Etiket arşivi: Prof. Dr. Şadi Eren

Müminler Sevinecek

“Elif, lâm, mîm. Rumlar mağlup oldu (Arap ülkesine) en yakın yerde. Onlar, bu yenilgiden sonra galip gelecekler ‘Bid’a sinîn’ içinde. Önünde ve sonunda hüküm Allah’ındır. O gün müminler sevinecekler. Allah’ın zafer vermesiyle. O, dilediğine zafer verir. Ve O, Aziz’dir, Rahim’dir.” (Rum, 1-5)

İngiliz tarihçi Gibbon bu ayetle ilgili şöyle der: “Kur’an’ın bu müjdeyi vermesinden sekiz yıl sonra, hiç kimse Bizans İmparatorluğunun tekrar İran’ı yenilgiye uğratacağını hayal bile edemezdi. Hatta değil İran’ı yenmek, hiç kimse bu şartlar altında imparatorluğun hayatını devam ettirebileceğine ihtimal vermiyordu.” (Mevdudî, IV, 275)

Rum Suresi’nin bu ayetleri; Bizans’ın galibiyetini haber vermenin ötesinde, ondan daha önemli bir haberi de dile getiriyordu. O da, “O gün müminler sevinecek. Allah’ın zafer vermesiyle…” ayetlerinin bildirdiği, Müslümanların mühim bir zaferle sevinmeleridir. Nitekim Bedir Savaşı’nda Müslümanların zaferi, Bizans’ın zaferine tevafuk etmektedir. Halbuki zahirde; hem Bizans’ın, hem de Müslümanların galebesiyle ilgili şartlar uygun değildi. Müslümanlar o sırada, Mekke döneminde müşriklerin eziyetleriyle karşı karşıya idiler. Şüphesiz, Kur’an’ın ilerde olacak bu olayları, önceden net ifadelerle anlatması onun icaz parıltılarından birini teşkil etmektedir.

“Allah’ın zafer vermesiyle müminlerin sevineceği o gün” hakkında iki ayrı görüş zikredilmiştir:

1- Bedir günü.

2- Hudeybiye günü.

O gün ister Bedir günü olsun, ister Hudeybiye olsun netice birdir. Çünkü Allah, Müslümanlara yardım etmiş, gönüllerini ferahlandırmıştır.

Rum Suresi’nin iniş sebebine göre yaptığımız bu açıklamalar yanında, şu noktayı da belirtmekte fayda görüyoruz:

Tefsir usulünde temel esaslardan biri şudur: İtibar; sebebin haslığına değil, hükmün umumiliğinedir. Ayetin nüzul sebebinin hususiliği, hükmün umumiliğine engel değildir. Yani özel bir sebep dolayısıyla gelen ayetler, sadece o olayla kayıtlı değillerdir, genel hükümleri de ifade ederler. Lafzının genel çerçevesi içinde benzer olan tüm olaylara bakabilir. Zaten Kur’an’ın bu özelliği sebebiyledir ki, o bütün zamanlardaki bütün insanlara hitap etmektedir.

Bu noktalardan hareketle; Bizans’ın mağlubiyetten sonra, galibiyete geçeceklerini bildiren bu ayetlerin, günümüzdeki kimi ehl-i kitab mensuplarının, mağlubiyet döneminden sonra galibiyet elde edeceklerine bir işaret olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim hiçbir dini kabul etmeyen Marksist sistem, Avrupa’nın pek çok ülkesini ele geçirmiş iken, 70-80 yıllık bir hâkimiyetten sonra birden çökmeye mahkûm olmuştur.

Hamdi Yazır’ın dikkat çektiği başka bir mühim nokta da şöyledir: “Onlar bu yenilgiden sonra galip gelecekler” mealindeki ayetin, Ebu Said-i Hudrî’den rivayet edilen şaz kıraatte, meçhul okunmasıyla manası, “Onlar galibiyetlerinden sonra mağlup olacaklar” şeklinde olur.

Gerçekten de, İranlılara galip gelen Hirakl’in orduları daha kendisi hayatta iken Hz. Ebu Bekir döneminde Yermuk savaşından itibaren mağlûp olmaya başladılar. Hz. Ömer zamanında Şam fethedildi. Sonunda İstanbul da fetholunan beldeler arasına girdi. (Yazır, VI, 3801-3802)

Günümüz Ehl-i Kitab’ının ekonomik sistemlerinin önce Marksizm önünde mağlup oluşu, ardından ise Marksizm’in çöküp kapitalizmin öyle böyle hâkim görüldüğü şu günlerin ardından, İslam’ın yeni bir zafer dönemini görmeyi rahmet-i İlahiyeden, çalışarak bekleyebiliriz.

Prof. Dr. Şadi Eren – zaferdergisi.com

Mehdi Gelmiş Midir?

Mehdi ile ilgili bazı noktalar iyi bilinirse, bu konuda gelen rivayetler ve yapılan yorumlar daha iyi anlaşılır diye düşünüyoruz. Şöyle ki:

– Mehdi meselesi akideye dahil değildir. Yani, bazı ehl-i iman mehdiyi inkar etse dinden çıkmış olmaz, onun feyzinden mahrum kalır, hizmetinden istifade edememiş olur.

– Mehdiyi şahıs olarak belirlemek zordur. Hemen her hizip, kendi üstadını veya şeyhini mehdi görme temayülündedir.

– Mehdi olmak ayrı, kendini mehdi zannetmek ayrıdır. Nitekim zaman zaman bazı meczuplar çıkmakta ve kendilerini mehdi veya İsa olarak takdim etmektedirler. Halbuki, mehdi kendisinin mehdiliğine değil, İslama davet eder. Bir peygamber “Ben Allah’ın elçisiyim, bana tabi olun.” der. Ama mehdi, “Ben mehdiyim, bana uyun, yoksa küfre düşersiniz.” diyemez.

– Her asır, ehl-i imanı ümitsizlikten kurtaracak bir mehdi manasına muhtaçtır. Yani, mehdi manasından her asrın bir çeşit hissesi vardır.

– Bediüzzaman Said Nursi, mehdi konusunda çok kıymetli bilgiler verir. Bunların en mühimlerinden biri şudur:

Bu zaman şahıs zamanı değildir. Eski zamanda bazı harika şahıslar çıkmışlar, kıymettar hizmetlere vesile olmuşlar. Ama bu zamanda küfür şahs-ı manevi olarak hücum etmektedir. Bu hücuma karşı en büyük ferdi mukavemet başarısız kalmaya mahkumdur. Onun için bu külli hücuma mukabil bir şahs-ı manevi çıkarmak gerekir.

Bediüzzaman, mehdiyetin üç merhalesinden söz eder:

1. İman,

2. Hayat,

3. Şeriat.

Risale-i Nur, temelde iman hizmeti görmekle beraber, diğer iki merhalenin de öncülüğünü yaptığını söyleyebiliriz. Hz. Peygamber (asm) İslam davasının temelinde yer almış, sonraki İslami hizmetlerin de temelini atmıştır. Benzeri bir durumun mehdiyyette olmasına bir engel söz konusu değildir. Yani, iman hizmeti diğer iki hizmet alanını etkileyecektir. Bununla beraber, hayatın geniş dairelerinde hizmet edilirken sıra dışı bazı harika fertlerin eliyle bu hizmetlerin ifa edilmesi medar-ı bahs olabilir.

“Melikin atıyyelerini ancak matıyyeleri taşır.”

Bu kutsi hizmetlerin icrasında elbette bir kısım maneviyat erleri istihdam edilecektir.

“Her ormanın kendine göre arslanları olduğu gibi, her meydanın da ona münasip erleri vardır.”

– “Mehdi kimdir? Ne zaman gelecektir?” gibi sorular, bazan insanı asıl vazifelerinden alıkoyabilmektedir. Bunun yerine doğrudan aktif hizmetle meşguliyet tercih edilmelidir. Hele hele mehdiyyet konusunu tartışma alanına sokmaktan kaçınılmalıdır.

Nakledildiğine göre, Said Nursi sürgünde iken saf gönüllü bir zat,

“Efendim, üzülmeyin. Mehdi gelecek, her şeyi düzeltecek” der.

Said Nursi, şu anlamlı mukabelede bulunur:

“Mehdi geldiğinde seni vazife başında bulsun!..”

Prof. Dr. Şadi Eren – Sorularla Risale

Şadi Eren Bildiri

Prof. Dr. Şadi Eren

Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı

7 Ekim 2016 tarihinde Iğdır Cumhuriyet Başsavcılığının yürüttüğü soruşturma kapsamında çoğu öğretim elemanı olmak üzere Iğdır Üniversitesine bir operasyon yapıldı. 40 kişinin evinde ve üniversitedeki odalarında arama yapıldı, ilgili şahıslar soruşturmaları yapılmak üzere emniyete götürüldü. Olay medyaya “FETÖ’nün Iğdır Üniversitesindeki yapılanmasına yönelik bir operasyon” olarak verildi. Hatta “İlahiyat Fakültesi Dekanı Şadi Eren’in odasında Fethullah Gülen’e ait kitapların bulunduğu!” bile haber kaynaklarında yer aldı.

Hâlbuki darbe girişimi sonrası hemen her resmi müessesede olduğu gibi Iğdır Üniversitesinde de FETÖ’yle ilişkisi olanlara operasyon yapılmış, 17 kişi açığa alınmıştı. Bu yeni operasyonun, sanki öncekinin bir devamı gibi gösterilmesi tamamen bir algı operasyonudur, gerçeği yansıtmamaktadır.  Cumhurbaşkanımızın tam bir basiretle ifade ettiği gibi, “son zamanlarda ülkemizin değişik yerlerinde yapılan tutuklamalarda at izi it izine karışır hale gelmiştir.” Iğdır Üniversitesine yapılan bu operasyon, bu hakikatin tipik bir örneğidir.

Konuyla ilgili bazı gerçekleri şöyle ifade edebiliriz:

1-Ülkemiz 15 Temmuz darbe girişimini püskürtmekle tarihinin en önemli olaylarından birine tanıklık etmiş, yeni bir İstiklal Harbi kazanmıştır. Iğdır Üniversitesi, Iğdır’daki demokrasi nöbetlerine aktif olarak katılmış, ciddi katkılarda bulunmuştur. Bu operasyonda tutuklanan İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerimizden Yrd. Doç. Dr. İbrahim Akgün, Yrd. Doç. Dr. Musa Çetin gibi isimler, demokrasi nöbetlerinde yaptıkları konuşmalarla milli şuurun uyanmasına ve güçlenmesine ciddi, samimi katkılar sunmuşlardır. Ancak Iğdır gibi nüfusu küçük bir ilimizde bulunan tek resmi vakfı (Hamidiye Kültür Eğitim Vakfını) -hiçbir alakası olmadığı halde- FETÖ Vakfı olarak yasaklı vakıflar listesine aldıran bir zihniyet, bu olayda da FETÖ’yle uzaktan yakından alakası olmayan bu 40 kişiyi FETÖ mensubuymuş gibi göstermeye çalışmaktadır. Bu kişiler, asla FETÖ’den olmadıkları gibi,  aksine onlara karşı çok net bir şekilde tavır alan ve mücadele veren vatanperver kimselerdir. Kökü Amerikada olup oradan aldığı direktifleri Türkiyede uygulamaya çalışanlara karşı ciddi mücadele veren bu insanları, sanki onlardanmış gibi lanse etmek, büyük bir iftiradır, tam bir vicdansızlıktır.

2-Batı Dünyası, Ortadoğuda güçlü bir Türkiye görmek istemez. Hele hele Lozanın hükümlerinin bitmesine az bir zaman kala, masaya güçlü bir şekilde oturma potansiyeli olan Türkiye, hiç mi hiç işlerine gelmez. Son 25 yılda başta Irak olmak üzere Suriye ve ülkemizde meydana gelen olaylar bunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Batı Dünyasının İslam coğrafyasını çok iyi araştırdığı, toplumsal ve mezhepsel haritalarımızı çıkardığı ve bunlara göre stratejiler geliştirdiği, en azından konunun uzmanları tarafından bilinen bir gerçektir. Hem Irak, hem Suriyede meydana gelen olaylarda sünni-şii farklılığının ön plana çıkarılması, bunun açık bir göstergesidir. 80 li yıllarda Irak ve İran birbiriyle savaştırılmış, sekiz yıl süren bu savaşta bir milyon Müslüman hayatını kaybetmiştir. Iğdır ilimizde % 40 nüfusun Caferi mezhebine bağlı Şii olması, ülkemizi kaosa sürüklemek isteyenlerin iştihanı kabartmaktadır. Elhamdülillah, Iğdırda sünni-şii farklılığı İslam alemine model olacak şekilde medeni bir seviyededir ve taraflar birbirleriyle İslam kardeşliğine yakışır bir tarzda beraberce yaşamaktadır. Bunda Üniversitemizin, özellikle de İlahiyat Fakültemizin ve Üniversitemiz bünyesinde faaliyet gösteren Caferilik Araştırma Merkezi’nin (CAMER’in) önemli katkıları bulunmaktadır. Caferi mollalar ve İlahiyat Fakültemizin hocalarının Hz. Alinin sözlerini derleyen Nehcü’l- Belağa eserini yıllardır beraberce okumaları, bu birlik ve beraberliğin güzel göstergelerinden biridir. Ayrıca, İlahiyat Fakültemizin öğretim elemanları sünni-şii ayırımı yapmaksızın okullardaki değerler eğitimi gibi faaliyetlere katılmakta, toplumsal birlik ve beraberliğin sağlanmasına ciddi katkılar sunmaktadırlar. Eğitim camiasının içinde olanlar bunun farkındadır ve üniversitemizi takdirle karşılarlar. Ancak, bu manzaradan hoşlanmayanlar da vardır. Bu son operasyon, bu hoşlanmayanların bir operasyonudur. Bu nadide insanların Iğdır Üniversitesinden ayrılmaları sağlanıp, yerlerine başkalarının alınması planları yapılmaktadır. Öyle görülüyor ki, Iğdır’dan bazıları da kökü ta Amerikaya uzanan bu oyunun bir parçası olarak piyon görevi görmektedir. Elde edebilecekleri birkaç daire başkanlığı veya şube müdürlüğüne Iğdırın ve Türkiyenin huzur ve refahını satmak, en hafifiyle söylersek “büyük bir hıyanettir.” Ve “büyük düşün!” gerçeğinden uzak kalmaktır.

3-“Her ile bir üniversite”, hükümetimizin önemli ve başarılı projelerinden biridir. 5 yılı aşkın bir süredir Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültemizde öğrencilerimize faydalı olmaya çalışan ve üniversitenin bir şehre neler kattığını günbegün gören biri olarak, yapılan bu hizmetlerin sekteye uğratılmaması gerektiğini düşünüyorum. Konuyu ifade etmesi bakımından şu hatıramı nakletmek isterim:

Bundan iki yıl evvel Kars ilimizde Kredi Yurtlar Müdürlüğü bünyesinde öğrencilere yönelik konferanslar vermek üzere davet edilmiştim. Caferi mezhebine bağlı iki esnaf arkadaş ile beraber gittik. Yolda, bu arkadaşlarımızdan biri dedi: “Hocam, şu işe bakın. İlahiyat Fakültesi Iğdıra açılacağı zaman biz buna karşı çıkmış, ‘devlet bizi asimile etmek istiyor” şeklinde düşünmüştük. Ama gelinen noktada konferansınıza biz sizi götürüyoruz.”

Bu türden yaşadığımız çok şeyler var. Özellikle kendim kaleme aldığım “Hz. Ali Diyor Ki” ve “Kardeşlik Felsefemiz” isimli eserlerin on binden fazla Üniversitemizce basılması ve değişik vesilelerle insanımıza ulaştırılması, çok faydalı sonuçlar vermiştir.

4-Iğdırda nüfusları birbirine yakın iki kesim vardır: Aşiret ve Azeriler. Bu iki kesim, aralarında ciddi bir problem yaşamamakla birlikte, tam istenilen bir birlik ve beraberlik de gösterememektedir. Üniversitemizin her iki kesimle de çok güzel münasebetleri ve faaliyetleri vardır, bu yönüyle adeta arada bir tampon görevi yapmaktadır. Böyle operasyonlar, ne Iğdıra bir fayda sağlar ne de ülkemize… Suçlular varsa elbette cezalandırılmalıdır. Fakat peşinen suçlu görüp FETÖ kılıfı altında böyle toplu bir operasyon yapmak, kamu vicdanını ciddi rahatsız etmektedir.

5- Adeta “üniversiteyi çökertme” diyebileceğimiz bu operasyonun kimin ve veya kimlerin işine yaradığı düşünülürse, resmi daha bütün olarak görebiliriz. İçeri alınan Üniversite elemanlarımız, sevilen, sayılan, saygın kimselerdir. Böyle bir operasyon, FETÖ’nün ekmeğine yağ sürer. Gezi Parkı, 17-25 Aralık operasyonları ve en sonunda meş’um 15 Temmuz Darbesiyle hedefine ulaşamayan dış güdümlü bu örgüt ve onu yönlendirenler, böyle operasyonları yönlendirerek muhalefet cephesini yaymaya, hükümet ve devlete karşı bir nefret duyulmasına sebebiyet verdirmeye çalışmaktadır. Keza, böyle bir operasyon, FETÖ davasını sulandırmaya, Ergenekon ve Balyoz gibi sonuçsuz kılmaya yol açabilir. Dolayısıyla, devlet yetkililerinin daha hassas davranması, böyle operasyonların arkasındaki büyük resmi ve hain emelleri öngörmesi beklenir.

6-Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültemiz 1350 öğrencisiyle orta halli bir ilahiyat olarak Sayın Cumhurbaşkanımızın “dindar nesiller yetiştireceğiz” şeklinde formüle ettiği hedefe karınca kararınca hizmet etmektedir. Böyle kamu nezdinde küçük düşürücü, itibar zedeleyici operasyonlarla fakültemizi itibarsızlaştırmaya çalışmak, dinini ve ülkesini seven dindar halkımızı üzmektedir.

Sekiz yıldan bu yana DOST TV de proğramlar yapan ve beş ayrı yayınevinde 20 den fazla kitapları toplamda 200 binden fazla basılmış yazar bir akademisyen olarak üstteki bilgileri değerli halkımızla paylaşır, saygılar sunarım…

NurNet.Org

Şeytandan korunma yolları nelerdir?

Şeytanın aldatmalarına karşılık Allah’a tövbe etmek

Tövbe, günahtan dönmektir. “Beşer şaşar” denilir. Yani insan, şaşan ve aldanan bir varlıktır. Peygamberler dışında masum kimse yoktur. Hatta peygamberler için bile “zelle” tabir edilen “hakka tam isabet edememek, içtihadında yanılmak” gibi durumlar söz konusu olabilmektedir. Ama masum olduklarından bu konuda kendilerine vahiy gelir, o yanlış düzeltilir.

Peygamber olmadığımıza göre muhakkak kusurlarımız ve günahlarımız da olacaktır. Ama Gafur ve Rahim olan bir Rabbin kullarıyız.

Allah, tövbeleri kabul eden, merhamet edendir. O, o kadar merhametli bir Allah’tır ki, kulunu bir kere terk edivermekle ilelebet terk edivermez. Kulu dönüp tövbe ettikçe, İblis gibi ısrar etmedikçe yine bakar, yine bakar, sonsuz olarak bakar, bir oldu, iki oldu, nihayet üç oldu, “yetişir artık” demez, sayısız olarak döner bakar, çünkü Rahimdir, çok merhametlidir.

Pişman olmak da tövbedir. Ama sadece pişmanlıkta kalmayıp samimi bir tövbe ile o günahın lekelerinden temizlenmek lazımdır. Günahlarını hatırlayan birinin tam bir pişmanlık içinde gözyaşı dökmesi, iç dünyasında ciddi bir temizlik ameliyesi gerçekleştirecektir.

Takva ile yaşayan bir Hak dostu şöyle der: “Harama bak­makla cünup olan gözlerine, gözyaşı ile gusül yaptır.”

Tövbede ciddi olmak, Allah’a verdiği sözün ardında durmak esastır. Yoksa “yüz bin kere tövbe eder, yine şarap içeriz” şeklindeki yaklaşımlar maneviyattan nasipsizliğin alametidir.

Günahlar kire, tövbe ise bunları yıkayan deterjana benzer. Günahına samimi tövbe eden kimse, günahı olmayan kimse gibidir.

İnsanın günahları dağlar gibi de olsa, Allah’ın rahmet denizinde bir kum tanesi kadar bile yer işgal edemez. Bunu bilen kimse, günahları çok da olsa Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.

Şeytanın çekim alanından uzak kalmak

Mıknatıs, iğne gibi maddeleri kendine çeker. Bu çekim, mesafeyle de alakalıdır, mıknatısa yaklaştıkça çekim artar, uzaklaştıkça çekim azalır. Benzeri bir durum günahların çekiminde görülür. İnsan günahlara yakın oldukça kendini onlara kaptırır, uzak kaldıkça korunması daha kolay olur. Yüzmek için plaja giden biriyle, tenha bir yerde yüzen kimse, günahlar yönünden elbette aynı şartlarda değildir.

Günümüzde bir kısım gazeteler ve televizyonlar, bar ve meyhane gibi gayr-i meşru eğlence yerleri, bir kısım internet siteleri adeta şeytanın yayın organları ve yayın merkezleri gibi çalışmaktadırlar. Bunlar devamlı günahlara sevk etmekte, insanları yaratılış gayesine zıd mecralara yönlendirmektedirler. Televizyona karşı zaafı olan birinin televizyonlu odada durması imtihanını şiddetlendirir, saatlerini günahlarla dolu veya en azından boşu boşuna geçirmesini netice verir.

Hekimoğlu İsmail şöyle der:

“Günümüz Müslüman’ının hicreti, televizyonlu odadan televizyonsuz odaya geçmektir.”

Ömür boyu şeytan taşlamak

İbadetler, nice sembolik manaları da içlerinde taşırlar. Özellikle hac ibadeti pekçok sembollerle doludur. Mesela, Kâbe’ye “Beytullah” yani “Allah’ın evi” denilir. Bir büyük zatın evine misafir olan kimse onun nice ikramlarına mazhar olduğu gibi, hac ve umre için Kâbe’ye gelenler âlemlerin Rab­bi­nin nice ikramlarına mazhar olurlar.

Kâbe’ye yönelmek aslında Allah’a yönelmektir. Kâbe, bedenin kıblesidir. Ruhun kıblesi ise, Allah’tır.

Arafat’ta vakfe, mahşerin bir misalidir.

Hac’da şeytan taşlamak “adüvv-i mübin” olan o apaçık düş­manı hatırlamaya yöneliktir. Yoksa şeytan maddi cesediyle orada değildir.

Anlatılır ki, ariflerden biri rüyasında şeytanı gördü, elindeki asa ile ona vurmak istedi.

Şeytan dedi:

“Ben asadan korkmam. Ben ancak arifin kalp semasından doğan marifet güneşinin şuaından korkarım.”

Şeytan, Mina’da atılan taşlardan da korkmaz. Ama vesveselerine kulak verilmemesi onu rahatsız eder.

Öyle anlaşılıyor ki, şeytana muhalefet eden biri aslında onu taşlamaktadır. Bu zaviyeden baktığımızda, şeytan taşlamanın ömür boyu devam ettiğini söyleyebiliriz.

Yalnız kalmamak

İnsan, günaha meyilli bir varlıktır. Özellikle tek başına kaldığında şeytan bu fırsatı değerlendirir, vesveseleriyle ona “arkadaşlık” eder. Mesela, evde tek başına kalan delikanlı, ailesiyle beraberken bakamadığı müstehcen yayınlara kolaylıkla ulaşabilir veya aslında girmemesi gereken yerlere internetten girebilir. Hâlbuki başkalarıyla beraber olsa bunu yapmayacak veya yapamayacaktır. Demek ki, yalnız kalmak insanı manen tehlikelere maruz bırakıyor, cemaat halinde olmak ise otokontrol sağlıyor, insanlar birbirlerini korumada yardımcı oluyorlar.

Peygamber Efendimiz bu konuda bize şunu bildirir:

“Dikkat edin! Cemaat halinde olun. Ayrılıktan sakının. Zira şeytan, tek kalanla birlikte olur. İki kişiden ise uzak durur.” (Tirmizi, Fiten,  7)

Ancak kötü tabiatlı kimse veya kimselerle beraber olmak “cemaat halinde olmak” sayılmaz. Böyleleriyle beraber olmak, masum ve saf insanların da onlara benzer hale gelmelerini netice verir. Bu açıdan kişi kimlerle beraber olduğuna dikkat etmesi gerekir. Peygamber Efendimizin ifadesiyle, “Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde sizden birisi kiminle arkadaşlık yaptığına dikkat etsin.” (Tirmizi, Zühd,  45)

Göze dikkat

Kur’an-ı Kerim, şu ayetlerle iman sahibi erkek ve kadınları gözlerini haramdan sakınmaya ve iffetli bir hayat yaşamaya davet eder:

“Ey Peygamber! Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan çevirsinler, ırzlarını korusunlar. Böyle yapmaları kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.

Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan çevirsinler, ırzlarını korusunlar. Zorunlu görünen kısımlar dışında ziynetlerini göstermesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine kadar örtsünler.” (Nur Suresi,  30-31)

-”Harama bakıştan ne çıkar?” dememelidir. Çünkü bu tarz bakış maneviyata büyük zarar verir, zinaya kapıyı aralar. Gözüne sahip çıkmayan “beline” de sahip çıkamayabilir. Bekâr nice kimsenin, hatta evli olanların harama nazardan sakınmama sonucu gayr-i meşru ilişkiler içine girdikleri ortadadır.

-Günümüz şartlarında gözleri korumanın çok daha önem kazandığı ortadadır. Çünkü tarihin hiçbir devrinde görülmemiş şekliyle açık saçıklık yaygınlaşmış; dergi, gazete, televizyon, internet aracılığıyla her yeri istila etmiştir. Böyle bir ortamda gözünü haramdan sakınmayan birinin iffetli kalabilmesi çok çok zordur.

-Ayet-i kerime önce erkeklere bunu bildirmiştir. Çünkü bu konuda büyük imtihanı kadın değil, erkek vermektedir.

Bir hadis-i kutside şöyle bildirilir:

Yabancı kadına şehvetle bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim onu Benim korkumdan dolayı terk ederse, onun kalbine zevkini gönlünün ta derinliklerinde duyacağı bir iman neşesi ve tatlılığı veririm .

Peygamber Efendimiz, erkekler için en büyük fitnenin kadınlar olduğunu bildirir. (Buharî, Nikâh, 17) Günümüzde, araba tekerleği reklâmının bile yarı çıplak kadınlarla yapıldığı nazara alınırsa, durumun ciddiyeti ve vahameti anlaşılır.

Peygamber Efendimiz Hz. Ali’ye şöyle der:

Ey Ali! İlk gördüğünün ardından tekrar bakma. İlk bakış sana ait mubah, sonraki ise caiz değildir.” (Ebu Davud, Nikâh,  43)

İnsan yolda giderken ister istemez yabancı kadınları görür, bunda bir problem yoktur. Ama ardından nazarını tekrar tekrar onlara çevirmesi uygun olmaz, haramdır.

Başka bir hadiste şöyle buyrulur:

Bir Müslüman erkeğin gözü bir kadının güzelliklerine takılır da, sonra Allah’tan korkarak gözünü ondan sakınırsa, Allahu Teala ona ibadet sevabı verir. Ve o kimse kalbinde ibadetin tadını bulur.” (Ahmed b. Hanbel, V, 24)

-Hitap iman edenleredir. İmandan nasibi olmayanlar genelde iffet konularında da hassas değillerdir. İman ise kalpte bir yasakçı bırakır, “Harama bakamazsın” diye hatırlatır.

-Ayet-i kerime “Gözlerini haramdan çevirsinler, ırzlarını korusunlar.” derken önce gözden başladı. Çünkü iffetli kalabilmenin yolu, göze sahip çıkmaktan geçer. Gözüne dikkat etmeyen, günün birinde gayr-i meşru beraberliğe düşmekten kendini alamaz. Zira harama bakmak, zinanın habercisidir.

-Harama bakmak, hadiste “göz zinası” şeklinde ifade edilir. Şöyle ki:

Allah her uzva zinadan payını yazmıştır. Gözün zinası bakmaktır. Kulağın zinası duymaktır. Elin zinası tutmaktır… Nefis ister ve arzular. Azalar ise, ya bunu uygular veya terk eder.” (Müslim, Kader,  20)

-Kadınlara iffetlerini korumaları emredildikten sonra, “Zorunlu görünen kısımlar dışında ziynetlerini göstermesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine kadar örtsünler” denilmesi, onların bazı sorumluluklarını hatırlatmaktadır. Erkek, yabancı kadınlara bakmayacak, ama kadınlar da kendilerini cazip bir şekilde göstermeye çalışmayacaklar. Bunun için de el ve yüz gibi zorunlu görünen kısımlar dışında diğer yerlerini güzelce örtecekler. Mesela sadece başını hafiften örtmekle yetinmeyip, başörtülerini boyunlarını ve göğüslerini kapatacak şekilde takacaklardır.

Namahrem olanlarla başbaşa kalmamak

İslam dini, yabancı kadına bakmayı yasakladığı gibi, onun­­la başbaşa kalmayı da yasaklamıştır. Hz. Peygamber şöy­­le buyurur:

Sizden kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla başbaşa kalmasın. Çünkü bunu yaparsa üçüncüleri şeytan olur.” (Buharî, Nikâh,  111, 112)

Günümüzde bu tarz başbaşa kalmaların arttığı acı bir gerçektir. Bunun sonucu olarak en büyük günahlardan biri olan zina fiili de yaygın bir afet halini almaktadır.

İslâm Hukukunda seddüz-zerai’, vardır. Bu, günahlara yol açan vesilelerin yasaklanması anlamına gelir. Söz gelimi, zina yasak olduğu gibi, zinaya götüren şeyler de yasaktır. İçki haram olduğu gibi, onun üretimi, alım-satımı da haramdır.

Daha iffetli ve daha temiz bir toplum için hepimize düşen görevler vardır. Mesela:

-Karma eğitim yerine kız okulları ve erkek okulları esas alınmalı, en azından isteyen ailelere bu tercih hakkı tanınmalıdır. Daha yakın zamana kadar ülkemizde böyle okullar vardı, fakat yanlış bir tercihle bu okullar da karma hale getirildi. Dünyanın hemen her yerinde bu tür okullar vardır ve başarılıdırlar. Bizde bunların kapatılması yanlış bir uygulamadır ve bu yanlıştan artık dönülmelidir.

-Okullarda ve aile ortamlarında iffet meselesinin önemi anlatılmalıdır.

-İşyerlerinde başbaşa kalma ortamı meydana gelmemesi için tedbir alınmalıdır. Mesela, patronların bir kısmı bayan sekreteriyle başbaşa kalabilecek bir ortamdadır. Bu beraberlik, hanımını boşayıp sekreteriyle evlenmeyi sonuç verebilmektedir.

-Nişanlı olanlar evli sayılmazlar, birbirlerine yabancıdırlar. Bu dönemde başbaşa kalmaları zinaya yol açabilmektedir. Bu mahzuru ortadan kaldırmak için dini nikâh yaptırmaları meseleyi tam halletmez. Çünkü nikâhta esas olan bunun ilan edilmesidir. Diyanet İşleri Başkanlığı, dini nikâhın resmi nikâhtan sonra yapılmasını esas almaktadır. Buna dikkat edilmezse, başkalarının nişanlı olarak gördüğü gençler kendi aralarında aile hayatı yaşarlar, düğün salonuna kucaklarında bir bebekle gelebilirler. Veya erkek tarafının vazgeçmesiyle kız tarafı çok mağdur duruma düşebilir.

Mideye dikkat

Haram ile beslenen bir insan, haramî olur.

Anlatılır ki, İmam Azam’ın babası, gençliğinde bir dereden abdest alırken, dere suyuyla gelen bir elmayı ısırır. Birden bu elmanın kendisine helal olmadığını düşünür. Dere boyunca gider, dalları dereye doğru sarkan bir elma bahçesine rastlayınca, bahçe sahibine durumu anlatır, helallik diler. Bahçe sahibi “Bir yıl benim yanımda çalış, duruma bir bakalım” der. Bir yılın sonunda “benim kör, topal, sağır ve dilsiz bir kızım var. Seni onunla evlendirmek istiyorum, o zaman helalleşiriz” teklifinde bulunur. İmam Azam’ın babası kabul eder. Fakat kızı görünce şaşırır, karşısında sapasağlam bir dünya güzeli vardır!

Bahçe sahibi durumu şöyle açıklar:

“Kızım kördür, zira harama hiç bakmamıştır.

Topaldır, kötü yerlere hiç gitmemiştir.

Sağırdır, hiç uygunsuz sözler duymamıştır.

Dilsizdir, hiç boş şeyler konuşmamıştır. Haydi Allah mübarek eylesin.”

İşte böyle bir evlilikten İmam Azam gibi bir zat dünyaya gelir.

Manevi hayatın kıvam bulmasında helal gıdanın çok önemli bir yeri vardır. Haramla beslenen ailelerde manevi hayat ya hiç olmaz veya çok cılız olur. Gerçi çocuk masumdur, haram gıdanın sorumluluğu ailesine aittir, fakat -şöyle veya böyle- çocuk bu haram ortamdan etkilenir. Bu yüzden anne-baba, hem kendileri, hem de çocukları için helal gıdaya azami özen göstermeleri gerekir.

İstiaze

İstiaze, herhangi bir işe başlarken ve herhangi bir münasebetle “Euzü billahi mine’ş-şeytani’r-racîm”, yani; “Kovulmuş olan şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” cümlesini söy­lemeye verilen isimdir.

İstiazede “Allah’a firar edin!” emrine itaat etmek vardır. (Zariyat Suresi, 50)

Allah’ın kemal ve merhametine, kulun da kusur ve ihtiyacına bir sınır yoktur. Böyle olunca, Allah’a iltica ve dua, en önemli kulluk görevlerinden olmaktadır.

Bir başka ayette şu emir verilir:

“Eğer şeytandan sana bir vesvese gelirse, hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki, Allah Semi’-Alimdir.” (A’raf Suresi,  200)

Burada Allahu Teala’nın Semi’-Alim, yani “hakkıyla işiten, kemaliyle bilen” olarak ifade edilmesi son derece önemlidir. Zira kendisine sığındığımız zat, sesimizi duymazsa ve halimizi bilmezse bize yardım edemez.

Allah bize şah damarımızdan daha yakındır. Kalbimizden geçenler O’na gizli değildir.

Konumuzla ilgili bir başka ayette Allah şöyle buyurur:

“Kur’an okuduğunda kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.” (Nahl Suresi, 98)

Çünkü Kur’an okumak isteyen kimse en güzel amellerden birini yapacaktır. Kur’an, dinin aslı ve esasıdır. İnsanın dili ve kalbi gıybet gibi hatalarla kirlenir. Bunun için dilini temizlemesi uygun düşer. Şeytan, ise böyle müspet işlerden hoşlanmadığından Kur’an okuyan kişiyi, Kur’an’ı anlamaktan ve onunla amel etmekten vazgeçirmek için var gücüyle uğraşacak, vesvese vererek Kur’an üzerinde düşünmekten onu alıkoymaya çalışacaktır.

Hadis kitaplarını incelediğimizde Hz. Peygamber’in, insana sıkıntı ve üzüntü verecek, onu zarara sokacak, dünya ve ahirette zillete düşürecek birçok konularda Allah’a sığındığını görmekteyiz. O’nun cehennemden; kabir fitnesinden; her şeyin ve her canlının şerrinden, nefsin şerrinden; yoksulluk ve borcun galebe çalmasından; tembellikten, küfürden, kötü ahlâk, kötü iş ve heveslerden; kederden ve çok yaşlılıktan; yan­gın ve sel felâketinden Allah’a sığınması bunlar arasında sayılabilir.

Sıralamada istiaze besmeleden önce gelir. Bizler “Euzü bil­lahi mine’ş-şeytani’r-racîm” der, sonra besmele çekeriz. Çünkü zararın def’i, faydalı olanı celbetmekten öncedir.

“Euzü billahi mine’ş-şeytani’r-racîm” derken Allah’a sığındığımız şeyler şu üç gruptan birine girer.

1-İtikadi meseleler.

2-Ameli meseleler.

3-Bedenimize zarar veren hastalık, musibet gibi şeyler.

Yanlış inançlar taşımaktan, imanımıza zarar verebilecek hallerden; yaptığımız işlerde günaha ve harama girmekten; görülür görülmez bela ve musibetlerden Allah’a sığınırız.

“Euzü billahi mine’ş-şeytani’r-racîm” ile şeytandan Allah’a sığınırken hangi cihetten sığındığımızın belirtilmemesi, genellik ifade eder. Yani şeytandan gelebilecek her türlü hallerden Allah’a sığınırız.

“Euzü billahi mine’ş-şeytani’r-racîm” derken, bunun sırf dilde kalmayıp kalben de söylenmesi esastır.

Arif olanlar, Allah’tan başkasını görmek ve kesret âleminin kendilerine perde olmasından istiaze ederler.

Şeytandan korunma duaları

Şeytanı bize tanıtan Allah, ne gibi dualarla ondan korunacağımızı da bize öğretir:

1-Felak Suresi

Kur’an’ın son iki suresi olan Felak ve Nas Sureleri’ne “Muavvizeteyn” denilir. Yani, bunlarla Allah’a sığınılmakta ve bu iki sure insan için koruyucu zırh hükmüne geçmektedir.

Bazı rivayetlere göre, bir Yahudi tarafından Peygamber Efendimize sihir yapılmış, Cenab-ı Hak, Peygamberimize ve ümmete şifa olarak bu iki sureyi göndermiştir.

“De ki: Sığınırım sabahın Rabbine,

Yarattığı şeylerin şerrinden,

Karanlığı her tarafı bürüdüğünde gecenin şerrinden,

Düğümlere üfleyenlerin şerrinden,

Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden.” (Felak Suresi,  1-5)

Bu sureyle ilgili bazı noktalara dikkat çekmek istiyoruz.

-Âlemde hayır ve güzellik asıl olmakla beraber, az miktarda şer de vardır. Bu şerrin bir hikmeti istiazeye, yani Allah’a sığınmaya bakar. Hayırlı şeyler insanı şükre sevk ettiği gibi, şerli şeyler dahi istiazeye sevk eder.

-Bu surede belirtilen şerli şeylerden “sabahın Rabbine” sığınmakta şöyle bir incelik vardır: Gecenin karanlığını giderip nurlu sabahı getiren Zat, elbette kendine sığınanları şerlerin karanlığından hayırların aydınlığına çıkarmaya kadirdir.

-Gece vakti karanlık her tarafa çöktüğü sıralar, nice fesat komiteleri karanlık işlerle meşguldür. Ruhu kararmış kişiler, karanlık işleri için özellikle karanlık geceleri seçerler. Onların bu karanlık işlerinden, fesat planlarından “sabahın Rabbine” sığınmak gerekir.

-Şeytanın ve yoldaşlarının en büyük silahı kadındır. Günümüzde kadın, tarihte emsali görülmedik bir tarzda müstehcen neşriyatla, gayr-ı meşru şarkılarla ve daha başka cihetlerle kullanılmakta, muhataplarının hassas noktalarını tahrik ile onları adeta büyülemekte– hipnotize etmektedir. “Düğümlere üfleyenler” ifadesi sihirbazlara baktığı gibi, bu şekilde kullanılan şerli kadınlara da işaret etmektedir.

Kadına yaraşır bir iffetle tertemiz yaşayan, geleceğin imanlı nesillerini yetiştiren bahtiyar kadınları bundan tenzih ederiz. Zira “Cennet anaların ayakları altındadır.” (Aclûnî, I, 335)

-Hased, başkasında olan iyi bir hali çekememek, ondan bu halin gitmesini arzulayıp kendini ona ehil görmektir. Nice kötülükler, hep haset yüzünden meydana gelmiştir. Gökte ve yerde ilk kötülükler haset sebebiyle yapılmıştır. Gökte İblis, haset yüzünden Âdem’e secde etmemiş, yerde Kabil, haset yüzünden kardeşi Habil’i öldürmüştür.

-Ayette haset edenin şerrinden Allah’a sığınırken “haset ettiği zaman” kaydının getirilmesi işaret eder ki, hasit, hasedin gereğiyle amel etmediğinde zararı ancak kendinedir, kendini yer bitirir.

2-Nas Suresi

“De ki: İnsanların Rabbine, insanların Melikine, insanların İlahına sığınırım, o sinsi vesvesecinin şerrinden.

Ki o, insanların kalplerine vesvese verir. Hem cinlerden olur, hem insanlardan.” (Nas Suresi,  1-6)

Bu sureyle ilgili olarak da bazı inceliklere yer vermek istiyoruz:

-Bundan önceki surede “mahlukatın şerri, gecenin şerri ve düğümlere nefes edenlerin şerrinden” “sabahın rabbi” unvanıyla Allah’a sığınırken, bu surede ise insî ve cinî şeytanların şerrinden “insanların Rabbi– Meliki– İlahına” sığınmaktayız.

Yani, önceki surede Allah’ın bir ismiyle üç şeyden istiaze var. Bu surede ise, Allah’ın üç ismiyle bir şeyden istiaze söz konusu. Bu ise, onların şerlerinin ne derece büyük olduğunu ve ne derece onlardan Allah’a sığınmak lazım geldiğini gösterir. Nitekim Peygamberimiz şöyle dua etmiştir:

Allah’ım, göz açıp kapayıncaya kadar da olsa, beni nefsimle baş başa bırakma.” (Ahmed b. Hanbel, V, 42)

Çünkü nefis, daima şeytanın telkinlerine hassas bir alıcı konumdadır.

-İnsanlardan habis ruhlu kimseler bir nevi şeytan görevi yaparlar. İnsanların hak yoldan sapması, günahlara dalması için telkinlerde bulunurlar. Aynı şeyi cinnî şeytanlar görünmeden üfleyerek yaparlar. Aralarındaki fark sadece ceset farkıdır, mahiyetleri adeta birdir.

Allah’ın bahşettiği insanlık nimetinin kıymetini bilmeyenler, insanlıktan çıkar, şeytan bir hayvana dönüşür. Böyle birisi, sözgelimi ilkokul öğretmeni olduğunda o safi zihinlere inkâr fikirlerini enjekte eder. “Allah varsa niye görülmüyor? Cehennem varsa, niye oradan hiç kafası kırık gelen yok” gibi görünüşte tutarlı, gerçekte ise cerbezeli söz oyunlarıyla maneviyata savaş açar, kendi gibi şeytan fikirliler yetiştirmek ister.

– Şeytan, pusudaki sinsi düşmandır, daima fırsat kollar, insanları günah çamuruna daldırır, ama o çamuru misk u anber sandırır. Dalalet bataklığına sürer “İyi yoldasın” der. Hadisin bildirdiği üzere, “Kanın damarlarda cereyanı gibi insanda dolaşır.” (Buhari, Bed’ül-Halk, 11) Yani, her damarda dolaşır, onu mağlup etmeye çalışır.

3-Peygamber Efendimize Öğretilen Dua

Şeytan, daima insana kötülüğü telkin eder. Fakat insan üzerinde zorla yaptırım gücüne sahip değildir. Sadece vesvese ve desiselerle onun ayağını kaydırmaya, hak yoldan saptırmaya çalışır. Kişiye böyle bir vesvese geldiğinde “Euzü billahi mineş şeytanir racîm” derse, şeytan hiçbir zarar veremez. Ve o kişi şeytanı dinlemediğinden dolayı büyük sevaplar kazanır.

Meleklere şeytan musallat olamaz. Onun için makamları sabittir. İnsan ise, şeytana uymakla nihayetsiz alçalabileceği gibi, dinlememekle de nihayetsiz yükselebilir. Şeytanın işi vesvese vermek, insanın görevi o vesveseye kapılmayıp Allah’a sığınmaktır. Bir ayette şöyle bildirilir:

Eğer şeytandan sana bir vesvese gelirse, hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki, Allah Semi’-Alimdir.” (A’raf Suresi, 200)

Birisi, bir maneviyat büyüğüne “Efendim, şeytan bana çok vesvese veriyor, ne yapayım?” diye sorar.

O zat, “Sen bir evin önünden geçerken evin köpekleri sana havlasalar ne yaparsın?” der.

Adam “Yerden taş alır, üzerlerine atarım” deyince o maneviyat büyüğü şu manidar sözü söyler:

“Ben olsam öyle yapmam. Hemen evin sahibine seslenirim. O, köpeklere seslenince hepsi köşelerine çekilir, seslerini keserler. İşte bunun gibi sana vesvese geldiğinde sen de Allah’a sığın. O zaman şeytan sana bir zarar veremeyecektir.”

Cenab-ı Hak, bu konuda Resul’üne şu duayı ders verir:

De ki: Ya Rabbi, şeytanların dürtmelerinden Sana sığınırım. Yanımda bulunmalarından da Ya Rabbi yine Sana sığınırım.” (Mü’minun,  97-98)

Mealde “dürtmeler” şeklinde ifade ettiğimiz kelime, ayette “hemazât” şeklindedir. “Atı mahmuzlamak” deyimi de buradan gelmektedir. Atın mahmuzlanması onu daha süratli koşturduğu gibi, şeytanların “hemezatı” insanı günah vadilerinde çılgınca koşturtur.

Şeytanların bir çeşit değil, çeşit çeşit vesveseleri olmasına işaret olarak “hemezât” kelimesi çoğul olarak gelmiştir.

İşte, o dürtüler insana geldiğinde hemen Allah’a sığınmak ise, atı dizginlemek ve istediği yerde durdurabilmek gibidir.

Şeytanların insanın yanında bulunmaları ise, namaz kılar­ken, Kur’an okurken, yerken, içerken vb. durumlarda onun amellerine karışmak istemeleridir. Sözgelimi, besmele­siz olarak yiyen-içen kişiye şeytan arkadaşlık eder, onun rız­kına ortak olur, bereketi kaçırır.

Ve özellikle can boğaza geldiği anda şeytandan uzak kalabilmek çok önemlidir. Çünkü o sekerat hali koca bir ömrün en önemli anlarıdır. Şeytan orada son bir hamle ile iman cevherini almak ister. Üstteki duaya devam eden kişi, bütün bu hallerde şeytanın arkadaşlığından ve dürtülerinden kurtulur.

Şeytan, davasında samimidir. İnsan yüzünden ilahi rahmetten kovulduğundan onun ezeli-ebedi düşmanıdır. Her türlü vesveseyi kullanarak onu saptırmaya çalışır. Mesela, kötülükleri ona süsler, güzel gösterir. Kişi bunu aştığında, bu defa iyilik yaptırmamaya çalışır. Eğer bunu da aşsa “Bari az yapsın” der, azaltmak ister. Bunu da geçse bu defa “gurur-kibir-riya” gibi şeyler önüne sürer “Bak, sen başkasın, senin gibisi yok” tarzında şeyleri telkin eder. Kişi salimen bunlardan kurtulsa yine ümidini kesmez, “Bu defa kazandın. Fakat bir gün tuzaklarımdan birine elbet seni düşürürüm” der, pusuda bekler.

4-Bazı İstiaze Örnekleri

 1-Hz. Nuh şöyle der:

Ya Rabbi, bilmediğim şeyi Sen’den istemekten Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, zarara düşenlerden olurum.” (Hud Suresi,  47)

Hz. Nuh, büyük peygamberlerden biridir. Uzun zaman kavmine Allah’ı anlatmakla beraber kavmi ona inanmamış, sonunda tufan ile cezalandırılmışlardır. Hz. Nuh’un oğullarından biri de tufanda boğulanlar arasındadır. Sular yükselirken, Hz. Nuh hem peygamberlik, hem de babalık şefkatiyle oğluna “Yavrum, gel bizimle beraber gemiye bin, kâfirlerden olma” der. Fakat oğlu “Beni sudan koruyacak bir dağa çıkar, kurtulurum” diyerek gemiye binmez. O sırada bir dalga gelir, Nuh’un oğlu suların içinde kaybolur gider.

Hz. Nuh, “Ya Rabbi, şüphesiz bu oğlum ehlimdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen Hakimler hakimisin” der.

Allah şöyle buyurur: “Ey Nuh, o senin ehlinden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir amel sahibidir. O halde, hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Seni, cahillerden olmandan menederim.”

Hz. Nuh der: “Ya Rabbi, bilmediğim şeyi Sen’den istemekten Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, zarara düşenlerden olurum.” (Hud Suresi, 42-47)

 2-Hz. Musa, şöyle der:

…Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım…” (Bakara Suresi, 67)

Gerçi ilim sahipleri de şeytanın aldatmalarına kanabilir, ama cahil insan bu konuda daha korumasız bir haldedir. Cehalet, karanlığa benzer, ilim ise nurdur. İnsanın görevi, her türlü karanlıklardan Allah’a sığınıp aydınlığa yönelmektir.

 3- Hz. Yusuf, küçüklüğünde kardeşleri tarafından kıskanılıp kuyuya atılır. Oradan geçen bir kervan tarafından kurtarılıp, bir köle olarak Mısır’a satılır. Onu satın alan Mısır Azizi’nin hanımı Züleyha, önceleri kendisine evladı nazarıyla bakarken, Yusuf delikanlı olduğunda bakışı değişir. Evde kimsenin olmadığı bir gün tüm kapıları kapatır ve bütün cazibedarlığıyla Yusuf’u kendine çağırır. Hz. Yusuf “Allaha sığınırım” der ve kaçmaya başlar. (Yusuf Suresi, 23)

Daha sonraki bir safhada, ya zindana atılmak veya Zü­ley­ha’­nın dediğini yapmakla karşı karşıya kalınca Allah’a şöyle yal­varır:

Ya Rabbi, zindan onların beni davet ettikleri şeyden bana daha sevimlidir. Eğer bu kadınların hilesini benden çevirmez­sen onlara meyleder ve cahillerden olurum.” (Yusuf Suresi,  24)

Normal şartlar altında zindan arzu edilen bir yer değildir. Fakat mukabilinde Allah’a isyan varsa, zindan tercih edilir. Çünkü “Allah’a isyan olan şeyde kula itaat edilmez.” (İbnu Mace, Cihad,  40)

Tarih boyunca, Hz. Yusuf misali zulmen ve iftira ile pek çok kimse hapse ve zindana girmiştir. Bu bahtiyar insanlar hizmetlerine orada da devam edip, orayı bir “medrese-i Yu­su­fiye” haline getirmişlerdir.

Şeytanla mücadelede kudsi kelimelerin tekrarı

İnsan maddi hayatı için gıdasına dikkat etmek zorundadır, yoksa güçten ve kuvvetten düşer, basit bir mikrop onu yere serebilir. Ama bünye kuvvetli olduğunda mikroplar ona bir şey yapamaz.

Benzeri bir şekilde, bu insan manevi hayatı için de manevi gıdalar almalıdır, yoksa manen cılız kalır, şeytanın istekleri karşısında direnemez, küçük bir vesvese onu mağlup düşürebilir. Ama manevi gıdasına dikkat ederse, şeytanlar ve şüpheler ordusu da gelse Allah’ın izniyle bir şey yapamazlar.

Allah’ı anmak kalbin temel gıdasıdır. Kur’an-ı Kerim bunu şöyle bildirir:

Dikkat edin kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.” (Ra’d Suresi, 28)

Zikrin en şümullü bazı kelimeleri, rivayetlerde şöyle bildirilmiştir:

“Sübhanallahi vel-hamdülillahi ve la ilahe illallahu val­la­hu ekber, ve la havle ve la kuvvete illa billah.”

Bunların her biri, bir cihetten değerlendirildiğinde şeytana vurulmuş bir darbedir.

Bunları sırasıyla kısaca değerlendirmede fayda görüyoruz:

Sübhanallah: Bu kelime hayret ve hayranlık bildirir. Şeytan, insanı tefekkürden alıkoymak ister. Ama bu kudsi kelimeyi tekrarlayan ve manasını düşünen kimseler âleme ve olaylara yüzeysel bakmazlar, varlıkları ve olayları bir kitap gibi mütalaa ederler, zihinsel tembellikten kurtulurlar.

Elhamdülillah: Bu kelime, Allah’ın sanatını methetmeyi ve nimetlerine şükretmeyi ifade eder. Şeytan, insanı ilahi sanatı takdirden ve nimetlerini hissedip derin derin şükretmekten engellemek ister. Bunu diline vird edenler kendilerini görmek ve beğenmek yerine ilahi sanatın mükemmelliğini görürler, o mükemmellik içinde gelen sayısız nimetleri fark edip, şükrederler.

La ilahe illallah: Bu kelime, Allah’ın birliğini anlatır. Şeytan, insanı kesrette boğmak ister. Ama bu mübarek kelimeyi tekrarlayan ve tefekkür eden kimseler Allah’ı hatırlarlar, “Ne­­rede olursanız olun O sizinledir” manasını kendi derunların­da hissederler. (Hadid Suresi, 4)

Allahu ekber: Bu kelime Allah’ın büyüklüğünü bildirir. Gerçek büyük O’dur. O, her şeye kadirdir. Hiçbir şey O’na zor ve ağır gelmez. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Bu kelimeyi okuyan ve düşünen kimse, şeytanın “Acaba Allah insanları tekrar diriltebilir mi?” gibi vesveselerinden sıyrılır. Ayrıca, varlıkları büyük görüp onların karşısında ezilmekten, büzülmekten kurtulur.

La havle ve la kuvvete illa billâh: Bu kelime, Allah’ın insanın tek başına olumsuz şeylerden kurtulamayacağını, olumlu şeylere de güç yetiremeyeceğini anlatır. Şeytan ise insana bunun tersini söyler, “İstesen sen her şeyi yaparsın” der. İnsan bu kelimeyi tekrar ile kendini beğenmekten kurtulur, Allah’a tevekkülün hakikatine ulaşır.

Sorularla İslamiyet

Yazar:
Şadi Eren (Prof.Dr.)

Iğdır Üniversitesinde Neler Oluyor?

7 Ekim 2016 tarihinde Iğdır Cumhuriyet Başsavcılığının yürüttüğü soruşturma kapsamında çoğu öğretim elemanı olmak üzere Iğdır Üniversitesine bir operasyon yapıldı. 40 kişinin evinde ve üniversitedeki odalarında arama yapıldı, ilgili şahıslar soruşturmaları yapılmak üzere emniyete götürüldü. Olay medyaya “FETÖ’nün Iğdır Üniversitesindeki yapılanmasına yönelik bir operasyon” olarak verildi. Hatta “İlahiyat Fakültesi Dekanı Şadi Eren’in odasında Fethullah Gülen’e ait kitapların bulunduğu!” bile haber kaynaklarında yer aldı.

Hâlbuki darbe girişimi sonrası hemen her resmi müessesede olduğu gibi Iğdır Üniversitesinde de FETÖ’yle ilişkisi olanlara operasyon yapılmış, 17 kişi açığa alınmıştı. Bu yeni operasyonun, sanki öncekinin bir devamı gibi gösterilmesi tamamen bir algı operasyonudur, gerçeği yansıtmamaktadır.  Cumhurbaşkanımızın tam bir basiretle ifade ettiği gibi, “son zamanlarda ülkemizin değişik yerlerinde yapılan tutuklamalarda at izi it izine karışır hale gelmiştir.” Iğdır Üniversitesine yapılan bu operasyon, bu hakikatin tipik bir örneğidir.

Konuyla ilgili bazı gerçekleri şöyle ifade edebiliriz:

1-Ülkemiz 15 Temmuz darbe girişimini püskürtmekle tarihinin en önemli olaylarından birine tanıklık etmiş, yeni bir İstiklal Harbi kazanmıştır. Iğdır Üniversitesi, Iğdır’daki demokrasi nöbetlerine aktif olarak katılmış, ciddi katkılarda bulunmuştur. Bu operasyonda tutuklanan İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerimizden Yrd. Doç. Dr. İbrahim Akgün, Yrd. Doç. Dr. Musa Çetin gibi isimler, demokrasi nöbetlerinde yaptıkları konuşmalarla milli şuurun uyanmasına ve güçlenmesine ciddi, samimi katkılar sunmuşlardır. Ancak Iğdır gibi nüfusu küçük bir ilimizde bulunan tek resmi vakfı (Iğdır Kültür Çevre ve Sağlık Vakfını) -hiçbir alakası olmadığı halde- FETÖ Vakfı olarak yasaklı vakıflar listesine aldıran bir zihniyet, bu olayda da FETÖ’yle uzaktan yakından alakası olmayan bu 40 kişiyi FETÖ mensubuymuş gibi göstermeye çalışmaktadır. Bu kişiler, asla FETÖ’den olmadıkları gibi,  aksine onlara karşı çok net bir şekilde tavır alan ve mücadele veren vatanperver kimselerdir. Kökü Amerikada olup oradan aldığı direktifleri Türkiyede uygulamaya çalışanlara karşı ciddi mücadele veren bu insanları, sanki onlardanmış gibi lanse etmek, büyük bir iftiradır, tam bir vicdansızlıktır.

2-Batı Dünyası, Ortadoğuda güçlü bir Türkiye görmek istemez. Hele hele Lozanın hükümlerinin bitmesine az bir zaman kala, masaya güçlü bir şekilde oturma potansiyeli olan Türkiye, hiç mi hiç işlerine gelmez. Son 25 yılda başta Irak olmak üzere Suriye ve ülkemizde meydana gelen olaylar bunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Batı Dünyasının İslam coğrafyasını çok iyi araştırdığı, toplumsal ve mezhepsel haritalarımızı çıkardığı ve bunlara göre stratejiler geliştirdiği, en azından konunun uzmanları tarafından bilinen bir gerçektir. Hem Irak, hem Suriyede meydana gelen olaylarda sünni-şii farklılığının ön plana çıkarılması, bunun açık bir göstergesidir. 80 li yıllarda Irak ve İran birbiriyle savaştırılmış, sekiz yıl süren bu savaşta bir milyon Müslüman hayatını kaybetmiştir. Iğdır ilimizde % 40 nüfusun Caferi mezhebine bağlı Şii olması, ülkemizi kaosa sürüklemek isteyenlerin iştihanı kabartmaktadır. Elhamdülillah, Iğdırda sünni-şii farklılığı İslam alemine model olacak şekilde medeni bir seviyededir ve taraflar birbirleriyle İslam kardeşliğine yakışır bir tarzda beraberce yaşamaktadır. Bunda Üniversitemizin, özellikle de İlahiyat Fakültemizin ve Üniversitemiz bünyesinde faaliyet gösteren Caferilik Araştırma Merkezi’nin (CAMER’in) önemli katkıları bulunmaktadır. Caferi mollalar ve İlahiyat Fakültemizin hocalarının Hz. Alinin sözlerini derleyen Nehcü’l- Belağa eserini yıllardır beraberce okumaları, bu birlik ve beraberliğin güzel göstergelerinden biridir. Ayrıca, İlahiyat Fakültemizin öğretim elemanları sünni-şii ayırımı yapmaksızın okullardaki değerler eğitimi gibi faaliyetlere katılmakta, toplumsal birlik ve beraberliğin sağlanmasına ciddi katkılar sunmaktadırlar. Eğitim camiasının içinde olanlar bunun farkındadır ve üniversitemizi takdirle karşılarlar. Ancak, bu manzaradan hoşlanmayanlar da vardır. Bu son operasyon, bu hoşlanmayanların bir operasyonudur. Bu nadide insanların Iğdır Üniversitesinden ayrılmaları sağlanıp, yerlerine başkalarının alınması planları yapılmaktadır. Öyle görülüyor ki, Iğdır’dan bazıları da kökü ta Amerikaya uzanan bu oyunun bir parçası olarak piyon görevi görmektedir. Elde edebilecekleri birkaç daire başkanlığı veya şube müdürlüğüne Iğdırın ve Türkiyenin huzur ve refahını satmak, en hafifiyle söylersek “büyük bir hıyanettir.” Ve “büyük düşün!” gerçeğinden uzak kalmaktır.

3-“Her ile bir üniversite”, hükümetimizin önemli ve başarılı projelerinden biridir. 5 yılı aşkın bir süredir Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültemizde öğrencilerimize faydalı olmaya çalışan ve üniversitenin bir şehre neler kattığını günbegün gören biri olarak, yapılan bu hizmetlerin sekteye uğratılmaması gerektiğini düşünüyorum. Konuyu ifade etmesi bakımından şu hatıramı nakletmek isterim:

Bundan iki yıl evvel Kars ilimizde Kredi Yurtlar Müdürlüğü bünyesinde öğrencilere yönelik konferanslar vermek üzere davet edilmiştim. Caferi mezhebine bağlı iki esnaf arkadaş ile beraber gittik. Yolda, bu arkadaşlarımızdan biri dedi: “Hocam, şu işe bakın. İlahiyat Fakültesi Iğdıra açılacağı zaman biz buna karşı çıkmış, ‘devlet bizi asimile etmek istiyor” şeklinde düşünmüştük. Ama gelinen noktada konferansınıza biz sizi götürüyoruz.”

Bu türden yaşadığımız çok şeyler var. Özellikle kendim kaleme aldığım “Hz. Ali Diyor Ki” ve “Kardeşlik Felsefemiz” isimli eserlerin on binden fazla Üniversitemizce basılması ve değişik vesilelerle insanımıza ulaştırılması, çok faydalı sonuçlar vermiştir.

4-Iğdırda nüfusları birbirine yakın iki kesim vardır: Aşiret ve Azeriler. Bu iki kesim, aralarında ciddi bir problem yaşamamakla birlikte, tam istenilen bir birlik ve beraberlik de gösterememektedir. Üniversitemizin her iki kesimle de çok güzel münasebetleri ve faaliyetleri vardır, bu yönüyle adeta arada bir tampon görevi yapmaktadır. Böyle operasyonlar, ne Iğdıra bir fayda sağlar ne de ülkemize… Suçlular varsa elbette cezalandırılmalıdır. Fakat peşinen suçlu görüp FETÖ kılıfı altında böyle toplu bir operasyon yapmak, kamu vicdanını ciddi rahatsız etmektedir.

5- Adeta “üniversiteyi çökertme” diyebileceğimiz bu operasyonun kimin ve veya kimlerin işine yaradığı düşünülürse, resmi daha bütün olarak görebiliriz. İçeri alınan Üniversite elemanlarımız, sevilen, sayılan, saygın kimselerdir. Böyle bir operasyon, FETÖ’nün ekmeğine yağ sürer. Gezi Parkı, 17-25 Aralık operasyonları ve en sonunda meş’um 15 Temmuz Darbesiyle hedefine ulaşamayan dış güdümlü bu örgüt ve onu yönlendirenler, böyle operasyonları yönlendirerek muhalefet cephesini yaymaya, hükümet ve devlete karşı bir nefret duyulmasına sebebiyet verdirmeye çalışmaktadır. Keza, böyle bir operasyon, FETÖ davasını sulandırmaya, Ergenekon ve Balyoz gibi sonuçsuz kılmaya yol açabilir. Dolayısıyla, devlet yetkililerinin daha hassas davranması, böyle operasyonların arkasındaki büyük resmi ve hain emelleri öngörmesi beklenir.

6-Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültemiz 1350 öğrencisiyle orta halli bir ilahiyat olarak Sayın Cumhurbaşkanımızın “dindar nesiller yetiştireceğiz” şeklinde formüle ettiği hedefe karınca kararınca hizmet etmektedir. Böyle kamu nezdinde küçük düşürücü, itibar zedeleyici operasyonlarla fakültemizi itibarsızlaştırmaya çalışmak, dinini ve ülkesini seven dindar halkımızı üzmektedir.

Sekiz yıldan bu yana DOST TV de proğramlar yapan ve beş ayrı yayınevinde 20 den fazla kitapları toplamda 200 binden fazla basılmış yazar bir akademisyen olarak üstteki bilgileri değerli halkımızla paylaşır, saygılar sunarım.

Prof. Dr. Şadi Eren

Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı