Etiket arşivi: Prof. Dr. Volkan Tuzcu

Genetik Bilimi Nuh Tufanına İşaret Ediyor

Bilindiği gibi genetik şifremiz DNA’larımızda saklıdır ve nesilden nesile aktarılır. Sadece insanlar değil bitkilerin ve hayvanların da genetik yapısını oluşturur DNA’lar. Hücre çekirdeğine yerleştirilmiş olan DNA’mız çift sarmaldan oluşur. Bunun sebebi bu sarmalın bir tanesinin anneden diğerinin de babadan gelen DNA zincirlerinin olmasıdır.

Erkekler ile kızların genetik alt yapısını ayırt eden en önemli özellik erkeklerde Y kromozomunun olmasıdır. Bayanlarda XX, erkeklerde XY cinsiyet kromozomları vardır. Dolayısıyla cinsiyeti belirleyen bu kromozomlar hariç diğer tüm DNA eşit bir şekilde anne ve babadan gelir ve çift sarmal yapıdaki DNA’mız böyle oluşturulur. Y kromozomu sadece erkeklerde olduğundan, Y kromozomu sadece babadan erkek çocuklara geçer.

Bu genel genetik yapımız dışında, hücrelerimizin enerji fabrikaları olarak çalıştırılan mitokondrilerimizin ayrı DNA’ları vardır. Genel genetik yapımızın DNA’ları hücre çekirdeğinde iken, mitokondrilerimizin DNA’ları ise mitokondrilerin içerisindedir.

İlginç olan bu minik enerji fabrikalarının DNA’larının sadece anneden çocuğa geçmesidir. Yani erkeklerdeki mitokondri DNA’ları bir sonraki nesle geçmez. Dolayısıyla sadece anneden aldığımız mitokondri DNA’sı nesilden nesle geriye doğru gittiğimizde Hz. Havva’ya ulaşır. Bu yüzden bazı bilim adamları tek bir anneden geldiğimizin önemli bir delili olan bu durumdan dolayı, Ademoğlunun ilk annesini mitokondriyel Havva olarak adlandırmaktadır.

Diğer DNA’larımızdan farklı olarak bu DNA anneden çocuğa hiç değişmeden geçer. Sadece tarih boyunca oluşmuş olan çok az sayıda mutasyon ile mitokondri DNA’sında Hz. Havva annemizden beri çok az bir değişim olmuştur. Aslında bu durum ilk kez 1987’de Nature’da yayınlanan bir makale ile ilan edilmişti. Genel olarak yapısı çok az değişimle korunan bu DNA’lar sadece anneden alındığından, hem kızlarda hem de erkeklerde aynıdır. Binlerce yıl insanlık tarihi boyunca çok nadir mutasyonlar nedeniyle bazı değişiklikler bu DNA yapısında olmuştur.

Genel olarak M, N ve R harfleri ifade edilen 3 ana mitokondriyel DNA vardır ve bunların arasındaki fark çok azdır. Bu duruma bakan genetikçiler insan neslinin başlangıcından itibaren yaklaşık 1000-2000 yıl sonra ciddi oranda azaldığını ve daha sonra bu 3 mitokondriyel DNA’yı temsil eden 3 ayrı bayanın neslinden şimdiye kadar olan nesillerin ortaya çıktığını düşünmektedir.

Nuh tufanı ile ilgili genel kanaat tüm dünyanın sular altında kalması olduğundan, bu 3 bayanın da Hz. Nuh’un (as) gemisindeki bayanlar olması beklenir. İşte insan nesli artarken birden ciddi azalma olmasını, buna benzer genetik bulgular ile belirleyen genetikçiler bu olaya “bottleneck” yani “şişe boynu” adını veriyorlar. Bu bulgular Nuh tufanının hem olduğu, hem de Hz. Adem’den (as) sonra yaklaşık birkaç bin sene içinde olduğunu desteklemektedir. Bu bilgiler de İslam tarihimizdeki bilinenlerle son derece uyumludur.

Günümüzde yaşayan insanların genetik yapıları incelendiğinde, tüm insanlığın yaklaşık 5000 yıl önce ortak bir atadan çoğaldığı anlaşılmaktadır. Bu araştırmayı yapan bilim adamları, Monte Carlo simülasyonları yöntemi ile istatistiksel olarak bu tahminî sonuca ulaşmışlardır. Dolayısıyla popülasyon genetiği ile ilgili istatistiksel tahminler de insanlık tarihinin, evrimcilerin düşüncelerinin aksine çok daha kısa olduğunu göstermektedir.

2003 yılında tamamlanan insan genom projesinin önemli bulgularından birisi insanlardaki genel DNA yapısının çok benzer olmasıydı. Son derece benzer bu DNA yapısı insanların hem ortak bir insandan geldiğini hem de bunun evrimcilerin iddia ettiği gibi milyonlarca yıl önce değil sadece binlerle ifade edilebilecek yıllar önce ilk insanın ortaya çıktığını göstermektedir. Y kromozomları da sadece babadan erkek çocuklara geçer ve geriye doğru gidildiğinde tek bir babaya yani Hz. Adem’e işaret eder.

2013 yılında Nature’da yayınlanan önemli bir makaleye göre, insanlarda üretilen proteinlerin çoğunun DNA şifresi incelendiğinde bu DNA’lardaki mutasyonların yaklaşık %86’nın son 5-10 bin yıl içerisinde olduğunu göstermektedir. Evrim safsatasına inanan bazı bilim adamları insanların birkaç yüz bin yıldır var olduğunu iddia ederler. Çünkü maksatları maymunlarla zorla bağlantı kurmaktır. İnsan DNA’sındaki mutasyonların %86’sı son 5-10 bin yılda oluşurken, geri kalan %14 civarında mutasyon nasıl birkaç yüz bin yılda olmuş olabilir?

Yani mutasyon oluşma hızında ani ve çok büyük bir değişikliğin yaklaşık 5000 yıl önce başlaması sıradışı olduğuna göre, bu bulgular hem evrimcilerin teorilerine bir darbe daha vurmakta, hem de yine Hz. Adem’den daha sonraki bir dönemde insanların Nuh tufanı gibi bir sebeple sayı olarak çok azaldığına da işaret etmektedir.

Özetle, genel DNA yapımızda yaklaşık 5000 yıl önceye işaret eden ani hızlı değişim, 3 ana mitokondriyel DNA yapısı, Y kromozomlarının genetik özellikleri gibi önemli genetik bulgular bizim zaten bildiğimiz Nuh tufanı gerçekleri ile genel olarak uyuşmaktadır. Ayrıca bu bulgular, evrimcilerin milyonlarca yıl sürdüğünü iddia ettikleri evrim iddiasına da ciddi anlamda darbe vurmaktadır.

Kaynaklar

1- http://creation.com/noah-and-genetics.

2- Nature, 2004 Sep 30;431(7008):562-6. Modelling the recent common ancestry of all living humans. Rohde DL1, Olson S, Chang JT.

3- http://www.astirinch.com/creation/dna-proof-of-noahs-flood/

4- http://www.nature.com/nature/journal/v493/n7431/full/nature11690.html

Prof. Dr. Volkan Tuzcu – Zafer Dergisi

Örümcek Ağlarının Bitmeyen Sırları

Fiber yapısındaki materyaller eğer yumuşak karakterde ise kolayca gevşer ve sarkar, sert karakterde ise bükülür; yani her iki şekilde de yapıları değişir. Yani az ya da çok, elastiki özellik taşıyan, fiber yani uzun ince yapıdaki materyaller üzerine gergin kuvvetler uygulandıkça yapıları bozulur gevşer ya da yamulur.

Örümcek ağları ise ne yumuşar ne de bükülür ve aynı elastiki yapılarını korurlar. Bilim adamlarının yakın zamanda keşifleri bu gerçek örümcek ağ yapısının mükemmel özelliklerini ortaya koydu.

Gerginleştirildiğinde yapısını koruyan bu elastik materyal, sağlam bir yapı özelliği gösterirken, tam tersi sıkıştırıldığında ise sıvılardakine benzer adeta makaraya sarılır gibi kısalır ve bu sıkıştırılma ağın boyunun %95’ine ulaşsa bile bu özelliğini korunur.

Proceedings of the National Academy of Sciences’da yayınlanan bir makalede örümcek ağlarının bu olağanüstü özelliği irdeleyen bilim adamları sıvı tel olarak adlandırdıkları hibrid bir materyal geliştirdiler. Bu yeni materyal sıvı silikon yağı damlacıklarının poliüretan bir sicim üzerine yerleştirilmesi ile elde edildi. Bu sentetik yapı da örümcek ağında olduğu gibi üzerine uygulanan kuvvetin şekline göre sıvılardakine ya da katılardakine benzer özelliği gösterebilmektedir. Bu yeni materyalin yapay kas, elastik elektronik devreler veya robotik gibi birçok alanda ileride uygulama alanı bulabileceği düşünülmekte.

Bu harikulade yapıdaki ağları örümcekler çok ilginç şekillerde değerlendirir. Örneğin örümcekler ördükleri ağın ipliklerini adeta gitar tellerini akort eder gibi gerginlik ayarı yaptıklarını biliyor muydunuz ?

Örümcekler ağa takılan avın nasıl bir av olduğunu anlamak için ağlarının titreştirerek elde ettikleri sese göre avın tipi hakkında bilgi toplarlar. İşte bu nedenle ağın yapısının titreşimlerinin uygun frekansta olabilmesi için tıpkı telli sazlarda olduğu gibi ayarlanmaları gerekir. Advanced Materials adlı dergide çıkan bir makalede bu konu incelenmiş ve ağ yapısının bu vibrasyonel özelliğinden faydalanarak oldukça hafif yapıda sensörlerin geliştirilebileceğini öngörmektedir.

Doğada yaratılmakta olan fiber yapıdaki materyallerin arasında en sağlam birkaç fiber yapıdan birisi olan örümcek ağlarının yeni keşfedilen diğer bir özelliği de Uloborus örümceklerinin ördükleri ağda bulundu.

Diğer örümceklerin ağ şeklinden farklı olarak adeta yünsü bir yapıda hafif dağınık görüntüde bir ağdır bu. Asıl daha ilginç olanı ise bu ağın elektrostatik özellikte olmasıdır. Elektrik yükü olan bu ağ yapısı adeta statik elektrik yüklü naylon veya benzeri sentetik materyallerin havadaki tüy benzeri hafif maddeleri elektrik yükleri sayesinde kendilerine çekmesinde olduğu gibi, örümceğin de avları bu ağa çekilerek kolayca yakalanır. Biology Letters adlı dergide 2015 yılında incelen bu konu ile de bilim dünyası bir kez daha örümcekler konusunda şaşırmış durumda.

Olağanüstü şekilde yaratılan yapısal özellikleri ve bilim adamları tarafından yeni yeni keşfedilen örümcekler bizi şaşırtmaya devam ederken, yeni materyallerin geliştirilmesi için de önemli bir ilham kaynağı oluyorlar.

Prof. Dr. Volkan Tuzcu – Zafer Dergisi

Apandis de Evrimi Yalanlıyor

Evrimcilerin kullandığı argümanlardan birisi de, kör barsak olarak da nitelendirilen apandisin evrim sürecinde gerilemiş ve lüzumsuz bir organ parçası olduğu fikridir. İlk insanların sadece yaprak yediğini sanan Darwin, apandisin o dönemlerde daha büyük ve faydalı bir organ olduğunu ve insan evrimleşince bunun küçüldüğünü ve faydasız bir çıkıntı olarak kaldığını iddia etmişti.

Son yıllardaki bazı araştırmalar, hem insanlarda hem de başka bazı hayvanlarda bulunan apandisin aslında çok kritik görevleri olduğunu ortaya çıkardı. ABD’de Duke Üniversitesi araştırmacı cerrahlarından Bill Parker, apandisin vücudumuzdaki faydalı bakteriler için depo görevi yaptığını ortaya çıkardı.

İnsan vücudunda yaklaşık 10 trilyon hücre vardır. Ancak bunun yaklaşık 10 katı mikroorganizma da vücudumuzda bulunur. Yani bu faydalı mikroplarla aramızda simbiyotik, karşılıklı faydalanma esasına dayanan, bir ilişki bir mevcuttur. Bu mikroplar, bizim enerjimizin bir kısmını kullanır, ama bunun karşılığında patojenik, yani zararlı mikropların ortamda çoğalmasına engel olur ve sağlığımız için faydalı bazı vitamin ve hormonları da üretirler. Yani kısacası bu faydalı mikroplar, bizim için çok önemli ihtiyaçlarımızı karşılamak için var edilmişlerdir.

İşte bu tür faydalı bakterilerin depolanma yeri olan apandis sadece insanlarda değil bazı hayvanlarda da bulunur.

Aralıklı olarak bu faydalı mikroplar apandisten salınırlar. Böylece zararlı mikropların ortama hâkim olmasına engel olunur. Bu bulgular son yıllarda ortaya çıkan ve ilk kez 2007 de Dr. Parker tarafından dile getirilen iddialardır. Daha sonraki araştırmacılar da Dr. Parker’ın, apandisin görevi ile ilgili çıkarımlarında haklı olduğunu gösteriyor.

Çok tehlikeli barsak enfeksiyonlarına yol açan C. difficile mikrobu ile barsak hastalığına yakalananlarda yapılan çalışmalar gösterdi ki, bu hastalar arasında apandisi olmayanların, yani ameliyatla apandisleri çıkarılmış olanların durumu, apandisi olanlara göre daha kötü oluyor. Bunlarda tedaviye rağmen C. difficile enfeksiyonunda tekrarlar 2 kat daha sık görülüyor. Çünkü apandisleri olan hastalar, buradan salınan faydalı mikropların faaliyeti ile daha iyi korunmuş oluyorlar. Görüldüğü gibi hiçbir şey boşuna yaratılmıyor.

Apandisin diğer önemli bir görevi de özellikle doğumdan hemen sonraki dönemde lenf organı, yani bağışıklık sistemi organı olarak işlev görmesidir. Bu minik bağırsak parçası, B lenfositlerinin ve bazı antikorların yapımında rol alır. Bağışıklık sistemine olan bu destek, gençlik ve erişkin yaşlardan itibaren gittikçe azalır.

Dolayısıyla bu bulgular apandisin faydasız bir evrim kalıntısı olmak bir yana, çok önemli vazifeleri olan bir organ parçası olduğunu gösteriyor.

Lüzumlu bir organ parçası olmasına rağmen apandisi iltihabi hastalık nedeni ile acilen alınması gereken hastaların da buna itiraz etmemeleri gerekiyor, çünkü apandisit de tehlikeli bir hastalık olduğundan öldürücü olabiliyor.

Fizikçilerin paralel evrenlerin muhtemel varlığını ve big bang’ten yola çıkarak bir yaratıcı olmasının şart olduğunu konuştukları bir devirde, anlaşılan o ki evrimci biyologların da biraz çağ atlamaları ve eski saplantılarından kurtulmaları gerekiyor.

20 . yüzyılın başlarında evrim safsatalarını destekleyebilmek için bazı biyologların insan vücudunda faydasız organ parçası bulma çabaları elbette sonuç vermedi. O zamanlar paratiroid bezinin bile faydasız olduğunu iddia eden bu zihniyettekiler, o zamanlar paratiroid hormonundan ve onun çok faydalı işlevlerinden henüz habersizdi. Anlaşılan o ki küçücük boyuyla apandis de evrimci biyologları hüsrana uğratmış durumda…

Prof. Dr. Volkan Tuzcu – Zafer Dergisi