Etiket arşivi: ramazan balcı

Van Valisi Tahsin Paşa’dan Sultan Reşad Han’a eğitimde Bediüzzaman formülü

Büyük İslam âlimi Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatı üzerinden 52 sene geçti. Ama onun ileriyi gören fikirlerine ihtiyaç her geçen gün artıyor.

Bediüzzaman’ın vefat yıldönümünde Osmanlı arşivlerinden çıkan belgeye göre; Said Nursî’nin, şarkın kurtuluş reçetesi olarak Van’da donanımlı okul açma projesi ile ilgili düşünceleri devlet tarafından da kabul görüyor. Van Valisi Tahsin Paşa, Sultan Reşad Han’a yazdığı mektupta, “Asırlardır uyuyan vatanın bu geniş kıtasını uyandırmak için tek çare eğitimdir. Bu da ancak dinî eğitim ile mümkün olur.” diyor. Tahsin Bey, vilayet merkezinde, dinî ilimlerle fen bilimlerinin birlikte okutulacağı dârü’l-fünûn şeklinde medrese-i ilmiye açılması gerektiğini belirterek gerekli paranın padişah tarafından ihsan edilmesini talep ediyor. Belgeyi Osmanlı arşivlerinde bulan tarihçi Dr. Ramazan Balcı, Said Nursî’nin Millî Mücadele döneminde üniversite açma talebini Meclis’e de ilettiğini hatırlatıyor. Balcı, Bediüzzaman’ın TBMM’de yaptığı şu konuşmayı aktarıyor: “Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk’e hakikî kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı yardımlaşma ve dayanışmaya muhtacız.

Ramazan Balcı, Bediüzzaman Said Nursî’nin ‘Medresetüzzehra‘ adını verdiği üniversite için şu vasiyette bulunduğunu anlatıyor: “Ey üç yüz sene sonra gelenler! Şu kalenin başında bir medrese-i Nuriye çiçeğini yapınız. Cismen dirilmemiş, fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medresetüzzehra’yı cismanî bir surette bina ediniz.” Said Nursî’ye göre Medresetüzzehra’nın eğitim dili de Türkçe, Kürtçe ve Arapça olmalı. Böyle bir uygulamanın bölgeye nefes aldıracağı görüşünü belirten Balcı, Bediüzzaman’ın, “Kürtler için istikbalde müthiş bir darbeler hazırlanıyor, kalbim parçalanıyor.” diye feryat ettiğini söylüyor.

Samet Altıntaş / Zaman Gazetesi

Arnavutköy’de Bediüzzaman’ı anma programı

İstanbul Arnavutköy’de Pusula Derneği ve nurnekani.com’un katkıarıyla Vefatının 52. yılında Said Nursi’yi anma ve anlama programı düzenleniyor.

1- KUR’AN-I KERİM TİLAVETİ

2- SLAYT GÖSTERİSİ

3- KONFERANS : Yrd. Doç. Dr. Ramazan BALCI

4- TİYATRO

5- İLAHİLER

6- ŞİİR DİNLETİSİ

7- KAPANIŞ

Mekan: Arnavutköy Kültür Merkezi

Risale-i Nurların sadeleştirilme krizi iyi yönetildi mi?

Bu hafta bir süredir kamuoyunu meşgul eden sadeleştirme krizi konusunu ele almayı kendi misyonum açısından vicdanî bir borç olarak gördüm. Geçen hafta Allah’ın (cc) bizi birbirimize ve sair ümmetlere karşı şahit olarak yarattığına işaret etmiştim. Bu hafta bu önemli şahitliklerden birini denemiş olacağım.

YAYINCI AÇISINDAN SÜREÇ

Ufuk yayınları bu işe uzun bir süre önce karar vermiş olmalı. Zira Lem’alar gibi ağır bir metnin sadeleştirilme ameliyesi, kısa süre içerisinde tamamlanamaz. Daha önce yapılan sadeleştirme denemeleri cemaatin bir kısmından sert tepki gördüğü için sonuçsuz kaldığı düşünülecek olursa, yayınevi yeni bir tepki dalgasıyla karşılaşacağını hesap etmiş olmalı. Buna rağmen bu tepkiyi artıracak şekilde teknik bir hatanın işlenmiş olması –yayıncı kurnazlığı olarak bilerek yapılmadıysa- görmezden gelinemez.

Öteden beri sadeleştirme, şerh etme, özetleme (muhtasar) gibi tasarruflarda kitabın dış kapağı üzerine kitabın orijinal ismi, yazarın ismi ve sadeleştirmeyi yapanın ismi açıkça yazılır, okuyucunun aldatılmasına meydan verilmezdi. Oysa tartışmaya konu olan neşirde, kapak üzerinde ne sadeleştirildiğine dair bir bilgi ne de sadeleştirenin ismi yer almamış. Bu affedilemez bir yayıncı kusurudur. Kanaatimce derhal düzeltilmelidir. Bu işlem yayıncılık açısından önemli bir güçlük oluşturmaz.

ORTAYA KONULAN TEPKİ AÇISINDAN SÜREÇ

Kanaatimce Ağabeyler adına yayınlanan bildiri dikkatli bir şekilde hazırlanmamıştır. Yayıncının tahrik edici yöntemine bir karşılık olduğu ileri sürülse de üzerinde önemle durulması gereken eksiklikler içermektedir.

Birincisi dili oldukça sert ve kırıcıdır, kamuoyuna açıklanacak bir metin, insanları gıybet ve dedikoduya sevk edecek tahrik edici unsurlar içermemelidir. İkincisi, böyle durumlarda olayın ilerideki süreç içerisinde alabileceği bütün şekiller hesap edilmeli, her hale uygun diplomatik ve dengeli bir metin hazırlanmalıdır.

Uzun süredir yüzyüze istişare etme imkanı bulunmayan ağabeyler arasında böyle bir metin hazırlamak gerektiğinde anlaşılan, abilerden biri tarafından metin dikte edilmekte, diğerlerine telefon ya da faksla ulaştırılmaktadır. Çoğu nezaketen kabul edilmiş görünen bu metinlerde istişareden beklenen menfaatler yerine, o abinin etrafında o anda bulunan insanların halet-i ruhiyesi etkili olmaktadır.

Son yayınlanan ortak metnin dili öfkeli bir halet-i ruhiyenin dilidir.  İstişare metninde yer alması sakıncalıdır. Bir vesile ile elimizde bulunan istişare metinleri bu husustaki incelikleri şöyle izah eder:

Mü’min kardeşini sever ve sevmeli, fakat fenalığı için yalnız acır; tahakkümle değil belki lütufla ıslahına çalışır.” (Yirmibirinci Lem’a)
Risale-i Nur’un mesleği nezihane, nâzikane, kavl-i leyinledir. Haklı meşveret ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden böyle mahzurlu hallerin izalesi yine ancak sıhhatli meşveretlerle olabilir. (25.11.2010 Kayseri)

Konu sadece olayın hukukî boyutu ile meşgul olacak insanlar arasından çıkarılıp, umumileştirildiğine göre, bu konuda cemaatin umumi bir meşveretine ihtiyaç vardır. Bu tür ani kararların ve keskin beyanların yapılacak istişareleri etkileyecek olması diğer önemli bir kusurdur. Öteden beri istişarelerden beklenilen neticenin alınamaması buna bağlıdır. Başka bir istişare metni bu meseleyi şöyle ifade eder:

Cemaatimiz nezdinde şimdiye kadar icra edilen istişarelerin müessiriyetine mani olan halleri şöyle sıralayabiliriz:
(a)Hürmet telakkimizdeki yanlışlıklar. Yani bir büyüğümüze hürmet etmek başka,  edep ve terbiye tahtında farklı kanaat izhar etmekse başkadır. Bu iki hususu, biri birinden ayıramadık.
(b)Cemaat olarak, karşılaştığımız imtihanlarda tarafgirlikten hasıl olan rahatsızlıklar, makul olmayan düşünce ve kanaatler hizmet adına zararlar tevlit etmiştir.
(c)Kendilerine hürmet edilen ve ağabey kabul edilen muhterem zevatta farkında olunmadan tezahür eden tahakküm alışkanlığı, farklı fikir serdetmeye mani teşkil etmiş ve netice olarak istişare kâmil manada icra edilememiştir.
(d)Hissiyatın aklıselime galip geldiği hallerde, cemaat mensupları arasında rekabet duyguları, maalesef, tezahür etmektedir. Bundan kaynaklanan muhalefet, kâmil manada meşvereti imkânsız hale getirmektedir. (Erzurum 8.Temmuz.2006)

Üzerinde iyi çalışılmayan bir metin olduğunu söylemem boşuna değil. Sekizinci maddede yer alan “Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir..” ifadeleri ve devamının konuyla uzak yakın bir ilgisi görünmemektedir. İlk paragrafta adresi de verilen ithamın -her şeye rağmen, risalelerden yüz çevirmeyip sadeleştirerek de olsa yüzbinlere risale okutmayı hedefleyen bir girişim için kullanılması doğrusu inandırıcı değildir.

NELER YAPILABİLİRDİ?

Gelinen noktanın seçenekler arasındaki en iyi tercih olduğunu söylemek ehl-i insafa yakışmaz. Ben sebep olma noktasında herhangi bir tarafı işaret edebilecek durumda değilim. Ancak ortada önü alınmaz ise, tehlikeli bir sürecin başladığını söylemek durumundayım. En hafifi gıybet ve dedikodu olmak üzere iftira ve düşmanlıklara varabilecek bir uçurumun başındayız. Tarafların doğrudan ya da ikili görüşmeler yapması, arabulucuların denenmesi, hukuki sürecin işletilmesi, bütün bunlardan netice alınamaz ise sessizce dershanelerde bu eserlerden uzak durulması öğütlenebilirdi.

Basın aracılığı ile tartışma Nurculuk geleneğinde pek görülen bir usul değildir. Maalesef en sonunda bile yapılmaması gereken şey, en baştan yapılmış oldu. Bu gün çoktan unutulmuş olsa da risalelerin Osmanlıca ya da Latin harfleri ile yazılması konusundaki ihtilafta, Üstad’ın yazılı bir tek satır bırakmaması esasen bize yol gösterici bir tedbirdi.

RİSALELERİN ANLAŞILMA PROBLEMİ VAR MI?

Bu konuda samimi itiraflarda bulunmalıyım!

Acizleri 2014 yılına kadar yaşarsam ilk derse gidişim üzerinden 40 yıl geçmiş olacak. Bu sürede çok sayıda insanın dersini dinleme imkanım oldu. Şimdi geriye baktığımda sadeleştirme işine en çok karşı çıkan ağabey ve kardeşlerin yaptıkları derslerde hemen iki üç cümle okuduktan sonra tam bir vaiz gibi izahlara giriştiklerini gülümseyerek hatırlıyorum. Hatta bazen o kadar konu dışı atıflar, temsiller, sözler, havada uçuşuyor ki onları bir çuvala sığdırmak için neredeyse daire-i imkan haricine çıkmak gerekiyor. Öyleyse samimi olalım! Risale-i Nurların bir anlaşılma problemi vardır. Üstad’ın vefatından sonra neredeyse bir ara sınıf ortaya çıkmış durumda. Uzaktan bakan şöyle görüyor. Cemaat içinde bir okuyup izah eden sınıf, bir de dinleyen sınıf var.

Anlaşılma problemini farklı yöntemlerle aşmaya çalışan kardeşler de var. Her konunun kolay anlaşılabilir yerlerini bir araya getirip, derslerde o bahisleri okuyorlar. Tabi ki çoğu zaman seçilen bahisler arasında mantık ilgisi kurmak zorlaşıyor. Az çok fikri ilerlemiş kardeşler, bu bahis burada niçin okundu acaba diye akıl çilesi çekiyorlar.  Daha farklı yöntemler de var ama uzatmayalım! (Uzatmayalım dedim ama sonradan uzatmak icap etti. İlk zamanlar sayfalarda geçen ayetlerin meallerini verme ve eserlerin sonuna lügatçe ekleme, cemaat içinde tartışılır, ancak bunun Üstad’ın tarzına bir ihanet olduğu ileri sürülür reddedilirdi. Aradan geçen süreçte her nasılsa bu ihanete artık alıştık. Tartışmıyoruz!)

Risale-i Nurların aslı okunduğu için bu yöntemlerin zararları telafi ediliyor. Esasa zararları olmuyor. Ancak bu nur dershanesi için geçerli bir durumdur. Tekrar etmeye gerek yok risalelerin anlaşılma ihtiyacı vardır. Bunu çözümü için sadeleştirme alternatif olabilir mi bunu tartışacağız!

ÜSTADIN RİSALELERE PARMAK KARIŞTIRMA KONUSUNDAKİ ŞİDDETLİ BEYANLARI

Bu noktada hemen Üstad’ın şiddetli beyanları hatırlanacaktır. Bunlara can ve başla itaat ediyoruz. Ancak sözün zahiri altında kastedilen manaya dikkat etmek gerekir. Üstad’ın ilgili beyanları risalelerin yazılma ve neşir döneminde söylediği dikkate alınmalı. Risaleler elle yazılıyor ve yazanların -birkaç isim dışında- yazı ile Osmanlıca ile bir ilgileri bulunmuyordu. Hiç kimsenin bir harfle dahi oynamaması, eserlerin sıhhati açısından son derece önemliydi. Üstad büyük bir himmetle ve sıra dışı bir gayretle 600 bin nüshaya varan el yazma risaleyi tashih etmiş, eserlerin hatasız yazılmasını temin etmişti. (Haze min fazlı Rabbina). 1957’den itibaren çoğumuzun bildiği şekilde vefatına kadar geçen sürede Latin harfleri ile neşrini tamamladı.

Üstad’ın vefatından önceki bir kısım tasarrufları, işaret ettiğim anlayışın doğruluğunu ortaya koyar. Bu arada Üstad’ın bütün hayatı boyunca bir çok meselede nazara verdiği ve ona binaen çözüm ürettiği usul-i İslamiyenin bir kaidesine işaret etmeliyim.  “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz.” Bu kaide Risale-i Nurlarda önemli bir yer işgal eder. Asıl konumuz olan üslup açısından bu kuralın uygulanışını görmek için Nurun İlk Kapısı ile Küçük Sözleri kıyaslamak yeterli olur.

Üstad bu kaideye sadeleştirme açısından riayet etmiş midir? Asıl önemli soru bu. Lise talebeleri derse geliyor diye Latin harflerine müsaade eden Üstad için bu sorunun cevabı hayır olamaz! Bu tartışmalar sırasında yeni bir şey daha öğrendik.

Üstad şefkat-i imaniyesi gereği Kastamonu Lahikasında ölçüyü kendi çizmiş:

”Saniyen: Burada, Lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem’a’nın ism-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem’ası hâtimesine kadar, Âyetü’l-Kübrânın, ‘Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir…’ diye başlayan Birinci Makamın başından ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp, ta On Sekizinci Mertebe olan kâinatın hudus hakikatı, ta imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı maneviyle izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibi atabilirsiniz. Fakat yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçe farklı olduğundan, yeni Türkçe için bazı kelimat-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshilat olması için bazı tabiratı değiştirirseniz iyi olur.” (Bu ibarenin sonradan çıkarıldığını ileri sürmek, meselenin aslını ortadan kaldırmıyor. Abdurrahman Iraz’dan alıntı.)

Bana göre bundan sonraki kararı zaman verecektir. Zaman bir şey hakkında karar verse itiraz edilmez. Zamanı gelmemiş ise zaten hiçbir teşebbüs başarıya ulaşamaz.  Öyleyse sadeleştirme konusunda yapılan işi, vicdan-ı umumiye havale etmek en doğru çözüm olacaktır. Vicdanlar kabul eder, efkar-ı umumiyede yaygınlaşırsa sadeleştirmenin zamanı gelmiş demektir. Yoksa reddedilir. Bu konuda kavga çıkarmak yerine, halkın sağ duyusuna güvenmek daha emin bir yoldur.

İslam tarihi, Üstadımız ve emsali pek çok alimin menkıbelerine şahit olmuştur. Zaman içinde bunların eserleri yeniden yeniye ele alınmış, bir kısmı özetlenmiş, bir kısmı yeni bir üslupla yeniden yazılmış, izah edilmiş, tefsiri yapılmıştır. Zamanın ömrü varsa bunların hepsi Risale-i Nurlar için de yapılacak, zamanı geldikçe bu işlere el atan insanlar ortaya çıkacaktır. Bu bir yaratılış kanunudur. Sünnetullahtır. Duamız bu işlere layık ellerin uzanmasıdır.

Nur cemaatleri kendi vazifelerine bakacaklar, ancak ilim alemi bu eserleri ince eleklerle eleyecek, farklı usul ve yöntemlerle farklı eserler elde edeceklerdir. Bu gelişmelere “az olsun benim olsun” mantığı ile karşı çıkmak, oyuncağı elinden alınan çocuğun ağlamasından öte bir anlam ifade etmeyecektir.

Şunun farkına varmak lazım,  Bediüzzaman bir dünya lideridir. İttihad-ı İslamın temini, uhuvvet-i imaniyenin inkişafı, fen bilimlerini esma tecellisi olarak gösteren kainat tefsirini bütün dünya dillerinde okutturma gibi, yüce hedefleri vardır. Kusura kalmayın bu haliyle Bediüzzaman’ı hiçbir cemaat, hiçbir şahıs, tek başıyla temsil edemez, istiab edemez, kucağına sığdıramaz! Hepimiz birbirimize muhtacız. Birinci farz aramızdaki uhuvvettir. Bu hiçbir gerekçeye feda edilemez!

BEN CEMAATİMİZİN SADELEŞTİRİLMİŞ METİNLER OKUMASINI İSTEMİYORUM

Sadeleştirme için benim ne düşündüğümün bir önemi yok. Bu konuda Nur talebeleri arasında ortak bir kanaat vardır. Ben şahsen Üstad’ın üslubu dışında hiçbir dini metni okuyamam. Zaten hiç kimse eserlerin aslını bırakın bunları okuyun diye bir telkinde bulunmuyor.

Bu durumda sadeleştirmeye karşı olmakla birlikte bu konuda ısrarlı olanlara karşı alınacak tavır ne olmalıdır sorusu önem kazanmaktadır.

Allah için şahitlik yapacak isek Risale-i Nur’un “hayat dairesi” ile ilgili görevlerini başarılı bir şekilde yerine getirdikleri açıkça görülen bir cemaatin, ihtiyac-ı dahiliden geldiğine inanılan sadeleştirme tasarrufu hakkında, insaflı olunmalıdır. Yukarıda kendi dershanelerimizde yaşanan garipliklere işaret etmiştim. Bunları dershane ortamında izale etmek kolaydır. Ancak okul, yurt, dershane, üniversite gibi umumi ortamlarda hizmete soyunan bir cemaatin, bizim yöntemimizle Risalelerin anlaşılmasını sağlama imkanı yoktur. Hem çok sayıda yerlerde bu eserleri okuyup izah edecek yetişmiş insan bulunmaz, hem de açıklama ve izah ihtiyacı “kürsüden serbest atış yöntemi (!)” ile karşılanamaz. Bu yerlerde en iyi yöntem kayıt altına alınan, yanlışı doğrusu rahat bir şekilde kontrol edilebilen ciddi bir emekle yapılmış sadeleştirmedir. Bunun zararı daha az olur.

Daha önce bu konuda iki defa geri adım atıldığını biliyoruz, bu defa katî bir ihtiyaç olmasa gereksiz yere tartışma çıkarılmaz, yeni bir teşebbüste bulunulmazdı. Demek oluyor ki bu adım kararlı bir adımdır. Her halükarda her cemaat kendi bildiği tarzda hizmetine devam edecek, ama kardeşlik ve duaya zarar verilmeyecektir. İttihad-ı İslamı ve uhuvvet-i İslamiyeyi korumak farz, risaleleri aslından okumak sünnet hükmündedir.

Bu olayı bir an unutup şu örneği düşünelim: Söz gelimi yeni bir cemaat çıksa, “kardeşim biz Risale-i Nur okuyacağız. Ama bunları kendi anlayacağımız şekilde sadeleştireceğiz, kendi anladığımız şekilde hizmet edeceğiz” deseler.  Biz bunlara “hayır Risale-i Nurlara dokundurtmayız. Sizi mahkemelerde perişan ederiz. Sizi her yerde gıybet ederiz” diye savaş mı ilan edeceğiz?

Elbette o cemaatin menfaatini dikkate alan şefkat-i imaniye sahipleri, bunlara diyecek ki “Kardeşim tamam öyle yapın! Lakin bunları sadeleştirmek için biz size yardım edelim. Elden geldiğince doğru olarak yapılsın!”

Gençleriniz bilmez, bir zaman şimdi iki kuvvetli cereyan aleyhinde iki broşür yayınlatıldı. Aradan kırk yıl geçti, açılan yarayı hala tamir edemedik. Manevi vücudumuzda yeni yaralar açmak, gelecek asrın öncüleri olarak bakılan genç kardeşlerdeki akl-ı selim ile kabil-i telif olmadığı inancındayım.

(Dipnot: Aziz okuyucum. Bir iki defa Üstada ait, yayınlansın yayınlanmasın bütün mektupların bir merkezde toplanması, bir süre sonra yeni iddiaların kabul edilmemesi gerektiğine ve eserlerin Osmanlıca nüshalar arasında edisyon kritik yöntemi ile neşrinin yapılması mecburiyetine işaret etmiştim. Ama yayıncıların hiç biri bu konuda ses çıkarmadılar. Şimdi herkes cebinden kurşun çıkarır gibi mektup çıkarıyor. Bu durumun sürdürülmesi imkansız. Bana kalırsa öncelikle bu gereğinden fazla büyütülen gündemi bırakıp bu iki konuyu tartışmalıyız.)

Ramazan Balcı / Risale Haber

Bediüzzaman’ın gençliğe hitabesi

Sevgilinin köyü aşığa güzel gelir. Bir kara gözlünün hatırı için, çok gözler sevilir derler. Darülhikmet’il İslamiye’nin aşağıya bir perde sadeleştirerek aldığım beyannamesini görünce ister istemez heyecanlandım! Nede olsa  Darülhikmet’il İslamiye üstadın köyü. Ve onu seviyoruz. Onu bize hatırlatan yerlerin ayrı bir değeri ve güzelliği var.

Bu beyannamenin hazırlanmasında Üstad’ın katkısı ne kadar onu bilmek zor. Ama o dönemde hazırlanmış. Ve o kurumda çalışan çok muhterem alimlerin bu günlere dair endişelerini taşıyor. Şimdi hepsi ahiret yurdundalar. Bir kısmı şehitler zümresinde, bir kısmı kahraman mücahidlerin, şehit evliyaların başlarında! Allah (C.C) cümlesini cennetü’l-firdevsinde cem eylesin!

Bu yazının başlığı Darülhikmet’il İslamiye’nin Beyannamesi şeklinde de olabilirdi. Ama yukarıdaki başlık daha dikkat çekici! – eh artık gazetecilik huyu bulaşmaya başladı demek ki- Hem Üstad’ımız dememiş mi ki “Şöhret insanın malı olmayanı da ona mal eder” diye! Bu iki nükteden sonra gençliğe hitabeyi okuyup, o muhterem üstadların bizim için çektikleri ıztırabı anlamaya çalışalım.

GENÇLİĞE HİTABE

Darülhikmet’il İslamiye’nin Beyannamesi
Darülhikmet’il İslamiye’den tebliğ edilmiştir.

Din-i Mübin-i Muhammedî din-i fıtridir. Fıtrat-ı selime sahibi olan şuurlu hiç bir fert bu hakikati inkar edemez. İnkar edecek olursa ya fikrinde selamet yoktur, ya nazarında isabet. İslamiyet’in meziyetlerini araştıran hiçbir akl-ı selim sahibi yoktur ki İslam’ın gerekli güzellikleri içeren bir din-i âli olduğunu teslim etmesin. İslam demek insanlık nurunun süzülmüş özü demektir. O nurun cazibekar renkleri ancak o menşurdan geçtikten sonra görülür. Zat-ı insaniyet demek olan ruhun bi‘l-kuvve tazammun ettiği bütün güzellikler ve yüksek hasletler ancak İslam’ın kalplere nüfuz etmesi ve vicdana hâkim olmasıyla anlaşılır. Âlemde hiçbir hayır yoktur ki İslam onu himayesine alıp gerek ferdi gerek içtimai bir saadetin husulüne hadim kılmasın. Fakat bu hakikatin tereddütsüz kabul edilmesi için kalbin kin ve inkar gibi çirkinliklerden uzak olması lazım gelir. Eğer kalp bu illetler ile hasta ise fikirde selamet, nazarda doğruluk kalmaz. Kâffe-i evamir-i ilahiyenin dünyevi uhrevi nice nice faydaları içerdiğini kim inkar edebilir?

Cenab-ı Hak bize emreylediği bir şeyde bazısını aklen idrak ettiğimiz, bazısını akıl erdiremediğimiz birçok fayda derc etmiştir. Bazı kimselerin akıl zannettikleri dalalet rehberine uyarak her şeyi kendi heva ve heveslerine göre tefsir ve tevile kıyam etmeleri, en parlak hakikatleri inkara, hatta inkar değil Allah saklasın bazı kere de hakarete yeltenmeleri, dine karşı bir hıyanet olduğu gibi insaniyete karşı da pek büyük bir cinayettir. İşte dimağı akıl geriliğinden uzak olan her anlayış sahibinin, din-i mübinimizin her emrini gönül rahatlığı ile yapmakta tereddüt etmez. Halimizi ıslah, istikbalimizi temin edecek yegâne çare budur. Bu yoldan sapılacak olunursa akıbetimiz pek karanlıktır. Milletimizin kurtuluşunu ise bilhassa vatan gençliğinin ıslahında aramak lazım geldiğinden her işin başından sonunu gören basiret sahipleri, daima geçlerimizin hareketlerine dikkat çekmektedirler. Millet ve vatan duygusundan nasibi olan herkes, nesl-i âti dediğimiz bu vatan yavrularını maddi manevi pek yüksek bir mertebede görmek ister. Milletin âtisini ancak bu mefkurenin hayata geçirilmesinde görür.

Gençlerimiz her şeyden evvel dindar olmalıdır. Fakat bu dindarlık lafızda kalmamalıdır. Bu lafzın tazammun ettiği mana kalbe nüfuz etmelidir. Hayrat-ı saire dinin olmazsa olmaz tamamlayıcısıdır.  Kalp nur-u iman ve İslam ile tenvir edilince gidilecek yol görülür,  nefis tehlikelerden korunur. Şurasını söylemekte zerre kadar tereddüt caiz değildir ki el-yevm medeniyet hayatı denilen hayat-ı sefilane, insaniyeti temelinden yıkacak sayısız rezillikler ihtiva etmektedir. Bu söz yalnızca iddia değil, yine Avrupa’nın faziletli âlimlerince neşredilen eserlerde görülen sabit bir hakikattir. Fakat ne faide ki nefislerine esir olan batılıların, hak ve hakikate yönelme kabiliyeti kalmamıştır. Avrupa ulemasından hangisiyle samimi bir hasbihal edilecek olsa onlar da halkın bu suretle sapkınlığa düşkün olmasından şikayetçi olmakta,  hepsi yaşanan feceati takdir etmektedir. Fakat dalaletin sersemliği arasında hakikati işitmek mümkün olmadığını üzülerek tekrar ediyorlar. Bunu bırakalım kütüphaneler dolusu ciddi batılı eserler meydandadır. Bu eserlerin hangisi bu rezillikleri tavsiye etmektedir? İşte gençlerimiz bu konuda gayet uyanık hareket etmeli Allahın yardımı ile elimizde kalacak olan yerlerin kapılarını tamamıyla bu çirkinliklere karşı kapalı bulundurmalıdır, amma buna taassup denilecek imiş, varsın denilsin. Bu tabir insan olmak arzusundan sıyrılan sefihlerin manasını bilmeden her yerde kullanmak istedikleri bir yalan aletidir.

Gençlerimiz her şeyden evvel dindar olurlarsa hiçbir tavsiyeye hacet kalmaksızın bu hakikatleri görüp gereği gibi hareket ederler. Bununla beraber genç oğullarımızla, genç kızlarımızın sefihane hayatın yalancı güzelliklerine kapılmayıp her hal ve işlerinde dinin sağlam itikadına dayanan bir yol seçmeleri samimiyetle ve şefkatle tavsiye olunur.

Zira maddi ve manevi saadetimiz felah ve kurtuluşumuz ancak bu yola uymak ile temin edilir. Eğer gençler sefil arzuların peşinde koşacak olursa felaketin son çığlığı olarak “vay bizim halimize” demekten başka söyleyecek söz de kalmaz. Zamanın şakası yoktur. O kahır ile (bela ve musibet ile) terbiye eder. Cümlemiz o terbiyenin tadını tattık, bu felaketler inşallah uyanmamıza başlangıç olur. Felaketler ümitsizlik sebebi olursa netice vahim olur. Cenab-ı hakkın lütfuna mazhar olmaktan ümit kesilmez, fakat o lütfun gelmesine yol açacak istidadı elde etmek şarttır. Yüce Rabbimiz cümle ümmet-i Muhammed’i karşılıksız lütuflarına mazhar buyursun.
15 Haziran 1336 İkdam/ 15 Haziran 1920”

Bu feryadın içinde Üstad’ın sesini duymamak mümkün değildir. Şairlerin hiss-i kable’l-vukuu olur da  alimlerin olmaz mı? Cihan harbinden sonra ümmeti, hususan gençliği bekleyen tehlikeyi görmüşler, son bir çığlıkla onları uyarmak istemişler.

Heyhat! Sonra gençliğe hitabe yazanlar  her şeyi taklide yöneldiler. Hem de batının en çirkin adetlerini güya medeniyet adı altında millete zorla kabul ettirdiler.

Bu gün istikbal için hala bir umut taşıyabiliyorsak, bunu Asrın İmamı Bediüzzaman ve arkadaşlarının selden kapıp kurtardıkları bir neslin varlığına  borçlu değil  miyiz?

Ramazan Balcı

Kaynak: Risale Haber