Etiket arşivi: Raif Öztürk

Asli Vazifeyi İhmalin Acı Bedeli?

Uzun yıllar önce arz etmiştim, ancak önemi nedeniyle bugün tekrar mütalaa edeceğiz.

Çok ciddi bir teknik araştırma nedeniyle Japonya’ya girmiştim. Beni görevlendiren şirketim bana öyle vazifeler verdi ki, bir aylık bir zamana sığdırmak için azami gayret gerekiyordu. Uykularımdan kıstım, istirahatimden kestim, ziyaretlerimden kıstım ve tüm gayretlerime rağmen çok az kusurlarla başarıya ulaştım. Şirketimden verilen başarı ikramiyesi ile o yıllarda bir çamaşır makinası ve buzdolabı alabilmiştim. Şayet böylesine azami gayret göstermeseydim, Japonya’daki o harika güzelliklerden istifadeye ağırlık verseydim, bir başka ifadeyle “asli vazifemi İHMAL etseydim”, dönüşte halim nice olabilirdi? Biraz düşününüz…

Bir başka örnek: Bir gurup sivil polis başka bir bölgeye görevli gidiyorlar. “İlk öğrenmeleri gereken nedir?” ..Diye sorulsa, “oraya hangi maksatla veya hangi görevle gittiklerini, çok net öğrenmektir denilecektir. Elbette çok doğru…

Gurbete, herhangi bir maksatla giden polis, asker, öğretmen, Doktor, Öğretim Üyesi, teknisyen, her kim olursa olsun, her biri öncelikle kendilerine (hiçbir şey söylenmemiş bile olsa) ilk işi “kendisine verilen asli görevi öğrenmek” olacaktır. Akıl, vicdan ve mantık bunu gerektiriyor. Aksine davrananlar, yani vazifelerini tam öğrenmeyenler, mesela hakim olarak gittiyse ticaretle-emlakçılıkla uğraşanlar veya görevlerini ihmal edenler ise çok ciddi hesap verirler ve mutlaka cezalandırılırlar. Halk tarafından da kınanırlar, dışlanırlar ve tahkir edilirler. Onlara verilen bu kadar değere, harcıraha ve masrafa üzülürler…

Fakat maalesef, şu fani dünyada görüyoruz ki:

·        Her birimiz şu dünyaya böylesine, hatta çok çok daha önemli gaye ve maksatlarla gönderildiğimiz haldeacaba bu gaye ve görevlerimizi niçin hiç merak etmiyoruz?

·        50 000 Senelik berzah (kabir, haşir, sırat, mahkeme-i kübra v.b.) hayatımız ve SONSUZ Ahiret hayatımız için, şu kısacık ömrümüzde nasıl hazırlık yapmamız gerektiğini, acaba niçin hiç merak etmiyoruz?

·        Dünya hayatında bulduğumuz sınırsız güzelliklere dalıp, din görevlileri tarafından bizlere yapılan ikazlara, keyfimiz kaçmasın diye kulak tıkamıyor muyuz?…

·        Bize verilen ömür süresini çok uzun zannediyoruz. Necip Fazıl’ın “Dün geçti bugünü düşünüyorum, yarın var mı? Gençliğine güvenme, ölenler hep ihtiyar mı?” ..şeklindeki ikazını bile hiç değerlendiremiyoruz.

Kimimiz bu minval üzere, hiçbir hazırlık yapamadan, ya bir kaza, ya bir kalp krizi, beyin kanaması veya kör bir kurşun ile ahirete ELİ BOŞ bir şekilde dönüveriyoruz.

Bakınız Kur’an bizlere, ibret için ve mutlak uyanmamız için, acı akıbetimizi de haber veriyor: Bir görseydin o suçluları; Rab’lerinin huzurunda, mahcupluktan başları önlerine eğilmiş şöyle derken: “Gördük, işittik ya Rabbena! Ne olur bizi dünyaya tekrar bir gönder! Öyle güzel, makbul işler yaparız ki! Çünkü gerçeği kesin olarak biliyoruz artık!” ..diye yalvardıklarını…(..Bir görseydin!) [Bkz. Secde Suresi 12. Ayet]

Mü’minun Suresi, 99-100. Ayetlerde ise: Ahireti inkar edenlerden birine ölüm gelip çatınca, işte o zaman: “Ya Rabbi!” der, “ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip iyi işler yapayım.” ..Hayır, hayır! Bu onun söylediği manasız bir sözdür. Çünkü dünyadan ayrılanların önünde, artık, diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.

Fatır Suresi, 37. Ayet: Onlar orada (Cehennemde) imdat istemek için şöyle feryat ederler. “Ey Ulu Rabbimiz! Ne olur, çıkar bizi buradan, dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan başka, güzel ve makbul işler yapalım!” Allah onlara şöyle buyurur: “Biz, size, düşünüp ibret alacak, GERÇEKLERİ görecek kimsenin düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size peygamber de gelip uyardı. Öyleyse tadın azabı! Zalimlerin hiç bir yardımcısı yoktur!”

Evet, saygıdeğer dostlarım. Daha birçok ayetlerle bildirilen bu dehşetli istikbal ve bu acı akıbet ile karşılaşmamamız için, Yüce Rabbimiz bizlere merhameten, Kainatın en DOĞRU SÖZLÜSÜ (s.a.v.) olan Hz. Muhammed’e bunları söylettiriyorElimize Kur’an-ı Kerim gibi şaşmaz bir KILAVUZ veriyor. Yine de dünya meşguliyetlerine dalıp, bu gerçekleri ihmal etmeyelim diye, her asırda İslam alimleri, din mücedditleri ve Bediüzzamanlar görevlendiriyor. Bütün bunlara rağmen GAFLETTE ISRAR, bizlere hiç yakışmaz…

·        Çünkü; Gaflette ısrar edene, ZİLLET müstahak olur. (2×2=4)

Düştüğümüz vartanın en acı ve vahim tarafını Zuhruf Suresi, 37. Ayet, çok açık bir şekilde bizlere anlatıyor: “Bu şeytanlar onları doğru yoldan çıkarırlar, ama onlar kendilerinin hala doğru yolda olduklarını sanırlar.” Gaflette ısrarın en makul sebebi de herhalde budur…

Bu nedenledir ki, Şeytanın bu vartasına düşenler, kolay kolay gafletten kurtulamazlar. Çünkü; Hz. Ömer’in buyurduğu gibi “İnandığınız gibi yaşamazsanız eğer, YAŞADIĞINIZ GİBİ İNANMAYA BAŞLARSINIZ.”

·        ..Sonra da, doğru ikazları bile ciddiye almaz, ömürlerimiz birtakım oyalanmalarla, asli vazifelerimizi öğrenemeden veya uygulayamadan GEÇÊER-GİDER…

Yüce Rabbim bizleri gafletten uyararak, SIRAT-I MÜSTEKİYMİNDE muvaffak kılsın. Amin…

Varta Çok tehlikeli durum, ölümcül uçurum, korkunç tuzak

A. Raif Öztürk

Kısıtlanan Özgürlükler ve BİZLER

Bediüzzaman Hz. “İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar.” ..Buyuruyor.
 
Çeşitli lügatlerdeki özgürlük tanımlaması şöyle yapılıyor: 
 
1. Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbesti.
 
2. Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu, hürriyet. 
 
3. Bağlı ve bağımlı olmama, dış etkilerden (etkenlerden) bağımsız olma, engellenmemiş ve zorlanmamış olma halidir. 
 
•Evet, tanımlama böyle fakat: Özgürlükler, başkalarının özgürlükleri ile mutlaka sınırlı olmalıdır. Bunun aksi, anarşi ve kargaşa demektir… 
 
Mutlak özgürlüğün zıddı ANARŞİ olduğuna göre, anarşinin tarifine de bir bakalım. 
 
Anarşizm:  Her şartta her türlü otoriteyi reddetmektir. Yani, kişinin kendisini tam özgür zannetmesi, tam hür olduğunu sanmasıdır…
 
Kısaca hakiki anlamda özgürlük: İnsanların, hiçbir insana ve canlıya zarar vermeden, İlahi prensiplere tam uyarak, dilediği her şeyi yapabilmesine özgürlük denir…
 
Bu önemli konuyu incelemeyi, irdelemeyi ve enine boyuna tahlil etmeyi uzun zamandan beri düşünüyordum. Bugün ele almamın çok önemli bir sebebi var, şöyle ki: 
 
Geçtiğimiz hafta sonu; Sinema, sahne sanatları, edebiyat ve diksiyon gibi özel dersler veren, aktör, yönetmen ve seslendirme sanatçısı olan entelektüel bir arkadaşım ile karşılaştım.
 
Uzun zamandan beri görüşemediğimiz için hasret giderdikten sonra, ülkemizdeki karmaşık olayları, meşru bir iktidara karşı kurulan sinsi darbe tuzaklarını, dehşetli fitneleri konuştuk.
 
Özel ilgi alanı sosyopolitik olması vesilesiyle, kendisinden önemli fikirler ve tespitler çıkacağını tahmin ediyor ve bekliyordum. O arkadaşımın, özgürlüklerle ilgili şu anekdotu ilgimi çok çektiği için, bugün bu konuyu ön sıraya almış oldum. 
 
•Kendi ifadelerini aynen arz ediyorum:
 
[“Öğrencilerimin içinde radikal görüşlere sahip ve kendilerini özgürlükçü olarak tanımlayan Anadolu’nun dört bir yanından gençler var. 30 Marttan önceydi. Seçim atmosferinde olduğumuz için yanıma geldiler ve bana: 
 
Ülke elden gidiyor Hocam, siz ne diyorsunuz? ..diye sordular.
 
Ben; “..doğru, ülke elden gidiyor ama sizin ya da benim değil, bu ülkeyi gerçek sahiplerine rağmen ve onlara karşı yöneten, küçük bir zümrenin elinden gidiyor” diye cevapladım.
 
İyi ama bu hükümet, tüm özgürlüklerimizi kısıtlıyor. Buna ne diyeceksiniz Hocam?” diye sordular. Yıllardan beri çok sayıda benzer genç tanıdığım için, maksatlarını kolayca anladım ve cevap vermeye başladım: 
 
Sizlere her yönden zararlı olan sigaranızı mı kısıtladılar? Hayır, bakın yine dilediğiniz gibi içiyorsunuz… İnsanlığın aile mefhumunu, neslini, huzurunu ve her türlü sosyal hayatını zehir eden, trafik kazalarının, kavgaların ve cinayetlerin en önemli nedeni olan içkinizi mi kısıtladılar? Hayır, bakın yine içebiliyorsunuz… 
 
Evet hocam ama Twitter, Youtube v.s. kısıtlamaları… .dediklerinde, elimi “lütfen beni dinler misiniz” anlamında kaldırarak devam ettim:  
 
Bakınız arkadaşlar, ben sizi çok iyi anlıyorum. Siz bu kısıtlamaların hiç birisinden gocunmuyorsunuz. Çünkü bunların hepsinin bir çaresini bulabiliyorsunuz. Twitter, Youtube v.s. kısıtlamaları da dünya normlarına göre, kişilik haklarına saldırı veya vergi kaçırma amaçlı korsan yayın sebepleriyle, kapanır-açılır, belki hükümetle anlaşma yapılır, ceza verilir veya affedilir.
 
Yani bir şekilde devam edecektir. Sizin derdiniz bu da değil. Siz, zihniyet olarak, bu iktidara başka yerden, yani başka bir özgürlük kısıtlamasından taktınız, bunu ben çok iyi biliyorum… 
 
Peki, o nedir hocam?
 
-Bu iktidara siz, “bir asra yakın bir zamandan beri İRTİCA paranoyalarıyla, MASUM DİNDARLARA PERVASIZCA SALDIRMA ÖZGÜRLÜĞÜNÜZÜ KISITLADIĞI İÇİN” kızıyorsunuz değil mi? Peki sizlerin haklarınız var da, bu halkın dinini özgürce yaşama hakkı yok mu?
 
Bugüne kadar inananlar, Laikliğin kasıtlı olarak yanlış uygulanması, Yüce Dinimizin devlet gücüyle “İRTİCA diye dayatılıp yasaklanması” nedeniyle ve 163. Maddenin tasallutu ve korkusu altında ezildiler.
 
Bu nedenlerle de herkesin DİNDARA SALDIRI ÖZGÜRLÜĞÜ vardı! 2006 Sonrası düzenlenen özgürlükler kanunu, sizin bu özgürlüğünüzü kısıtladı. Bu iktidar, sizlerin işte bu özgürlüğünüzü kısıtladığı için debeleniyorsunuz, değil mi?…
 
Şaşkın şaşkın birbirilerine bakmaya ve bocalamaya başladılar, çünkü onlar da biliyorlardı ki, diğer bahaneler, paravan bahanelerdi. Bunları da bizlere ve halka yutturamadıkları için, hükümete karşı tavır alıyorlardı.
 
O gençlerin ilzam oldukları kesindi, ancak inatçı nefisleri “haklısınız hocam, bizi ikna ettiniz” demelerini engelliyordu. Ezberleri bozulduğu için mutsuz bir biçimde yanımdan ayrıldılar… 
 
Onlar yanımdan ayrılırken Sad-i Şirazi’nin “Görülmüş mü uyuyanın, uyuyana UYAN dediği” sözünü hatırladım ve daha uyanık olmamız gerektiğini düşündüm. Daha sonraları öğrendim ki, çok şükür bu gençlerin yarısı bu saplantılarından kurtulmuşlar ve hükümete tam destek olmuşlar…”]
 
***
Evet, saygıdeğer dostlarım. O anekdot böyleydi.
 
Gerçekler her zaman örtülü kalamaz. Er veya geç elbette herkes tarafından anlaşılacaktır. Bugün o tür gençlerin yarısı, belki de yarın diğer yarısı anlayacak…
 
•Bediüzzaman Hz. O ceberut ve baskıcı zihniyetin tasallutu altındayken, özgürlük hasretiyle “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” buyurduğu gibi, hürriyetin de mutlak hudutlarını şöyle tarif etmiştir: 
 
“Nazenin (nazlı ve ince yapılı) hürriyet, adab-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine (İslam’ın koyduğu edep ile edepli ve süslü) olmak lazımdır.
 
Yoksa sefahet (Dini kural tanımadan zevk ve eğlencedeki) ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır (şeytanın köleliği ve esirliğidir), nefs-i emmareye esir olmaktır.”
 
“İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar” buyuruyor. 
 
İnsan her halükarda, Yüce yaratıcısının ve Kainatının sahibinin kuludur. 
 
Yani İnsanlar hür olsalar da Allah’ın c.c. kuludurlar ve O’na c.c. döndürülerek, kendisine, belli bir maksatla bahşedilen tüm nimetlerin, şu dünya misafirhanesindeki davranışlarının ve ömürlerinin her saniyesinin hesabını vereceklerdir…
 
İNANMAMAK; bu dönüşe, kabre, Haşire, Ahirete, Mahkeme-i Kübra’ya ve kendisine sunulan tüm nimetlerin hesabını vermeye asla engel değildir. 
 
Sadece ebedi cennetlere ve daimi saadetlere engeldir…
 
VESSELAM.
A. Raif Öztürk

 

Legoların, Tevhid Çığlıkları!…

Hem oyun, hem eğlence, hem zeka testi, hem kültür, hem de en önemlisi VAHDANİYET ve TEVHİD içeren tefekkür dolu çok harika bir konuya giriyoruz bugün. Bunu da hak ettik galiba.
 
Torunlarıma oyuncak almak için, zengin çeşitleri olan ünlü bir oyuncak mağazasına girmiştim. Sadece oyun ve eğlence için değil de, artı olarak zeka geliştirici oyuncaklar almayı düşünüyordum. Beni LEGO oyunları ile ilgili reyona götürdüler. Lego’yu bilirsiniz: Birbirine geçmeli olarak imal edilmiş, küçük ve renkli plastik parçalardır.  
 
Çeşitli renklerde ve boyutlarda olup, birbirine monte edilecek yiv ve setleri vardır. Çocuklar, örnek resimlere bakarak bu Legolardan onlarcasını kullanırlar ve evler, kaleler, köprüler, ağaçlar veya çiçekler yapmaya çalışırlar…
 
Bu konu o kadar çok geliştirilmiştir ki, büyükler bile Legolardan yüzlercesini kullanarak, araba, hayvan, hatta insan heykeli bile yapmaktadırlar. Ben hayretle, Legolardan yapılan bu şekillere bakarken, bana bir yabancı gazete kupürü getirildi. Bana gösterilen o ilginç Haber şöyleydi: “San Francisco’da New York merkezli Tuğla sanatçısı Nathan Sawaya tam boyutlu heykellerin yanı sıra, küçük sanat eserleri ve mozaikleri yapar.
 
O, New York stüdyosunda 1,5 milyondan daha fazla lego tuğla kullanır! Geçen yaz, Sawaya süper kahraman modunda Conan bir heykel yaptı.”  
 
Bana böyle geniş bilgiler verilirken, bendeniz adeta kendimden geçtim. İç alemimde vahdaniyet fırtınaları kopmaya başladı. Adeta Legoların TEVHİD ve vahdaniyet çığlıklarını duyuyor gibiydim. “Beyefendi, beyefendi, bir şeyiniz yok ya?…” sesleriyle kendime geldim. Alelacele karar vererek alacaklarımı aldım, bu tefekkürümü satırlara dökmek üzere bilgisayarımın başına geçtim. Şimdi birlikte tefekkür etmeye devam edelim. 
 
1. Bakınız; Legolar hazırken bile, 8-10 Legodan basit bir çiçek şekli   yapabilmek için, belli bir akla, zekaya ve kudrete ihtiyaç var. Bu kesindir. Yani, binlerce kez o 8-10 Legoyu rast gele atsanız veya yıllarca yan yana bekletseniz, tek bir çiçek şekli oluşmaz, değil mi? 
 
2. Dikkatinizi mutlaka çekmiştir. İlim ve kudreti çok sınırlı olan çocuklar, ancak 8-10 Lego kullanarak basit bazı şekiller yapabiliyor. İlim ve kudreti biraz daha çok olan büyükler ONLARCA Lego kullanarak, daha çok çeşitli obje yapabiliyorlar. İlim ve kudreti çok daha fazla olup, ömrünü bu çalışmalara verenler ise YÜZLERCE Lego kullanarak “Nathan Sawaya” gibi kişiler, hayvan veya insan suretleri yapabiliyor.  (Şimdi konuya tam odaklanalım.)
 
3. Acaba, (yüzlerce değil, binlerce ve milyonlarca da değil) milyarlarca atom Legolarından ELEMENT, ve milyonlarca element Legolarından HÜCRE, milyarlarca hücre Legolarından, tek bir gerçek MENEKŞE veya LALE nasıl kendi kendine olabilir?
 
Basit bir toprak içinde, birbirilerine kenetlenip yeryüzüne çıkarak, yavaş yavaş katılımlarla büyüyerek, o güzel renklerle ve harika kokularla bezenerek, nasıl bizlere gülümseyebilirler? 8-10 Lego’luk basit bir çiçek şekli bile kendi kendine oluşamazken, böylesine Harika bir menekşe nasıl kendi kendine olabilir? Elbette Bu menekşeyi bizlere sunan O Kudret, irade ve akıl, asla inkar edilemez. Değil mi?
 
Sadece bir menekşe değil, yeryüzündeki katrilyonlarca menekşeyi, hatta milyonlarca çeşit bitkiyi yaratıp, bizlerin istifadesine sunan O Yüce Kudret inkar edilebilir mi? Hazır Legolardan şekiller yapan Nathan Sawaya dünya basınında takdir görürken, her mevsimde bizlere bu güzellikleri sergileyen O Yüce Kudrete c.c. her fırsatta SECDE ile takdir, tebrik, teşekkür ve tazim edilmez mi?…
 
4. Normal yapıda bir insanda 100 TRİLYON’dan fazla HÜCRE (Lego’su) olduğu biliniyor.  Her hücrede milyonlarca molekül (Lego’su) olduğu da malum. Her molekül Lego’sunda da (300 000 Km./Saniye hızla dönüş ve gravitasyon halinde olan) milyonlarca ATOM Legosundan meydana getirildiği de ilmen kabul ediliyor.
 
Acaba; trilyonlarca çeşitli (atom, element, molekül, hücre v.s.) Legolardan meydana getirilen İNSAN, tesadüflere havale edilebilir mi? TEK bir insanı, böylesine karmaşa içinde KUSURSUZCA yaratan İlim ve Kudret sınırlı olabilir mi? 
 
5. Evet; vakıa ortada: Şu anda var olan 7,5 milyar insanların, her birinin parmak izlerini imza niteliğinde farklı, simaları farklı, göz frekansları farklı, SES şifreleri farklıdır. Tüm insanların bu şekilde farklı yaratılması için, O yüce Yaratıcının gelmiş-geçmiş ve var olan TÜM insanların parmak izlerini, simalarını, göz frekanslarını, SES şifrelerini, aynı anda görmesi ve bilmesi ŞART değil mi? Bu İlim ve Kudrette hiç SINIR olabilir mi?…
 
6. Böylesine komplike olan ve aynı atom, molekül ve hücre Legolarından, yüzbinlerce çeşit ve trilyonlarca sayıda hayvanları, aynı anda yaratan, onları fıtratlarına göre giydiren, kuşatan, yürüten, zıplatan, yüzdüren, uçuran, her türlü hareketi yaptıran ve insanlara hizmetler ettiren, her türlü ihtiyaçlarını karşılayan, v.b. deveranı asırlardan beri sürdüren O Yüce Kudret eğer tanınmaz ise, takdir edilmez ise, sevilmez ise, kendisine her gün SECDE edilmez ise, ne derece KALIN BİR GAFLET içinde olduğumuz anlaşılmaz mı?… 
 
7. O Yüce Kudret c.c., böylesine önemli NİZAMI, elbette boşu boşuna kurmadı. Tüm Kainatı ve bizleri yaratma gayesini anlayabilmemiz için (hayvanlardan farklı olarak) bizlere AKIL nimeti verdi. Bizlerin gaflete düşmememiz için, her an SINAVDA olduğumuzu idrak edebilmemiz için, her dönemdeki insanlığa, suhuflar ve kitaplar göndererek, dünyaya gönderiliş gayelerini bildirdi.
 
Rızık ve Maişet peşinde koşan insanların, bu kitaplardaki mesajları kolaylıkla anlamaları için, NEBİLER gönderdi. Son NEBİ Hz. Muhammed’den sonra, Kıyamete kadar her asır insanına yetecek donanımda olan Kur’anı, muasırlarına açıklamaları için (Ö.b. Abdulaziz, İ. Azam, Şafii, Maliki, Hambeli, İ. Ebu’l-Hasan el-Eş’ari, Ahmed İsferani, İmam Gazali, Fahruddin Razi, A.K.Geylani, Ş.Nakşibendi, Mevlana C.Rumi, Bediüzzaman Said Nursi v.b. gibi) kutup imamları, din mücdditleri ve Bediüzzamanlar gönderdi. 
 
Böylesine lütuf ve Rahmete mazhar olan şu insan, O yüce Kudreti nasıl inkar edebilir? O’nun c.c. emir ve yasaklarını nasıl hafife alabilir? Dünyevi işlerini, nasıl O’nun c.c. buyruklarına tercih edebilir? Evlatlarının dünyevi tahsillerine 10-15 yıl ve milyonlarca lira harcarken, bunları O Yüce Rabbini tanıtmak ve sevdirmek için nasıl esirgeyebilir?…
 
KEHF Suresi, 29. Ayet: “Ve (insanlara) de ki: Hak (olan KUR’AN) , Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin. Biz, zalimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Susuzluktan İmdat dileyecek olsalar imdatlarına, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir. Ne fena bir içecek ve ne kötü bir kalma yeridir orası!”… İsra Suresi, 9. Ayet: “..Şüphesiz ki bu Kur’an; en doğru yola iletir; iyi davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükafat olduğunu müjdeler.”…
 
Tefekkür deryasına, sadece bir kapı aralamış olduk. Bundan sonrası, sizlerin özel anlayış, arayış ve kabiliyetlerinize göre geliştirilebilir. Vesselam…
A. Raif Öztürk

Kar Duası mı? Hangi Yüzle?

Yıllar önceydi. Belki de 20-25 yıl kadar geçti. Beykoz’umuzun büyük camilerinin birinde, nükteli ve anlamlı vaazlarıyla meşhur, H.Mehmet Karaahmetoğlu hoca efendiyi dinliyordum. Her vaazından sonra çok duygu yüklü dualar eden hocamız, o gün herkesi çok şaşırtmıştı.
 
“AMİN” diyerek vaaz sonrası duaya başladı ve 3-4 dakikalık duadan sonra “..Ya Rabbi bizlere, senin “İRCİIİY” (yani artık bana dön) emrine muhatap olduktan (yani öldükten) sonra, arkamızdan bol bol Kur’an okuyan nesiller nasip eyle” dedi.

Gümbür gümbür “AAAMİİİİN” seslerinden sonra hoca dua etmeyi kesti ve ellerini indirdi. Şaşkın şaşkın bakışan cemaate müşfik bir ses tonuyla: “Sizler bu duaya HANGİ YÜZLE amin diyorsunuz? Bu duaya amin demeye hakkınız yok ki! 200 000’e yakın nüfusu olan Beykoz ilçemizde az sayıda Kur’an kursu olduğu halde, kurslarımız bomboş.

Anadolu’dan gelen garibanlarla idare ediyoruz. Sizlerin çocukları nerede? Kur’ansız bir nesil yetiştirdiğinize göre, HANGİ YÜZLE bu duaya amin diyorsunuz? Kendinize geliniz! Bugün bana kızın, darılın, üzülün ama kendinize gelip tedbirinizi alırsanız, yarın çok sevineceksiniz…” 
 
Evet, o günkü duanın sonrası böyle sitem doluydu. Kızanlar da oldu, etkilenenler de oldu. Namaz sonrası homurdananlar da olduğunu duydum, fakat sadece o gün, yüze yakın kişinin evlatlarını kurslara yazdırdığını öğrendiğimde, çok sevinmiştim… 
 
Aradan belki çeyrek asır geçti. Bugün bile, son 3-4 seneden beri yürütülen KUR’AN ÖĞRENME SEFERBERLİĞİ devam ettiği halde, cami cemaatinin (!) % 50-55’i hala Kur’an okumasını maalesef bilmiyorlar. Bu konu gerçekten çok önemli olduğu halde, bugünkü konumuz KAR DUASI olduğundan, bu anekdotu sadece girizgah olarak arz etmiş oldum.

Maksadım, bu girizgaha dikkat çekerek, sizlerle birlikte “ACABA BİZLERİN KARDUASI YAPMAYA YÜZÜMÜZ VAR MI?” sorusuna cevap aramaktır. Fakat bu sorularımız, asla kar duasına ilk çıkan masum Yozgat’lı ve Nevşehir’li kardeşlerimize değildir, hepimizedir… 
 

 Anlaşılması zor olan konuların, kolayca anlaşılması için misal ve örneklemeler, Kur’ani ve edebi bir prensiptir. Ben de bu prensiple hareket ederek, önce bir misal arz edeceğim: 
 
{Yoksul ve sefalet içinde olan bir bölgeye, multimilyoner, hayırsever ve çok cömert bir zenginin belediye başkanı olduğunu düşününüz. Tüm halkı ırgat olduğu halde, başkan o beldedeki bütün arazilerin bedellerini ağalara ödeyerek, herkesi gayrimenkul sahibi yapıyor. Herkese traktörler, çeşit çeşit ticari araçlar, biçerdöverler, esnaf için de işyerleri ve gerekli tüm malzemeleri de ücretsiz hibe ediyor. Çevredeki akarsuları, susuz evlere sağlıklı tesisatlarla bağlıyor.

Kısacası insanlığın refahı için ne gerekiyorsa, halkına lüzumlu her şeyi eksiksiz bağışlıyor. Halktan ve sadece mükellef olanlardan beklentisi ise her gün muayyen saatlerde mahalle muhtarlığına uğrayarak, teşekkür ve memnuniyet izhar etmektir. Bir de huzur ve mutluluğun devamı için, belediyeden ilan edilen tebliğleri iyi takip ederek, harfiyen uygulanmasıdır…  Pek tabiidir ki ilk aylarda herkes çok-çok memnun olduğundan, istisnasız olarak o belediye başkanının taleplerini yerine getiriyorlar ve her gün teşekkür ve memnuniyetlerini izhar ediyorlardı.

Yıllar geçtikten sonra ise çoğunluk sefahate dalmış, tebliğlerin hiç birini uygulamaz olmuşlar. Hatta belediye başkanını bile tanımaz olmuşlar. Belediye başkanı, kendisine reva görülen bu nankörlüğe ikaz mahiyetinde, önce sularını kesmiş. Evlerinde, bahçelerinde ve tarlalarında susuzluktan mahsulat kurumuş, pislikten hastalıklar ve salgınlar başlamış, her şey tersine dönmeye başlamış. Halk, sularının KİM tarafından evlerine ve tarlalarına pompalandığını, o zaman hatırlamış ve başkana bir heyet göndermeye karar vermişler.

Fakat yıllardan beri, başkanın kendilerinden isteklerini yerine getirmediklerinin de utancıyla ve reddedileceklerini bildiklerinden ve bunu da hak ettiklerini anlamışlar. Bunun için de kesinlikle yapılması gerekenin, önce başkanın tebliğlerini ve ilk yıllardaki şartlarını, herkes tarafından uygulanmaya başlanmasına ve daha sonra, özür dileme heyeti oluşturarak, başkana müracaata karar vermişler. Başkanın ikazının doğru algılandığı ve gerekenin de yapılmasıyla orada huzur ve mutluluk yeninden başlamış…}  
 

Evet, misali ve örneklemeyi birçoğunuz çözmüş olabilir, ancak ben yine de kısa bir açıklama yapacağım. Kainatın Yüce, Gani (mutlak zengin) ve Cömert yaratıcısı olan Allah c.c., insanoğlunu 5-10 değil, yüz binlerce çeşit nimetlerle donatmış. Hayat kaynağı olan oksijeni burunlarına dayamış. Her türlü nimetlerden istifade etmemiz için akıl, göz, dil, burun v.d. teçhizatlar hibe etmiş. Muhtaç olduğu KAR ve suyu da okyanuslardan bulutlara yükleterek, bağ, bahçe, tarla, baraj, akarsı ve göllerine sürekli boşaltmaktadır. İnsanoğlundan ise sadece “kendisine, günde BEŞ kez minnet ve teşekkür etmelerini” istemiş. Sosyal yaşantıları için de bazı prensipler bildirerek, bunlara da uyulmasını emretmiş… 

Peki, bütün bu cömertçe ikramlara karşılık insanoğlu bugün, O Yüce Yaratıcının istek ve emirlerini nasıl karşılıyor? İnsanların %kaçı, bu emir ve istekleri yerine getiriyor? Manzara hiç de iç açıcı değil! Yukarıdaki örnekte olduğu gibi ve gönderdiği prensiplerde (Kur’anda) “Eğer şükrederseniz, nimetimi arttırırım. Eğer nankörlük ederseniz, azabım çok şiddetli olur” şeklinde ikaz edildiği için, belki de ilk ikaz olarak KAR ve SUYUNU KESİYOR veya kısıtlıyor. Bu ikazlar başka ülkelerde SEL, deprem, HORTUM, tsunami, SAVAŞ, bela, AIDS, fırtına, KASIRGA, hastalıklar v.s. gibi belki farklı şekillerde olabiliyor… 
 

Bizler bu idrak içinde; öncelikle kendi ülkemizdeki ihmallerimizi, hatalarımızı, eksiklerimizi, isyanlarımızı v.s. yanlışlarımızı düşünerek, önce kendimize bir çeki düzen verdikten sonra, Yüce Yaratıcımızın isteği doğrultuda yaşamaya karar vermeliyiz. O yüce Kudrete karşı bir istekte bulunabilmemiz için, elbette YÜZÜMÜZ olması lazım. Aksi halde, yani O’NDAN c.c. bir şey istemeye yüzümüz yoksa eğer, bu kuraklık yıllarca da sürebilir. Gereğinin yapılması arzu ve dileklerimle… 
 
TAC: “Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp, masumları da yakar.” (Enfal, 8/25) ..Çünkü, dünya bir sınav yeridir… 
 
“..Bir toplum kendinde olan (iyi) durumu değiştirmedikçe (bozmadıkça), hiç şüphe yok ki, Allah da o toplumda olan hali değiştirmez… (Nimetler ve güzellikler devam eder)” (Ra’d S., 11. A.)
A. Raif Öztürk

Memur Maaşları ve İbadetler

Memur maaşları denilince aklıma hep, “maaşı peşin alıp, devlete borçlanarak bir ay çalışmak” aklıma gelir. Yani tüm işçiler, bir ay çalıştıktan sonra maaş almaya hak kazandıkları halde, memurlar ise çalışacakları ayın maaşını ayın başında alırlar, sonra o maaşın hakkını, bir ay çalışarak öderler. Bu sistemin hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu düşünmek, bugünkü konumuz değil. Zaten bu sistemler, hiç kimsenin itirazı olmadan uzun yıllardan beri uygulanıyor.

Peki, bizim konumuz ne? Memur maaşlarının peşinen ödenmesi, yani “borçlandıktan sonra görev yapmayı” bana neyi çok hatırlatıyor? Veya bu durum niçin çok ilginç? Sizlerin de çok hayret edeceğinizden eminim…

Asrın en mühim İslam Alimi Bediüzzaman Hz.’nin çok önemli bir tespiti, şu memur maaşlarıyla tam örtüşüyor. Şu edebi cümleyi çözdüğümüz an bana hak vereceksiniz: “Ubudiyet (ibadetler) , mukaddeme-i mükafat-ı lahika değil, belki netice-i nimet-i sabıkadır…

Tam anlayamadık, değil mi? 90 Sene öncesinin en edebi bir cümlesi olan şu harika cümleye, kasıtlı olarak sabık devletler eliyle ve zorla yabancılaştırıldığımız için elbette anlayamadık! Dilimizi katletmelerinin zararlarını, ilmi eserleri anlayamamakta görüyoruz. İşte bu nedenle, genç kardeşlerimiz için şu edebi cümleyi bile açıklamak gerekiyor.

Anlamı şu: “Allah’a yapılan kulluk ve ibadetler, mükafatın bir sebebi ve başlangıcı değil, (yani Cennet v.b. mükafatlar beklentisine girmek için değil,) insana önceden verilen nimetlerin bir sonucu, bir neticesidir. Bu sebeple insanlar ibadet ederken, Cennet ve gelecekte verilecek nimetleri hak etmek için değil, daha önceden (hiç hakkı olmadığı halde) ihsan edilen nimetlere bir teşekkür mecburiyeti ile ibadet etmesi gerekir.” Yani, yukarıda arz ettiğimiz memur maaşları gibi, bu peşin aldıklarımızı ödemek için ibadet edilmeliyiz…

Daha açıkçası: Bizler, tüm ibadetlerimizin karşılığını PEŞİNEN almışız. İşte bu nedenlerle, bizlerden istenen kulluk ve ibadetleri harfiyen yerine getirmeye MECBURUZ. Hatta Cennet beklentisi içinde bile olamayız. Ancak Cennet de yüce Rabbimizin fazlından lütfedeceğini bildirdiği çok önemli bir mükafattır.

Peki, bu ücreti ne zaman ve nasıl almışız? Bunun cevabı da yine Bediüzzaman Hz.’den: “..Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız. (Görevliyiz.) Çünkü ey nefis; hayr-ı mahz (her yönüyle sırf hayır) olan vücudu sana giydiren Halık-ı Zülcelal, sana iştihalı bir mide verdiğinden, Rezzak ismiyle, bütün mat’umatı (yüz binlerce çeşit gıdaları) bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. (Her mevsimde vagonlarca sergilemiştir.) Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. (GÖZler, güzel manzaralardan, renklerden, KULAKlar kuş sesleri, su şırıltıları v.d. seslerden, BURUN tüm güzel kokulardan, DİL ise bütün meyve, sebze ve tüm gıdalardan lezzet alır.) Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, ru-yi zemin (yeryüzü) kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur. (Ağaçların v.b. DAL ellerine takmıştır.) Sonra, manevi çok rızık ve nimetler isteyen İNSANİYETİ sana verdiğinden, (seni taş, ağaç, hayvan v.s. değil İNSAN olarak yarattığından,) alem-i mülk (görünen alem) ve melekut (göremediğimiz GERÇEK alem) gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra, seni batıl değil de en geçerli din mensubu MÜSLÜMAN yaratmış. … … …

Sonra, İMANIN bir nuru olan MUHABBETİ (sevgi nimetini) sana vermekle, gayr-ı mütenahi (sınırsız) bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. Yüce Rabbimiz de bizden istediği ibadetlerin karşılığını, bizlere PEŞİNEN ödemiştir…” Aynı memur maaşları gibi…

• Şu halde her İNSAN mutlak bir şekilde emredildiği gibi ibadet etmeye mecburdur.

Veya herhangi bir sebeple, o görevler ve emirler yerine getirilmez ise peşinen alınmış olanları iade etmek durumundadır. İADE etmesi kesinlikle mümkün olmadığına göre, vaad edilen ve hak ettiği cezayı da mutlaka çekecektir. İBADETLERİMİZ işte bunun için çok önemlidir ve asla ihmal edilmemelidir…

Mustafa İslamoğlu’ndan kulluk için güzel bir te’yid:

İnsan Rab olan Allah’a kulluk etmekle, ondan bir karşılık bekleyecek durumda değildir. Zira O’na yaptığı kulluk, alacağına karşılık değil, aldığına karşılıktır.

Çünkü insan, başta varlığı olmak üzere, her şeyini Rabbe borçludur. Kulluk etmesi, borcunu ödemesi anlamına da gelmez. Zira kulluk ederken alacağı her nefes, yaşadığı her an, kullukta kullandığı her organ, kalbinin her atışı yeni bir borçtur. Borç borçla ödenmez. O halde Allah’ın istediği kulun borcunu ödemesi değildir. Borçlu olduğunun bilincinde olması ve itiraf etmesidir. Eğer kul borcunu itiraf ederse, Allah ödemiş kabul edecektir.”…

“TAÇ” MESABESİNDE BİR AYET:

Ey insanlar, siz Allah’a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ğaniy (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan) ’dır, Hamid (övülmeye layık) ‘dır.” (Fatır Suresi, 15. ayet.)

A. Raif Öztürk