Etiket arşivi: rekabet

Bu Meslekteki Makam Geniştir

Ehl-i dünyanın, işlerinde olsun, hayatın tanziminde olsun, fazla bilgileri ve tecrübeleri var. Mesela bir müessesede biri müdürdür, diğeri veznedardır, öbürü de müstahdemdir. Statü oturmuş, herkesin o müessese içindeki konumu, pozisyonu ortaya çıkmış, aralarında bir çatışma olmuyor. Çünkü, yönetici, pazarlamacı ve muhasebeci gibi vazifedarlar ayrılmış, maaşları belli olmuş. Zâhiren münakaşa ve müzâhame yok.

Ama dine hizmet edenlerde öyle değil; herkes hizmet pazarında âmisinden evliyasına kadar pazarlamacı olabiliyor. Çünkü kimsenin makamı belli değil, ücret de taayyün etmemiş. Böylece hizmet pazarlamasında rekabet ortaya çıkıyor. Biri diğerine “Benim pazarıma girme” diye itiraz edince, ihtilâf oluyor. Aralarında parselasyon kavgası başlıyor. “Burası benim mıntıkamdır. Daha ilerisi senindir.” diyebiliyorlar.

Biraz bu mevzuu karikatürize ederek anlatalım.

Adam diyor: “Burası benim çöplüğüm.” Çöplükte pazar büyürse, çöplenme çoğalırsa, o çöplüğe artık hidayet güneşi doğar mı?

“Benim çöplüğüm, yakarım, yıkarım, sahama giremezsin!” Ne demek bu! Sanki hizmet parselasyonla olur, manâsında bir telakki oluyor.

Mesela hırlaşanlardan birisi çarşıya çıkıyor, patırtı gürültü kopuyor. Soru sorulabilir: “Ağabey neyi paylaşamıyorlar?” Cevap: “Bu çöplük benim değil mi? Bir çöplükte bir horoz olur. Başkası giremez, söz sahibi olamaz” diyebiliyor adam.

Halbuki hakikat noktasında dine hizmette müsaade almak diye bir şey yoktur, olmaması icap eder. Rekabeti, kıskançlığı, tarafgirliği, istiklaliyeti netice verecek bir hizmet anlayışı yoktur.

Üstad ne diyor: “Eğer makam bir olsaydı çok eller o makama talip olabilirdi. Mesleğimiz uhuvvettir. Şeyh ile mürid ilişkisi değil.” Tam yerinden okuyalım: Ne diyor:

Evet eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıbtakârane bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder.” (Lem’alar, s. 165)

Şimdi bir şeyhi düşünün, 80 yaşına gelmiş, ha öldü ha ölecek, şimdi ne oluyor? Halifeler aralarında rekabet hissi yükseliyor. Bu dergah hazretten sonra kime kalacak? Vâris çok, fakat makam bir. Biri şeyhlik postuna oturacak, makamın saltanatını sürecek. Allah Allah, kutbiyet, gavsiyet derken post kavgası başladı. Açık bir rekabet ve sonra çatışma başlıyor. Herkes kabiliyetini, istidadını piyasaya sürüyor.

Biri diyor “Bu post benim hakkımdır. On senedir üç ayları tutuyorum.” Öteki, “O üç ay tutuyorsa, ben bir sene tutuyorum, postu ona kaptırmam.” Al sana rekabet. Diğeri diyor: “Gece kâimim, gündüz sâimim, daima evrad ile tesbih ile uğraşıyorum.” Öbürü, “Ben şöyle yaptım, böyle yapacağım” diyor, bir rekabettir devam ediyor. İşte bu rekabet ve kıskançlık yüzünden hizmetin, ubûdiyetin tadı tuzu kalmıyor. Kafalar kalpler bulanıyor. Bu hususta size bir hikâye:

Vefa Hazretlerinin ismi İstanbul’da Vefa semtine verilmiş. Onun dergâhında bir şeyhi varmış. Şeyh yaşlı, müridlerini topluyor, diyor ki: “Ben öldükten sonra, benim kavuğumu şu görünen rahlenin üzerine koyun. Kim kavuğumu başına geçirirse, bundan sonra bu dergahın mürşidi o olacak.”

Bir müddet geçiyor. Emr-i hak vaki oluyor. Ehl-i kemâl, velâyet ehli biri bu arada şeyhin kavuğunu direğe gizlice bağlıyor. Onun için şeyhin hizmetinde bulunanlardan hangisi elini atıyorsa, bir türlü kavuğu alamıyor. Hepsi “Bu devlet kuşu bana kondu” diyor, amma bir türlü kavuğu alamıyor.

Kavuk aylarca orada kalıyor. “Kim geldi denedi, kim denemedi?” araştırıyorlar; kala kala dergahın sucusu, “Saka kalmış” diyorlar. Saka geliyor, bakıyorlar. Değneğin ucuna kova takılacak sopası olan bir kişi. Herkes “Mürşidlik bunun işi değil” diyorlar ama, şeyhin vasiyetini de yerine getirmek için saka da kavuğu almayı deneyecek. Çağırıyorlar, geliyor, “Bismillah, Allahuekber” diyor. O kavuğu alıp başına geçiriyor.

Evet tarikatta makam var ki, makam demek çatışma demektir. Risale-i Nur’da ise makam yoktur. Buna mukabil Risale-i Nur’da uhuvvet ve kardeşlik vardır. Uhuvvetteki makam geniştir. Risale-i Nur’un mesleği uhuvvettir, kardeşlik mesleğidir. Bir Nur kardeşinin istidat ve anlayışı senden daha ileri ise, onu Cenâb-ı Allah’ın hizmete bahş ettiğini bil. “O kardeşim, aşkı ile, hamiyet ile, gayreti ile hizmeti omuzuna almış gidiyor. Değil mi ki o benim davama hizmet ediyor, onun ayağının kirini, ben kendime şerbet olarak kabul ediyorum” de. İşte o hâlet-i ruhiyeye çıkmak lazım. Allah bizi böyle kâmil yapsın. Âmin.

Allah korusun, nefs-i emmarenin çok desise ve hilesi vardır. Mesela “Ben burada hizmet ile meşgulüm. Sen de Almanya’da çalış, buraya gel ve hizmette öyle çalış ki, bizi Türkiye’de hizmette sollama ve geçme, olur mu?” Yahu bunu hazmedemeyecek kadar çekememezlik olmamalı. “Gel Almanya’dan buraya hizmet et ama, beni geçme” denir mi? Böyle çiğlik olmaz. Ya “Beni geçersen bil ki, kan temizler!” Ne demek bu, Allah korusun. Halbuki onun hizmeti ile şâkirane iftihar etmek, kardeşinin hizmetini, kâbiliyetini, meziyetini kendi kâbiliyetin, meziyetin olarak bilmen ve şükretmen lazım. “Allaha şükür, Allah bu kardeşimi benim imdadıma, yardımıma gönderdi. Onun meziyeti benimdir, onun hizmeti benimdir, onun gözü benim gözümdür, onun himmeti, benim himmetimdir” demen lâzım.

Ayrıca aynı cephede bir ruh taşımak lazım. Şöyle yapacaksın ve diyeceksin ki: “Senin kabiliyetin benden ziyade ise ki, hakikatiyle hakikattar Nur talebesi olarak ben hizmette senin kabiliyetini görüyorum, aşkını fark ediyorum. Ben bunu ruhen teneffüs ediyorum, Elhamdulillah. Allah senden ebediyen razı olsun, hizmete kuvvet veriyorsun, seninle hizmet ve dava genişliyor, seninle iftihar ediyorum” diye kalben, şükren Cenâb-ı Allah’a niyazda bulunmak, “Elhamdülillah bu kardeş Allah’ın ikramı ve ihsanıdır “ demek icap ediyor. Eksikliğini gördüğüm zaman “Eksikliği benim hizmetimin noksanlığıdır, öyleyse hizmetini ben tekmil edeceğim, onu tamamlayacağım, tahakkümle değil, lutufla ıslahına çalışacağım.” demelisin.

Üstad bunu şöyle ifade ediyor: “Muhabbet ile adavet ikisi bir kalpte cem olmaz, içtima olmaz. Bir kalpte muhabbet olduğu zaman o kalpte adavet hakikatiyle bulunamaz.” Peki ama o kardeşin eksikliği ve noksanlığı var, o zaman ona acımak lazım, düşmanlık olmamalı. Adavet acımak suretine dönmeli. Kardeşini sevmeye mecbursun, eksikliği, nakıslığı, noksanlığı varsa ona düşman olamazsın. Ona kin besleyemezsin, ona adavet edemezsin. Yapacağın en güzel haslet ona acımaktır. Onu tashih etmeye gayret göstermektir. O tashih de tahakkümle, töhmet ile olmaz. Ancak lütuf ile olur, yumuşaklık ile olur.

Bir Nur Talebesi, kardeşinin eksikliğini tamamlayacak, gediği varsa kapatacak, söküğü varsa dikecek, yarığı varsa tamir edecek. Allah yardım etsin. Dikkat edin, eğer bir kardeşinin yüksek sıfatları var, güzel hizmetleri var, güzel hususiyetleri var da, o kardeşinin o meziyet ve kabiliyetlerinden rahatsız oluyorsan, sen çok çiğsin. Daha doğrusu kelek ve kabaksın. Git kendini tekmil et, anlıyor musun? Kardeşinin meziyetinden, kabiliyetinden dolayı içinde bazı mikroplar nüksediyorsa senin mesleğinde, senin dünyanda nâkıslık var. Kendi niyetini düzelt.

Bakın Hüsrev Abi gelmiş, Hafız Ali Ağabeyi üç ayda geçmiş. Hüsrev Ağabeyin hattı çok güzel, Hafız Ali Ağabeyin hattını Osmanlıcada üç ayda geçmiş. “Seni geldi geçti” deyince “Memnun oldu” diyor Üstad: “Kalbine nazar ettim, sun’i değil, ciddi lezzet aldı ve memnun oldu. İstikbalde bu his büyük hizmet verecek.”

İşte gerçek Nur Talebesinin koordinatları budur. Üstad mânevî vâris tâbirini kullanıyor ki, mânevî varis kimdir? 1. Ruh 2. Ceset. Tek bir ruh olacaksın, kardeşinle teneffüs edeceksin. Kardeşinle telezzüz edeceksin. Kardeşinle Allah rızası için tekeyyüf edeceksin. Keyf alacaksın. Senin simana bakınca içim açılıyor. Senin hizmetini görünce benim hamiyetim kabarıyor. Sana bakınca benin şevkim ziyadeleşiyor. Allah bizi böyle hâlis yapsın. Çiğ, nâkıs vasıfların esiri yapmasın! Risale-i Nur hizmetinde mürşitlik yok, üstadlık yok, ne var? Muavin ve müzâhir olmak var. Hizmeti tekmil etmek var. Kardeşinin hizmetini tekmil etmek, onu tenkit etmemek, onun eksikliğini tamamlamak, ona muin, ona müzâhir olmak.

Ben size bir şey söyleyeyim mi, bir sır söyleyeyim mi? Nur Talebesinde uhuvvet ruhu gelişmezse o Nur Talebesinde marifet sırrı da gelişmiyor, açılmıyor. Çünkü uhuvvet, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin ruh-u manevisi hükmündedir. Uhuvvet, davanın kayyumu manasındadır. Uhuvvet ruhu çökünce Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine de, alakadarlık noktasında gelen füyuzât artık gelmiyor. Risale-i Nur Talebesi Risaleyi okuyor, malumatı artıyor. Fakat marifeti, istikameti ve ihlâsı artmıyor. Cenab-ı Hak bu vartalardan ve bu tehlikelerden hepimizi muhafaza etsin.

Uhuvvet ruhu gelişmeyen bir Nur Talebesinde yalnız mâlûmat gelişse, o zaman onunla tahakküm yapar, sanki gardiyan olur. Elinde bir düdük öttürür, yatılacak, kalkılacak, Allah korusun. Cenab- Hak bu vartalardan da bizi muhafaza etsin. İşte bu müthiş marazın merhemi ihlâstır. Yani hakperestiği, nefisperestliğe tercih etmek. Hakkın hatırı, nefsin ve enaniyetin hatırına galip gelmekle “İn erciye illâ alallah” sırrına mazhar olur.

Hadis-i şerif var. Peygamberimiz diyor ki: “Hakperestlik, insaf dinin yarısıdır.” Hakkın hatırını nefsin hatırıyla karıştırmamalı, Hakkın hatırı nefsin ve enaniyetin hatırına galip gelmesi lazım. Bu yaranın çâresi ise ihlâstır. Hakperestliği nefisperestliğe tercih etmek, nefsin ve enaniyetin hissiyatını tercih etmemektir. Evet, “İn erciye illâ alallah” sırrına mazhar olup, nastan gelen maddî ve mânevî ücretten istiğna etmek. İşte bu çok kıymetli ecir ve ücreti Allah’tan isteyeceğiz. “Allah bilsin, yeter” diyeceğiz. “Teveccüh-ü İlahi yeter, yalnız Rabbim kabul etsin.” Üstad ne diyor? “O kabul etse, bütün dünya reddetse ehemmiyeti yok.” Evet yalnız Allah kabul etsin. Eğer O reddetse de bütün dünya seni alkışlasa, kaç para eder? Demek ki bizim esas kalıbımız, temelimiz ihlâstır. Temel standartlarımız, hulûsiyettir. Allah’ın rızasını tahsil etmektir, Allah bilsin, Allah sevsin, yeter.

Ayrıca sahabelerin senâ-yı Kur’âniyeye mazhar olan îsar hasletini kendine rehber etmek. Yani hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek. Hem hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben talep etmeden, sırf bir ihsan-ı İlahi bilip, nastan minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır

Hulusi Yahyagil

Vazife-İ Uhreviyede Kanaatsızlığın Adı: Rekabet

Vazife-İ Uhreviyede Kanaatsızlığın Adı: Rekabet

 

“Rekabetkârane ihtilafları..[1] insanın olduğu her yerde rekabet olmaktadır. Bu kaçınılmaz bir şeydir. Lakin bu rekabet müsbet manada olursa bir sıkıntı arz etmemektedir. Amma bu Hatta bu tekfire dek dayandığını “bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve tarafdar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi otuzbeş seneden beri siyaseti terkettim.[2]diyerek ahirzamanın Bilal-i Habeşisi olan Bediüzzaman bize bunu anlatmaktadır. Hemde bizzat müşahede etmiş nakletmemiş. Demek ki işin içine kıskançlık veya aynı efkara, fikre sahip olmamak nerelere kapılar açmaktadır.

Ehl-i sünnet ve cemaatin mühim bir rüknü hatta beyin takımını teşkil eden Nur Talebeleri hassaten dikkat etmelidir. Rekabet ettiği, kıskandığı veya efkarına uygun bulmadığı kimse, hadise ve şeylere dikkat etmeli.

“Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terketmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla îfa eder.[3]mesleğimizin temel esaslarından birisi olan ihlas söz konusudur. Eğer ihlas varsa orada rekabet olamaz. Şayet ihlas söz konusu değilse rekabet doğrudur. O halde bizler başka bir mesleği veya bir fraksiyon olan mesleğimizdeki bir meşrebi adeta azılı düşmanımız gibi görmeye başlarız.

Nitekim hamiyet bahsini hatırlarsanız orada Hamiyet-i milliye ve diniye tabirleri geçmektedir.

Milliye en dar dairede enaniyet bir gömlek üstü ise meşrebcilik olmaktadır.

Diniye kısmı ise mesleki ittihaddır.

Diniyede ittihad ve ittifak edenler  terakki etmeye ve adeta yön levhası, levhası olmaktadır. Milliyede saplanıp kalanların ruhunda bir marez olmaktadır. Bu hastalık ise onun malumatları artarken marifetullahının artmasını engeller. Bu sebeple muhabbetullah ve marifetullah ikliminde terakki edemez. İnbisat eder lakin inkişaf edemez. Yani malumatı artar ama o malumat onu kurtaramaz ve ilme dönüşemez.

Ehl-i Sünnet ve Cemaat itikad u ameli mezhebinin adeta beyin takımı olan nur talebeleri bu meslek içerisindeki meşrebleri ve meşrebler içerisinde ki anlayış farkından ibaret olan ve zahiri bir balon olan fraksiyonları hazmedip bünyesine kabul edip zenginlik olarak kabul etmelidir. Hazmedemezse maddi ve manevi evhama ve vesveseye mübtela olması kaçınılmazdır. Başka bir fraksiyona ait olan bir derse gidince ders ne kadar mükemmel olsa da daima kusur aramak peşindedir. Bu tip mareze mübtela olanlar neyse ki Rasulü Ekrem (a.s.v.) döneminde yaşamadı. Çünkü  Rasulü Ekrem (a.s.v.)’ın beşeriyetine bakıp onda bile kusur arayacakla bilirlerdi. “Yazık!. Eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir. Su gibi memzuç olmamışlar. İnşâallah elektrik-i hakaik-i İslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yı maarif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek, bir mizac-ı mutedile-i adalet vücuda gelecektir. [4]Bizler de ne zaman bu hitaptaki gibi mezc olursak o zaman bir işe yararız. Su H2O yani 2 hidrojen su Oksijenin (yanan ve yakıcı maddeler) birleşmesiyle olur. Demek ki daima ortak paydada meselelerde buluşulmalı ki ittifak olsun. Rekabet olmasın. “azîm kâr, rekabetle ve ihlassızlık ile kaçırılmaz.[5]hal durum vaziyet böyle iken biz bunu bilsek rekabete ve ihlassızlığa girmesek hem çok kazanır hem de çok kazandırırız.

“insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.. belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasılki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz.[6]Bediülbeyan olan Bediüzzaman bize bunu söylemekte. Lakin okunup geçilirse anladım sanılarak ülfete düşmakta söz konusu olmaktadır. Bizler ülfete düşersek derslere gittiğimiz halde okumayı terkederiz. Ağzımız güzel laf yapar ama okumayı terk etmişizdir. Nadiren okur hale geliriz. Okuyamamak nur talebesi için maneviyat aleminde ciddi bir sıkıntıdır. Bu sıkıntının aşılması için ise okuma tarzını değiştirmek gerekir.

 

“Ehl-i hidayeti, ulüvv-ü himmetten sû’-i istimale ve dolayısıyla ihtilafa ve rekabete sevkeden, âhiret nokta-i nazarında bir haslet-i memduha sayılan hırs-ı sevab ve vazife-i uhreviyede kanaatsızlık cihetinden ileri geliyor. Yani: “Bu sevabı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü dinlesinler.” diye, karşısındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve muavenetine ve uhuvvetine ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabetkârane vaziyet alır. “Şakirdlerim ne için onun yanına gidiyorlar? Ne için onun kadar şakirdlerim bulunmuyor?” diye, enaniyeti oradan fırsat bulup, mezmum bir haslet olan hubb-u câha temayül ettirir, ihlası kaçırır, riya kapısını açar.[7]ders okuyan kimseler meşrebi içinde kim olursa olsun okunan dersten memnun olması gerektir. Meşreb içinde bile ihtilaf etmek ise feci bir şeydir. Ahmette okusa memnun olmalı Saidde okusa memnun olmalı. Yoksa ders okuma tarzını beğenmeyip benim tarzım değilse diye dersten kalkıp içeri çekilip kendisi dersi protesto manasında kitap okusa hata eder. Hele bunu yapan bilinen ve önde gidenlerden birisi ise yeni gelenlerce farklı anlaşılmaya da kapı açması sebebiyle daha fecidir. Düşünün ki derse başlandı bu bizim tarzımız deyip 5 kişi kalktı. İkinci derste de başkası okumaya başladı başka 5 kişi de bu da bizim tarzımız değil deyip kalkıp gitse oraya yeni gelenler ne düşünür? Ders ortamında kimse kalır mı?

Hatta fraksiyonlardan birisine giden varsa bundan memnun olunmalı. Yoksa niye oraya gidiyorlar bizim dershaneye gelmiyor deyip dert edinmek şeytanın insanı vartaya yuvarlamasından öte bir şey değildir. Nurlarla meşgul mü ne güzül aynı manaya hizmet etmektir bu. Yeter ki o meşreb çok sakat bir yer olmasın. Aslen bu efkara sahip olan birisinde zımni yani örtülü gizli olarak enaniyet göstergesidir bu efkar.

 

“Ehl-i hidayetin rekabetkârane ihtilafı, akibeti düşünmemekten ve kasr-ı nazardan olmadığı gibi; ehl-i dalaletin samimane ittifakları, akibet-endişlikten ve yüksek nazardan değildir. Belki ehl-i hidayet; hak ve hakikatın tesiriyle, nefsin kör hissiyatına kapılmayarak; kalbin ve aklın dûr-endişane temayülâtına tâbi’ olmakla beraber, istikameti ve ihlası muhafaza edemediklerinden, o yüksek makamı muhafaza edemeyip ihtilafa düşüyorlar.[8]

 

İnsanların fikri ayrılığa düşmesi beşeriyetin muktezasıdır. Bizler bir kasa hamsi değiliz ki ne aynı ne gayrı olalım. Herkes tek bir meşreb veya  efkara malik olması hakikat mesleğince tezatlıktır. Ya oradaki ehl-i hak susturulmuş veya mesele mutlak surette tevile kapalı demektir. Ehl-i hak olanlar söylenen sözü irdeler. Yoksa hüsn-ü zanna binaen mesnedsiz ve delilsiz olarak sözleri kabul etmek ve uygulamak Nur Talebesinin karekteri olamaz.

“nâehillerin girmesi yüzünden bir derece sû’-i istimal ettiklerinden; rekabetkârane ihtilafa düşüp hem kendine, hem cemaat-ı İslâmiyeye ehemmiyetli zarar olmuş. [9]hizmetlerin büyümesi sebebiyle hizmet içerisine giren ve tarzı bilmeyen kimseler o hizmet için problem teşkil eder. Çünkü hem o gelenleri bünyeye katmak için çok çaba lazım hem de bünyeye dahil olup olmayacağı ise meçhuldür. Şayet mesleken başka bir meslekten gelmişse bu imtizaç meselesi biraz zaman alabilir. Yoksa aynı hizmet anlayışının bir fraksiyonundan, meşrebinden gelmişse bünyeye hemen dahil olur. Aynı sistem çünkü. Başka meşrebden gelene bile yabani bakmak Risale-i Nurun ruhuna aykırı bir şeydir. “bizden değil!” demek ise ancak okumuş cahillik ve bağnazlık ve yobazlık göstergesidir.

 

“Ey ehl-i hakikat ve tarîkat! Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını müftehirane alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârane o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlas kaçıyor.[10]

 

         Hizmet mahalimizde kimler hizmet ediyorsa tebrik etmeli. Bir araba yolda kalsa onu itmek için ne kadar kimse olursa o kadar kolay olur. Biz de iman ve Kur’an davasında bu şuurla hareket edersek çok kazanırız.

Ötekileştirici bir hizmet anlayılına sahip olan kimseler hem mesleği hem de kendisi çevresinde istenmez olur.

Güzel olan her yerde güzeldir. Meslek meşreb bu mevzuda fark etmez. Bunu a fraksiyonu da yapsa b fraksiyonu da yapsa güzeldir.

Burada tadat edilemeyecek kadar çok menfaati olan ittihad ve ittifak meselesinde şunu da arz etmek isterim. Elin bir olalım ama burada bir olalım. Bu insanlar birleşmiyorlar gibi şeyleri söyleyenler kendisini adres gösteriyorsa şayet bununla batıl kastedilen hak bir söz kategorisinde ele alınır ve kabul edilmez.

Meşreblerin ittifak etmesi ve ittihadı ancak meşreblerin temsilcileri ile teşekkül edecek olan bir meşrebler üstü – yani mesleki – heyet ile mümkündür.

İnşallah böyle bir heyet teşekkül eder bizler de görürüz.

Ya Rabbi! Kusurumuzu affet bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizleri emanette emin kıl. Dahili ve harici desiselerden bizleri muhafaza eyle. İnsi ve cinni şerirlerden muhafaza eyle.

 

Allahımız bizleri ortak paydada birleşenlerden eylesin.amin.

 

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

Haşiye- Mehaz:

[1] Lem’alar ( 148 )

[2] Tarihçe-i Hayat ( 621 )

[3] Lem’alar ( 151 )

[4] Tarihçe-i Hayat ( 78 )

[5] Lem’alar ( 165 )

[6] Lem’alar ( 160 )

[7] Lem’alar ( 152 )

[8] Lem’alar ( 153 )

[9] Lem’alar ( 156 )

[10] Lem’alar ( 157 )

Sedd-i Taassub

Sedd-i Taassub

 

“Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz.[1]Bu söz zamanın icrat sayfalarından ibaret olan tarihin sayfalarında kendisi izhar edip açığa çıkmaktadır. Zamanın muktezasınca hatt-ı hareket etmeyen kimseler zamanın çarkları arasında ezilip mahvolmaya mahkumdur. Bundan kaçış söz konusu değildir. Bizler ise ehl-i sünnet ve cemaat olan nur talebeleri de hizmetimizin istikametini muhafaza ve müdafa etmekle mükellef ve muvazzafız.

 

Bu vazifeyi ifa ederkende sakadat bizler için olmazsa olmaz olan bir esastır. Sadakat denildiği tarif edildiği gibi yapılmasıdır. Kendisine insanın bir hedef tayin edip o maksada müteveccihen hareket etmelidir. Bu hareketin neticesi kader, hadiselerin meydana gelmesi kazadır. Bizim hizmette ihtiyarımızı kullanmamız ise atâ olmaktadır.

 

Risale-i Nur Hizmeti Kimsenin Babasının çiftliği değildir. Bu sebeple kendin pişir kendin ye tarzında bir hizmet olmaz. Ama yapanlar var denirse ona da derim ki o Nur hizmeti olmaz kendi halinde bir şey olur. Bir nevi lokal hizmeti gibi.

 

Risale-i Nur Hizmetini bize bırakan ahirzaman müezzini Bediüzzaman Said Nursi (k.s.) bu hizmetin düsturlarını Lâhika mektubları olarak belirlemiştir. Bu Lâhika mektubları ise ahirzamanda istikametli hizmetin esaslarını, yöntemini, tarzını, şeklini göstermektedir. Barla ve Emirdağ Lâhikasının taktim kısmını her bir cümlesi yer yer kelimesi altı çizilerek “dikkat ve tefekkürle devamlı olarak okumak.. [2]kıymetinde olan mehazlerden mürekkebdir.

Lâhika mektubları Ahmetin Mehmete yazdığı mektublar değil ahirzamanın hizmetinin tarzıdır, metodudur, mihengidir, tarzıdır, usulüdür. Bakın bu taktimin en son cümlesi ne diyor.” “Lâhika mektubları bu gibi hususlara da işaret ediyor. Değişen dünya hâdiseleri, geniş ve küllî mes’eleler ve şartlar altında isabetli hizmet-i Kur’aniyenin esaslarını ders veriyor.[3] Bunu okuduktan sonra birisi şayet Lâhika mektublarından yol haritası çıkartmıyorya ya gaflete düşmüş, ya ülfete mübtela olmuş veya başka maksad gütmekten başka bir şey söylemek zorladığım halde gelmemekte.

 

Lâhika mektubları hizmetin temelinde değilse okunan kitaplar kişinin malumatını ve imanını arttırır lakin okunan hakikatler Lâhika mektubları ile hayata tatbik edilir. Ve o malumat ilme inkılab eder.

 

Lâhika mektubları hayatında tam manasıyla olmayan kimselerde “taassub perdesi..[4]o insanı bütün bütün sarar ve o perdede zahir hakikatleri taassub perdesi sebebiyle göremez olur ve basireti bağlanır.

 

“ taassub taşıyan..[5]kimseler kendi fikrinde olmayan kimseleri dalalet ve sapkınlık üzere görmektedirler. Bu ise acınacak bir haldir. “taassub ve tarafdarlığın müdahaleleri..[6]neticesinde o “ taassub taşıyan..[7]kimse ise bu fikir ve bakış açısının neticesinde yalnız kalmaya mahkum olmaktadır. Ve mürur-u zamanla kendisi gibi düşünenlerle görüşür hale gelmektedir. Bir nevi merdümgiriz olmaktadır. Veya taassubgiriz de denebilir. “ taassub taşıyan..[8]kimseler hakikatlerin anlaşılmasının önünde Yemen Padişahı olan İskender’in sedd-i çin’i gibi sedd-i taassub örmekteler.

 

Sedd-i taassubun’un banisi olan mutaassıb olan taassub sahibleri dimağ’ı bombalayarak sis içerisinde bırakmaktadır. Sedd-i sis örerek insanı bertaraf etmektedirler.

 

Sedd-i taassubun banilerin ise; Dediğimiz olacak diye yapılan dayatmaları ise asla kabul edilemez. İstikamet üzere olan sadece biziz, bizden ayrılırsanız dalalete düşersiniz, onların meşrebi bozuk, fırka-i naciye biziz…… gibi bir sürü martaval ve zırvaları söyleyenlere dikkat edip, direk bu taassub sahibi deyip ondan uzaklaşmak gerekir. Aksi halde bizleri de kendi taassub sahibi yaparak ne toplumda, ne şahsi hayatta, ne cemaatte istenmeyen kimseler haline getirecektir.

 

Taassub sahibleri insanların koyun gibi olmasını arzu eder ki insanları istediği yere sürsün, sevketsin. Kendisinin işine mani olanları da çeşitli bahanelerle cemaatten uzaklaştırmak için kurgular ve senaryolar yapar. Ya bir iftira, ya bir 3 – 5 kafadar bir araya gelerek hakkında meşveret kararı, ya …

 

Ehl-i dalaletin vekili ve taassub sahibi olan bir yere girince bakar kim ona mani olacak, kim onun keyfi hareketlerine mukabele edecek bunları tesbit eder. Ve bunları uzaklaştırmak için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışır. Desiseler çoookk..

 

Taassub sahibi olan kimseler hakikatlerin fehmedilmesine mani teşkil ederler. Adeta civcivleri korumaya çalışan tavuk gibi gayesi insnaları başka meşrebe gitmeleri engellemek, kendisine veya anlayışına tabi etmeye çalışırlar. Bir zaman Konyada bir dershaneye gittim. Dersin son 3 dk’sine yetiştim. Dersi okuyan H.T. oranın önde gideni konumunda idi. Ders bitti ve bir başkası vastası ile haber geldi ki “Hacı abi seni istiyor.” baktım Mutfakta. Yanına gittim. “Hoş geldin nasılsın iyi misin?” dedikten sonra gelenler ikilemde kalabilirler oraya da gidelim diye bilirler bu sebeple bir daha buraya gelme.Dedi. Tamam ben zaten dershanede kalıyorum. Dedim. Giderken dedi “çayı iç sonra gidersin” dedi. Belki bu hadiseden 6 sene geçti ama dershanede içtiğim en acı çay oranın çayı olduğunu unutmadım.

Elimizde ahirzamanın reçetesi olan Risale-i Nur Külliyatı varken dişe dokunur birkaç entelektüel müdakkik ve muhakkik haricinde neden kimse yok olduğunu kendimize sormak lazım.

 

Risale-i Nur ile Topluma Yön Vermek hakkında bir makalede bunu teferruatlı olarak incelemiştik. Merak edenlere o makaleyi de tavsiye ederim.

 

Zannedersem nurculuğu tam randımanlı çalışmasına mani olan şey Taassubdur. Taassubdan başka bir şey değildir.

 

Taassub hakikatlerin engeli olduğu muhakkaktır. Asrın mütefekkiri “istibdad ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.[9]” taassubun neticesi istibdaddır. İstibdadın en beteri manevi istibdadlardır. Maddi istibadlar bir şekilde sona erebilme lakin manevi istibdadlar ve tahakkümler sari illet bulaşıcı hastalık gibi sirayet etmekte. Müstebid kimselerin gölgesinde yetişen kimseler de müstebid olmaya ve büyüğünün istibdadını devam ettirmeye yardımcı olmaktadır.

 

Mesela dershane hukukunda bazı tedbirler hizmetin selameti için alınıyor ve uygulamaya konuyor. Sonra taassuba ve istibdada alışan kimseler yeni bir şeyi duyunca bu yapılan iş olmaz, etmez.. vs gibi çıkışlar yapmaktalar. Bunu duyan ve gören gölgede yetişenler yapılan işi tahkik etmeden itiraz ediyor ve falan abiler bunu kabul etmezse bu olmaz bunu lavederiz gibisinden konuşmaktadır.

 

Böyle atgözlüklü kimseler Hizmette geri vitesler olarak tesmiye ediyorum. ( buna dair “hizmette “r” geri vitesler” makalemize bakabilir.) mesela buna bir misal vereyim. Bir yerde bir okuma programı var. X meşrebine ait. Y meşrebinden kimsede müsaid olduğu için katılmak istiyor. Atgözlüklü kimseler “olmaz!” diye karşı çıkıyor. Neden dendiğinde ise “o bizden değil.” Denmekte.

Bu kadar bağnazlık olur mu? Okunan kitap aynı, istifade edilen memba aynı.

 

Zamanında birisi kolumuza girmiş bir yere götürmüş bizi bizde orada devam etmişizdir. Gideceğimiz yeri biz mi seçtik o zaman? Tabi ki hayır. O halde hamiyet-i milliyenin en dar dairesi meşrebciliktir.

 

Üstad bile “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.[10]” böyle dediği halde abimiz, hocamız, vakfımız dedi diye direk kabul eden aklı başkasının cebinde olanları anlamak çok zor. Bir akıl tutulması yaşamaktalar.

 

Nurculuk taklid mesleği değildir. Tahkik mesleğidir. Kimsenin sözünü alıp koynunda saklamaz. Nurculuk koyun sürüsü gibi aklını susturmuş değildir. Lakin hizmette ki geri vitesler hakikat mesleği içinde hakikat mesleğinden başka bir yol açmak peşinde olup ne dedi iem kabul edin, yapın havasında bir maksad takip ediyorlar. “Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay bir şey değildir. Zira onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.[11]böyle bir kaide konmuşken hüsn-ü zanna binaen delilsiz ve mesnedsiz olarak söylenen şeyler sanki Risalelerin esasatı gibi görmek, davranmak acınacak bir haldir. Zannımca nurun zahir ve batın düşmanları anlamışlar ki Nurculuk sosyal hayatta tezahür edip ehemmiyetli bir vazife deruhte ederse Değil Türkiye Belki Alem-i islam Ayağa kalkabilir. Bu sebeple yaşanan değil okunan bir nurculuk için çaba sarfediyorlar. Bunun için kaliteli çay içsinler, koltukları son konfor olsun, okudukları kitaplar atlas sayfalardan olsun.. gibi şeylerle uğraşıp nur balını yedirmek yerine kavanozun dış camını yalatmaktalar.

 

Genç nurcular taassuba fevkalade karşı olması şayan-ı taktirdir. “Nev’-i beşerde, hususan bu asrhürriyette ve bilhâssa medeniyet dairesinde hemen umumiyetle hüküm-ferma “hürriyet-i vicdan” düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev’-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz?[12]hürriyet tahdid altına alınamaz. Hele hele manevi mevzularda. Abim, hocam, vakfım, şeyhim dedi diye kabul edilemez. Eğer öyle olsa idi. Efela tefekkerun, yetefekkerun.. gibi ayetler nazil olur mu idi? Nurculukta taassub sahiplerinin dayatmalarına asla göz yumup hazmedemeyiz.

 

ümid, yeisle öldürülen kuvve-i maneviyemizi ihya etti. Şu hayat, âlem-i İslâm’daki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdadmanevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir.[13]

 

“Taassub zamanı geçti. Maziyi unutmak ve istikbale bütün kuvvetimizle müteveccih olmak lâzım gelir..[14]geçmişte şu oldu bu oldu deyip arabayı dikiz aynasına bakarak sürmek yerine önümüze bakıp yolumuza öyle devam etmeliyiz. Arada dikizlere bakıp arkayı kontrol etmeliyiz. Araba dikizlere bakılarak sürülmez. Geçmişi kenara koyup ittihad ve ittifakımızı sağlamak için gayret göstermeliyiz. Taassub sahiplerinin seslerine kulak tıkamalıyız. Taassub bir hastalıktır lakin bilinmez ki tedbir alınsın.

 

“İslâmiyetin şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salabet-i diniyedir.

 

Yoksa cehilden,

 

adem-i muhakemeden neş’et eden taassub değildir.

 

Bence taassub.. bürhan ile temessük eden ülemanın şanı değildir.[15]

 

Bizler elimizdeki hakikatlerle kendimizi donatıp mücehhez edip, çevremize nurlarla nur saçarak taassubdan uzak durarak, mütekebbir müstebidler uzak durarak hizmete devam etmeliyiz.

 

Unutmayalım ki nifak ihtilaftan, ittifak hüdadandır. Bizler de hakta ittifak ederek ihtilafa düşmemeliyiz.

 

Allahımız ahirzamanda kızgın ateş halinde olan imanı muhafaza ettirip selametle dar-ul ahiretin kapısı açmak nasip etsin. Dünyada istikametimizi kaybettirmesin inşaallah.

 

“Fakat heyhat, bizler arpa anbarı içinde açlıktan ölen tavuklara benzeriz. Elimizde bir mecmua-yı hakaik dururken ona karşı göz yumar ve başkalarından istiane ederiz.[16]” “Meşreben ve fikren “müsavat-ı hukuk” mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallüb ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim. [17]

 

Selam ve dua ile    

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

 

[1] Münazarat ( 32 )

[2] Asa-yı Musa ( 249 )

[3] Barla Lahikası ( 9 )

[4] Tarihçe-i Hayat ( 254 )

[5] Şualar ( 334 )

[6] Muhakemat ( 37 )

[7] Şualar ( 334 )

[8] Şualar ( 334 )

[9] Tarihçe-i Hayat ( 72 )

[10] Münazarat ( 14 )

[11] Tarihçe-i Hayat ( 15 )

[12] Mektubat ( 430 )

[13] Münazarat ( 28 )

[14] Tarihçe-i Hayat ( 235 )

[15] Münazarat ( 89 )

[16] Barla Lahikası ( 64 )

[17] Tarihçe-i Hayat ( 184 )