Etiket arşivi: psikoloji

Tutarsızlıklarımızın Sebebi

Tutarsızlıklarımızın Sebebi

gemi dalga ile ilgili görsel sonucuİnsan, bir çok işleve sahip olan bir sistem demektir. Ama bu sistem o kadar çetrefillidir ki bir anı bir anını tutmamaktadır. On sekiz bin alem dürülmüş paket program olarak insan ismi verilen sisteme takılmıştır. Temsilde hata olmasın sistemin ana kartı insan; on sekiz bin alem ise paket programdır.

Bu sistem Nefis, Ruh ve Ene olmak üzere üç temele inkisam etmiştir. Bu sistemin işletiminde ise “muhtelif fehimler ve istidadlar..”[1] olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeple muhtelif hadisat ve vaziyetlerle içtimai ve şahsi hayatta karşılaşmakta ve aynı hadiseye farklı manalar ve tavırlar sergilemekteyiz.

Bu sistem o kadar karmaşıktır ki içinden çıkabilmek çok zordur. Sistemi çözemeyen insanlar ise farklı farklı olan haletlere, duygu ve hisler arasında ki tutarsızlıklara mana verememektedir. Sistemin analizi ve sentezini yapanlar ise tutarsızlık sergilememekteler. Şu zamanımızda insanın en büyük problemlerinin arasında tutarsızlık gelmektedir.

Sistemin karmaşık olduğuna dair;

“Cenab-ı Hak, insan nev’ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi kuvalarına, latifelerine, duygularına hadd konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidad verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.”[2] İnsanı sair mahlukattan ayıran farklardan birisi de kuvve ve latifelerine bir sınır çizilmemiş olmasıdır. Sair mahlukat ise bir yere kadar sınır çizilmiştir. Ama insanın Şeheviye, Gazabiye ve Akliyesine konmadığı için hem mahlukatın mümessili halifesi veya en alçağı da olabilecek bir sistemdir. Asansör gibi alt katlara da üst katlara da gidip gelmesi mümkündür. Şayet Rabbini tanımak gayretinde olursa mahlukatın mümessili olur. Veya bu istidat ve kabiliyetlerini dünyevi bir şeye de sarf etse onda da fani olabilir.

“insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış; fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvanatın kuvaları ve hissiyatları mahduddur, fıtrî bir kayıd altındadır. Halbuki insanın her kuvası, hadsiz bir mesafede cevelan eder gibi, gayr-ı mütenahî canibine gider. Çünki insan, Hâlık-ı Kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecellilerine bir âyine olduğu için, kuvalarına nihayetsiz bir istidad verilmiş.”[3] Cenab-ı Hakkın nice esma ve sıfatı olduğu malumdur. Bunları en güzel gösteren ise insan denilen sistem ayinesidir.

İnsanın sistemi o kadar mükemmeldir, o kadar harikadır ki şu surette tavsif edilmiştir. “İnsan cismen küçük, zaîf ve âciz olmakla beraber, hayvanattan addedildiği halde, pek yüksek bir ruhu taşıyor ve pek büyük bir istidada mâliktir ve hasredilmeyecek derecede meyilleri vardır ve gayr-ı mütenahî emeller sahibidir ve addedilemez fikirleri vardır ve gayr-ı mahdud şeheviye ve gazabiye gibi kuvveleri vardır ve öyle acaib bir yaratılışı vardır ki, sanki bütün enva’ ve âlemlere fihriste olarak yaratılmıştır.”[4]

Tabiki insanın backgroundu yani birikimleri, tecrübesinin nispeti insanın değerini gösterir. Adeta Background insanın mihengidir ne kadar değerlidir kalitesini gösterir. “Saadet-i ebediyeye işaret eden bürhanlardan biri de, insandaki gayr-ı mütenahî istidadlardır. Evet, Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidadlar var. Bu istidadların altında, hesaba gelmeyen kabiliyetler var. Ve bunlardan neş’et eden hadde gelmeyen meyiller var. Ve bunlardan husule gelen gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat var.”[5]

İnsanın ana kartında önemli bir yer olan ruhunda dercedilmiş olan nice istidatlar var. Yani üzerine düşülse o istidada layık bir surette çalışma yapılsa kabiliyete inkılab edecek olan kuvalar var. Herkeste doktor olmak istidadı vardır; ama kabiliyet yoktur. Yani o istidada layık çalışılırsa kabiliyet olur, meleke kesbeder. Bu kesbiyetten reşhalanan meyillerimiz var. Bu meyillerden katarat halinde olan fikirler ve düşünceler hasıl olmakta. Adeta insan bir okyanus meyiller, efkar ve tasavvurat, kuva ve istidatlar ise o okyanustan kaynağını alan açık havza gibidir.

“İnsanın ne kadar hüsünperver ve zevkperest ve zînete meftun ve cemale müştak duyguları ve hasseleri ve kuvaları ve latifeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes’ud edecek, maddî ve manevî her nevi zînet ve hüsn-ü cemal…”[6] demek ki insanın bu kuvaları maddi ve manevi güzelliğe sahip olan her şeyle alakadardır ve onlardan beslenmektedir.

“Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’s-ül malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır.”[7]

 “iman, Şems-i Ezelî’den ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi; saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltı ile, vicdanında bulunan bütün emel ve istidadlarının tohumları, bir şecere-i tûbâ gibi neşv ü nemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.”[8]

“zaman-ı saadetten evvel insan âleminin ihtiva ettiği ümmetler, milletler arasında maddeten ve manen, istidaden ve terbiyeten pek muhtelif ve geniş mesafeler vardı. Bunun içindi ki, terbiye-i vâhide ve davet-i münferide kâfi gelmiyordu. Vakta ki, âlem-i insaniyet zaman-ı saadetin şems-i saadetiyle uyandı ve müdavele-i efkâr ile, an’anelerinin terkiyle, tebdiliyle ve kavimlerin birbirine ihtilatlarıyla ittihada meyil gösterdi ve aralarında münakale ve muhabere başladı; hattâ Küre-i Arz bir memleket, belki bir vilayet, belki bir köy gibi oldu; bir davet ve bir nübüvvet umum insanlara kâfi görüldü.”[9]

İşte, insan denen sistemin kısımlarını tesis eden istidad ve kuvalar ve kabiliyet ve latifeler ise üzerinde tek tek durulup analiz, sentez ve tahlil edilerek laakal kendi sistemimizin tez-antitez-sentezini en bariz net hale gelene dek yapabiliriz.

Bir insan ne kadar malumat elde ederse etsin bu malumatı tatbik etmediği müddetçe hayatının sentezini yapamadığı müddetçe bu malumat ilme inkılab edemez. İlme inkılab etmeyen malumat ise insanı ifrat ve tefrit gayyalarına kapılmaktan kurtaramaz. Çünkü malumat insanın enaniyetini kamçılar, havalandırır ve tekebbüre yuvarlar, ifrat kapısını açar. Bu kapıdan geçtiğinin farkına da varamaz. Vardığında ise artık bor’un pazarı geçmiş olur.“Ehl-i dikkat nazarında, za’fı gösteren tekebbür[10] ise, özelde insan genelde topluma çok vahim neticeler doğurmuştur. İnsanın zaaf sahibi olduğunun en bariz alameti tekebbürden başka bir şey değildir.

  Tekebbür eden kimselere bakıldığında kendisini adeta kainatta ne kadar ulum varsa hepsi kendisinde tecelli ve cem olmuş gibi bir tavır takındığı görülmektedir. Mütekebbir insanın hali o kadar vahimdir ki herkesten saygı ve hürmet beklentisi içerisindedir. Bu ise manen zillet ve minnete sebeptir. Bu kibir ve gururları sebebiyle adeta kendisini kusursuz zannedip, kendisinden maada herkesi esfel-i safilinde görmeye sebeptir.

“Havastaki meziyet, filhakika sebebdir tevazu’, mahviyete. Olmuş maatteessüf sebeb tahakküme,

 Tekebbüre hem illet. Fakirlerdeki aczi, âmilerdeki fakrı filhakika sebebdir ihsan ve merhamete.”[11]

  “Men arefe nefse, fe gad arefe rabbe” sırrına eren kimseler kalb ve ruhun mezciyle malumatlarını ilme inkılab ettirmesiyle amil sıfatına haiz olur. Amil olanlar tevazu ve mahviyet sahibidir. Şayet amil zannolunan birisi beklenti içerisindeyse saygı, hürmet, alaka gibi o kimsenin amil olmadığına tam delildir.“Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”[12] Şayet büyük zannolunan birisi kendisine hürmet istiyorsa o kimse büyük filan değildir. Çünkü malumatı onun enesini kene yapmış ve ene enaniyete inkılab edip bu insanı havalandırmış bu havalanmak sebebiyle yüksek görünmüştür. Aslı bir balon gibidir. Bir iğne ile büyüklüğü gider havası söner. Hadisat-ı alem şahittir.

  Manevi hizmetlerde olmazsa olmaz olan şey tevazu ve mahviyettir. Bunlar insanın backgroundunda olmazsa hizmet denen şey şahsın hevasına ve hevesine hizmet olur. Hakka hizmet zannolunan o hizmet aslen ama batıla hizmet veya hezimete sebep olmaktadır.

   Bu beklenti şahısi olduğu gibi kutsal addedilen bir zümreye de olabilir. Kendilerine bir kulp takıp bilmem ne heyeti bilmem ne zümresi bilmem ne istişaresi meşvereti diye de karşımıza çıkabilir. Mütekebbir bir heyet olabilir.

   Bu beklentiye malik olanlar ister şahıs ister zümre olsun insanları hakka yaklaştırmak yerine uzaklaştırmaktadır, tiksindirmektedir.

   Hani ashab-ı güzinden Muaz Bin Cebel demiş: “ey iman edenler gelin bir saat iman edelim.” Tıpkı bunun gibi ey ahir zaman insanı gelin bir saat sistemimizi çözmek için elden gelen gayreti sarf edelim ki rahat edelim ve bu sayede tutarsızlık sergilememiş olalım.

            Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.Org


[1] İşarat-ül İ’caz ( 40 )

[2] Lem’alar ( 171 )

[3] Mektubat ( 332 )

[4] İşarat-ül İ’caz ( 85 )

[5] İşarat-ül İ’caz ( 55 )

[6] Sözler ( 501 )

[7] İşarat-ül İ’caz ( 13 )

[8] İşarat-ül İ’caz ( 42 )

[9] İşarat-ül İ’caz ( 52 )

[10] Sözler ( 315 )

[11] Sözler ( 708 )

[12] Münazarat ( 24 )

Dört Dörtlük İnsan Nasıl Olunur?

Hemen bu başlığı görünce zannedilmesin ki elimizde sihirli bir formül var. Hayal kırıklığına uğratmak istemem ama kesinlikle öyle bir formül yok elimizde. Ama bu başlığı atarken amacım bazı kadim bilgileri sizlerle paylaşmak.

Eskiler, dört dörtlük insan derken 4 unsurun ve 4 karşımın bir kişide dengeli dağılmasını kastediyorlardı. Bu 4 unsura anasırı erba derlerdi. Bunlar; hava, su, toprak ve ateştir. 4 Karışım yani hılt ise; kan, sevda, sarı safra ve balgam idi. Bunlar kadim bilgilerdir. İşte bu 4 unsur ve 4 karışım bir insanda dengeli bir biçimde dağıldı mı o kişiye 4*4 insan denirdi.

Tabi kendine göre bir takım ölçü aletleri ve birimleri vardı. Örneğin; bir insanda toprak unsuru ve sevda karışımı çaprazlama olarak ağırlıkta ise o kişide hafif melankolik hal söz konusudur. Veyahut ateş unsuru ve kan karışımı baskın ise bu kişinin öfkeli olma hali söz konusudur. Tabi bütün bunlar belirli bir dönemde geliştirilmiş insanı anlama tanıma şemalarıdır. Bu bilgilerin bir çoğu bugün unutulmuş dahası günümüz modern biliminin dışında tutulmuştur.

Oysa ki psikolojinin kendisi bizatihi problemli bir alandır. Çünkü özellikle Amerika da psikolojinin bir bilim olup olmadığı son yıllarda oldukça tartışmalı bir konu halini almıştır. Zaten pratik hayatta insan sorunlarına çözüm üretemediği sürece insanlar zaten alternatif yollara yönelerek psikolojinin işlevselliğini düşürmeye başlamışlardır.

Tekrar kadim bilgilere dönecek olursak; belli bir dönemde oluşturulmuş şemalar, donuk olarak her dönemde aynen kalamaz. Bu ilerleme ve değişme fikrine aykırıdır zaten. Kadim dönemde dünya evrenin merkezinde, insan ise; bu dünyanın merkezinde bir konum alarak evreninde merkezinde idi. Lakin modern bilim dünyayı güneş sisteminin herhangi bir parçası yaparak insanı da o parçanın da içinde küçük bir birim olarak ele almaktadır. Doğaya, dünyaya, evrene ve de insana bakış böyle radikal bir biçimde değişmiştir. Her değişim ardında bir bilgi paradigması oluşturduğuna göre ise, bu bilgi türü de modern insan kavramını oluşturmuştur.

Buna bir örnek teşkil edecek bir biçimde; kadim dönemde doğa; değiştirilmesi gereken bir şey değil, anlanması gereken bir şey olduğundan doğayı değiştirme/dönüştürme fikride söz konusu değildi. Ama ne zaman ki doğa; anlanması gereken bir şey değilde, değiştirilmesi/dönüştürülmesi gereken bir şey halini almıştır; işte o zaman doğaya müdahele ile başlayan sonra çevre felaketleri denilen sonuçlar ile yüz yüze gelmişizdir. Bakış açısındaki bu değişimden insan da nasibini almıştır. İnsan anlaşılması gereken bir varlık değil, sürekli değişmesi ve dönüşmesi gereken bir canlı halini almıştır.

Kişisel gelişim seminerleri/eğitimleri bunun sonucunda ortaya çıkmış akımlardan birisidir. Değişme fikri günümüzde o kadar alıcısı olan ve ön plana çıkmış bir kavram ki; değişerek sürekli ilerleneceği fikri artık insanların zihinlerine kazınmıştır. Dolaysıyla evrim teorisinin de desteğiyle insan birilerinin amaçları doğrultusunda sürekli evrim geçiren bir varlık daha doğru ifadeyle canlı haline gelmiştir. Bunlar bazılarına çok spekülatif gelebilir ama özellikle tüketim kültüründe insanın tüketebilmesi için bu fikri alt yapının hazır olması gerekir. Başta da dediğimiz gibi her değişim bir bilgi paradigmasına dayanır. Önemli olan bu bilgiyi kim, nasıl ve niçin üretiyor, sorusuna cevap verebilmektir.

            Oysa ki değişim, insanı; insan olma sürecinden uzaklaştırmamalıdır. Bugün ki anlamda değişim; insanı, insan olma sürecinden maalesef uzaklaştırmıştır. Kadim dönemde insan bilginin nesnesi değil bilakis öznesi konumunda idi. Oysa şu an insan, bilginin nesnesi konumundadır.

            Yani bilgi amaç, insan ise; bu amacın tam göbeğindeki değişime ve dönüşüme muhtaç nesne konumundadır. Bu fikri arka plan siyasi ve uluslararası arenada; demokrasi kılığında insanları medenileştirme projeleri çerçevesinde; ırakta, Afganistanda, Filistinde bomba olarak yansımaktadır. Çünkü modern bilimin kurucusu Batı dünyası için batı dışı toplumları kendi amaçları doğrultusunda kendi ürettikleri bilgiler ışığında, değiştirilmeye/dönüştürülmeye/ehlileştirilmeye muhtaç nesnelerdir evet nesnedir, insan değildir artık. Söylediklerim çok karmaşık gibi gözükse de aslında temel fikir; insanın nasılda özne olmaktan çıkıp, nesneleştiğinin fikri arka planına vurgu yapmaktır.

            İnsan bir kere doğadaki herhangi bir nesne gibi ele alındıktan sonra, onun Yaratılmışların en şereflisi olma konumu elinden alınmış oluyor. Şimdi sormak lazım hangi insan daha insan ya da daha hür; bilginin konusu, nesnesi olmuş olan insan mı yoksa Yaratılmışların en şereflisi olan insan mı? Kararı akıllarınıza ve vicdanlarınıza bırakıyorum.

Aykut Karahan

cocukaile.net

Kendini Kötü mü Hissediyorsun?

Kendini Kötü mü Hissediyorsun?

 

İnsan on sekiz bin alemin gelip geçtiği ve ziyâret ettiği ve kesiştiği bir kavşak noktası hükmündedir. Bu âlemler ise bir biri ile farklıdır. Bu fark sebebi iledir ki insanın bir ânı bir ânını, bir düşüncesi bir düşüncesini, bir hayâli bir hayâlini.. tutmamaktadır.

 

Bizim alâkadar olduğumuz ve ilgilendiğimiz her şey ise bu alemlerden birisine gitmektedir. Bir nevi biz o şeyle alakadar olarak o şeyi alemimize alıyoruz ve ona muvafık olan otobüs gelene dek durakta beklemeye davet ediyoruz. Yani bir nevi bilet kesip, davetiye gönderiyoruz.

 

Malumdur ki yolcusu olmayan durakta otobüs durmaz. O halde bizlerin hangi otobüse göre yolcu alacağımıza dikkat etmeliyiz. Bitki hücresinde var olan hücre duvarı nasıl seçici geçirgenlik hâsiyetini gösteriyorsa, bizler de şuur duvarı ile seçici geçirgenlik göstermeliyiz. Şâyet şuursuzluk gösterip her gelene “geç!” deyip terminale çevirirsek dimağımızı/kafamızı tarumar olamamak elden gelmez. Bir nevi terminâl gibi olan insan hayatında her hâdise her düşünce her hayâl ve düşünce insanı tesiri altına almaktadır.

 

Her şeyin bir sistemi bir işlevselliği vardır. Yerinde kullanılmazsa hem işlevine göre kullanılmamış hemde yapmak istediğimiz ğayemize ulaşamayız. Mesela diş macunu göze sürülmez, acı biber tatlının içine koyulmaz.

 

O hâlde On Sekiz Bin Âlem kadar trafiği olan bu kesişme noktası ve kavşağı olan insan doğru şeylerle alakadar olmalıdır. Doğru şeyle alakâdar olmak bir şeyi işlevselliğine göre kullanmaktır. Bulaşık makinasında çamaşır, çamaşır makinasında bulaşık yıkanmaz. Yıkamayı denerse hem makine hemde yıkamak istediklerimiz zarar gördüğünü göreceğiz.

 

Şâyet bizler de doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişilerle beraber olmazsak yanlış yaparız. Yer ve zaman doğru ama kişiler yanlış olursa yaptığımız doğru değil yanlış olur. Bir şeyin doğru olabilmesi ise tüm şartların doğru olmasından geçmektedir.

 

Bu şartlar yerine gelmemişse şâyet, kendimizi kötü hissederiz. Kendimizi kötü hissediyorsak doğru şeylerle meşgul olmuyoruz demektir.

 

Bunu neticesinde ise insanda kabz ve bast hâleti insanda tezahür eder. Bu hâletleri bizler alemimize aldığımız şeye göre değişmektedir. Tabir-i aherle her şeyi kendimiz yapıyoruz sonra meyvesinden şikayet ediyoruz. “Emn ü ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf u reca müvâzenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri, celâl ve cemâl tecellisinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatça medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.” [1]

 

     o hâlde bizler “celâl ve cemâl tecellisi” [2] ni kendimiz seçiyoruz. Celâlî isimlerin insanda tecelli etmesi ile insanda daralmalar ve bunalımlar ve bir nevi adem alemlerinin keşif kolları öncü birliklerinin eserleri görünmektedir ki psikolojij bozukluklar bunlardan kaynaklanmaktadır. Kahhar, müntakim, celal.. gibi isimlerin tecelli etmesidir. Yani bu isimlerin müşterileri gelmiş otobüsünü beklemektedir. Bu hâlin meşhur neticesi Agresifliktir.

 

Cemâlî isimlerin tecellisi ile insanda neşe, keyif her şeyden mutluluk duyma gibi hâller insanda görülmektedir. Âdeta eline taş alsa onda bile mutlu olacak neşelenecek bir şey bulabiliyor. Cemil, vedud, şefik.. gibi isimler insanda tecelli etmektedir. Bu hâlin meşhur neticesi relakstır.

 

            “Dimağda meratib var: tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, izan, iltizam, itikad”[3] olmak üzere insan zihninin mertebeleri vardır. Şayet doğru şeylerle meşgul olmuyorsa bu birimleri birbiri ile karıştırır ve bloke olur. işlevselliğini yitirir. işlevini kaybeden birimlerde ise iş yapılamaz hâl’e gelir ve o dimağ/zihin/insan çöker. Elindeki silahını kendisine çevirir.

 

  Hülasa-i Kelam: kendini kötü hissediyorsan, doğru şeylerle meşgul olmuyorsun demektir.

 

Rabbim Doğru Şeylerle Meşgul Olan kimselerden eylesin bizleri inşeallah.

 

     Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] / 2 Kastamonu Lahikası ( 8 )

[3] Sözler ( 706 )

 

 

www.NurNet.Org

Asıl Cesaret

Her dönemde öne çıkan bazı değerler oluyor ve biz her şeyin onlardan ibaret bulunduğu şeklindeki hatayı, çeşitli farklarla fakat aynı mantıkla her dönemde yapıyoruz. Hiç değişmiyor bu. En son Tanzimat’tan beri aynıyız. “Devlet de hatalar yaptı”. Tamam, kabul. Fakat her şeyi devletin hatası olarak göstermek abartısı farz mıdır? Sol-sağ kavgasında provokasyon vardı. Tamam vardı. Peki, başka şey yok muydu? Olaylara karışanlar kuzu muydu, melek miydi? Hakikaten hayret edilecek bir haldir. Okumada terkip yapamıyoruz ki, analizlerimiz işe yarasın. Eksik verilerle dar alanda analiz ne ifade edecek?

Eylem yapan solcularda da sağcılarda da basiretsizlik vardı. İki taraf da şiddete meyilliydi ve düşünmüyorlardı. Bu gerçeği niçin görmezlikten gelelim? Kışkırtıyorlarsa, aklını kullan kışkırma kardeşim! Kocaman adam olmuşsun. Cebir geometri biliyorsun, edebiyat biliyorsun, sosyal biliyorsun. Ne kadar okumasan, mecburen yine okumuşsun. Apaçık şeyleri nasıl göremiyorsun? Niçin biraz düşünmüyorsun? Sen düzen yıkıp düzen kuracak yaşta ve başta mısın? Herhangi bir darbe olsa ülkeyi size mi yönettirecekler? Önce sizi toplayacaklar, hizaya getirecekler. Açık değil miydi bunlar?

Pozitivist ve ateist geleneğe kaba saba bağlılık gösteren şiddetten darbeden devrimden yana bir sol moda oldu, hiç düşünmeden birileri bunun peşine moda aşkına sarıldı, buna karşı da, bir şiddet tepkisi ideoloji meydana getirildi; millet bunları sadece hayretle seyretti. Bu fırtınanın geçmesi için 20 yıl bekledik. 1950’lerde olmayan şeyler 1960’larda birdenbire nasıl var oldu? Böyle bir sosyolojik süreç olur mu? Böyle gelen, geldiği gibi gider. Hiçbir birikim artısı ve izi bırakmadan, sadece hasar bırakarak… Hâlbuki aklı başında bir sol olabilirdi, aklı başında bir milli-manevi-muhafazakâr bir toparlanma onun yanı sıra gelişebilirdi. 80’li yıllarda ders aldık ama, hep tepki dersleri aldık. “Okur-yazar-düşünür-hisseder” olmamızda doğru dürüst gelişmeler yaşanmadı. Bankerler faslını hatırlayın; millet faiz bile değil, tefeci kuyruğuna girdi! Yüzde yüz, yüz elli dağıtacak olanların peşine takıldı! Dün sokağa çıkamıyorduk, ardından da böyle olduk. Uyduruk ideolojiler yerini depolitizasyon sürüklenmelerine bıraktı.

Uzatmayalım, uzatırsak tadı kaçacak. Tehlikeler de tepkileri de, iyileşmeler de faydaları da, modacı abartılara maruz bırakılıyor. Bir dönem bile itidale misafir olamıyoruz! Şöyle aklı başında, dengeli, istikametli, huzurlu, tedbirli, düşünceli, verimli bir hayatımız olamıyor. İyiye gidişlerimiz bile, akıl almaz falsolarla ve ihmallerle dolu. Bizim dünyamız böyle dönüyor.  Menderes döneminde de, yapılmaması gereken bazı şeyler yapıldı. Hiç lüzumu yoktu. Kırşehir’i ilçe yapmak neyin nesiydi? Olacak şey miydi? Misal olarak söylüyorum, başka şeyler de vardı. Demirel, “41’lerin ayrılışı benim hatamdır, isteseydim idare ederdim” dedi. Özal, “Siyasi yasakları savunmam hataydı. Haklarını ben vermeliydim” itirafında bulundu. Peki, bunlar niçin oluyor? Tabir caizse, rüzgâra kapılmaktan. Zaten moda rüzgârı da nefsaniyet rüzgârıdır. İfrat yazılar ve sözler, cesaretten değil, modadan haz duyan nefsimizdendir. Dikkat edin, bu yazıların ve sözlerin hepsi modanın akıntısı ve rüzgârı yönündedir.

Asıl cesaret isteyen itidal duruşudur, özeleştiridir, nefsini yenmektir, otokontroldür, şaha kalkmış ve öfkeye heyecana kapılmışken de haksızlık ve hata yapmama basiretidir. Zor olan, cesaret isteyen budur. Modaya akıntıya, sürüklenişe, fırtınaya karşı kişilik direnci gösterebilmektir. Özel sorumluluklar taşıyorken, başarılı işler yapmanın gururu içindeyken, hata yapmama duyarlılığı daha da artmalıdır. Çünkü o zaman nefsanî rüzgârlar da esmeye başlar. Mesela arabayla sürat yaparken cesaret gaza daha çok basmak değil, o psikolojiden kurtulup muhtemel riskleri ve tedbirlerini düşünebilmektir. Öbür türlüsü bir nevi sarhoşluktur, kendini salmaktır. Sarhoşluğun verdiği cesaret tehlikeyi unutma gafletinden ibarettir. Realiteye toslayıp ayılınca korkudan titremeye başlarsın.

Ahmet Selim
Fotograf : Flickr Doganu

Risale-i Nur Işığında Günahkar Psikolojisi

Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır. (Bediüzzaman said Nursi)

Dahaki önceki bir yazımızda kendi gözlemlerimiz neticesindeki bilgilerden faydalanarak günahkar psikolojisini araştırmıştık. Bu yazımızda ise aynı konuyu farklı boyutlarıyla, Risale-i Nur ışığında inceleyeceğiz.

Günah ,Risale-i Nur Külliyatı’nın farklı bölümlerinde, farklı yönleriyle incelenmiş bir konudur. Bu bölümlerden birisi de 2. Lem’a’dır. Bu bölümde Bediüzzman, Hazreti Eyyüb’un başına gelen musibetlerden bahseder. Başından geçenleri kısaca anlattıktan sonra, bizler için bu kıssadan çıkarmamız gereken derslere şöyle ilginç bir giriş yapar:

Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın zâhirî yara hastalıklarının mukabili bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyub’dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz.

Hazreti Eyyüb’un yıllarca yara bere içinde yaşadığını, hatta bu yaralar neticesinde ortaya çıkan kurtların kalbine ve diline ulaştığını düşündüğümüzde, durumumuzun daha iyi farkına varabiliriz, zira Bediüzzaman’a göre bizler daha yaralı durumdayız. Bunun sebebini ise bir sonraki cümlede açıklar:

Çünkü işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdid ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor.

Evet, Eyyüp (a.s.m) yaraları neticesinde geçici olan dünya hayatı tehdit altındaydı. Bizlerin ise, sonsuz olan ahiret hayatı tehdit altındadır. İşlediğimiz herbir günahı bu boyutuyla düşünmemiz gerekir.

Üstad Hazretleri çok önemli bir konuya daha değinmektedir. İşlediğimiz günahların meydana getireceği en vahim sonuçtan bahsetmektedir:

(…)günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”

İtiraf etmeli ki, ilk bakışta çok abartılı gelen bir cümledir bu. İşlediğimiz günahların, imanımıza bu derece zarar verebileceğini ve hatta (Allah korusun) imanımızı kaybetmemize sebep olabileceği düşüncesi akıldan uzak bir ihtimal gibi gözükmektedir.

Ama Risale-i Nur’un her yerinde olduğu gibi ,Bediüzzaman hazretleri, yaptığı tespitleri örnekleriyle birlikte ispatlamaktadır.

Mesela bir günahı işleyen insan, diğer insanların bu günahtan haberdar olmalarından rahatsız olur ve utanır. Kalbinde iman nuru bulunan her insan böylesi bir durumdan çekinir, çünkü yaptığının bir hata olduğunu bilmektedir. İnsanlardan, işlediği günahı gizleyebilir, ama sağında ve solunda amellerini yazmakta olan meleklerin varlığını bilir. Her ’inançlı günahkarın’ çekindiği bu durumda nefis devreye girer ve varlığı kişi için çok ağır bir yük olan meleklerin varlığını inkar ettirir .Zira işlenilen günahların yükünden tevbe haricinde başka bir kurtuluş yolu yoktur.

Başka bir örnek olarak, Cehennemi inkar etme fikrini verir Bediüzzaman. İşlediği günahın gerektirdiği cezayı düşünen bir kişi nasıl rahat edebilir?  Bütün hücrelerinde hissettiği bu sıkıntıdan kurtulmalıdır. Kurtuluşun tek çaresi olarak nefis, Cehennemi inkar fikrini sunar. Çok cazip bir teklif! Ceza çekilecek bir yer olmayınca, günah işledikten sonra içimiz rahat olacak!

Veya farz ibadetlerini yapmayan, kulluk vazifesini yerine getirmeyen her imanlı insanın kalbinde bir sıkıntı belirir. İçten içe ’keşke böyle bir vazife bulunmasaydı’ diye şikayet eder. Bu şikayetle birlikte kalbine farketmeden, ona bu kulluk vazifesini yükleyen Allah’a karşı düşmanlık tohumu ekmektedir. Bu tohum, kulluğunda gösterdiği her tembellikle sünbüllenir.

Eğer bu örneklerden sonra da bu söylenilenleri abartılı buluyorsanız, bilin ki bu da nefistendir. İç alemimizden meydana gelen bu düşünceler, belirli bir süreçten sonra bizleri tamamen gaflet uykusuna itebilir. Bunu şöyle bir örnekle daha iyi anlayabiliriz:

İmanlı kalpleri beyaz bir kağıda benzetecek olursak, günahlarımızı da siyah noktalara benzetebiliriz. Bu noktalar arttıkça mevcut beyazlık(iman) azalacaktır ki(Allah korusun), bu imanın kalpten tamamen çıkması anlamına gelir. Bir anda o noktalar kalbi karartmayacağı için, çoğu kez karardığının da farkına varamayabiliriz.

İşlenen her günah bu boyutlarıyla düşünmeli ve beraberinde getireceği vahim neticeler iyi bilinmeli. Günahların hafife alındığı bir zamanda, bilinçli olmalı ve işlediğimiz günahlara da acilen tevbe etmeliyiz. Tevbe konusunu diğer bir yazımızda inceleyeceğimiz için bu kadarla yetiniyor ve Bediüzzaman’ın aynı bölümde geçen şu sözleriyle bitiriyoruz:

O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevi yılan olarak kalbi ısırıyor.

Hüseyin Tuğrul
h.tugrul92@gmail.com
(İ.D.T.T)

www.NurNet.org