Etiket arşivi: Rasulullah

İlk Kurban Bayramı

Rasulullah (s.a.v.) hicretin ikinci yılında, Zilhiccenin dokuzunda (3 Haziran Cumartesi 624) Sevik gazasından döndü. Zilhiccenin onuncu günü (4 Haziran) sabahı, cemaatle Medine şehir surunun doğu kapısı dışındaki musallaya yöneldi. Musalla, kendisinde bayram namazları kılınan bir meydandı. Bilal-i Habeşi, Rasulullah’ın önünde yürüyordu ve elinde bir mızrak vardı. Bu mızrak Habeş Necaşisi tarafından ona hediye edilen üç mızraktan biriydi. Resul-i Ekrem mızraklardan diğer ikisini Hz. Ömer ve Hz. Ali’ye hediye etmişti.

Namazgâha varılınca, Hz. Bilal mızrağı sütre olarak Rasulullah’ın önüne dikti. Hz. Peygamber ezansız ve kametsiz olarak, Ramazan Bayramı namazı gibi iki rekât namaz kıldırdı, arkasından bir bayram hutbesi okudu. Böylece ilk Kurban Bayramı namazı kılınıyor ve ilk Kurban Bayramı hutbesi irat ediliyordu. Az sonra müminler kendilerine sunulan nimetlere bir şükür olarak kurban keseceklerdi

İslam kültüründe Kurban Bayramına ‘Iydu’l- Adhâ” veya “Büyük Bayram’ denir. Adhâ, duha/kuşluk kökünden türetilen bir kelimedir ve kuşluk vakti kurbanlar kesildiği için bu bayrama “‘Iyd-i Adhâ” denilmiştir. Onun “Büyük Bayram” olarak adlandırılması, bu bayramdan önce hac yapılması ve hac sebebiyle günahların affından dolayıdır. Rasulullah Kurbanda Bayram Namazı kılmadan bir şey yemez, namazgâha (musalla) geldiği yoldan evine dönmezdi.

Allah Resulü (s.a.v.) ilk kurban yılı; iki semiz ve boynuzlu koç aldı. Birincisini keseceği vakit şöyle dedi:

“Allah’ım bu koç, birliğine ve senden bana gelenlere şahadet eden ümmetim namınadır.”
Böylece o, kendisine gelenlerin ve Kevser suresiyle ona verildiği müjdelenen kevserin; geniş manalı oluşunu belirtiyordu. Kevser; vahiy, Kur’an, İslam, hikmet, iman esasları, ilim, ümmeti, ümmetinin âlimleri, müminlerin ve neslinin çokluğu, dünya ve ahirette kendisine verilen nimetler ve fetihler, cennette kendisine ve ümmetine verilecek havuz veya Kevser nehri gibi manalara gelir. Allah’ın verdikleri içine, Âl-i Beyti ve cennet de giriyordu.
O kurbanını keserken “Bismillâhi Allâhü ekber” dedi, Allah adına ve Allah namına ilk koçu boğazladı. Sıra ikinci koça gelmişti. Onu keserken de şöyle dedi:

“Allah’ım bu da, Muhammed ve Muhammed’in ev halkı içindir. Bismillah Allâhu ekber.”
O, ilk koçu ümmeti namına, ikincisini de kendisi ve ev halkı için kesiyordu. İkinci koçtan kendisi, ev halkı ve fakirler yediler. Bir rivayete göre o koçları keserken şöyle dua etmişti:
“İnnî veccehtü vechiye lillezî fatara’s- semâvâti ve’l- arda hanîfen vemâ ene mine’l- müşrikîn = Allahım ben yüzümü gerçekten hanif olarak, semaları ve arzı yoktan yaratana döndürdüm ve müşriklerden değilim. İnnne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve mememâtî li’l-llâhi Rabbi’l- Âlemîn = Gerçekten namazım, orucum, hayatım ve ölümüm Âlemlerin Rabbi içindir. Onun hiçbir ortağı yoktur ve ben, bunlarla emredildim ve bunlara teslim olanların ilki de benim. Allah’ım bu sendendir ve Muhammed ve ümmetinden, senin içindir”

Hz. Peygamber’in duası önemli mesajlar veriyordu:

1) Duasının baş kısmı, Enam suresi 79. ayetiydi. Hz. İbrahim; çocukluğunda gece gökyüzünü seyrederken parlak bir yıldız görüp “Rabbim budur” demiş, ama o batıp ay doğunca “hâzâ rabbî = Bu Rabbimdir” demişti. Onun battığını görünce de; “Rabbim bana doğru yolu göstermezse, elbette sapan topluluklardan olurum” diye söylenmişti. Derken güneş doğdu, “Rabbim budur, zira bu daha büyük” değerlendirmesinde bulunmuştu. O da batınca; “lâ uhıbbu’l- âfilîn = ben batanları sevmem” dedi. O batanları sevmediğini, yüzünü gökleri ve yeri yoktan yaratana çevirdiğini dile getiriyordu.

2) Hz. Peygamber de kurban duasında ibadetin, yalnız Allah emrettiği için yapılması gerektiğini ortaya koymaktaydı. İhlâs da buydu. Hayatı o vermişti, hayatın gereklerini o tedarik etmekte, ihtiyaçlarını o karşılamaktaydı. Öyleyse hayatın gerçek sahibi Allah’tı ve hayat onun emrettiği şekilde, onun yoluna harcanmalıydı. Ölümü yaratan da odur. Öyleyse; o emrederse yolunda ölünebilmeliydi. Kurban zaten bunu sembolize ediyordu. Bize, Hz. İbrahim’i, onun Allah için kesmeye azmettiği oğlunu ve onunla yaşadığı olayı hatırlatıyordu. Gerekirse Allah yolunda makam mevki ve zenginlikler, oğullar, kızlar ve en önemli varlığımız hayat feda edilebilmeliydi.

3) Resul-i Ekrem’in belirttiği gibi, namaz, oruç ve tüm ibadetler, ancak Allah için yapılır. Allah’ın şeriki olmadığı gibi, ibadetler de şeriklere bölüştürülmez. Kulluğun bölüştürülmesi de şirktir.

4) O duasında “Allah’ım bu (kesilecek hayvan), senden ve senin içindir…” demişti. Çünkü hayvanları yaratan ve besleyen Allah’tır. Öyleyse onların onun emriyle ve Allah için kurban edilmesi; en makul ve en akla yatan şeydir. İslam öncesi dönemde de kurban vardı, fakat Allah’ın yaratıp beslediği hayvanlar putlara kurban ediliyordu. Oysa gökler ve yer kiminse; güneşi doğduran ve mevsimleri getiren kim ise, hayvanlar da onundur ve onları besleyen odur. Öyleyse bunlar, yalnız ona kurban edilebilir. Bizi yaratan da gökleri ve yeri yaratandır. Bizim de gökleri ve yeri yaratana kulluk etmemiz gerekir.

Rasulullah Medine devri boyunca bayram namazlarını hep aynı musallada kılar, namazdan sonra farklı bir yoldan evine dönerek kurbanını keserdi.

Medinelilerin İslam öncesinde senede iki bayramları vardı. Bir görüşe göre bu iki bayram, bahardaki Nevruzla, sonbahardaki Mihricandı. Rasulullah bunu biliyordu ve bayramlar konusunda onlara şöyle müjde vermişti:

“Yüce Allah size, onlardan (o iki bayramdan) daha hayırlı olmak üzere, Fıtır/Ramazan ve Kurban Bayramı günlerini verdi.”

Bu iki bayram diğerlerinden daha hayırlıydı. Kurban Bayramı Ramazan Bayramından daha büyüktü. Hem bu bayramlar başkaları tarafından değil, Allah tarafından armağan edilmiş bayramlardı. Veren açısından, diğer bayramlarla mukayese edilemedikleri gibi; rahmet, mağfiret ve Müslümanlara getirileri açısından da durum böyleydi. Ayrıca bu bayramlar, Hatemü’l- Enbiya, Seyyidü’l- Murselîn ve sahabelerinin bayramlarıydı. Bu iki bayram tüm zamanlarda, tüm ümmetin bayramıydı.

Kurban, “kurb = yakınlık” kelimesinden gelir. Tüm ibadetler, Allah’a yaklaşmak ve kurbiyet için yapıldığı gibi, kurban da bu niyetle kesilir. Bu yüzden; Kurban Bayramında kesilen hayvana da kurban denir. Kurban, kendisiyle Allah’a yaklaşılan şey demektir. Zamanla kelime kesilen hayvana ad olmuştur. Kurbânu’l- melik; padişaha yakınlaşmak için yapılan hizmettir. Allah ilmi ve kudretiyle bize şah damarımızdan yakındır, fakat biz ondan nihayetsiz uzağız. Nasıl güneş bize ısısı, ışığı ve yedi rengiyle yakındır, fakat biz ona uzağız. Mümküni’l-Vücud olan mahlûkat da, Vacibü’l-Vücud olan Allah’a nihayetsiz uzaktır. Ancak günahlardan çekinmek ve emirlerini yapmakla ruhani bir yakınlıkla ona yaklaşılabilir.

Hz. Peygamber, “Hali vakti yerinde olup kurban kesmeyen, mescidimize yaklaşmasın” buyurmuştur. Bu yüzden, fitre verebilecek durumda olan hür ve mukim Müslümanlara kurban kesmek vaciptir. Bir kimsenin fıtır/fitre sadakası verebilmesi için, 20 miskal (96 gr.) altına sahip olması gerekir. Bu zenginlik durumu üzerinden bir yıl geçmesi şartı yoktur. Kurban, eyyam-ı nahr denilen Zilhiccenin on, on bir veya on ikinci günlerinde kesilebilir. Bu günler Kurban Bayramının ilk üç günüdür. Aynı günlerde hacılar Mina’da şeytan taşlar. Devenin beş yaşında olanı, sığır cinsinin iki yaşında olanı, davarın bir yaşında olanı kurban edilebilir. Bir deve veya sığırı, yedi kişinin ortaklaşa kurban etmesi mümkündür.

Kurban kesilecek küçükbaş hayvan; sol yanı üzerine, yüzü kıbleye gelecek tarzda yatırılır. Ayakları sağ arka ayağı serbest kalacak şekilde bağlanır. Sığır ve davarlar çeneleri altından boğazlanırlar. Buna “zebh” denir. Develer ise; ayakta ve sol ön ayak bağlanarak, boynun göğse bitiştiği yerden boğazlanırlar. Bu kesim türüne de “nahr” denir. Kurbanın, sahibi tarafından kesilmesi menduptur. Bir takım ayıpları taşıyan hayvanlar kurban edilemezler ve kurban etinin en az üçte birini sadaka olarak dağıtmak tavsiye edilir. Kurban derisi, bağırsak vb. sadaka olarak verilebildiği gibi, evde de alıkonulabilir. Kurbanın derisi ve eti satılamaz. Vacip olan kurbandan başka; akika, hac, hedy ve nezir kurbanı da vardır.

Cahiliye döneminde, putlar için kurban kesiliyordu. Ayrıca onlar hangi put için kurban kesiyorsa onun adını anarlardı: “Bismillât /Lât adına, bismiluzzâ /Uzzâ adına” gibi. Cahiliye Mekke’sinde genelde adlarına kurban kesilen bazı putlar şunlardı: Haremde bulunan İsaf ve Naile, Cidde sahiline dikilmiş olan Sa’d, Batn-ı Nahldeki Uzza ve Taifteki Menat. Medineli Evs ve Hazreç Kabilesinin putu Menat, Kızıl Deniz kenarında, Müşelşel dağı yakınındaydı ve siyah bir kayadan ibaretti. Onlar genelde, Mekke’de haclarını yaptıktan sonra buraya gelirler, ölüm ve kader tanrıçası olarak inandıkları Menat önünde kurban kesip tıraş olurlardı.

Cahiliye’de ayrıca, “atîre” denen ve Recep ayının ilk on günü içinde; tüm aile için kesilen bir kurban vardı. Atirenin nezir kurbanı olduğunu söyleyenler de vardır. Kuzey Arabistan’daki Bekr ve Tay kabileleri, Ece dağı ortasındaki zirvede tanrılaştırdıkları bir kaya için atire keserdi. Dişi devenin ilk yavrusu bereket umularak putlara kurban edilir ve buna “ferâ” denirdi. Cahiliyede oğlan çocuğu doğunca, doğumun yedinci günü akika kurbanı kesilir ve kurban kanı çocuğun başına bulanıp sürülürdü. İslamiyet, akika kurbanında kan sürme âdetini yasakladı.

Cahiliye döneminde, cömertlik yarışı için develer, arka bacak sinirleri kesilerek ölmeye bırakılır ve karşılıklı iki kişinin yaptığı bu kesme yarışına “mu‘âkara” denirdi. Cahiliye’de farklı kesim tarzları ve “el-cebb” âdeti de vardı. Ayrıca onlar kesilen hayvanın kanını da birkaç tarzda yiyorlardı. İslam putlara kurban kesmeyi ve Allah adına kesilmeyen ve kendi kendine ölen hayvanların etini yemeyi yasakladı. Ayrıca bir kesim tarzı da belirledi.
Risale Haber

Bediüzzaman’ın Çocukluğu

Pek acelesi var yapılacak işler çok

Çocukluğunda bile anlayanı yok

 

Ağabeyi Abdullah’ın ilmine kaldı hayran

Verdi kararı, öğrenip ilmi, edecekti bayram

 

Yaratılışı, amirane sözleri hazmetmez

Asrın sahibine elbet bu laflar söylenmez

 

Medreseden medreseye bu sebeple gitti

Döndü ailesinin yanına, canına tak etti

 

Daha küçük çocuk, henüz dokuz yaşında

Bin sekiz yüz seksen beşin baharında

 

rüyasında kıyametin koptuğunu görür

Peygamberimizi nasıl ziyaret ederim diye düşünür

 

Sırat köprüsü nünde bekleyeyim der

Tüm peygamberlerle görüşüp ellerini öper

 

Son olarak kapanır peygamberimizin eline

Resullullah sorar “ne istediğini? Küçük Saide”

 

“Kur’an ilmini talep eder yüce peygamberden”

“Hiç bir sual sormamak kaydıyla ümmetinden”

 

“İlm-i Kur’an verilecektir der ancak sana bu şartla”

Peygamber müjdesiyle uyanır Said sevinçle şafakta

 

Almıştı rüyadan çok büyük bir feyz ve şevk

Öğrenip yayacak Kur’an ilmini sonsuza dek

 

Öğrendi yılmadan on beş senelik ilmi üç ayda

Etmeliydi acele büyük yangın çıkacak bu asırda

 

Verdi kararını riyazete başladı hemen

Ot ile idare etti, ekmek bile yemeden

 

Talebe iken dahi zekât sadaka almaz idi

Başkasının minneti altına hiç girmezdi

 

Asrın özelliği idi fikren mücadele etmek

Bunun için gerekirdi çekirdekten yetişmek

 

Çocuk yaşında ilmiyle yarışmaya başlar

Emsallerini, hocalarını bırakır kendine hayran

 

On üç yaşında giymesi istendi ilmî kıyafet

Kendisi ergenliğe girmediğinden etti ret

 

Kapalıdır hurafelere aklı hiç kabul etmez

Doğru olmayan bilgi mantığından geçmez

 

Teneke çalınıp tüfek atıldığını duyar bir gece

Her sebebi araştıran Said, sorar annesine

 

Validesi “ay’ı yılanın yuttuğunu söyler”

“Bak der gökyüzünde görünüyor kamer”

 

Nuriye Hanımın misali çocukça olmuştu biraz

Küçük Said annesi de olsa, etmişti buna itiraz

Bekir Özcan

(Bediüzzaman Said Nursi Destanından)

www.NurNet.org

Ebu Talib’in İmanı Hakkında Doğrusu Nedir?

“EBU TALİB’İN İMANI HAKKINDA ESAH NEDİR”

“Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti her şeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.

Ezelden ebede her şey Cenab-ı Allah’ın indindendir. O âlimdir, Hâkimdir. Bediüzzaman, Ebu Talib’in İmanı hakkında şöyle görüş belirtmektedir:

Ehl-i teşeyyu’, imanına kail; Ehl-i Sünnetin ekserîsi imanına kail değiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebu Talib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî, o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir.

Evet, ciddî bir surette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib’in, inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine, Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten halk edebilir. Kışta bazı yerde baharı halk ettiği ve zindanda, uyku vasıtasıyla, bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hususî bir nevi cennete çevirebilir.

Gerçek ilim Allah katındadır. Gaybı Allahtan başkası bilemez.1

Ebu Talib’in imanı hakkındaki esah, yani iman meselesindeki hükmü hakkında, müçtehit ve alimlerden,  Ehli şia, Ebu Talib’ın imanına inanıyor, ehl-i sünnettin ise ekserisi iman ettiğini kabul etmiyorlar.

Bediüzzaman’ın belirttiği gibi, Ebu Talip, Resul-i Ekrem’i (a.s.v.) risaleti (görevlendirme) cihetiyle değil, zatını gayet severdi, onun şefkati ve muhabbeti boşa gitmez. Belki makul bir iman getirmemesi cehenneme gitse de, cehennem içinde bir nevi hususi cenneti, onun iyiliklerine karşı Halık-ı Rahim, halk edebilir.

Örneğin: Yerin altında, zindanın derinliklerinde uyumuş birisi rüyasında güzel ve tatlı bir rüya görmesi o an zindanı ona bir saraya çevirir veya kış mevsimi içerisinde baharı halk etmesi gibi, cehennemde de benzeri rahatlayıcı hallerin iktizası mümkün olabileceği görüşü belirtmektedir.

Bu görüşten de anlaşıldığı üzere, Ebu Talib cehenneme gidecekler arasında olsa da cehennemin azap ve şiddetinden mahzun olmayacağı şeklinde düşünceyi de desteklemektedir.

Bazı müçtehitlerin görüşü:

Cehennem azabının en ehvenine Ebu Talip maruz kalacaktır. 2

Hazreti Ebubekir, babası Ebu Kuhafe’yi elinden tutup Peygamberin (a.s.v.) huzuruna getirmiş ve şahadeti kabul etmiştir. Bu arada Ebubekir-i Sıddik (r.a) ağlamaya başlamış,

Peygamber :”Neden ağlıyorsun?”

Peygamber’in (a.s.v.) sadık dostu: “Ya Resülullah ne kadar arzu ederdim, Şimdi Müslüman olan babamın yerinde Ebu Talip olsaydı!” demiş.

Himayesinde bulunduğu amcası Ebu Talib’in iman etmediğinden dolayı Resulullah’ın mahzun olacağı için, Ebubekir (r.a.) da üzüntünü yukarıdaki ifade ile belirtilmiştir.

Netice itibariyle,“Fazl-ı ilahi ve lütf-ı ilahiden öte fazl ve lütf katiyen fazl ve lütf değildir.” Ebu Talibin Allah Resulüne yakınlığı veya yaptığı yardımları için değil, onun Allah ile olan irtibatıdır. İman etme nazarıyle bakıldığında ancak Cenab-ı Allah’ın fazl ve lütfuna havale etmek en uygunudur.

Hz. Ebubekir-i sıddık’tan konu açılınca o sadık insandan söz etmeden konuyu kapatmak istemem.

Şöyle ki:

Ebubekir (r.a.)’dan çağımız insanlarına bir mesaj:

Evet, Ebubekir (r.a.) birinci halife, din ve devlet idaresinde sorumlu bugünün devlet başkanı konumunda olan bir makam. Allah’ın Resulüne olan bağlılığı ve sıdıkiyet’iyle bilinmektedir. Peki, halkın idaresinde bulunan bu halife, insanlara bağlılığını ve sevgisini nasıl ifade etmiş? Denilirse,

İşte müthiş bir cevap:

“Yarabbi benim vücudumu o kadar büyüt ki cehennemde benden başka hiç bir ehl-i imana yer kalmasın.” Evet samimiyet te, sıdıkiyet te, ehl-i imana olan sevgi de bu olması gerek.

Çağımızdaki dünya liderlerine baktığımız zaman kimilerin halkı sefalet aç ve perişan iken, wc’lerin muslukları som altından, lavabo taşları enva-i türlü kıymetli mücevheratlarla işlenmiş, dünya ziynet ve sefahati içerisinde yaşayan liderler de vardır.

Bu gün ki orta doğuda ki isyanlar, harp boğuşmaları, devlet idaresine karşı tutum ve davranışların ana sebebi idarecilerin devletin mal varlığını ganimet olarak uhdelerine almaları, halkını tanımamaları, istibdat, zulüm, keyfi tutum ve davranışlarda bulunmaları neticesi halkın isyanına sebebiyet verilmiştir. Eğer milletine bağlı, sosyal adalette eşitliği sağlamış, samimi ve doğru hareket edilseydi bugün ki Orta Doğu ve keza diğer devletlerde bu oranda halkın isyanı olmayacaktı,

Dünya Devlet Başkanlarına örnek iki şahsiyet: Biri Hz.Ebubekir-i sıdık ki, mümin halkına bedel uhrevi hayatını feda etmesi, diğeri; Adaleti ile müsemma Hz. Ömer,

Hz. Ömer’in ganimetten oğlu ile birlikte aldıkları iki parça kumaşın kendine diktirdiği gömlekten hesaba çekilmesi, gene: “Fırat’ın kenarında bir koyunu kurt kapsa hesabı Ömer’den sorulur” demesi,

Yine kıtlık yıllarında Medine’de tebdil-i kıyafet ederek halkı dolaşmış ve yetim bir aileye geceleyin rastladığında onlara “halinizi niye Ömer’e arz etmiyorsunuz. Ömer sizin bu halde olduğunuzu nasıl bilecek? Dediğinde o evin hanımı “mademki halimize vakıf olamayacak öyleyse ne diye halife oldu?” diye cevap verdi.

Bunun üzerine beytü’l-maldan un torbasını bizzat kendisi yüklenerek bu fakir aileye getirmiştir. Arkadaşı ona “Ya Emiru’l-Müminin, bırak ben taşıyayım” dediğinde; “ahirette de benim günahlarımı taşıyabilir misin?” diye cevap vermiştir.

Sanırım dünya liderlerine bu mesajlar yeter…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

KAYNAKLAR

1-29 ncu mek.8 nci nükte

2-Buhari ve müslim

Resulüm Sen Olmayınca (Şiir)

Bu dünyanın adı olmaz
Hayatımın tadı olmaz
Mutlu insanlar bulunmaz
Resulüm Sen olmayınca

Bahçelerde açmaz güller
Orada ötmez bülbüller
Yeşermez otlar sümbüller
Resulüm Sen olmayınca

Akmaz olur akarsular
Geçmez olur leyl-u nehar
Manasızdır kış ve bahar
Resulüm Sen olmayınca

Tadı olmaz yemeklerin
Faydası yok emeklerin
Kokusu yok çiçeklerin
Resulüm Sen olmayınca

“Dünyada rahat yok” dedin
Amenna doğru söyledin
Huzursuzuz bunu bildin
Resulüm Sen olmayınca

Ne gecem var ne gündüzüm
Sana yok bakacak gözüm
Gönlüm kara soldu yüzüm
Resulüm Sen olmayınca

Tanyeri der: Biçareyim
Kapınızda avareyim
Divaneyim bilmem neyim
Resulüm Sen olmayınca

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Peygamberimiz’ in (a.s.m) Ramazan Hutbesi

Resûlullah, (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) bize bir Şaban ayının son günü bir hutbe irad buyurdu ve şöyle dedi:
“Ey Müslümanlar!
Büyük ve mübarek bir ayın gölgesi üzerinize düştü. Bu, içinde ‘bin aydan daha hayırlı’ olan Kadir Gecesi’nin bulunduğu bir aydır.
Bu ay, Allahû Teâlâ’nın, gündüzlerinde orucu farz; gecelerinde teravih namazını nafile olarak meşru kıldığı (mübarek) bir aydır.
Bu ayda kim bir hayır işlerse başka zamanlarda bir farzı yerine getiren kimse gibi sevap kazanır. Bir farzı eda eden de, başka aylarda yetmiş farzı yerine getiren gibi sevap kazanır.
Bu ay, sabır ayıdır. Sabrın karşılığı da Cennettir. Bu ay, ihsan, yardım ve eşitlik ayıdır. Bu ay, mü’minin rızkının arttığı bir aydır.
Kim bir oruçluyu iftar ettirirse bu, onun günahlarının bağışlanmasına ve cehennemden kurtulmasına sebeb olur. İftar ettirdiği Müslümanın aldığı sevaptan bir şey eksilmeksizin onun kazandığı kadar da sevap kazanır.”
 
“- Bizim hepimiz bir oruçluyu iftar ettirecek imkâna sahip değildir…” dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem);
 

“Allahû Teâlâ bu sevabı bir oruçluya bir hurma veya bir yudum su ya da bir içim süt ile iftar ettirene de verir” buyurduktan sonra hutbesine şöyle devam etti:
 
“Bu ay evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluş olan bir aydır. Kim (bu ayda) emri altındakilerin yükünü hafiletirse, Allah onu bağışlar ve cehennemden azâd eder.
Bu ayda dört şeyi çok yapınız. Bunların ikisi ile Rabbinizi hoşnud edersiniz; ikisinden de zaten uzak kalamazsınız. Rabbinizi hoşnud edecek iki işiniz; Lâ ilâhe illallah diyerek Allah’ın birliğine şehadet etmeniz ve bağışlanma dilemenizdir. Uzak kalamayacağınız öteki iki şeye gelince, onlar da Allah’tan Cenneti isteyip Cehennemden uzak kalmayı dilemenizdir.
Kim bir oruçluyu doyuracak olursa, Allah onu benim havuzumdan sulayacak, o da cennete girinceye kadar bir daha susuzluk çekmeyecektir.”

(İbn Huzeyme, Sahih III, 191-192, Thk. M.M. A’zamî, Beyrut 1975)