoğunluğu bir gramdır. Görüldüğü gibi hava, tüy gibi hafifliğine karşı, muazzam bir basınca sahiptir.

Soluduğumuz havanın akışkanlığı ise, suyun elli katı kadardır. Bu değerler, gerçekte hayatımız için çok kritik ve hassas ölçülerdir. Eğer atmosferin yoğunluğu biraz artsa, nefes almak, bir enjektöre bal çekmek gibi zorlaşacaktı. Bu durum karşısında, “O zaman enjektörün iğnesi kalın olabilir” demek, yani akciğer kanallarının daha geniş olmasını düşünmek de faydasız olacaktır. Çünkü akciğerlerin hava ile temas eden alanı çok küçülecek ve akciğerler vücut için gerekli oksijeni alabilecek yapıdan uzaklaşacaktı. Havanın yoğunluğu veya akışkanlığı biraz daha fazla olsaydı, bu durumda hava direnci büyük oranlara çıkacak ve bir canlıya ihtiyaç duyduğu oksijen miktarını sağlayacak solunum sistemi olmayacaktı. Yani mevcut durum her haliyle Allah’ın bizim lehimize olan tercihlerini apaçık gösteriyor…

Peki atmosfer basıncı şu anki değerinden fazla değil, beşte bir nispetinde düşük olsaydı ne değişirdi?

Buharlaşma ve kaynama açık hava basıncının bir fonksiyonu olarak değiştiğine göre, denizlerdeki buharlaşma nispeti artacak ve atmosferde yüksek miktarlara varacak olan su buharı, Dünya üzerinde sera tesiri yapacaktı. Bu ise, Dünya ısısının aşırı derecede yükselmesi demektir.

Atmosfer basıncının şu anki değerinden bir kat daha yüksek olması durumunda ise, atmosferin su buharı nispeti öylesine azalacaktı ki, Dünya üzerindeki karaların tamamına yakını çölleşecekti.

Bütün Bunlar Bizim İçin

Burnumuzun ucunda adeta nöbet bekleyen hava, ayağımızın altındaki yeryüzü, bizi sırayla birbirine teslim eden gece ve gündüz, Güneş, bizim için kilometrelerce yol kat’eden bal arısı gibi canlılar… Şöyle bir baktığımızda, bütün varlıkların yaptıklarının ve işlerinin bize baktığını, bizim faydamıza olduğunu fark ederiz.

Oysa bu kâinat ve içindeki şeyler bizlere kendi arzularıyla hizmet etmezler.

Bizi Yaratan, sesler dünyasına karşı kulağımızı açmış, renkler ve ışık dünyasına karşı gözümüzü açmış, kafamıza da öyle bir dimağ, sînemize öyle bir kalp ve ağzımıza öyle bir dil koymuş ki, bu cihaz ve organlarla İlâhî lütuf ve ihsanların bütün çeşitlerini idrak edecek terazi ve âletleri de yaratıp vermiş. Kokuları, tatları ve renkleri, o âletlere yardımcı olarak vermiş. Sadece atmosfer ve içindekilerin her birisi birer ibret ve hakikat habercisi. İşte bütün bu yardımların sebebini ve sahibini hatırlatan bir âyet-i kerime:

“Hem göklerde ve yerde ne varsa, hepsini Kendi tarafından bir lütuf olarak hizmetinize veren de O’dur.” (Câsiye Suresi, 13)

Ve âyetin devamında, bu dünyanın ve hayatın anlamını çözebilenlere, yani Allah adına bakanlara işaret ediliyor:

“Elbette bunda, düşünecek kimseler için ibret vardır.”

Kısa kısa…

Bir nefes hava alabilmemiz dahi, Dünya atmosferindeki gazların dengede tutulmasına bağlıdır. Atmosferin solunum için ideal yoğunlukta olması da, tesadüfün bu ince tedbire karışamayacağını anlatır.

Akciğerlerimizde 300 milyon odacığın küçücük bir alana sığıştırılması da; Âlemler Rabbinin ilmini, kudretini, rahmetini ne güzel gösteriyor… Evet, en güzel yaratılışla sıkıştırılmış olan akciğer düz bir yüzeye yayılsaydı, bir tenis kortu kadar geniş bir alanı kaplayacaktı. İşte bu kadar devasa bir organı küçücük bir alana toplayıp ona mükemmel işler yaptırması, Allah’ın ilmini, kudretini ve sanatını ve en önemlisi de bize olan sevgisini ne güzel anlatır.

Prof. Dr. Osman Çakmak – Zafer Dergisi

Pozitif Bilim ve İman

Son zamanlarda deizm daha çok tartışılıyor. Dini ve kültürel derslerin okullarda sayıca artırılmasına rağmen beklenen etkinin görülmemesi şaşırtıyor.

Kanaatimce bunda iki etken söz konusu: Birincisi, “bilgi aktarımı” yolu ile ne matematiği ne de ahlaki değerleri öğretebiliyorsunuz. ‘Bilginin’ zihinde çıktığı yolculukta ‘inanç’ halini alması, irfana dönüşmesi için bazı safhalardan geçmesi gerekiyor.

Çabaların sonuçsuz kalması, hâkim eğitim yapısının iflasının bir göstergesi oluyor. Şu an eğitimdeki mevcut sistem, söyleme-anlatma (bilgi aktarımı) metoduna dayalı. Bu ise, bilimsel ispat ve anlama-kavrama metotlarından uzak bir anlayış. Hatta mevcut sistemdeki şartlanma yolu ile tepkisel eğitim, istenmeyen yan ürünleri de beraberinde getiriyor.

NEREDE HATA YAPIYORUZ?

Ahlaki ve dini değerler, örnek görerek ve yaşayarak öğrenme yolu ile kavranabilir. Önce, bu gerçeğin altını çizelim.

Bizim yanlışımız şu: Bilimsel olgunun, bilgi-malûmat boyutu dışındaki asıl boyutlarını dikkate almayışımız. Halbuki bilginin bilgi ve bilim-ilim boyutu dışında o bilginin/o şeyin hakikat, hikmet ve fıtrat yönü var. Bilginin ‘bilimsel’ hale gelmesi, onun kullanılması ve üretilmesi, hayata bakan yönü ile ilgilidir. İlimden irfana giden yol böylece açılıyor.

Fen dersleri ve felsefe dersleri eskiden ‘hikmet’ adı ile verilirdi. Aynı kıvam ve üslupta fen derslerini tekrar hayata geçirmeliyiz. Fen derslerini seküler bilimin tanrılarının kürsüsü olmaktan kurtarmanın bir yolunun bu olduğunu düşünüyorum.

İmam-ı Gazalî’nin dünyasında astronomi ‘marifetullah’a bir vesile idi. Ve astronomisiz marifetin eksik olduğunu söylemişti. Kendisi astronomi üzerine kitap kaleme almıştı. Bugün okullara astronomi seçmeli ders olarak konuldu ama marifet vesilesi ve bilim ufku kazandıracak bir değer arzetmiyor. Hatta hikmetten yoksun bir şekilde bilgi yığını halinde; bilgilerin reçete gibi verildiği kitaplar, adeta öğrenciyi bilimden soğutmak için özel olarak hazırlanmış gibi duruyor. Bu durum diğer fen ders kitaplarında da söz konusu… Bunlar ilimden irfana giden yolu açmadığı gibi; tersine sebepleri, kanun ve maddeyi yaratıcı yerine koyan bir anlayışla kaleme alınmışlar.

BEDİÜZZAMAN’IN BİR ÇÖZÜM ÖNERİSİ

Bir yazıya baktığımızda dikkatimizi harflere ve kâğıda değil, harflerin birleşmesinden ortaya çıkan mânâlara yöneltiriz. Materyalizme ve ateizme alet edilen bilim ise, dikkatleri mânâya değil, harflere yöneltmektedir.

Yazılmış bir mektup gibi olan evrenin mânâsı, ilahi isimlerin yansıma ve tecellileridir; ve ‘bilimsel gerçekler’ de aslında Allah’ın ‘Hak’ ismine işaret eder.

Tüm doğru bilimlerin kaynağı Allah’ın ‘Hakîm’ ve ‘Alîm’ isimleridir. ‘Tevhid’ kâinatta iki başlılığa izin vermemektedir.

Felsefenin hikmetle bağının kurulması ve dolayısıyla varlığı bir bütün olarak görebilmek için bir metoda ihtiyaç bulunmaktadır. Bediüzzaman’ın “mânâ-yı harfî” (Allah’a yönelik anlam) yaklaşımı, felsefenin hikmetle, bilimin de metafizikle bağ kurabilmesi için en etkili bir metot olabilir.

Çünkü “mânâ-yı harfî,” olayları gerçek anlamıyla görmek; eşyaya ruhu ve  hakikî boyutları ile bakabilmektir. Bu amaçla da öncelikle yapılması gereken,  bilimin arka planda yeniden inşa edilmesi ile bilim varlık sahasında gelişirken, manevî boyutla irtibatı kurulmalıdır. Bu irtibat sayesinde maddî bilginin ötesine geçilecek ve evrene maddî-manevî bütüncül bakış ve kavrayış sağlanacaktır.

Varlığın hikmet, hakikat, fıtrat vd boyutları ile anlatıldığı yeni bir müfredat anlayışı gündeme getirilmelidir. Bu öneride fen dersleri konuları için örnek vermek gerekirse, tabiatta da gözlemlediğimiz yardımlaşma-paylaşma, hayat, diriltme, rızık ve beslenme, mükemmele gidiş, güzelleşme-süsleme, faaliyet, nizam, düzen, denge, adalet, terbiye, idare, tasarım, sanat, yaratılış, temizlik, iktisat-israfsızlık gibi konular ana müfredat konuları haline getirilecektir.

BİLİM-DİN ÇATIŞMASI BİR KANDIRMACADIR

Eğitim sistemimiz, köklerinden ve değerlerden uzak tutulurken, buna gerekçe olarak laiklik gösterilmişti. Bu gerekçeyi gösterenlerin samimi olmadığını ve bu konuda bizi nasıl yanılttıklarını isterseniz Batı’daki duruma bir göz atarak görelim. Konu bu noktaya gelmişken, bilimin Batı’daki öncülerinin konuya nasıl baktıklarına dikkat çekelim:

Batı’nın Yahudi-Hıristiyan ve Grek-Roma temelleri üzerine kurulu bir eğitim sistemine sahip olduğunu çoğumuz bilmeyiz. Örneğin Amerikan eğitim sistemi Yahudi-Hıristiyan ve Grek-Roma uygarlık fikri ve tecrübeleri üzerine bina edilmiştir. Eğer Neil Postman’ın, Building a Bridge to the Eighteenth Century (2000) adlı kitabını okuma zahmetinde bulunursak, burada bazı gerçekleri ayrıntıları ile görebiliriz.

Kitapta Amerika’daki eğitimin, Amerika’nın kuruluş safhalarında, neredeyse bütünüyle dinle irtibatlandırılarak inşa edildiğine (s.158) dikkat çekilir. Yine aynı kitapta okumalarımızı sürdürdüğümüzde Amerikan eğitim sisteminin Yahudi-Hıristiyan ve Grek-Roma uygarlığının temelleri üzerine bina edildiği de açıkça görülür. Dahası Fransa’daki ortaöğretim kurumlarının üçte birinin Katolik okulları olduğuna şahit oluruz (s.159). Almanya’da ve İngiltere’de ise eğitimin dini temellere bağlılığı daha da güçlüdür.

ATEİZMİN BİLİMSEL TEMELİ YOK

Pek çok araştırmacı ve fikir adamı, materyalizmin ve ateizmin bilimsel temellerinin bulunmadığına dair ekol ve anlayışlar geliştirmiştir. Hatta bu ekollerin çoğunun temelinin tevhid anlayışına destek verdiğini az bir dikkatle görebiliriz.

Batıyı/Avrupa’yı değerlendirirken, karşımızda iki farklı Avrupa bulunduğuna dikkat etmeliyiz. Birinci Avrupa, bilimi metafizikten soyutlayarak, onu materyalizme, hatta ahlaksızlığa ve dünyeviliğe alet eden Avrupa. İkinci Avrupa ise, insani değerlere ve bilime dayanan Avrupa. Birinci Avrupa, ikinci Avrupa’nın başarılarının arkasına sığınarak bilimi ateist ideolojiye alet etme çabası içindedir. Birinci Avrupa’nın bilimi metafizikten soyutlayarak, onu materyalizme, hatta ahlaksızlığa ve dünyeviliğe alet etmesi sonucunda gelinen nokta vahimdir.

İngiliz bilim adamı Roy Bhaskar’ın öncülüğünü yaptığı güçlü bir fikir akımında, seküler bilim anlayışının bilimsel temelinin olmadığı izah edilir. Bu model “Eleştirel gerçeklik, fizikötesi gerçeklik veya gerçeklik ötesi” adları ile bilinir ve yaratılışta ilim-irade-kudret hakikati, dolayısıyla tek bir Yaratıcının varlığı ve gerekliliği nazara verilir.

Bhaskar gerçekliği/hakikatı üç kategoride ele alır:

(a) Hakikat,

(b) olgu ve

(c) gözlem.

Kâinattaki her şeyin dayandığı bir ‘İlim’ ve ‘Kudret’ hakikati vardır ki, bunlar materyalist/inkârcı anlayışın nazarlardan sakladığı gerçeklerdir. Gerçeğin arkasında ona şekil veren bir ilmî kalıp ve güç vardır. “Olgu” kudretin gerçeğe şekil verme aşamasıdır. Olguların gözlemlerimizle alâkası yoktur. Nitekim farkına varamadığımız birçok olgu vardır. Ancak biz bilmesek de onlar gerçektir. Üçüncü en dar kategori ise, gözlemlerimizden oluşan deneye dayalı bilgidir.

Bhaskar, materyalist temelli anlayışların gerçekliğin üçüncü kategorisinde kaldığını ve ötesini göremediğini söyler. Bhaskar bu konuda şöyle der: “Bu dar dairedeki gözlemlerimizin perde arkasındaki derin mekanizmaları anlamakla ancak hakikat anlaşılabilir hale gelir. Yoksa, gördüğümüz düzenliliklere ‘evrensel kanunlar’ diyerek, gerçeğin aslında bu kanunlardan geldiğini söylemek büyük hatadır.”

Elbette kanun varsa, kanun koyucu ve o kanunları işleten vardır. Çünkü kanun kendi başına iş yapamaz.

Bhaskar’a göre, modern bilim, kâinattaki kanunları gerçeklikle karıştırıyor. Düzenlilik gösteren kanunlar, algıladığımız olguları açıklayamaz. Belirli sebeplerin sürekli belirli sonuçlarla birlikte görülmesi, söz konusu sebeplerin o neticeleri yaptığı anlamına gelmez. Çünkü sebepler, sonuçları yapabilecek bir öze ve güce sahip değildir. Sebep-netice ilişkisi, bizim zihnî kurgumuzun ürünüdür. Gördüğümüz sebepler neticeleri yapamaz.(1)

Bilimlerin çoğu kurucu zirveleri, bilimin imana hizmet etmesi, yaratılışla ilgili sırlara cevap vermesi gerektiğine dikkat çekerler. Böylece bilime doğru hedef çizerler. Örneğin Atom teorisinin önemli mimarlarından Erwin Schrödinger bu konuda söyledikleri ilginçtir: “Bilimin insanlığa en büyük katkılarından birisi, hepimizi doğrudan alâkadar eden; ‘kimiz, nereden geliyoruz ve nereye gideceğiz?’ sorularının cevabını bulmak veya zihinleri bu konularda rahatlatmak olacaktır.”(2)

KÂİNAT MADDEDEN İBARET DEĞİL

Yirminci asır içinde, maddeci felsefeyi kökünden sarsan gelişmeler oldu. Din-bilim laikliği olmadığı daha iyi anlaşıldı. Zaten 20. yüzyılın başlarından itibaren materyalizmi kökünden sarsan, temelinden yıkan gelişmeler baş gösterince zihinlerdeki dönüşüm gecikmedi. Tanrı ve Yeni Fizik kitabının yazarı Fizikçi Paul Davies bu gelişmeyi şöyle özetler: “Fizikî âlemin temelini teşkil eden katı birimler, bir bir eridi, hepsinin yerini metafizik bir okyanusun var-yok arası dalgalanmaları aldı. Yeni fiziğin bu fizikötesi yönelişi, çoğu insanın zihninde felsefî ve dinî dönüşümler başlattı; hepsi bu keşifleri, hâlihazır modern teknoloji toplumunun temeli olan materyalist ve katı dünyadan bir silkinme olarak gördüler.”(3)

Bu gelişmeleri ifade eden bilim adamlarından birisi de Teksas Ün. Beşeri Bilimler Profesörü Frederic Turner’dir (1861-1932). Kanaatini şöyle ifade eder: “Kâinat dev bir piramit gibi; piramidin en altında matematik var, onun bir üstünde fizik yer alıyor, böylece en üste doğru çıktıkça sanat ve felsefe geliyor ve onların da üstünde ilâhiyat yer alıyor. Bu anlaşıldığında, bilim Rönesans’tan sonraki en büyük devrini yaşayacak, ilahî olan ile tabiî olan ayrımı sona erecektir.”

1964 yılında Nobel Tıp Ödülü’nü alan John Eccles (1903-1997) daha farklı bir kanaat sergiler: “Bilim, şu hâliyle ne herhangi birimizin var oluş hikmetini açıklayabilir ne de şu temel sorulara cevap getirebilir: ‘Ben kimim? Neden buradayım ve neden yaşıyorum? Öldükten sonra ne olacağım?’ Bunlar bilimin sınırını aşan sırlardır.”

Robert Jastow da: “Bilim asla yaratılış sırrının üstündeki perdeyi kaldıramayacak” sözleriyle aynı fikri paylaşır.

1980 Nobel Tıp Ödülü sahibi nörofizyolog Roger Sperry (1913-1994) 1983’teki bir röportajında; “Bilimin kendisi materyalizmle çatışır. Bilim ile din neden çatışsın ki?” diye sorar ve devam eder: “Esasen bu ‘din bilimle çatışır şartlanması’ materyalist felsefenin bilim olarak kabul edildiği zamanlardan kalmadır.”(4)

BATI’DA HAKİKAT ARAYIŞLARI

Yaratıcı gerçeğine ulaşmak için yollar çeşitlidir. Salt akıl bu yolda yeterli olmamaktadır. Örneğin İlahi gerçeklere/hakikate ulaşmak için St.Thomas tabiattan, Descartes ise düşünceden yola çıkar. Pascal ise, kalbten yola çıkıyor ve kalbin ışığıyla sezilen bir İlaha varıyor.5 “İman, ispattan farklıdır; o, kalbtedir.” der.(6) Pascal, kendisine has yaklaşım biçimiyle, varoluş felsefesinin öncüleri arasında sayılır.(7) Varoluşu hayret ve hayranlık dolu bir temaşa ile seyreder. Bizi yalnızlığımızın, kaderimizin ve hiçliğimizin karşısına diker;(8) “Her şey, okunması zor olan şifreler halinde yazılmıştır. Evrende aydınlıkla karanlık tuhaf bir karışım halinde bulunmaktadır. Kısaca, bizler bir yarı karanlık içindeyiz!”(9) der. Pascal akıl ile kalbin fonksiyonlarını zıtlıklardan bir dengeye ulaştırmak için çaba sarf etmiş. Bir yandan “Allah’ı tanımada kalb esastır” derken, diğer yandan akıl unsurunun terk edilemeyeceğini dile getirir. Varlığın dış çeperinin, iç âlem ve manevî oluşla bir ahenk içinde birlikteliğini zorunlu görür.

İSLAM VE BİLİM

Konuyu İslam dini bağlamında ele alırsak, İslam dini bilimsel araştırmaları teşvik etmektedir. Bunun en somut delili Allah’ın Kuran’da insanları araştırmaya, düşünmeye ve bilmeye yöneltmesi ile ilgili birçok ayetlerin varlığıdır. Bu sebeple bilimsel araştırma ve çalışmaların en büyük bir teşvikçisi hak din İslamiyet olmuştur.

Konuyu fen bilimleri bağlamında ele alacak olursak; fen eğitimi esasen insanın, kendisi için yaratıldığı ve tasarlandığı belli olan tabiatı (kâinat kitabını) doğru anlaması içindir. Bu zaten Kuran’ın bir emri ve isteğidir. Kuran’ın ilk emri “Oku”dur. (Alâk, 1) İnsan her şeyden önce kâinat kitabının bir okuru haline gelmelidir. Konuya böyle baktığımızda doğru bir fen eğitimi, Kuran’a muhatap olmanın ve onu doğru anlamanın bir gereğidir.

Konuya ister bu açıdan, ister başka açılardan bakalım, hak din ile bilimin maksatları birleşmektedir. Fen bilimleri maddi ve manevi gelişmeye yol açtığı kadar, Allah’a ve inanca ait gerçekleri tanımanın da yolunu açmaktadır.

TÜRKİYE’DE BİLİM

Bilim ve dinin tanımlarında ortak olmayan noktalar olabilir. Evrim teorisinde olduğu gibi, bilimin tanım ve kıstaslarını taşımayan ideolojik ve siyasî yaklaşımlar ya da bir takım ön kabuller, bilim olarak takdim ediliyorsa, bu tezat dinin kendisinde değil, bilimin inançsızlığa alet edilmesinden ve bilimi materyalizmin malı olarak görme anlayışından kaynaklanır.

Bir bilim yazarı olarak TÜBİTAK’ın bilim dergilerini (Bilim Teknik-TÜBİTAK vd) ve tercüme ettiği kitapların çoğunu takip ediyordum. “Kendi bilim anlayışımızı” inşa edemeyişimizin bir sonucu olarak, başta TÜBİTAK yayınları olmak üzere ve bazı yayınevlerinin öncülüğünde “tercüme bilim,” özellikle “popüler bilim” kitapları ve çeşitli belgeseller yolu ile ateist ideoloji ülkemize taşındı. Zafer Yayınları ve Zafer Dergisi gibi birkaç yayınevi ve dergiyi istisna edersek, İkinci Avrupa dediğimiz din ve bilime bağlı Müsbet Avrupa kanalı ise sürekli kapalı kaldı. Zafer Dergisi’nin Bilimsel Danışma Kurulunda yer aldığımı bu vesile ile belirtmeliyim.

Yine bu vesile ile değerli bir çalışmayı burada kaydetmeden geçemeyeceğim. Hadise rahmetli Turgut Özal’ın başbakanlığı zamanında Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler’in teşebbüsü ile gelişmişti. Evrim konularının müfredatta sınırlandırılması ve ‘Yaratılış’ konularının da yer alması için ciddi çalışmalar ortaya konmuştu. Bu amaçla “Yaratılışı Araştırma Enstitüsü 2 (Institute for Creation Research-ICR)” ile birlikte bir çalışma da yapılmıştı.10

Bu amaçla Atatürk Üniversitesi’nde Prof. Dr. Adem Tatlı’nın da içinde olduğu akademisyen çalışma grubunda yer almıştım… Prof. Tatlı, 28 Şubat sürecinde zamanın YÖK Başkanı Kemal Gürüz zamanında bu çalışmaların ‘meyvesini’ üniversiteden uzaklaştırılarak almıştı.

SONUÇ OLARAK

Şu anki deizm ve ateizm inançsızlığının kaynağı başka yerlerde aranmamalıdır. Kaynak, müfredata göre şekillenen ders kitapları ve ideolojik bilimin popüler kitap ve belgeselleri, ve bu kaynaklardan beslenen medya… Müfredat belirleyicilerinin/yetkililerin bu gerçeğin farkına varamaması ve bu gidişe seyirci kalmalarının bedeli ve faturası ağır olmaktadır.

Tamir adına bazı kıpırdanmalar ve iyi niyetli çabalar olsa da bunların hayli   zayıf kaldığını belirtmek isterim. Seküler bilimin kutsal ineklerini/tanrılarını deşifre etmenin zamanının geldiğini düşünüyorum. Çözüm kendi bilim anlayışımızı oluşturmakta… Filtresiz, doğrudan ithal ‘çeviri bilim’in içinde saklı seküler inancın kodlarını çözerek işe başlanmalı… Gençliğimizi deizm ve ateizm bataklığından bu şekilde kurtarabilir; maddi ve manevi kalkınmanın yolunu böylece açabiliriz. Bilimin kendisi evrensel olsa da hedefleri ve kullanımı milli olmak zorundadır. Bu gerçeği acilen idrak etmek zorundayız.

***

Kuran-ı Kerîm’de düşünme üzerine ayetlerden birkaçı:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Casiye/13).

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) ALLAH’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmran, 191).

“Hiç yaratan (ALLAH), yaratmayan (putlar) gibi olur mu? Artık siz düşünmez misiniz?” (Nahl, 17).

“Sana bu kitabı indiren Odur. Bunun âyetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu âyetler, kitabın anası (aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyflerine göre tevil yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini ALLAH’dan başka kimse bilmez. İlimde uzman olanlar, ‘Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’ derler. Üstün akıllılardan başkası da derin düşünmez.” (Âl-i İmran, 7).

“Ve siz elbette sabahleyin ve geceleyin onlara uğrar ve üzerlerinden geçersiniz. Hâlâ akıl edip düşünmez misiniz?” (Saffat, 137-138)

Prof. Dr. Osman Çakmak – Zafer Dergisi

Kaynaklar:

1. Collier, A., (1994), Critical Realism: An Introduction to Roy Bhaskar’s Philosophy, London: Verso.

2. Schrödinger, E. (1999). Yaşam Nedir? (çev. C. Kapkın). İstanbul, Evrim yay.

3. (Building a Bridge to the 18th Century: How the Past Can Improve Our Future [Neil Postman, Paperback: 224 pages; Publisher: Vintage (October 10, 2000).

4. Bilim ve Yaratılış, 2. Baskı. Üsküdar Üniversitesi Yayınları, 2017 (Ed. Adem Tatlı)

5. Pascal, Pensees, s.65; Wahl, a.e. s.30.

6. Wahl, Tableau, s.32.

7. La phihsophie, Savoir Moderne, Artdre Noiray başkanlığında, Paris,1969, 1,195; Dindar, Bilal, EMounier ve Personalizm, Erzurum Atatürk Ün. İslamî İlimler Fak. Doçentlik tezi (Basılmamış, 1980), s.17; Foulquie, Varoluş felsefesi, s. 9; Aksoy, Ekrem, “Yazın ile felsefenin eylemde buluşması”, Türk dili (Aylık dil ve yazın dergisi), sayı: 349 (Ocak 1981), 2. bsk. s.314.

8. Wahl, Jean, Tableau de la phitosophie francaise. Gallimard, 1962, s.30.

9. Wahl, a.e.. s.31.

10. Evrimci anlayışla bu sürecin değerlendirildiği bir yazı: Evrim Kuramının Türkiye ile İmtihanı (erişim tarihi 2017). https://ezgimo.com/evrim-kuraminin-turkiye-ile-imtihani/

Güneş Dünya’ya Yaklaşacak!-2

Önceki yazımızda Güneşin “doğuşunu” ele almıştık. Şimdi de her fani gibi “Sonu nasıl olacak?” sorusuna cevap arayacağız.

Akla ilk gelen soru şu: Güneş stoktaki mevcut hidrojeni yakarak ışıldadığına göre stok bitince ne olacak?

Göğün bu güzel gözü ve Dünya sarayının lambası ve sobası Güneşimiz diğer yıldızlar gibi iki büyük fizik kuvvetinin mükemmel dengelenmesi ile devam ediyor. Bir yandan kendi ağırlığı altında büzülüp küçülmek istiyor. Bir yandan da çok sıcak olduğu için genleşip uzaya dağılmak istiyor. İki zıt kanun birbiri ile öyle dengelenmiş ki, ne Güneş içine çöküyor, ne de uzaya genleşiyor. Ancak merkezdeki nükleer santralin enerjisi olan hidrojen bitince Güneş’in çekirdeği büzüşecek, etrafı ise alabildiğine genleşecek. Öyle ki Dünya’ya kadar bir balon gibi şişecek.

Gazları merkeze çeken yerçekimi ile gazları uzaya saçmak isteyen yüksek sıcaklık birbirini dengelediği için yaklaşık 1 milyon 400 bin km çapında olan Güneş de sabit boy ve dengede duruyor. Ancak bu sonsuza kadar sürmeyecek elbette.

Güneşimiz her saniyede 600 milyon ton kadar hidrojeni yakıp Sahibinin idaresi ile enerji üretiyor. Hesaplama yaparak mevcut stokun ne kadar dayanacağını tahmin edebiliriz diye düşünebiliriz; ama sonuç pek de öyle değil…

Her saniyede yok olan 4 milyon ton hidrojen, meşhur “enerji = kütle x ışık hızı karesi” enerji-kütle denkliğinden elde edilen sayısal değeri saniyeden dakikaya, dakikadan saate; güne, yıla, yüzyıllara taşıdığımızda Güneş’in merkezdeki hidrojenin bitiş süresini hesaplayabiliriz.

Güneş’in anatomisi: 1 çekirdek. 2 radyasyon tabakası. Bu tabakadaki radyasyon basıncı, 3. katmandaki hidrojenin çekirdeğe ulaşıp ek yakıt olarak Güneş’in ömrünü uzatmasına engel oluyor.

Güneş’in Ömrü Beklenenden Daha Kısa

Güneş’te %75 oranında hidrojen, %25 oranında helyum ve %0,01 oranında diğer elementler var. Başlangıçta helyum miktarı çok daha azdı, ama 4,5 milyar yılda Güneş’teki rezerv yakıt hidrojen büyük miktarda helyuma dönüştü.

Güneş’in %75 oranında hidrojenine bakarak, Güneş’in 100 milyar yıl süre yanacak kadar hidrojeni bulunduğunu söyleyebilirsiniz. Fakat sorun şu: Nükleer füzyon ancak çok yüksek ısı ve basınçta gerçekleşebilir. Güneş’in çekirdek sıcaklığı 15 milyon derecede olduğunu hatırlayalım.

Öte yandan Güneş’in iç yapısı gereği, çekirdeği saran radyasyon tabakası, daha üstteki gaz katmanlarını ısınmasına ve sürekli genleşmesine sebep oluyor. Böyle olunca üst tabakalardaki hidrojen Güneş’in çekirdeğine ulaşamıyor. Nükleer reaksiyon santrali Güneş çekirdeğinde çalışıyor çalışmasına ancak çekirdek ve çevresindekiler kullanılabiliyor sadece. Çekirdek dışındaki hidrojen kullanılamadığına göre Güneşin ömrünü hesaplamak kolay olmuyor…

Evet, merkezdeki ısı üretimi durursa Güneş’i dengede tutan kuvvetler çekim lehine bozulur ve merkeze doğru çökmeye başlar. Bu durumda sonun başlangıcı gelmiş demektir. Bu defa dış tabakalardaki hidrojenini bitiren güneş, merkezinde yoğun bir helyum ve şişmiş bir dış yüzeyi ile kıpkırmızı dev bir yıldız hâline gelir. Rengi kırmızıya bürünür.

Gökyüzünü Kaplayan Kırmızı Dev

Güneşimiz o safhada yavru gezegenlerini yutmaya hazırlanan bir ana dev misali tüm uzaya ateş ve alev püskürtmektedir. Dış yüzeyi şimdikine göre o kadar sıcak değildir ama hacimce çok irileştiğinden, yaydığı ısıdan, önce en yakın gezegenler etkilenecektir. İlk kurban hâliyle Güneş’e en yakın konumdaki Merkür’dür. Kırmızı devin ateşi ile buharlaşıp eriyecektir Merkür.

Sonra sıra Venüs’e gelecektir. Karbondioksit gazının çok zengin olduğu bu ikinci gezegen de kızgın alevlerin etkisinde kalarak çıra gibi tutuşup kül hâline gelecektir.

Ve sıra Dünya’da…

Güneş’in büyüklüğü, Güneş’teki reaksiyonların gücü hep çok ince hesaplara bağlıdır. Bizim de yaşamımız bu çok ince hesaplara göredir ve tesadüflere bağlı hiçbir süreç ve olay göremezsiniz.

Güneş ve Dünya’nın çok hızlı hareketlerin tümünde Dünya’mız Güneş sistemiyle, galaksisiyle hep yepyeni, her biri öncekinden farklı bir konumda yer alır. Sonsuz Kudret tecellisi ile Allah’ın hassas ölçülerle yarattığı yasaları çerçevesinde gerçekleşen tüm bu oluşumlardaki çok hızlı, çok ince hareketlerin hiçbiri bizim Güneş’e göre konumumuzu etkilemez, Dünya’daki hayatın yok olmasına sebep olmaz

Ancak ne var ki bir gün Güneş’in Dünya’ya yaklaşması Dünya için kaçınılmaz sonu getirecektir.

Dünya’ya yaklaştığında kırmızı devin dış katmanları boşluk denilebilecek kadar ince olsa da ısı bin derecenin altında olacak. Bu dünyayı eritecek ısı sayılmaz elbette. Bu esnada üzerinde hiçbir canlının yaşaması mümkün olmasa da, Dünya Sahibinin izni ile yine var olmaya devam edebilir.

Hadislerde, kıyamette/mahşer gününde Güneş’in Dünya’ya yaklaşacağı haberi verilir. Yaklaşmanın keyfiyetini elbette Cenab-ı Allah bilir. Ne var ki, her yıldızın ömür sürecinde olduğu gibi Güneş’in de “Kırmızı Dev” döneminde böyle bir yaklaşmanın vuku bulacağını astronomik olarak bilmekteyiz.

Hadiste bildirilen “Güneş’in Dünya’ya yaklaşması” haberini akıllarına sığıştıramayanlara kırmızı dev dönemini hatırlatıyoruz.

Yıldızların “ölümü” büyüklüklerine göre farklılık arzediyor. Güneşimiz gibi düşük-orta ölçekli yıldızların sonu “beyaz cüce” halini almaktır. 

Beyaz Cüce Geliyor!

Kırmızı dev hâline gelmiş güneşimizin merkezindeki sıcaklık 100 milyon dereceye çıkınca bu sıcaklıkta Güneş’in ‘külü’ niteliğindeki helyum ‘yanmaya’ başlar. Ne var ki hidrojenden sonraki füzyon reaksiyonları çok verimli değildir. Üçlü alfa süreci dediğimiz üç helyum çekirdeğinin bir karbon atomuna dönüştüğü reaksiyon için stok da bir kaç milyar yıl içinde biter.

Bu şekilde yanıp biten ‘kırmızı dev’ kendi içine doğru çökmeye zorlanır. Sıkıştıkça iç sıcaklık ve basınç olağanüstü boyutlara çıkar… Sıkışma son safhaya geldiğinde Güneş kendi merkezine doğru çekim kuvvetiyle dış tabakalarını sıyırıp atar. Çevresini atan Güneş o zaman sadece bir merkez çekirdeğinden ibaret kalmıştır. İç merkezde, atomların yörüngelerinde yer alan elektronlar, çökmenin daha ileri gitmesine engel olurlar.

Elbette çekirdekteki helyum tükendiği zaman yanma duracak ve Güneş geçici olarak soğuyacak. Ancak, Güneş karbon ve oksijeni yakacak sıcaklığa asla erişemeyecek. Çünkü artık yeterince ağır bir yıldız değildir ve büzüldüğü zaman çekirdeği yeterince sıkışamayacaktır.

Güneşimiz, tıpkı çekirdeğindeki hidrojeni bitirdiği zaman soğuyup büzüldüğü gibi, helyumu yaktığı zaman da büzülecek. Böylece ikinci kez tutuşarak bir süre daha yanmaya devam edecek.

Çekirdekte nükleer füzyon durmuş olmasına rağmen, ikinci bir yanma devresi daha geçirecek. Çekirdeği saran alt gaz tabakadaki yedek hidrojen Güneş’in büzülmesi neticesinde sıkışıp ısınacak. Bu da Güneş’in tekrar şişerek genişlemesine yol açacak.

Bu kez en içteki çekirdek yerine, direkt alt tabakadan ısınan Güneş çok daha büyük bir kırmızı dev halini alacak. Kısacası Güneş’i saran gazlar daha da incelecek ve yüksek sıcaklığa bağlı güçlü güneş rüzgarı bütün bu gazları uzaya üfleyecek. Güneş işte bu son aşamada iyice küçülerek son nefesini verecek ve beyaz cüceye dönüşecek.

Güneşimizin Kaderi

Uzak gelecekte beyaz bir “cüceye” dönüşmek her yıldızınki gibi güneşimizin de kaderi. İlahi kader yıldızlara da böyle bir süreç planlayıp takdir etmiş. Güneş bu safhaya ulaştığında milyarlarca yıl sıcak kalmayı sürdürse de dev hacmi öylesine sıkışmış durumda olacak ki, iç ısısını, bilinen en iyi yalıtıcıdan daha verimli şekilde içinde hapsedecek. Ancak iç nükleer fırın sönmüş olacağı için, uzayın soğuk derinliklerine doğru yayılan küçük ısı ve ışınım sızıntısını besleyecek yakıt rezervi tükenmiş olacak.

Bir zamanlar haşmetli olan Güneş, o zaman bir cüce kalıntısı olarak yavaşça soğuyup sönükleşecek ve olağanüstü katılıkta bir kristale dönüşecektir. Sonunda tamamen silikleşecek ve sessizce, uzayın karanlığına gömülecek. Güneşimiz dahil olmak üzere, Samanyolu’ndaki yıldızların %97’sinin kaderi böyle olacak. Beyaz cüce olarak küçülüp sönecekler.

Diğer daha büyük yıldızların kaderi ise farklıdır. Bin ışık yılı mesafeye külünü dağıtan bir patlamanın ardından çöken çekirdeği, ya uzayın “delindiği” kara deliklere dönüşür; ya da bir saniyede bin dönüş yapan bir çay kaşığı kütleli milyar ton ağırlıkta nötron yıldızı halini alır.

Elbette bütün bu anlattıklarımız, Allah’ın yıldızlar için takdir ettiği süreçlerdir. Güneş’in geçireceği gerçek süreci elbette onu yaratan ve idare eden Allah bilir.

İşte böyle, insanoğlu yıldızlar hakkında “Her nefis ölümü tadacaktır” âyetinin hükmünü, bilim penceresinden gök yüzünde böyle görmektedir.

Evet bu âlemde Allah’ın kanunu böyledir; her doğan büyür, yaşlanır ve ölür. Ancak Allah’ın başka kanunu da vardır; her akşamın ardından sabahı, her kışın ardından baharı getirir. Ve yüce kelâmı Kur’an’da insanlar için ebedi hayatı müjdelemiştir.

Güneşimizden geriye böyle bir bulutsu kalacaktır. Helis Bulutsusu, sönen ve beyaz cüceye dönüştürülen bir yıldızdan geriye kalan gezegenimsi bulutsudur.

Yıldızlar insan gibi. Ölünce çürümüyorlar, daha doğrusu çürüyüp yok olmaları için 100 trilyon yıl geçmesi gerekiyor. Yıldızların tozları nebula halinde uzayın derinliklerine dağılıyor.

Daha büyük yıldızlar ise hayat merdivenini daha çabuk tırmanıyorlar ve ölümün kucağına daha çabuk düşüyorlar. Merkez kısımları kara delik ya da nötron yıldızları halini alırken, çevresi ise patlama ile uzayın geniş alanına yayılıyor.

Prof. Dr. Osman Çakmak – Zafer Dergisi (Ağustos-2019)

Güneş Dünya’ya Yaklaşacak!-1

Gündelik hayatın telaşı ve dünyevileşmiş hayat, gözümüze yalancı bir gözlük takarak çevremizde olup bitenden habersiz yaşamaya mahkûm kılıyor bizi. Gerçeklere gözü kapalı hale geliyoruz.

Mesela şu göğün “güzel gözü,” “Güneş avizesine” bu ilâhi nimetlerin ve tedbirlerin gök yüzünde parıldayan apaçık deliline ibret gözü ile bakabiliyor muyuz?!

Alacakaranlığın yavaş yavaş eriyişi, ağaran tanyeri ve pembeleşen bulutlar, Güneşin haşmetli doğuşunu müjdeliyor. Aynı Güneş batarken de, kırmızıya çalan sarılardan ışıklı morlara kadar, âhenkli renk cümbüşü ile biz seyirci misafirlere Sahibi’nin izniyle gökyüzü sahifesinde harika tabloları sunar. Şehrin karmaşası ve yükselen binalar bu muhteşem tabloları örtüyor olsa da…

Güneş’i Böyle Bilmiyorduk

İnsanoğlu, Güneş’i teleskopla izlemeye başladığında fokur fokur kaynayan bir yüzey görüntüsüyle karşılaşmıştı. Güneşin bize görünen yüzü ışık küreydi, bu tabakayı kaplayan tanecikler ise birer Güneş yanar-dağlarıydı ve sayıları 4 milyonu buluyordu. Yükseklikleri ise 300 km ile 1450 km arasındaydı. Ancak ömürleri çok kısaydı: 7 veya 10 dakika.

Güneş yüzeyini anlatmak için yapacağımız her türlü benzetmede herhalde hayal gücümüz yetersiz kalırdı. Dünyadan bir milyon üçyüz bin defa büyük bir alev topu! Fokur fokur kaynayan yüzeyden yüzbinlerce km öteye fışkıran alev alev girdaplar! Sürekli çalkalanan korkunç dalgaların hükmettiği fırtınalı bir lav denizi!.. Dipten yüzeye doğru yükselen dev hortumlar!. Her saniye patlayan milyonlarca atom bombasının üretebileceği ışık ve radyasyon!..

İşte her sabah yumuşacık ışığı ile pencerelerimizi aydınlatan Güneş…

Güneşteki hidrojen ve helyum iyonları, elektron ve proton gibi gaz iyon karışımından ibaret bu kozmik çorbayı insanoğlu dünyada da kaynatmayı çok denedi. Ne yazık ki füzyon teknolojisini başaracak, kâinatın bu en verimli ve en yüksek enerjisini burada üretecek sırra hâlâ ulaşamadı. Çünkü nükleer füzyon elde etmek için atom çekirdeklerini birbirine çarptıracak enerjiye ulaşmak yeryüzünde kolayca mümkün olamamaktadır..

Hidrojen çekirdekleri pozitif elektrik yüklü olduğundan bir araya getirmeye çalıştığınızda bunlar birbirlerinden kaçınmak için olanca güçlerini harcarlar. Bunu dünyada başarmanın tek yolu çekirdeklerin birbirine çarpmasını sağlayacak kadar hızlı hareketlerini temin için hidrojeni on milyonlarca derecelerde ısıtmaktır.

Güneşin füzyon reaktörü ısının 15 milyon derece santigrat olduğu merkezde yer alır. Güneşin merkezi, dış tabakalarının ağırlığı ile dünyadaki atmosfer basıncının milyarlar katı basınca ulaşır.

Güneş Patlamaları

Güneş sadece ışın ve ısı üreten bir fabrika değil; aynı zamanda ani ve şiddetli patlamaları ile dört bir yana sürekli elektrik yüklü parçacıklar üfleyen bir makine gibi de çalışır. 1972 Ağustosunda güneş kıvılcımlarının ilk görüldüğü 130 yıldan bu yana en büyük patlamalardan birisi vuku bulmuştu. Üzerlerinde sadece uzay elbisesi olan astronotlar bu radyasyon dalgasıyla karşılaşmış olsalardı hemen öleceklerdi.

Güneşteki yoğun manyetik alanlar güneş lekelerinin oluşmasının ve bu bölgelerdeki şiddetli patlamaların ana kaynağıdır. Bu patlamalar çok şiddetli olunca Güneş maddesinin hızı, güneşin çekim alanından kurtulmak için gerekli hıza (618 km/saniye) ulaşabilir ve sonuçta ‘koronal kütle atımı’ dediğimiz olay vuku bulur. Şiddetli patlama ile güneş maddesi uzayın boşluğuna hızla yayılmaya başlar. 700-1000 km/sn’lik hızlara çıkınca da, güneş çekiminden kurtularak yüklü parçacıklardan ibaret güneş maddesi gezegenler arası yolculuğa çıkar…

Bizi asıl ilgilendiren ise dünyamızın bundan nasıl etkileneceğidir. Bu esnada dünyada olağanüstü durumlar yaşanır. Öyle ki bu olayların şiddetli olduğu dönemlerde atmosfer koruması dışında kalan uydular bozulur, dünyada ise birçok elektronik alet ya bozulur ya da bundan şiddetle etkilenir.

Şükür ki dünyamızın, bu rüzgâra karşı özel olarak tasarlandığı apaçık belli olan magnetosfer tabakası var. Bu manyetik zırh sayesinde, Güneşin kozmik radyasyon sağanakları, delici ışınlar ve öldürücü kozmik parçacıklar magnetosferin yön değiştirici etkisine takılır ve aşağı inemez.

Atmosferin, Güneş rüzgarlarına karşı bir kalkan gibi olması, bize “göğü koruyucu bir kalkan kıldık” âyetini hatırlatıyor…

Prof. Dr. Osman Çakmak – Zafer Dergisi(Temmuz-2019)