Etiket arşivi: Prof. Dr. Sefa Saygılı

Büyüleyen Rahmet: Su

Dünyada su her yerde karşımıza çıkar ve büyüleyici özellikleri kendini bize neredeyse sayısız şekillerde gösterir. Başka elementlerle birleşen, onlardan ayrışan, maddenin üç haline (katı, sıvı ve gaz) dönüşebilen dünyamızın suyu hayati özelliktedir.

Canlı varlıklar büyük ölçüde sudan oluşmuştur. İnsan bedeninin %70’i sudur ve bu oran bazı deniz bitkileri ile deniz canlılarında %95’e kadar ulaşır. Su insanın değişik bölümlerinde destek, taşıyıcı ve son derece karmaşık bir kimyaya tepki veren ortam görevi görür. Bu ortamda binlerce molekül, su molekülleriyle karşılıklı etkileşim içindedir.

Suyun sıradışı özellikleri

Sıvı bir şey düşündüğümüzde, öncelikle çevremizde sıklıkla karşılaştığımız için aklımıza önce su gelir. Oysa maddelerin sıvı hali çok sıra dışı bir haldir, katı hal ile gaz hali arasında bir çeşit parantez ve yavaş yavaş ısıtıldığında birçok maddenin içinden geçtiği bir boşluktur.  Yeryüzünün normal sıcaklığında, varlığı olmasa hayatın da var olmayacağı su, diğer maddelerin aksine genellikle sıvı haldedir. Bu durum karşımıza su adına çıkan ilk şaşırtıcı çelişkidir.

Suyun katı hali buzdur; basit bir bardağın içinde veya okyanusların yüzeyinde yüzen buz… Bu durumsa ikinci bir hayret veren çelişkidir. Çünkü tüm öteki cisimler katı halde daha yoğun oldukları için batarlar, oysa buz sıvının üzerinde yüzer. Buz, sudan daha yoğun olsaydı, buzullar ortadan kalkacağı için gezegenimizin hali ne olurdu?.. Deniz dibinde yaşayan canlılar hayatiyetini sürdüremezlerdi.

Bir başka şaşırtan çelişkili özellik ise şudur: Katı, sıvı veya gaz olsun bütün cisimler ısıtıldığı zaman genleşirler; tatlı su ise tersine, 0 ilâ 4 derece arasında ısıtıldığında büzüşür. O sıcaklıkta, buzun eridiği sıradaki yoğunluğundan daha yoğun haldedir. Bu sebeple dağ göllerinin dip kısımları 4 derece sıcaklıkta bir su tabakasıyla kaplıdır.

4 derecenin üzerine çıkıldığında maddenin normal davranışına döner ve ısıtıldığında bu defa genleşir. Bu sıra dışı durum, sıcaklık arttığında yoğunluğu düzenli olarak azalan tuzlu su için söz konusu değildir.

Suya bütün bu sıradışı özellikler, yeryüzündeki canlıların yaşamlarını sürdürmeleri için verilmiştir. Ayrıca her şeyi yaratan ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eden Âlemler Rabbi, maddeye hâkim olduğunu ve dilediği özellikleri verdiğini bu şekilde göstermiştir.

Evrensel bir eritici

Bazı mağaralarda pırıl pırıl sarkıt ve dikitler, kireç taşından göz kamaştıran renkleriyle süslü taşlar şeklinde muhteşem oluşumları, suyun sıra dışı özelliği sayesinde görebiliyoruz. Allah’ın suya verdiği o harika yapı sayesinde çok sayıda maden tuzunu, kireç taşını eritme özelliği vardır. Bu eritme, tuz moleküllerinin suyun içinde basit olarak çözülmesinden ibaret değildir. Buna temel bir olay olan, tuzların su tarafından ayrıştırılması da eklenir.

Verdiği görüntüye karşılık su kimyasal olarak hiç de cansız bir madde değildir. Dünyanın en duru suyu olsa, eritebileceği ve bünyesinde taşıyabileceği bütün maddelerden arınmış da olsa, hiçbir gaz içermese de su yine birçok molekül ile birleşebilen, onların yapısını kırabilen veya en azından onların şeklini bozan çok etkili bir kimyasal ayırıcıdır. Ve sahip olduğu bu özelliğin hayata hizmet eden sayısız faydaları bulunmaktadır. Bunlar Dünya gezegenini diğer gezegenlere oranla orijinal yapan ayrıntılardır veya günlük zevklerimizi oluşturan yiyeceklerdeki karışımları sağlar.

Tabiatta, hayata hizmet eden su

Okyanuslar gezegendeki suların yaklaşık %98’ini barındırır. Suların tuzlu olması yaşama yabancı değildir, çünkü okyanusların derinliklerinde bile bitkiler ve hayvanlar olarak canlılar mevcuttur. Ayrıca iklim ve atmosferin bileşimini düzenlemekte rol alan bu muazzam miktardaki su, yeryüzünde yaşayan canlıların da su ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet eder. Özellikle güneşin denizi ısıtıp suyu buharlaştırması ve bu buharın yağmur olarak yeryüzündeki hayata hizmet etmesi çok hayati bir sistemdir.

Son olarak deniz suyunu kullanılamaz hale getiren içerdiği tuz, yani sodyum klorür, yaşam için mutlak olarak gerekli bir maddedir. İnsanlar suya ve tuza ihtiyaç duyarlar ama ayrı ayrı. Denizde olduğu gibi bir araya geldiklerinde kullanılır halden çıkarlar.

Su gerçekten bize hizmet eden mucize bir sıvıdır ve her yönüyle onu bizlere lütfeden Âlemler Rabbinin rahmetine hayranlık uyandırmaktadır.

Prof. Dr. Sefa Saygılı – Zafer Dergisi

Sosyal Fobi

Toplum içinde otururken, konuşurken veya herhangi bir eylem ya­parken kızarma, terleme, ellerin titremesi kendini küçük düşürecek yanlış bir şeyler yapma korkusu olarak tarif edilir. Bu yüzden kişi topluluk içine gir­mekten kaçınır. Kişi, devamlı kontrol edildiği, hareketlerinde ve yaptığı işte bir noksanlık arandığı endişesindedir.

 Yanlış bir şey yapmaktan, kalabalık içinde mahcup olmaktan, dola­yısıyla küçük düşürülmekten korkar. Topluluk içinde konuşamaz, sesli oku­maz, yazamaz ve iş yapamaz. Kalabalığa girmekten çekinir. Girmek zo­runda kalınca da sıkılır. Huzursuz olur, bunalır. Hatta paniğe kapılabilir, yüzü kızarır, solunum ve nabız hızlanır.

 Sıklığı

Sosyal fobi, her ferdin hayatı boyunca karşılaşabilme oranı yüzde 10-16 arasında değişen ve nüfusun yüzde 3’ü tarafından yaşanan, sık rastlanan bir problemdir. Sosyal fobilerin yaklaşık yüzde 40’ı on yaşından, yüzde 95’i yirmi yaşından önce ortaya çıkmaktadır. Kadın ve erkeklerde eşit oranda görülür.

Belirtileri

– Aşırı çekingenlik

– Sosyal ortamlarda küçük düşme korkusu

– Kalabalık içerisinde bir performans göstermeyeceğinden korkma

– Sık sık gelen panik ataklar, el titremesi, yüz kızarması, aşırı ter­leme çarpıntı, boğazın kuruması

Bu belirtiler şu durumlarda ortaya çıkar:

– Biriyle tanıştırılınca

– Telefonda konuşurken

– Misafir geldiğinde

– Bir iş yaptığı sırada başkalarınca izlenirken

– Evde veya dışarıda yemek yerken

– Topluluk önünde bir iş yaparken

Sık görülen sosyal fobiler:

– Başkalarının önünde konuşma, yemek yeme veya yazı yazma

– Genel tuvaletleri kullanma

– Görüşmelere ve her türlü toplantıya katılma

Tedavi edilmemiş sosyal fobinin yol açtığı durumlar:

– Okulda başarısızlık

– Mesleki kısıtlılıklar (performans düşüklüğü)

– Sosyal ilişkilerde darlık

– Madde bağımlılığı

– Gereksiz tıbbi inceleme

– Anksiyeteyi yatıştırmak için alkol kullanma

– Depresyon

– Kalabalık yerlere gitmekte korku

– İntihar düşünceleri ve girişimleri

Ne olur?

Sosyal fobisi olan kişiler, çeşitli sosyal durumlarda olumsuz bir şe­kilde değerlendirileceklerine ilişkin büyük bir korku duyarlar. Korktukları durumlarla karşılaştıkları za­manlarda da sıklıkla anksiyetenin bedeni belirtilerini yaşarlar. Sosyal fobide korku duyduğu sırada en sık gözlenen belirtiler: Çarpıntı, titreme, terleme, kaslarda gerginlik, midede burulma duygusu, ağızda kuruma, ateş basması veya üşüme duygusu, kafada basınç.

 Sosyal fobi teşhis kriterleri( DSM- IV)

A. Yabancı insanlarla karşılaşacağı veya başkalarının gözü önünde olabileceği bir veyahut daha çok sosyal ortamda ya da performans gerekti­ren durumlarda belirgin ve kronik korku duyma. Kişi, utanç duyacağı veya küçük düşeceği davranışlarda bulunkatan korkar (veya anksiyete belirtileri gösterir.)

B. Korkulan sosyal durumla karşılaşma, hemen her zaman anksiyeteye (endişe, kaygı) yol açar, bu anksiyete bazen panik atak şeklini alabilir.

C. Kişi, korkusunun aşırı veya anlamsız olduğunun farkındadır.

D. Korkulan sosyal ortamlardan veya performans gerektiren du­rumlardan kaçınılır veyahut bu durumlara aşırı anksiyete ile katlanılır.

E. Bu sıkıntılar kişinin günlük mesleki veya sosyal aktivitelerini ya da ilişkilerini  etkiler veyahut fobiyle ilgili yoğun sıkıntıları vardır.

F. 18 yaşından küçüklerde süre en az 6 aydır.

Sosyal fobi niçin olur?

Sosyal fobilerde anormal değerlendirme korkusu, saplantı halinde­dir. Sosyal ilişkilerde olumsuz şartlanmalar söz konusudur. “Ben hiçbir şeyi beceremem, her şeyi berbat ederim” gibi. Ayrıca sosyal davranışlarını aşırı şekilde aşağılayarak sunarlar. Hep olumsuz olayların üzerinde durular.

Çocukların aşırı derecede koruyucu, ancak duygusal yönden doyu­rucu olmayan bir şekilde yetiştirilmesinin sosyal fobide rol oynadığı düşü­nülmektedir. Bu çocuklar sosyal ilişkilerden uzak kalarak büyüdüklerinden, başkalarının onlar hakkında ne düşündükleri veya kendileriyle ilgili ne gibi yorumlar yaptıklarına daha çok dikkat eder hale gelmektedirler.

Tedavisi nasıldır?

Hastanın durumuna göre ilaç tedavisi, davranış tedavisi veya ikisi birden uygulanır. Sosyal fobikler tedavilerden yararlanırlar.

Bir hastamız, “Tedavi edilebilir bir tıbbi rahatsızlık olduğunu bilmi­yordum. Kişiliğimin bir parçası zannediyordum” sözleriyle tedaviyi geciktir­diğini belirtmişti.  Bir başkası ise “Önceleri doktordan yardım istersem in­sanların deli olduğumu düşüneceklerinden korkuyordum. Ne var ki tedavi gerçekten de bir çok şeyi değiştirdi. Tüm arkadaşlarım bunu fark ettiler” demişti.

Sosyal fobi tedavi edilmediğinde ferdin iş, sosyal ve özel hayatını olumsuz etkiler, yaşam kalitesini düşürür.

Bu yüzden sosyal fobi tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. İlaç tedavisi olarak; benzodiazepinler, SSRI  ve MAO inhibitörleri başta olmak üzere antidepresan ilaçlar ve beta adrenerjik reseptör blokerleri kullanılır.

Sizde sosyal fobi var mı?

1- insanların ilgi odağı olmaktan çekinir misiniz?

2- Başkalarının önünde gülünç duruma düşmekten korkuyor musu­nuz?

3- Şu pozisyonlardan herhangi birinden sıklıkla kaçınmaya çalışır mısınız?

– Topluluk önünde konuşmak

– Otorite konumunda kişilerle konuşmak

– İnsanların sizi izlemesi

– Başkalarının önünde yemek yemek, içmek veya yazmak

– Topluluklara girmek

4- Sayılan durumlara maruz kalırsanız; aşırı derecede kızarır, titrer, bunalır, kusma hissine kapılır veya acilen tuvalete gitme arzusu duyar mısı­nız?

Eğer 1,2 veya 3 nolu soruların herhangi bir bölümüne evet cevabı verdiyseniz sosyal fobik olabilirsiniz. Eğer 4 nolu soruya evet cevabı verdiy­seniz sosyal fobiksiniz demektir.

Prof. Dr. Sefa Saygılı

Ramazan Sağlık Getirdi

Orucun bilinmeyen faydaları

Ramazan ayında, Rabbimizin emrini yerine getirmek ve rızasını kazanmak için tuttuğumuz orucun, sağlığımız açısından da çok faydaları vardır.

Hz. Peygamberimizin (asm) “Oruç tut sıhhat bul”  hadisinde buyurduğu gibi oruç tutmakla sağlık da kazanırız. İftar ve sahurda aşırı değil normal ölçüde yiyenler daha sağlıklı ve zinde olduklarını bizzat hissedeceklerdir.

Aslında oruç, kendimizle ve insanî yönlerimizle duygusal bağlarımızın tazelenmesine yardımcı olur. Kilo vermenin, sağlıklı hayat sürmenin ve kendini iyi hissetmenin yollarından biridir.

Günümüzde yemek konusu neredeyse çılgınlık halini almıştır. Günde üç öğün yemek yediğimiz gibi aralarda sık sık atıştırıyoruz. Sütlü kahve, bisküviyi, kuru yemiş, cips ya da patates kızartması, ikram edilen içecekler; derken sürekli bir şeyler yiyoruz… Aradakiler ana öğünde yenilenleri de azaltmıyor.

Böyle olunca da beslenme bozukluklarından, obeziteden, hantallıktan, diyabetten ve daha bir çok hastalıktan yakınıyoruz.

Çare ise ramazan orucundan geçiyor. Oruç, yeme alışkanlığımızda bir düzenleme sağlıyor, rasgele yememizi önlüyor. En başta da açlığın korkulacak, tahammül edilemeyecek bir durum olmadığını öğretiyor.

Orucun bilinmeyen faydaları

  • Oruç tutmak zannedildiği gibi dikkatimizi dağıtmaz; aksine zihnimizi ve duyularımızı keskinleştirir.
  • Oruca bedenimiz kolaylıkla uyum sağlar, çok ağır olmayan egzersizlerde problem yaşanmaz.
  • Oruç tutarak fazla kilolardan kurtuluruz, bedenimiz forma girer.
  • Oruç, kansere yakalanma riskini düşürür.
  • Oruç pankreası dinlendirir. Böylelikle diyabet, şişmanlık, kalp hastalığına yakalanma ihtimali düşer, beynimiz korunur yani Alzheimer riski azalır.
  • Oruç tutarak, stresli durumlara karşı sayısız onarım geni tetiklenir.
  • Şişkinlikten kıvranmak ve yemek sonrası sersemliği yaşamak yerine, keyifli bir hafifliğin tadını çıkarırız.
  • Enerjimiz azalmadığı gibi tersine yükselir; duygusal açıdan kendimizi daha iyi hissederiz.
  • Sabrımız ve irademiz güçlenir.
  • Orucu açarken nimetlerin kıymetini daha iyi anlar ve takdir ederiz.
  • Yediğimiz nimetlerden daha çok lezzetli alırız.
  • İbadet yapmanın, Allah’ın emrini yerine getirmenin şevkiyle, ahirette iyiliklere kavuşma ümidimiz artar. Ebedî hayat için daha çok çalışma duygumuz kuvvetlenir.

Oruç tutmak zor değildir

Ramazan orucu, aile ve toplum olarak yapılan bir ibadettir. Beraberce iftar edilir, sahura kalkılır. Bunları birlikte gerçekleştirmenin insan psikolojisine pek çok faydaları vardır.

Oruçta, aşırılıklardan kaçınmak şartıyla yiyecek kısıtlaması yoktur.

Bedenimiz de aslında oruca göre tasarlanmıştır. Organlarımız biz oruçlu iken istirahate çekilir, rahat bir nefes alırlar.

Ramazan sonrası

Ramazan sonrasında yine arada tutacağımız sünnet oruçlarla faydaları kalıcı hale getirebiliriz. Böylelikle:

  • Artık daha az yemeye alışırız. Daha çok çiğner, gıdaların tadını ve aromasını daha çok hissederiz.
  • Normalde uygulanan diyetler uzun vadede kilo verdirmediği halde, düzenli tutulan orucun etkisi kalıcıdır.

Prof. Dr. Sefa Saygılı

Zafer Dergisi

Sol Beyin, Sağ Beyin Meğer Efsaneymiş

Uzunca bir zaman boyunca insanları sol beyni veya sağ beyni hâkim kişiler olarak görüyorduk. Sağ beyin duyguları, sanatı, açık fikirlilik gibi özellikleri simgeliyordu. Sol beyin ise akılcı davranır, kelimelerle düşünürdü; mantıklı düşünce ve analitik işlemler hâkimdi. Herkes beyninin sağ veya sol lobunu daha fazla kullanan olarak tarif edilirdi.

Hatta bazı testler vardı ve hangi beyin lobunun baskın olduğunu açığa çıkarıyordu.

Ancak son araştırmalar gösterdi ki, her ne kadar farklı bölümleri farklı işlemlerde devreye giriyor olsa da aslında hepimiz beynimizi eşit şekilde kullanıyoruz. İki lob arasında karşılıklı bilgi akışı hiçbir zaman kesilmiyor ve bu bağ 80 milyon kadar aksondan meydana gelen devasa bir köprü ile sağlanıyor.

Yani beynin içinde, aralarında kusursuz bir koordinasyon olan birçok parça var. Bu bağlantı sağlanmamış olsaydı, beynin içinde bir kargaşa yaşanırdı. Beyinde sadece aktarımın sağlanması değil, aynı zamanda bilgi paylaşımının da hassas bir zamanlama ile yapılması gerekmektedir. Bu da saniyenin 60 binde biri kadarlık sürede elektrik sinyallerinin yorumlandığı, bağlantı kurulduğu ve komuta edildiği anlamına gelir.

Londra Üniversitesi Bilişsel Sinirbilim Profesörü Sarah Jayne Bllakemore şöyle diyor: “İnsan beyni bütün olarak çalışmakta… Ve her iki yarısı da neredeyse tüm işlemlerde eşit oranda devreye giriyor. Beynin sol ve sağ yarısı birbirleriyle sürekli iletişim halindeler. Biri olmadan diğerinin bir işlemi tamamlaması mümkün değil. Bir başka deyişle; ağırlıklı olarak sol veya sağ beyninizi kullanıyor olamazsınız.”

Fakat şimdiye kadar yapılan ilişkilendirmeler bütün bütün de yanlış değil. Mesela sol beyin, gördüğümüz bir objenin detaylarını kayda geçirirken; sağ beyin, genel yapısı ve şekli üzerinde yoğunlaşıyor. Yine sol beyin kelimelerin gerçek anlamlarına odaklanırken, sağ beyin o kelimenin ardındaki imaları gözden geçirmekle uğraşıyor. Ama beyninin sağ yarısında doku tahribatı oluşmuş bireyler yaratıcı süreçten mahrum kalmıyorlar. Yine aynı şekilde sol beyninde bir lezyon oluşmuş olan birey belki dil becerilerinde zorlanmaya başlayabiliyor ama analitik düşünmeye devam edebiliyor.

Özetle, beynin iki yarısının farklı görevlerinin olduğu, ama bir arada da çalışıyor olduklarının tespit edilmesi, artık sağ ve sol beyin ayrımını geride bırakmamız gerektiğinin açık bir göstergesi.

Yani beynin her bir bölgesinin özel fonksiyonları olduğu doğrudur ve beyinde her şey elektrik sinyal akışına dayanan bir yapıda yaratılmıştır. Ancak beyindeki parçaların fonksiyonları sabit değildir ve tüm bu parçalar aynı zamanda birbirlerine bağımlı çalışmaktadır.

Dış dünyayı tanımamızın tek yolu beynimizin iki lobu arasındaki müthiş koordinasyondur. Eğer beyin loblarımızda bu bağ sağlanmasa idi, dış dünyayı algılayamaz, beynimizde şu an olduğu gibi mükemmel nitelikte ses, koku ve görüntüler analiz edilemezdi.

Ve biliyoruz ki, bu koordinasyonu sağlayan ve dış dünyayı algılayan bir et parçası olan beyin değil ‘ruh’tur. Şu dünya şartlarında ruh, beyni bir alet olarak kullanmaktadır.

Prof. Dr. Sefa Saygılı

Zafer Dergisi

Nasıl Besleniyoruz?

İnsan ne yediğine bir baksın.

Yediğiniz yemek, mesela bir balık, hangi aşamalardan geçerek sofranıza geldi hiç merak ettiniz mi?..
Diyelim ki,
-200 gr’lık bir balık yediniz. Peki, bu balık size rızık olacak ağırlığa ulaşana kadar neleri ne kadar yedi, hiç düşündünüz mü?..
-Hatta onun yedikleri şeyler, nelerle beslenerek o canlıya gıda olacak cüsseye ulaştı?..
İşte bu yazımızda bu meraklı konuya ışık tutalım istedik. Ve ilk adımdan yola çıktık: fitoplanktonlardan.
-Bu gözle görülmeyecek kadar minicik bitkiler, denizlerden lütfedilen besinlerimizin ilk yaratılış adımını teşkil ederler.
FİTOPLANKTON denilen mikroskobik bitkiler, besin zincirinin ilk halkasıdır.
-Bir çay kaşığı kadar suda yaklaşık olarak 1 milyon fitoplanktonun bulunması ilk nazarda bizlere lüzumsuz bir çokluk gibi görünebilir.
-Ancak kâinattaki hiçbir şeyde israf yoktur ve denizdeki hayatın devamı için fitoplanktonların ve diğer plankton türlerinin böylesine çok sayıda olması zaruridir.
-Çünkü, fitoplanktonla beslenen kopepodlar ve küçük karides yaklaşık 130.000 fitoplankton ile karnını doyurur.
Karidesle beslenen ringa balığı da 7000 civarında küçük karides yiyebilir.
Bir balinanın midesi ise yaklaşık olarak 5000 ringa balığı ile doyar.
Dünya, sayısı milyonlarla ifade edilen canlı türlerinin, milyarlarca, hatta bazılarının trilyonlarcasını barındıran bir gezegen.
Bütün bu canlıların her gün beslenme ihtiyaçları vardır. Bu beslenme ihtiyacı için gereken gıdalar ise dünya dışından değil, kendi içinde işleyen dengeler ve sistemlerle sağlanmaktadır.
Allah’ın (cc.) bu tedbirleri sayesinde, bu hayat dolu gezegende denge ve düzen bozulmaz ve yaşam devam eder…
Dünyadaki ekolojik düzeni sağlayan bir sistem de besin zinciridir. Besin zinciri, birbirini yiyerek beslenen canlı türlerinin silsilesidir. Bu zincirde her canlı türü bir halkayı temsil eder.
İlk bakışta ters gibi görünse de sonuç olarak dünyada hayatın devamı bu besin zinciri sisteminin işlemesiyle sağlanır. Besin zincirinin olmadığı bir dünyada inanın yaşamak istemezdiniz. Mesela, yeryüzünün kokuşmuş cesetlerden, ölü böceklerden geçilmeyen bir yer olduğunu düşünmesi bile ıstırap verir insana…
Bazen hikmet ve akıl, iki kötü şey arasında daha az kötü olanı seçmeyi gerektirir… Aslında dünya bu hikmet sayesinde yaşanılır bir yer olmaya devam etmektedir.
Dünyada her canlıya belirli bir ömür süresi ve faaliyet alanı takdir edilmiştir. Görevi biten ve giden canlıların bedenleri, tekrar hammadde olarak başka canlıların hayatının devamına hizmet ederler.
Yarattıklarına ihtiyaçları olan gıdaları vaktinde ve gerektiği şekilde veren Allah’ın Rezzak ismine ayna olan bu yeryüzü tablosu, O’nun hikmetinin ve rahmetinin yüceliğini ne güzel göstermektedir…
NEREDEN NEREYE!..
Diyelim ki, 200 gr’lık bir balık yediniz. Peki, bu balık size rızık olacak ağırlığa ulaşana kadar neleri ne kadar yedi, hiç düşündünüz mü?.. Hatta onun yedikleri şeyler, nelerle beslenerek o canlıya gıda olacak cüsseye ulaştı?..
Bunları daha iyi görmek için şimdi hayalen açık denizlere gidelim.
Fitoplankton ismini bir belki duymuşsunuzdur.
Fitoplanktonlar, deniz ve göllerde gezer halde yaşayan, çoğu göz ile görülemeyecek kadar minicik bitkilerdir. Fitoplanktonlar ancak yoğun olarak bir arada olduklarında suyun renginin değişmesiyle görülebilir olurlar. Bunlar deniz ve tatlı su ekosistemlerinin çok önemli canlılarındandır. Hatta dünyadaki fotosentez ile üretilen oksijenin %70’i gibi büyük bir kısmı bu planktonlarla üretilir.
Fitoplanktonların faydaları bununla kalmaz elbette. Bu mikroskobik bitkiler, besin zincirinin ilk halkasıdır. Bir çay kaşığı kadar suda yaklaşık olarak 1 milyon fitoplanktonun bulunması ilk nazarda bizlere lüzumsuz bir çokluk gibi görünebilir. Ancak k‚inattaki hiçbir şeyde israf yoktur ve denizdeki hayatın devamı için fitoplanktonların ve diğer plankton türlerinin böylesine çok sayıda olması zaruridir.
Çünkü, fitoplanktonla beslenen kopepodlar ve küçük karidesler ömürlerince yaklaşık 130.000 fitoplankton ile beslenirler. Karidesle beslenen ringa balığı da 7000 civarında küçük karides yiyebilir. Bir balinanın midesi ise yaklaşık olarak 5000 ringa balığı ile doyar.
Özetle söylemek gerekirse, kâinatın her yerinde görülen hassas düzen, okyanusların derinliklerinde de devam etmekte ve gözle görülemeyecek kadar küçük olan planktonlar denizlerdeki milyarlarca canlının rızkı olarak yaratılmaktadır.
BİR BALIK YEDİĞİNİZDE
Bu olağanüstü düzeni araştırma diliyle şöyle de anlatabiliriz:
Yapılan hesaplamalara göre, denizdeki diğer canlılar ile beslenen bir balığın vücudundaki 1 gram et için, o balık tarafından 10 gr canlının yenmesi gerekir.
Mesel‚ 200 gr gelen bir morino balığı, bu ağırlığa ulaşabilmek için 2 kg uskumru balığı yer. Oysa ki, 2 kg uskumru balığının bu ağırlığa ulaşması için 20 kg ringa balığı yemesi gerekir.
20 kg ringa balığının yediği yumuşakçaların, planktonların toplam ağırlığı ise 200 kg’a ulaşmaktadır.
Yenilen canlılar sıralanacak olursa, yukarıda bahsettiğimiz 200 gramlık bir balığın beslenip büyütülmesi için, besin zincirinde kendisinden önce yenilen canlıların toplamı 20 tona kadar ulaşır. Yani 200 gramlık bir balık, 20 ton ağırlığındaki küçük canlılardan yaratılmıştır.
Siz de 200 gr ağırlığında bir balığı yiyecek olursanız, bunun sizin vücudunuza katacağı et ağırlığı yaklaşık 20 gramı geçmeyecektir.
20 ton canlının insan bedenine 20 gr’lık bir katkısının olması, diğer canlıların insan için çalıştırıldığını da başka açıdan göstermektedir aslında…
Ne kadar şükretsek az…
Öyleyse, yiyeceğimiz bir lokma yemek için tüm canlıları, dünyayı, güneş sistemini ve kainatı çalıştıran Âlemler Rabbine (cc.), bizim için çalıştırdığı canlı ve cansız varlıkların sayısınca şükürler olsun…
Prof. Dr. Sefa Saygılı / Zafer Dergisi