Etiket arşivi: risale haber

Nurların tahrif edildiği iddiası şeni bir bühtandır! (1)

.. son zamanlarda Risale-i Nur ve Nurculuğa alâkasını bir su-i niyete bağlamak istemem; bir ikbâl arayışı olduğu vehmi de taşımıyorum. Tamamen dinî bir hamiyetin tezahürü olduğu zan ve temennisindeyim.

Ne var ki, bu kadarcık bir hamiyetin teşvikiyle büyük bir ummanın girdablarına dalmasını, ilim ve mantık zemininde makul bir yere koymanın imkânı yok. Karadeniz mizacının coşkun bir tezahürü olması ihtimali de Külünk’ün hatalarına mazeret teşkil etmez, edemez…

Risâle-i Nur, altı bin sahifelik bir umman, tarihin kaydettiği birçok dâhiyi boğacak girdab ve fırtınaları olan bir ilim ve irfan denizi. Rehbersiz ve pusulasız yol almak ne mümkün! Bugünün nesilleri için ise büsbütün yabancı bir dünya. Ne zeminini teşkil eden ilimlerden haberimiz var, ne de diline âşinayız. Kamal Atatürk’ün harf ve dil inkılâbıyla kapı ve mazgallarını açılmamak üzere kapadığı kadîm irfân hisarımızın bu son ve en parlak külliyatını tahkik ve ihata etmek bir yana, şöyle-böyle anlamaktan bile aciziz. 

Ayıp değil, tahrib edilmiş bir medeniyetin dilini, ilmini ve düşüncesini mektepsiz sökmeye çalışıyoruz.

Külünk’ün bu büyük eser külliyatını yıllarca diz çökmeden, dirsek çürütmeden, uzun geceleri kızarmış uykusuz gözlerle sabaha bağlamadan anlaması da, ihata etmesi de mümkün değil. Risale-i Nur Külliyatı sayfaları karıştırılarak, merak ve tenkid kasdıyla göz gezdirilerek fethedilemez. Mukaddes bir mâbedin rahmanî dünyasına girer gibi huşû ve vecd ile heceleyecek, öğrenmeye, bilmeye talib olacaksınız, hürmette kusur etmeyeceksiniz ki, sonsuz hakikatlerinin büyüleyici dünyasını açsın size.

Kulaktan dolma bilgilerle, medya sayfalarına akseden dedikodularla, siyaset sahnesinin maksadlı tertibleri ile Risale-i Nur ve Nurculuk hakkında konuşamaz, ahkâm kesemezsiniz. Hayır, konuşmasına konuşursunuz da, söylediklerinizin bir değeri de, tesiri de olmaz.

Hele de Risale-i Nurların “tahrif” edildiğini söyleme cür’eti gösterecekseniz, ayaklarınız değil kafanız yere sağlam basacak, her türlü itiraz ve tenkide de hazır olacaksınız…

Şunu tehir etmeden, hiçbir şübhe ve tereddüde yer bırakmadan söylemek isterim ki, Risâle-i Nurların tahrif edildiği iddiası yalanın büyüğüdür; yalan ve iftiranın. Bu habis iddiada bulunanların tamamı aynı mevziin neferleri değil şübhesiz. Metin Bey gibi bu habis yalanı hakikat sanıp dostane yaklaşanlar gibi, bu büyük hizmetin önünü kesmek, insanların artan taleb ve alakalarını durdurmak, kafa karıştırmak için kullananlar da az değil. Ama bu şeni iftiranın asıl menşei Nurlarla ve Üstad’ın yakın talebeleri ile muarazaya giren dâhildeki şerir fırkalardır.

Önce hemen şunu kaydedelim ki, tahrif adına ortaya konanların tamamını doğru ve bozma maksadlı tasarruflar olarak kabul etseniz bile ne Nurların hedef ve maksadına halel verecek çaptadır, ne de Nur Talebelerinin istikametini bozacak vahamette. Zirâ, binde biri teşkil etmeyen bu tahrif (!) noktalarının zayıflığını ademe mahkûm edecek dokuz yüz doksan dokuz kuvvetlinin varlığı yerinde duruyor.

Önce tahrif iddialarını ana hatları ile tasnif edelim:

1–Kürt, Kürdistan ve Kürtlere dair bazı ifadelerin değiştirildiği
2–Hristiyanlık başta olmak üzere muharref semavî dinlerin hoş gösterildiği
3–İngilizlere dönük bazı sert ifadelerin yumuşatıldığı
4–Bazı mektub veya kısımların Latince baskılarında yer almadığı…

Bu iddialara tek tek eğilmeden önce “tahrif” mefhumuna bir nebze vuzuh kazandıralım. Lügatler mefhumu iki kelime ile karşılıyor: Değiştirmek, bozmak… İkisi de tahrif, ikisi de merdud. Ancak aralarında niyetten kaynaklı büyük bir uçurum var. Faraza kısa bir cümle üzerinden meseleye bir nebze aydınlık düşürelim mi?

Cümlenin aslı şöyle olsun:

“Allah dedi ki!” Bu kısa cümleden iki muharref cümle çıkaralım. Birincisi, “Allah buyurdu ki!”; ikincisi ise, “Şeytan dedi ki!” Evet, her iki cümle de muharreftir, yani değiştirilmiştir. Yine de aralarında bir uçurum var. Zirâ muharref birinci cümlede maksad, mânâ ve hakikat sadece daha farklı, belki daha doğru bir kelime ile ifade edilmiş. En azından bir iyi niyetle karşı karşıya olduğumuz bedihidir.

Oysa ikinci cümlede tahrif, değiştirmekle sınırlı kalmamış, bozma kasdına varmıştır. Mânâ, maksad ve hakikat tamamen tersyüz edilmiştir. Hak ve hakikati bozmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu tasarruf kimden ve nereden gelirse gelsin, merdud ve menfurdur.

Gelelim Nurların Tahrif edidiği yalanına. Öncelikle şunu hemen söylemek isterim ki, değil Bediüzzaman gibi eşsiz bir dahi ve âlimin telifatına izni olmaksızın düzeltme kasdı ile bile müdahale etmek, herhangi bir yazarın da eserine müdahale edilemez. Zirâ kitab ve düşünce en kudsî mülkiyetlerdendir, izinsiz tasarruf edilemez.

Komşunuzun duvarında beğenmediğiniz bir taşa müdahale etmemekte gösterdiğiniz hürmetin çok daha fazlasını kitaba göstermeye mecbursunuz. Buna rağmen iyi niyetli müdahale ile bozma kasdı taşıyan müdahaleyi aynı kefede tartmak insaf değildir.

Vâkıa Risale-i Nurlarda bu her iki tahrif de bahis mevzuu değildir. Her geri zekâlı gibi, her hain de yüzlerce el yazması Osmanlıca nüshası imha edilmeden Latin baskılarına müdahalenin akîm bir tasarruftan öteye geçmeyeceğini bilir.

Binaenaleyh tahrifat yapılacaksa, hele de bozma kasdı taşıyan bir tahrifat yapılacaksa hareket noktası önce Osmanlıca nüshaları imha etmek olmalıdır, Latincelerini tırtıklamak değil.

Metin Bey ile birlikte hariçten gazel okuyanların tamamı da idrak etmeliler ki, Risale-i Nurları tahrif etmek ne hain ve münafıkların haddidir, ne de ahmak dostların uzanabileceği bir fiildir.

Üstad hayatta iken baştan sona kendisinin talimat ve emirleri harfiyen yerine getirilerek Külliyatın Latince baskıları tamamlanmıştır. Fasikül fasikül Üstad’ın tashihine mazhar olmuş Latince baskılara “tahrif” gölgesi düşürmeye çalışmanın müstahak ifadesi şeytaniyetdir.

“Üstad Latince bilmiyordu!” yollu eblehçe itirazlar ise iddia sahiblerinin şuursuzluğuna tutulmuş parlak bir aynadır sadece. Zirâ, Üstad’ın bu Latince fasikülleri yakın birkaç hizmetkârı ile birlikte dikkatle tashih ettiği, ilk el birçok kaynağın şehadetiyle sabittir. Bir talebesine bu fasikülleri okuturken kendisi de bazen dinleyerek, çoğu zaman da baskıya esas teşkil eden Osmanlıca aslından takib ederek tekrar tekrar tashih ve kontrol edip, baskıya öyle gönderdiği yazılı kaynakların uhdesindedir. Hüsnü Abi yakın bir şahid olarak hayattadır, kapısı da herkese açıktır, sorulabilir.

Kadran mihrakların ikide bir sahneye buyur ettiği, tedavülden bir türlü çıkmayıp Külünk gibi kendi halinde bir siyasinin beyanat malzemesi olacak kadar da hakikat vehmedilen “tahrif” iddiası şenaatı nereden mi besleniyor?

Hüseyin YILMAZ

E-posta: oncekelam@gmail.com

Yazı serisinin linkleri

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-1/

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-2/

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-3/ ‎

http://www.nurnet.org/nurlarin-tahrif-…-bir-buhtandir-4/

Kaynak: RisaleHaber

Kurban’la İlgili Merak Edilen Sorular

Kurban Nedir

Allahu Teâla’ya ibadet etmek ve yaklaşmak niyetiyle belirli günlerde, hususi bir hayvanı kesmeye kurban denir.” Genellikle kuşluk vaktinde kesildiği için bu kurbana “udhiyye” de denilmiştir.

Kurbanlar Allah rızası niyetiyle kesilir, Allah rızası düşüncesi yoksa kurban kabul olunmaz. Allah rızası düşüncesini ancak takva ehli taşıyabilir, Allah da ancak müttakılerin kurbanını kabul eder. “Ve yalnız Rabbin rızası için namaz kıl, kurban kes.” “Sizin kurbanlarınızın etleri ve kanları Allah’a kavuşmaz, ancak takvanız yani kurbanlarınızı keserken taşıdığınız Allah rızası düşünceniz, saygınız ve sevdanız Ona kavuşur.” buyurur.

Hangi Günlerde Kurban Kesilir?

Kurban kesim günleri Hanefi mezhebine göre Kurban Bayramının birinci, ikinci ve üçüncü gününün güneş batımına kadar, Şafii mezhebine göre ise bayramın dördüncü gününün akşamına kadar süren zaman dilimidir. Bu günlerde kurban kesilebilir ama birinci günü kesmek daha faziletlidir.

Kesime bayram namazı kılınan yerlerde namazdan sonra, bayram namazı kılın mayan yerlerde ise sabah namazının vakti girdikten sonra başlanır. Kurbanı geceleyin kesmek mekruhtur. Kurban günlerinde her nedense kesilemeyen bir hayvan, canlı olarak sadaka verilir. Artık bu hayvanın etinden sahibi yiyemez.

Kurban Kesme Olayı Ne Zaman Başlamıştır?

Kurban, mü’minlere Hz. İbrahim’in (as) ve Hz. İsmail’in (as) teslimiyetini hatırlatır. Bu olay Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır: “(İbrahim): “-Ey Rabbim, bana salihlerden (bir erkek evlât) ihsan buyur (diye dua etti)”. Biz de ona (İbrahim’e) çok uysal bir erkek evlât müjdesi verdik. Artık o (erkek evlât, babası İbrahim’in) yanında koşmak çağına erince (babası) “Oğulcağızım” dedi. “Ben seni rüyamda kurban ederken görüyorum. Bak artık ne düşünürsün.” (Oğlu) Dedi ki: “-Sana Allahu Teâla ne emretmişse, onu aynen yerine getir. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.”

Vaktaki bu suretle ikisi de Allah’ın emrine boyun eğdiler. (İbrahim) Onu alnı üzere (kurban etmek için) yatırdı. Biz ona: “-Ya İbrahim, rüyana (sana vahyettiğimiz emre) sadakat gösterdin. Şüphesiz ki biz iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız” diye nidâ ettik. Hakikat bu apaçık ve kat’i bir imtihandı. Ona büyük bir kurbanlık fidye verdik. Sonra gelen (peygamberler ve ümmet)ler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık.”

Dikkat edilirse kat’i olan husus açıktır. Hz. İbrahim (as) Allahu Teâla’nın emrine teslim olarak kendi öz oğlunu kurban etmeye, Hz. İsmail (as) de Allah (cc) rızası için kurban olmaya razı olmuştur. Kurban kesmek için bıçağına sarılan her mükellef bu gerçeği iyi tefekkür etmelidir.

Kurban Kesmenin Fazileti Nedir?

Sevgili Peygamberimiz buyurmuşlar ki: “İnsanoğlu kurban kesme gününde Allah katında kan akıtmaktan daha makbul bir amel işlememiştir. O kurban kıyamet günü boynuzları, kılları ve çatal tırnakları ile aynen gelecektir. Çünkü kan yere düşmeden Allah’ın kabul mahalline düşer. Artık kurbanlarla gönlünüz hoşnut olsun.” Yine buyurmuşlar ki: “Kurban kesen için kurban edilen hayvanın her kılı karşılığında bir sevap vardır.

Kurban Kesmenin Önemi ve Peygamber Efendimizin Kurban Kesme uygulaması Kurban hicretin ikinci yılında emredilmiştir. Allah emretmiş, Peygamberimiz de uygulamıştır. Allah’ın emri olarak vacip, peygamberimizin ameli ve emri olarak da muhkem ve müekked (kuvvetli) sünnettir. Hadis ve fıkıh kitaplarında da anlatıldığı gibi Peygamber Efendimiz’in boynuzlu, güzel iki koçu BİSMİLLAHİ ALLAHU EKBER diyerek ve ayağını boyunlarına koyarak kendi eliyle kestiği meşhurdur. Bunlardan birini kendi ve ailesi adına, diğerini de ümmetinden kurban kesemeyenler adına kesmiştir. Hz. Cabir’in (r.a) rivayet ettiği hadis bu olayı doğrulamaktadır. Hz. Cabir (r.a) diyor ki: Peygamber’le (s.a.v.) beraber namazgâhda bayram namazında bulundum. Hutbesini bitirince minberden indi. Bir koçun yanına vardı, usulünce onu yatırdı: Bismillahi vallahuekber, dedikten sonra “bu benden ve ümmetimin kurban kesemeyenlerinden..” diyerek kendi eliyle onu kesti.

Peygamberimiz, kurbanın meşru kılındığı hicretin ikinci yılından sonra vefatına kadar her yıl kurbanını kesmiştir.

Gerek Peygamberimizin bu davranışı ve gerekse “Kim imkânı olduğu halde kurban kesmezse bizim mescidimize yaklaşmasın!” sözü, kurban kesmenin vazgeçilemeyecek kadar önemli bir ibadet olduğuna işaret etmektedir.

Öyleyse Kurbanlar Sünnete Uygun Olarak Nasıl Kesilir ve Nasıl Dua Edilir?

Önceden keskin ve büyük bir bıçak hazırlanır, hayvanın göremeyeceği yere konur. Hayvan eziyet edilmeden götürülür, eziyet edilmeden yüzü ve ayakları kıbleye gelecek şekilde sol tarafı üzerine yatırılır, sağ arka ayağı serbest bırakılır. Sonra ele bıçak alınır: Allahım bu sendendir ve sanadır, denir onun ardından da sahibi veya vekili: “İnnî veccehtü vechiye lillezî fetaressemavati velerda hanîfen vema ene minelmüşrikîn=Ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim, ben müşriklerden değilim” Kul inne salatî ve nüsukî ve mehyaye ve mematî lillahi Rabbilalemîne lâ şerike leh=Namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Onun ortağı yoktur.” mealindeki ayetleri okur. Bundan sonra: Allahu ekber Allahu ekber, Lâilâheillallahu vallahuekber Allahu ekber ve lillahilhamd şeklinde tekbirler getirilir. Arkasından BİSMİLLAHİ ALLAHU EKBER denerek hayvanın boynuna bıçak vurulur. Yemek ve nefes borularıyla şah damarı denilen iki ana damardan en az biri kesilir, kan iyice akıtılır. Hayvan tamamen ölmeden kafa ve ayaklarını koparmak, derisini yüzmek, kıbleden çevirmek, hayvana eziyet etmek mekruhtur. Kurban, sahibi tarafından kesilirse daha iyi olur. Başkasına da kestirebilir. Kurbanın sahibi kurbanın yanında ise elini kasabın üstüne koyar, her ikisi birden BİSMİLLAHİ ALLAHUEKBER diyerek kurbanı keserler. Biri veya ikisi kasden bunu söylemezlerse kurban kurban olmaktan çıkar, eti yenmez. Unuttukları için söylememişlerse kurbana zarar vermez, eti yenir.

Kurban Kesmek Kimlere Vaciptir?

Kurban kesmek, Müslüman olup hürriyeti elinde olan, akıllı ve erginlik çağına ermiş bulunan ve yolcu olmayan zenginlere vaciptir. Zengin, evinin ve ailesinin zorunlu ihtiyaçlarını karşılamış, borcu olmayan ve kurban günlerinde kurban alabilecek kadar parası olan insan demektir. Aynı evde yaşayıp bu özellikleri taşıyan herkesin (yani malları ayrı olan babanın, oğlun) Hanefi mezhebine göre ayrı ayrı kurban kesmeleri gerekir. Diğer mezheblere göre ise aile adına bir tek kurban yeterlidir. Fazla kurban kesmede zorlanan Hanefiler, isterlerse diğer mezheplerin bu kolaylığından istifade edip aile adına tek kurbanla da yetinebilirler.

Borçlanmak Suretiyle Kurban Almak Caiz mi?

Kurban kendisine vacip olmayan ve ödemede sıkıntılarla baş başa kalabilecek olan kimsenin borç altına girerek kurban alması caiz değildir. Ödeme imkânı olan bir kimsenin taksitle ve kredi kartıyla kurban alması ise caizdir. Kredi kartı ve taksitle alış verişler caiz olduğu gibi.

Kurban Hangi Hayvanlardan Olmalıdır? Yedi Hisseli Bir Hayvanı Daha Az Kimseler Kurban Edebilir mi?

Koyun, keçi, inek, öküz, manda ve deve gibi hayvanlardan başkası kurban edilmez. Koyun ve keçi gibi hayvanlar bir yaşını bitirmiş olmalı veya bitirmeyenler de bitirmişler kadar gösterişli ve toklu olmalıdır. Sığır cinsi hayvanlar iki, develer ise beş yaşını bitirmiş olmalıdır. Koyun ve keçiyi yalnız bir kişi, deve ve sığırı ise bir kişi kurban edebileceği gibi yediye kadar kişiler yani altı, beş, ve üç kişi bir araya gelip kurban edebilirler. Yedi kişinin yedisi de Müslüman olmalı, hepsi et yemek değil Allah için kurban kesmek niyetiyle bir araya gelmelidirler. Birisi Müslüman olmasa veya et yemek niyetiyle yedi kişinin içine girmiş olsa, hiç birinin kurbanı sahih olmaz. Hissedarlardan biri akika, biri de adak niyetiyle kurbana karışsa kurbana engel olmaz. Çünkü bunlar da sonuçta kurbandır. Kurbanlık hayvanlar zayıf ve ayıplı olmamalıdır. Paylar götürü usûlü ile değil, tartı ile taksim edilmelidir.

Hangi Ayıplar Bir Hayvanın Kurban Olmasına Engeldir?

Şu ayıpları taşıyan hayvanlar kurban olmaz:

1- İki gözü veya bir gözü kör olanlar, 2- Kulakları veya bir kulağı boyuna kesik olan, 3- Yürüyemeyecek kadar topal olanlar, 4- Boynuzlarının ikisi veya biri kökünden kırılmış olanlar, 5- Dişlerinin çoğu düşmüş olanlar, 6- Kuyruğunun yarıdan fazlası kesik olanlar, 7- Kemiklerinde ilik kalmamış derecede zayıf ve düşkün olanlar, 8- Hayaları veya memelerinin uçları kopmuş olanlar, 9- Doğuştan kulaksız veya kuyruksuz olan hayvanlar, 10- Sürüye gönderilemeyecek kadar deli olan, 11- Pislik yiyen hayvanlar kurban olmaz.

Hangi Ayıplar Bir Hayvanın Kurban Olmasına Engel Değildir?

1- Şaşı ve kesileceği yere kadar yürüyebilen topal hayvanlar, 2- Semizliğine zarar vermeyecek derecede uyuz olanlar, 3- Sürüye iştirak etmesine engel olmayacak derecede deli olanlar, 4- Hayvanın cinsi itibariyle boynuzlu veya boynuzsuz olması, 5- Kulak kepçesinin delik olması veya kulak uçlarının enine kesik olması, 6- Ağzında birkaç dişin olmaması, 7- Hayvanın buruk ve kısır olması veya tenasül organının olmaması bir hayvanın kurban olmasına engel değildir.

Bismillahi Allahu Ekber Demeyi Kasden Terk Edenin Kestiği Kurban Neden Yenilmez?

“Bismillahi Allahu ekber” sözü kurbanlık hayvanı kesip yiyebilmek için mal sahibi olan Allah Teala’dan alınan bir izin belgesidir. Bu sözle kurbanlık hayvanın asıl sahibinin Allah olduğunu itiraf ediyor, Allah’ın malını Allah’dan izin alarak kesmiş oluyoruz. Bu söz söylenmezse izin alınmamış olur. İzinsiz bir hayvanı kesmek de gasb veya hırsızlık anlamına gelir. Bu yolla elde edilen bir malı kesip yemek de haram olur. Onun için kasden “Bismillahi Allahu ekber” demeden kesilen bir hayvanın etini yemek haram olmaktadır.

Allah’ın yasakladığı bir şeye besmele ile başlanmaz. Bir harama besmele ile başlayan dinden çıkar. Kurban kesmek helal bir iştir. Allah’ın emridir. Helal ve Allah’ın emri olan şeylere Allah’ın adı anılmadan başlanmamalıdır. Çünkü Allah’ın adı anılmadan başlanan ve işlenen her iş hayırsız ve bereketsizdir. Ayrıca bismillahi Allahu ekber diyen insan şunu demek istiyor: Allahım bu kurbanlık hayvan senin. Sen emrettiğin için kesiyorum. Senin emir ve iznin olmasaydı ben bunu kesmeyecektim.

Hangi Haller Kurbana Eziyettir?

İslâm herkese ve her şeye karşı güzel davranma ölçüsünü getirmiştir. Bu hususta Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) çok güzel bir sözü var. Buyurmuşlar ki: “Allah her şeye karşı iyilik yapmayı, güzel davranmayı farz kılmıştır. Öldüreceğiniz zaman güzel öldürün. (İşkence ile değil.) Keseceğiniz zaman güzel kesin. O kadar ki her biriniz, bıçağını keskinleştirsin de kurbanını rahat ettirsin, (çabuk kessin de ona işkence çektirmesin.)

1- Kör bıçakla boğazlamak,
2- Kurbanı yere yatırdıktan sonra bıçak bilemek,
3- Kesim yerine ayağından çekip sürüyerek getirmek,
4- Keserken hayvanın omuriliğini dahi koparmak,
5- Kellesini almak,
6- Ölmeden yüzmek. Bütün bunlar eziyettir. Eziyet de mekruhtur, şeriat hoş görmemiş ve yasaklamıştır.

Şoklama Usûlüyle Kurban Kesmek Caiz mi?

Bu soruya Hz. Ömer’in (r.a) bir uyarısını hatırlatarak cevap vereyim. Kurbanını sürükleyerek götüren birine Hz. Ömer (r.a) şöyle bir ikazda bulunmuştur: “Kurbanı eziyet etmeden götür, işkence yapmadan yatır, kesim işini de bir anda bitir!” Eğer şoklama bu işi yapmaya yarıyorsa bu güzel bir şeydir. Ancak şoklamada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır, o da şudur: Eğer hayvan, şokun tesiriyle ölür de kesim sonradan yapılırsa o kurban kurban olmaz, eti de yenmez. Hayvanın ölümü şoklama ile değil de şokun ardından hemen kesimle gerçekleşirse kurban vecibesi yerine getirilmiş olur, eti de yenir. Şunu da ifade etmeye kendimi mecbur hissediyorum: Şoklamada kesmeye fırsat tanımadan ölme ihtimali varsa, şoklamadan uzak durmak daha iyidir. Yukarda arz ettiğim şekilde şartlarına uygun kesim yapılırsa bu kesim hayvana eziyet sayılmaz, kurban da pek fazla acı hissetmez.

Kurbanın Karnından Çıkan Yavru Ne Olacaktır?

Boğazlanmış hayvanın karnından çıkan yavru diri ise yukardaki kaide ve kurallara göre boğazlanır, ölü ise yenmez.

Kurban Kesemeyen Vekil Tutabilir mi?

Çeşitli sebeplerden dolayı kurbanını kesemeyenler ve kurbanının yanında da bulunamayacak olanlar, manevi titizliğine inandıkları kimseleri vekil ederek kurban kesme işini onlara havale edebilirler. Bu durumda olanlar isterlerse kurbanın tamamını bağışlayabilecekleri gibi; bir kısmını alıp kalan kısmını da hediye edebilirler.

Ölüler İçin Kurban Kesilir mi? Sevabını ölülere bağışlamak niyetiyle sırf onlar için kurban kesilir mi?

Kesilir. Ölünün vasiyeti olmadan herhangi bir insan kendi parasıyla aldığı hayvanın sevabını ölmüş bir yakınına bağışlamak üzere kestiği kurbanın etinden yiyebilir ve yedirebilir. Ölen, ben öldükten sonra kurbanımı kesin, diye vasiyet etmişse bu kurbanın bayram günlerinde kesilmesi gerekir. Böyle bir kurbanın etinden kesen yiyemez. Tamamının sadaka olarak verilmesi gerekir. Ölenin vasiyeti yoksa, kurban da onun parasından alınıp kesiliyorsa bu kurban da vasiyet üzerine kesilen kurban gibidir. Yani yine kesen yiyemez.

Kurbanın Tutarı Para Olarak Verilse Kurban Yerine Geçer mi?

Hayır. Kurban kesilmezse kurban ibadeti ifa edilmiş olmaz, sahibi sorumluluktan kurtulamaz. Kurbanlık koyunu canlı olarak sadaka vermek de kurban yerine geçmez.

Kurbanlık hayvanı adak kurbanı yerine niyetlenerek iki borçtan da kurtulabilir miyiz? Hayır. Kurbandan başka bir de adak kurbanı kesmek gerekir. Adak kurbanları, vacip olan kurbanlara karışmaması için bayramdan bir gün veya daha önce kesilebilir.

Kurbanın Eti

Kurbanın eti üçe taksim edilir, biri fakirlere, biri akrabalara, biri de kurban sahibinin aile efradına. Kurban kesen kimse zengin ise ve kurbanın tamamının kendisine kalmasını istiyorsa, bu takdirde fakirlere dağıtmak için ikinci bir kurban daha alıp kesmelidir. Orta halli ve nüfusu da kalabalık ise, kurbanın etini dağıtmayabilir.

Kurbanın Etinden Kâfirlere Yedirmek Caiz Midir?

Kurban etinden kafirlere yedirmek mekruhtur. Müslümana yedirmek gerekir. Fakat et yenirken Müslüman olmayan birisi gelirse o zaman kerahet kalkar, yemesinde bir sakınca kalmaz.

Kurbanın Derisi

Kurbanın derisi kasap ücreti olarak verilmez, evde seccade olarak kullanılabilir. En iyisi, fakirlere, Kur’an kurslarına ve din eğitimi veren hayır kurumlarına vermektir. Kurbanın etini ve derisini satmak mekruhtur. Eğer satılırsa parası sadaka olarak verilir. Kurbanın sütü satılmaz, yünü kırpılmaz, satılsa ve kırpılsa fakirlere sadaka olarak verilir.

Kurbanın Hangi Organları Yenmez?

1- Etten ayrılıp giden kan,
2- Erkeklik ve dişilik aleti,
3- Erkeklerde yumurtalar,
4- Et içinde bulunan toparlak guddeler, bezler,
5- İdrar torbası,
6- Öd kesesi.36

Kurban Bayramında Hayvanların Kesilmesi Katliamdır, Diyorlar, Doğru mu?

Eğer bu düşünce doğru olsaydı, rahmeti sonsuz olan, Rahman ve Rahîm isimleriyle kendisini tanıtan Allah kurban kesmeyi emretmez alemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz de kurban kesmezdi. Siz Allah’tan ve Onun son peygamberi Hz. Muhammed’den (s.a.v.) daha mı çok merhametlisiniz ki hayvanlara acıyorsunuz?

Sonra neden kurban bayramında kesilen kurbanlara acıyorsunuz, onların hakkını savunuyorsunuz da, senenin her gününde kesilen hayvanlara acımıyor ve onların haklarını savunmuyorsunuz?

Bu kadar şefkatli ve merhametli iseniz neden her gün et yiyen bir dünya karşısında, ete hasret insanlara acımıyorsunuz? Bu kadar hakperest ve bu kadar şefkatli ve merhametli iseniz neden her gün alkole, uyuşturucuya, fuhuş sektörüne kurban giden insanlara, kadınlara, kızlara ve delikanlılara acımıyorsunuz? Acıma hissiniz bütün bütün tükenmemişse onu lütfen bunlara harcayalım.

Siz eğer kurbanı keserken İslâm’ın kaide ve kurallarına riayet ederek kurbanı keserseniz yani kurbanlık hayvanı severek, okşayarak kesim yerine götürür, incitmeden ve eziyet etmeden sol yanı üzerine kıbleye doğru yatırır, arka sağ ayağını serbest bırakır, diğer üç ayağını bağlar, daha önceden keskinleştirip hazırladığınız geniş yüzlü bıçağınızı, kurbana göstermeden kısa bir dua eşliğinde bismillahi Allahuekber diyerek kurbanın boğazına çalarsanız sizden Allah da memnun olur, peygamber de memnun olur, kurban da memnun olur, vejeteryanlar hariç herkes memnun olur. Bu olay vahşet değil rahmetin tâ kendisi olur çıkar.

Kurban kesmek, hem kesilen hayvan için rahmettir, hem de insanlar için rahmettir. Çünkü Yüce Yaratıcı, çayırın eliyle hayvanlara ot, ineğin eliyle insanlara süt, ağacın eliyle meyve, arının eliyle bal, toprağın eliyle türlü türlü ürünler gönderdiği gibi, kurban kestirerek varlıklı insanların eliyle de, ete hasret insanlara et ulaştırmaktadır. Aynı zamanda kurbanlık hayvanlardan bir kısmı kurban edilip insanın midesine gitmekle hayvanlıktan kurtulup insanlık mertebesine çıkmakta, ebediyyen cennete layık bir keyfiyet kazanamakta, bir kısmı da Allah yolunda kurban edilmelerine mükâfat olarak Ahirette “Burak” olma şerefine nail olmakta, sahiplerini sırat köprüsünde taşıma görevi ile onurlandırılmaktadır.

“Kurbanlarınızı neşeli ve kuvvetli hayvanlardan kesin. Çünkü onlar sırat köprüsünde sizin binitleriniz olacaktır.” Hadisi de buna işaret etmektedir. Bu olay kurbanlık hayvanlar için bir rahmet, bir saadet ve bir şeref değil midir?
Evet dıştan bakınca bir can ölüyor, ama onlarca can diriliyor. Bir buğdayı feda ediyor, toprağa gömüyor, çürümesine göz yumuyorsunuz, ama içinde yüz dane bulunan bir başak elde ediyorsunuz. Bir buğday gidiyor ama on, yüz buğday geliyor. Bu bir rahmet, saadet ve şeref değil midir?

Siz eğer kurbanlık hayvanı döverek, sürükleyerek götürür, eziyetle yatırır, kör bıçakla ona saldırırsanız bu tavrınızdan ne Allah razı olur, ne peygamber razı olur, ne kurban razı olur, ne de melek-misal insanlar razı olur. İşte vahşet olan budur. Bu tutum sadece çocukların değil, vicdan ve merhamet sahibi her insanın sinesinde yaralar açar.

Müslüman medeni bir insandır, kurbana eziyet etmek gibi bir vahşete tenezzül etmez. Çünkü o, Hz. Peygamber’in: “Kurbanınızı güzel kesin, bıçaklarınızı iyice keskinleştirin ki kurbanınız rahat etsin, acı çekmesin.” sözünü kulağına küpe etmiş insandır. Bırakın kurbanı, Müslüman, haksız ve gereksiz yere bir ağacı bile kesmez, bir gülü hatta bir otu bile koparmaz. Çünkü o her şeyin Allah’ı zikirle meşgul olduğunu bilir. Allah’ın izni hariç, hiçbir şeyin zikrine engel olmak istemez. Bununla beraber Allah’ın emrinin olduğu yerde de müslümanın boynu kıldan incedir. Değil malını, canını, İsmail’ini bile fedadan çekinmez. Allah’ın dostu İbrahim Peygamber (a.s) böyle yapmadı mı?

0-10 Yaş Arasındaki Çocukları Kurban Kesim Yerinde Bulundurmanın Sakıncası Var mı?
Yüce Allah, büyüklerden, ana-babalardan ne istemişse çocuklarına da aynı şeyleri emretmelerini istemiştir. Çocuk babasının namaz kıldığını, zekât verdiğini, kurban kestiğini bilmeli ve görmelidir. Çünkü yarın bu işleri o yapacaktır. Yavaş yavaş o bu işlere alışmalı ve alıştırılmalıdır.

Hadisin ifadesine göre: “Dünya iki gündür: Bir günü sevinç, bir günü de kederdir.” Herkes dünyayı böyle tanımalıdır. Dünyayı böyle bilmeyen ve ona göre kendini hazırlamayanlar çabuk yıkılır ve bozulurlar. İşin içerisinde acı olduğunu bile bile çocuklarımızı sünnet ettirmiyor muyuz? Yine zor geldiğini bile bile onları sabah namazına kaldırmıyor muyuz? Hasret ve ayrılığın bir ateş olduğunu bile bile onları askere, hatta sonunda ölüm olduğunu bile bile savaşa göndermiyor muyuz? Bunlar hayatın olmazsa olmazlarıdır. Bu olmazsa olmazlara nasıl kendimizi hazırlıyorsak, kurban kesmeye de çocuklarımızla beraber hazırlanmalıyız.

Kurban kesmenin hali vakti yerinde olanlara Allah’ın emri ve Sevgili Peygamberimizin sünneti, aynı zamanda kulun Allah’a karşı bir şükran ve teslimiyetinin ifadesi, Allah’ın arzularını nefsin arzularına tercihin bir nişanesi olduğunu, dağıtılan kurban etinin insanlar arasında sevgi ve dostluğu pekiştirdiğini; anarşi ve terör olmasın, İsmaillerin kanı akmasın diye kurban kanının akmasına izin verildiğini; zekât ve sadakanın da bu yüzden farz ve vacip kılındığını; kurban edilen hayvanların insanların midesine gitmekle hayvanlık mertebesinden insaniyet mertebesine çıkacaklarını, sahipleri için ahirette Burak olacaklarını çocuklarımıza tatlı tatlı anlatabilirsek, işte o zaman terörü, hiddet ve şiddeti artıracağını sandığımız kurban kesme olayının; terörün, hiddet ve şiddetin kökünü kazıyan ibadetler zincirinden biri olduğu kesinkes anlaşılmış olur.

“Kur’an’da Kan Akıtmak Yoktur,” Diyorlar.Bu Doğru mu?

“Kur’an’da kan akıtmak yoktur.” diye bir iddiadan söz ediliyor. Bununla insan kanı kasdedilmişse bu doğrudur. Haksız yere bir cana kıymak, Kur’an’a göre bütün insanları öldürmek kadar büyük bir cinayet sayılmıştır. “Kur’an’da kan akıtmak yoktur.” ifadesiyle kurban kanı kasdedilmişse bu doğru değildir. Çünkü Allah Kur’an’da her millet için kurbanı emrettiğini Kevser suresinde de çok açık bir şekilde kurban kesilmesini istediğini biliyoruz. Kurban kesilince kan akar. Farzedelim ki Kur’an’da kurban kesmekle ilgili açık ve net bir delil bulamadınız. Kur’an’ı bize getiren ve Onu herkesten en iyi anlayan Peygamber Efendimizin Kurban Bayramında kurban kesme uygulamalarını nasıl görmezlikten geleceksiniz?

Hz. Peygamber (s.a.v), hemen hemen her yıl kurban kesiyor. Bazen iki koç kesiyor. Birini kendisi ve ailesi adına, birini de ümmetinden kurban kesemeyenler adına niyetlenerek kesiyordu. Veda haccında ise yüz deve kurban ettiğini, bunlardan altmış üç tanesini bizzat kendisi altmış üç yıllık ömrüne bedel kurban kestiğini, diğerlerinin kesimini ise başkalarına havale ettiğini tarih kaydediyor.

“Kurban Kesmek Sünnettir, Kesilmese de Olur.”Diyorlar. Doğru mu?

Kurban kesmek başta Şafii olmak üzere bazı imamlara göre sünnettir, ama onların bu sünnet hükmü, İmam-ı Azam’ın “vacib” hükmüne denk bir sünnettir. Terk edilmesi mümkün olmayan sünnetlerdendir. Şeair gibi bir sünnettir. İmam Muhammed buna: “Terkine ruhsat olmayan sünnet” demiştir. Dolayısıyla zengin olup da kurban kesmeyen hem Allah’ın emrini, hem de Hz. Peygamberin emir ve uygulamalarını görmezlikten gelmiş olur ki bu da bir çeşit günahtır. Eğer kurban kesmeyen günaha girmemiş olsaydı, Hadis-i şerifde: “Hali vakti yerinde olup da kurban kesmeyenler bizim namazgâhımıza yaklaşmasın.” denilmezdi.

Kurban Kesmektense Bedelini Fakirlere Vermek Daha İyidir!” Diyorlar. Doğru mu?

Kurban kesme yerine kurbanın bedelini para olarak sadaka verme meselesi de ne Kur’an’da, ne de Peygamberimizin uygulamaları arasında gördüğümüz bir meseledir. Bu görüş, dinin şeair derecesindeki bir muamelesini lağv ve tahrif etmeye yönelik bir görüştür ki, asla kabul edilemez. Varlıklı insanların kurban kesmesi, muhtaçlara sadaka vermesine, bir hastanın tedavi masraflarını karşılamasına engel değildir.

Bu bedel meselesi ancak şu hallerde düşünülebilir. Bir insan düşünün ki zorunlu ihtiyaçlarını karşılamış, borçlarını ödemiş, bunlardan başka yanında fazla olarak sadece bir kurban alabilecek kadar parası kalmış. Bu insan kurban almaya giderken çaresiz bir hastanın ameliyat masraflarını karşılamak veya ekmek parası bulamayan işsiz ve aşsız bir ailenin ihtiyaçlarını karşılamak gibi ciddi bir durumla karşı karşıya kaldı. İşte böyle biri fedakârlık etse; Kurban parasını çaresizlikle boğuşan bu adamlara verse, ikinci bir kurban almaya da gücü kalmazsa böyle biri kurban kesme vecibesinden kurtulur. Hem de çok faziletli ve önemli bir görevi yerine getirmiş olur.

Yoksa hem kurban kesmeye, hem de çaresizlerin derdine derman olmaya gücü yeten insanlara: Kurban kesmeyin, keseceğiniz kurbanların parasını muhtaçlara verin, demek, doğru olamayacağı gibi Kur’an’ı ve Sünnet’i kale almama ve hafife alma anlamına gelir.

“Hz. Peygamberin sünnetine uymayan tembelliğinden uymuyorsa büyük zarar eder, önemsiz gördüğü için uymuyorsa büyük cinayet işlemiş olur, inkârından dolayı uymuyor ve üstelik eleştiriyorsa büyük sapık olur.”

İmam Malik de: “Sünnetler Nuh’un gemisidir, kim ona binerse kurtulur, kim de ondan geri kalırsa boğulur.” demiştir.

“Ölüler İçin Kurban Kesilmez!” Diyenler Var. Doğru mu?

Ölülere Allah rahmet etsin, denilirmiş de sevabı onlara bağışlanmak üzere kurban kesilmezmiş, iddiası da mantıklı ve tutarlı bir ifade olmadığı gibi, aynı zamanda muteber kaynaklara da aykırı bir açıklamadır. Önce mantıklı olmadığını arz edeyim: Ölüler için “Allah rahmet etsin” demek, bir duadır. Bunun anlamı şudur: Bu dua sebebiyle ölen şahsa Allah’ın rahmeti kavuşsun, o bundan menfaatlensin, rahat etsin. Bu duanın sonucunu rahmet ve rahat olarak ölüğe kavuşturan Allah’tır. Bu sevabı, dolayısıyla bu rahmeti ve rahatı ölüye kavuşturan Allah, sevabı ölülere bağışlanması umuduyla kendi rızası için kesilen ve fakir fukaraya dağıtılan kurbanın sevabını, dolayısıyla onların dualarının sonucunu bir rahmet ve rahat olarak, bir huzur ve mutluluk olarak neden kavuşturmasın? Bu Allah’ın kudretine ağır gelir mi? Kaldı ki kaynaklarımız da dirilerin yapmış oldukları hayır ve hasenattan ölülerin hayır göreceğini, hatta ehl-i sünnete göre sevaplarının da onlara kavuşacağını ifade etmektedirler.

Zaten kurban kesmek te bir çeşit duadır. İbadetlerin hepsi fiili duadır. Sözle ve fiille dua yapanlara sevap verildiği gibi bu duaları yapanlar, başkalarını da niyet ederek dua etseler, dua ettikleri kimselere de sevaplarından pay ayrılması Allah’ın lutfundan ve rahmetindendir. Hem de o duaları, hayır ve hasenatı yapanların sevabından bir şey eksilmeden.

Mesela İbn-i Ömer (r.a), Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vefatından sonra her hangi bir vasiyyet de olmaksızın defalarca umre yapıp sevabını Hz. Peygambere bağışlamıştır. Ve yine sevabını Hz. Peygambere bağışlamak üzere İbnü’l-Muvaffak yetmiş hacc yapmış, İbnü’l-Serrac onbinden çok hatim okumuştur. Cenab-ı Hak, Peygamberine rahmet ettiğini bize haber veriyor, bizim de ona rahmet ve şefaat dairesinin genişlemesi, o dairenin bizi de içine alması için dua etmemizi, Ona Allahumme salli ala Muhammed diyerek salat ve selam okumamızı istiyor. Ahirete gidenler için sevap ulaşmayacak olsaydı Allah bunları ister miydi? Sevgili Peygamberimiz, sık sık Cennetü’l-Bakî’ kabristanına gidip vefat edenler için dualar okuyordu. Onlara faydası olmayacak olsaydı, bunu yapar mıydı?1

Vehbi Karakaş

1 Daha geniş bilgi için bkz. Karakaş, Vehbi, Üçaylar Mübarek Gün ve Gecelerle Toplum Eğitimi, Cihan Yayınları, İstanbul-2008

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R. Â. ) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam edeceğiz fakat bu haftaki konumuz biraz kişisel.

Defalarca kim olduğumu sorup, merak edenler ve hakkımda bilgi veya fikir edinmek isteyenler için hayatımın bazı köşe taşlarını yazmaya karar verdim bu sefer. Artık bir daha soran olursa, bu yazıma atıf yapacağım. Çünkü devamlı aynı şeyleri anlatmak sıkıcı ve sorana göre yaşadıklarımı filtreleyip anlatmak yorucu.

Hem bu kitap çalışmamızda yazarın da özgeçmişinin bulunması şart. Böylelikle dinleyen, söyleyenin ruh lâbirentlerinde dolaşabilsin ve muhatabın, mütekelliminin kişiliği hakkında bir fikri olsun ve olaylara nereden baktığını bilsin. Hem böylece belki de, kitaptaki cümlelerde yazarın ne kasdettiği ve maksadı ve hangi makamda, neden böyle yazdığına isabet etme ihtimâli artsın.
Okuyanın yazara ünsiyet ve yakınlık kurabilmesi; belki ortak paydalar yakalayabilmesi; yani konuşanla dinleyen arasında bilgi aktarımından başka, duygusal aktarım ve bağ kurulabilmesi için de bu gerekli. [Burada Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R. Â. ) 27. Söz’de geçen “sohbet, muhabbet, yakınlıkta; insibağ, in’ikas, boyanma, çift yönlü aktarım olur” anlamına gelen cümlelerini hatırlamak gerekli. ]

Bununla birlikte bir de tanıdıkların senelerdir; “hayatını yazsan, bu yazılarından çok daha fazla merak ve ilgi uyandırır ve okunur” şeklinde tavsiyelerine uymaya ve doğruluğunu test etmeye karar verdim denilebilir.

Elbette burada mantıkî, duygusal, felsefî, ekonomik ve sosyâl bir sürü sebep veya bahane sayabilirim; fakat beni bu yazıya iten veya çeken asıl saik ve gaye nedir; hikmet ve illet, daî ve muktazî nedir emin değilim veya bilemiyorum. Yani yazarın niyeti karışık!

Fakat size yol göstermesi açısından şu kadarını söyleyebilirim: “Bunları niye yazdığım” sorusunun cevabından daha çok, “bunları niye okuduğunuz”un cevabı çok daha önemli. İşte benim hikâyem:

Küçükken en çok istediğim şeylerden biri evliya olmaktı! İlkokul zamanlarımda evliya olmayı çok istiyordum. Böylelikle babamın dövmelerinden ve evdeki diğer nahoş şeylerden; evliyalar gibi duvardan geçerek, havada uçarak kurtulacak; tayyı mekân yaparak, bir ânda çok güzel yerlere gidecektim! O zamanlar okuduğum evliya menkıbelerinden; benim gözümde evliya, “süpermen” gibi birşeydi! Evliya (evet haklısınız tekil olarak “veli” demem gerek) olursam, elimdeki bu muhteşem güçle fizik kanunları bana işlemeyecekti!…

21. Nisan. 1973’te Bursa’nın Yenişehir İlçesi’nde sabaha doğru doğmuşum. Şimdi buradan geçmişime baktığımda ilk hatırladığım şeylerden birisi: Babamın beni dövmek için mahallede sopayla kovalarken, benim bisikletten bile inme fırsatım olmadığı için bisikletin pedallarına var gücümle basarak kaçışımdır!

Fakat bugün düşününce tuhafıma giden bir olay var orada: Babam elinde sopa, ben bisiklette kaçarken; TV’den naklen yapılan canlı yayımın birden kesilmesi gibi birşey oldu orada ve benim yaşadığım o olayla bağlantım koptu bir ân ve bu babamdan kaçış sahnesini ve kendimi bir ân yukarıdan izler gibi oldum! Bilemiyorum yaşadığım korkudan ruhum vücudumu mu terketmeye karar verdi veya geçici şoktan dolayı bilincimin beyin arayüzüyle bağlantısı koptu veya vücudumla iletişim hatları mı kısa devre yaptı!? Yani kısa bir “aydınlanma(!)” yaşadım orada! Neyse, bu soruları burada bırakalım.

O günlerden hatırladığım canlı ve net bir görüntü de: Babamın beni dövmek için kovaladığı evimizin bahçesinde, beni yakaladığı ânda yüzünde gördüğüm o öfke ve haz karışımı ifadedir! (Bir panterin avını yakalamasında duyduğu veya birisine öfkelenenin hedefini ele geçirdiğinde duyduğu haz gibi. ) Bunu da geçelim.

Gene babamın beni dövdüğü rutin günlerden birindeyiz: Ellerim bahçedeki ceviz ağacına bağlı ve ben iplerden kurtulmaya çalşıyorum! Siz burada yokken, biraz önce babam beni hortum gibi şimdi hatırlayamadığım birşeyle dövmüş, fakat bunun kifayetsiz olduğunu düşünmüş olacak ki; kaçmamam için beni ellerimden ağaca bağlamış ve bahçeden çok daha uygun (odun, sopa gibi) birşey arıyordu! Bu olayı da burada keserek, devamını sizin hayâl gücünüze bırakıyorum!

Babamın beni dövdüğü zamanlarda kendi kendime sorduğum sorulardan biri: Evlâtlık alınıp alınmadığım olmuştur. Şimdi düşünüyorum da; sanki bu kurguda “üvey evlât” rolünde olursam, taşlar yerli yerine oturacak, olanlar bir mânâ kazanacakmış gibi; ne komik!

Burada annemden hiç bahsetmediğimi farkettim şimdi. Okuldan (ilkokuldan) eve döndüğümde annemi sedirin üzerinde her yeri dövülmekten morarmış, ağlarken bulduğum o günü hiç unutmuyorum!

Başka bir seferinde bir akşam babamın evdeki bakır sürahiyi annemin alnına indirdiğini, annemim hastaneye kaldırılıp, alnına dikiş atıldığını hayâl meyâl hatırlıyorum! (Yeri değil belki ama sürahi, bakır olmayabilir. ) Gene başka birgün, annemi boğmaya çalışırken, elinden dedemin kurtardığını hatırlıyorum!

Diğer birgün eve geldiğimde babamın dinî kitaplarımı bahçede yakmış olduğunu hatırlıyorum. Bir konuşmasında, Peygamberimiz hakkında (S. Â. V. ) terbiyesizce ettiği birkaç iftirayı da!

Hafızamda kalan şeylerden bazıları da: Babamın beni elinde kıvrandırarak ağzımı çakmakla yakmaya çalıştığı; başka bir gün de kiremitle sırtımı keseleyip(!) banyo yaptırdığı bir görüntü.

Annemin kaçıncı evden kaçışı ve bizi terkedişiydi hatırlamıyorum. Fakat biz 3 kardeşten en küçük kardeşim olan kızkardeşimin henüz kundakta olduğu zamanlardaki kaçışından sonra bir daha hiç dönmedi. Sonra boşandılar, sonraki yıllar annem başkasıyla evlendi.

Evden o son gidişinde anneme yazdığım bir mektubu hatırlıyorum şimdi. Mektupta babamı evdeki fare zehiriyle zehirlemeyi düşündüğümü yazmıştım! Bir çocuğun babası hakkında böyle düşünmesi ne kadar korkunç bir şey! Fakat bundan daha korkuncu oldu: Annemden gelen mektup babamın eline geçti! Gelen mektupta “babanı zehirleme, beni yaptırdı derler” anlamında birşeyler yazıyordu! Tabii o günden sonra babamın şiddet katsayısının arttığını söylemem sizin zekânıza hakaret olur!

Dedemin (babamın babası) kaç defa babamı polise şikâyet edip; bir de babamın karakoldan döndüğü günlerden birinde her yeri kanlar içinde eve geldiğini hatırlıyorum!

Sonra dedemin emekli maaşından çaldığım parayla akşam üzeri çarşıda lokantada tas kebap yiyişim; dedemin hırsızlığımı farkedip, beni babamın müşfik kollarına teslim edişini hatırlıyorum!

Başka? Babamın tabancasının elimde taşıyamayacak kadar ağır olduğunu, sahibi olduğu meyhanede bana sosis verişini, onu değişik cezaevlerine annemle ziyarete gidişimi hatırlıyorum. Bir keresinde evin bahçesinde bir kedinin arka ayağını nacakla kestiğini; zavallı hayvanın, derisinin tuttuğu ayağını sürükleyerek can havliyle kaçtığını hatırlıyorum! Gene bahçeden eve girmiş bir kediyi sıkıştırıp, değnekle vurarak, top gibi duvarlara savurduğu geldi şimdi aklıma!

Sonra, faturaları ödemeyemediğimizden dolayı evdeki elektrik, suyun kesik olduğunu; sokak çeşmesinde bulaşık yıkadığımızı; aynı çayı sabah akşam içine su koyup, kaynatıp, içtiğimi; çaya ekmek bandırıp dedemle yediğimi hatırlıyorum.

Babamın mahalledeki evlerin önündeki yığınlardan odun – kömür çaldığını; pazarcı veya köylülerin kaldırım kenarındaki çuvallarından soğan, biber çaldığını hatırlıyorum. Benim o çuvallara para sıkıştırdığımı; içki şişesine doldurttuğu yağla yaptığı yemeği, akşam karanlığından istifade yemeyip, kardeşimin yemesi için yiyor gibi yaptığımı hatırlıyorum. Bir de o zamanlardan; çarşı camiindeki yaşlı Yusuf amcaya, haram yakacakla ısınmanın zararı ve ne yapabileceğim hakkında sorduğum sorular var aklımda.

Babamın karşısında yemek yiyemeyip, hepsinin boğazıma takıldığını; eve geldiği birgün dövmek için üzerime sıçrarken, yalınayak pencereden dışarı atladığımı; bazı zamanlar böyle evden kaçıp, sokaklarda dolaştığımı; akşamın karanlığında ışık yanan evlerden gelen çatal – kaşık, çay karıştırma sesleri, çocuk seslerini hatırlıyorum! Benim ıssız ve karanlık, giremediğim o evle; o akşamlarda yalınayak ve yalnız yaşadığım bu durum; yani çok zıt bir arka plân oluşturuyordu mahalledeki bu dekor!

Birgün babamın beni çarşıda yakalayışı ve arkasında sakladığı sopayla ayaklarıma vurdukça vurduğu ve benim bir süre ayaklarımın üzerine basamayışım geldi aklıma. Bugün yaşadığım o dehşet ve ayaklarımdaki o acı geçti, hafızamda daha derinlerde bıraktığı uzun süreli acı da geçti; fakat insanlar hakkında edindiğim bu ilk izlenim ve tecrübenin etkisi uzun süre geçmedi!

Bugün bile hayret edip, te’vil ve anlamakta zorlandığım şey; babamın vurduğu o sopalar değil, artık onu kabullendim; fakat güpegündüz çarşı ortasında, kahvehânelerin bahçesinde, dükkânlarının önünde oturan veya yoldan geçen onca amca, dede, insanın birisi bile kalkıpta “Ne yapıyorsun sen, bu kadar ufak çocuk, böyle dövülür mü!? İnsan savaşta esir aldığı düşmana böyle davranmaz!” demedi! Babamın elini tutmayı bırak, bu sözü bile demedi! Bilemiyorum belki sadece kalben buğz etmekle yetinmişlerdir! (Şikâyet mi ediyorum, isyan mı ediyorum, itirazım mı var? Hayır, bu sadece sitem!)

Elhasıl insanları tanımam ve haklarında ailem üzerinden, bilhassa babam üzerinden edindiğim bu ilk izlenim ve deneyimler hiçte iyi değildi. O zamanlar genelde insanların keskin tarafı denk geldi bana.

Gene hiç yeri değil belki ama: İnsan acı çekerken ve vücuduna darbeler alırken varoluşunu ve varolduğunu çok daha derinden ve net hissediyor! Düşünsenize dişimiz ağrımasa varlığını bile farketmiyor, hissetmiyoruz! Varoluşumuzu veya herhangi bir uzvumuzun varlığını; acı veya ağrı verirken daha net hissediyoruz!

Ya da bilmiyorum belki varlığın varlığını, yokluğundan çok daha fazla hissediyoruzdur da; devamlı hissettiğimiz bu hisse ülfet veya beynimizin elbiselerimiz veya oturduğumuz sandalyenin vücudumuza temas ederken yaptığı basınç ve etkiyi filtrelemesi, şuurumuzdan gizlemesi ve farketmememiz gibi veya akvaryumdaki balıkların her yönden eşit basınçlı suyun etkisinde oldukları için suyun varlığını farketmemeleri (yani suyun zıttını, dolayısıyle suyu ve suyun içinde olduklarını farketmemeleri) gibi; biz de varoluşumuzu, varlığımızın varlığını (böyle devamlı hissetmekten kaynaklanan bir sebeple) hissedemiyor olabiliriz.

Yani şuurumuz istikrar ve devamlılıklara değil, belki bu devamlılıktaki kesinti ve istisnalara dikkat ediyor olabilir. Beynimiz sadece farklı olana yönelip, bunu kodlama ve hafızaya kaydetmeyi daha ekonomik buluyor olabilir. Her neyse, konumuz bu değil; daha doğrusu sadece bu değil; konumuz çok.

Ne zaman bu yaşadıklarımı hatırlasam veya insanların kötülük ve duyarsızlığıyla ilgili bir benzerini haberlerde seyretsem; Bakara Suresi’nde meleklerin “insan”ın halife olarak seçilip, atanmasını taaccüble karşılayıp, hikmetini anlayamamalarını hatırlarım. Bir de Yusuf Âleyhisselâm’ın kardeşlerini, bir de Habil – Kabil’i. Bu sahnelerin Kur’ân’a girmesini ayrıca mânidar bulurum.

Bilmiyorum ki babamı mı daha çok suçlamalı veya kızmalı veya acımalıyım; yoksa babamı buna sevkeden şeytana mı daha çok hınç duymalıyım!? Şeytan gerçekten insanın apaçık düşmanı! Bu ortaklıkta hisse payları nedir acaba? Hem belki eğer varsa; babamdaki genetik, psikolojik veya nörâl, beyinsel, hormonâl eksiklik – bozukluk – hastalıklara da hisse ayırmam gerekebilir. Acaba bunlar içinde babamın iradesini ortadan kaldıran veya iradesini yanlış davranışa meylettiren; meyilden öte zorlayıp, düşüren faktörler var mıdır? Ahiretteki terazi ve mizanın; insanın ruh ve amellerinin analiz ve haritasını ânında çıkarıp, görüntüleyen tomografi, emar nevinden özelliği de var bence.

Elhasıl öyle şeyler yaşadım ki, Yeşilçam Filmleri’nde bu kadar olmaz diyebilirim. Yani bunları televizyonda seyretsem; “bu kadar saçmalık ve dram olmaz; ne biçim senaryo, ne biçim kurgu bu; hiç inandırıcı değil!” deyip, kanal değiştiririm! Fakat bence “hayat”, kurgu’dan çok daha inandırıcı ve kendini izlettiriyor; yani kanal değiştirmek pek mümkün olmuyor!

Zaten Dünya Sahnesinde herkes kendi hayatının başrolünde oynuyor ve değişik Salonlar, değişik Senaryolarda “baba, oğul, eş, öğrenci, işçi, vatandaş” gibi bir sürü Rollere giriyoruz. Yani “hayat” ile “kurgu” ve “oyun” arasında öyle sanıldığı gibi, büyük bir fark ve uçurum yok.

Yazılı – yazısız Toplumsal Sözleşme ve Sözlü – sözsüz Anlaşmalarla kendi aile, iş, devlet, kurum Sahnelerimizi kuruyor ve nesilden nesile aktarılan Senaryoları oynuyor, Davranış Motiflerini sergiliyoruz. Bu tür sosyâl anlaşma / sözleşmeler neticesinde; mes’elâ “falan para birimi şu değerde” diyoruz ve alışverişte kullanıyoruz; halbuki o kâğıt parçasının zâtî / madenî bir değeri yok. Tıpkı çocukların oynadığı oyunlarda, ellerindeki değersiz oyun kâğıtlarına oyun içinde bir önem ve değer atfedilmesi gibi.

Burada hayat’ın kurgu ve oyundan tek farkı: Oyuncu sayısının çokluğu ve sahnenin büyüklüğü ve oyuna hiç ara verilmemesi, ayrıca belli sınırlar içerisinde doğaçlamaya müsaâde edilmesi. Bunun sonucu olarak; hayatın da kurgu’nun bir çeşidi olduğunu farketmiyor, farketsekte unutuyoruz.

Biri Bizi Gözetliyor programındaki yarışmacıların, belli bir süre sonra kendilerini izleyen kameraları ve buradan yapılan 24 saat canlı yayımı unutması gibi; biz de meleklerin yaptığı Çekimi ve üzerimize yönelen Gizli Kameraları görmüyor; görsek bile unutuyoruz!

Yalnızken “yalnız” olduğumuzu zannediyor; kimse görmüyor sanıyoruz! (“Yalnız” kelimesini tarihte ilk kim bulmuş ve kullanmış ve dilimize nereden gelmiş acaba? Anlamı: “Yanımda hiç kimse yok” mu demek, yoksa “insan cinsinden kimse yok” mu demek?!) Neyse, bu konuyu da burada açık uçlu bırakalım.

Bazen evden diğer şehirlerdeki yakın akrabalar veya anneme kaçıyordum; otobüslere, biletsiz, muavine yakalanmadan, arka kapıdan binerek. Burada da akrabamın kocasının (enişte), daha evlerinin kapısından girerken, eşinin duymayacağı şekilde “1 – 2 gün kalırsın, sonra gidersin” demesi aklımda. Bazı akrabalarımın evlerine hiç sokmaması veya karnımı doyurduktan sonra göndermesi; son otobüsü kaçırdığımızdan, dedemle bir gece kahvehanenin birinde yatışımız; başka bir zaman, benim, eve alınmadığım apartmanın merdiveninde uyuyuşum aklımda veya akrabalarımın bazen beni otogara götürüp, gerisin geriye otobüse bindirdikleri. (“Akraba” kelimesi ile “akrep” kelimesi arasında etimolojik veya semantik bir kök akrabalık bağı var mıdır acaba!?) Ben akrabamın bahçesinde oynarken; akrabamın gelen misafirine benim için “geliyor, kalıyor ama çok yemek yiyor” şeklinde serzenişleri aklımda. Bunun üzerine, benim komşu veya tanıdıkların verdiği harçlıklarımdan, o eve şeker vs. zerzavat alışım.

Kişisel tarihimde filmi biraz daha geriye sarıp, tâ ilkokul öncesi döneme gidersek; orada da bir kaç tirajikomik hâdise göze çarpar. Mes’elâ o günlerde, bir motosıkletlinin bana çarpması ve benim beyin kanaması geçirip, hastanede ameliyat olmam var. Sonra çarpan adamdan şikâyetçi bile olunmayıp, karşılığında bilmem kaç lira “kan parası” ismi verilen birşeyi amcamın alıp, harcaması var. Sonra hastanede doktorların beynimi incelemek için annemden izin istemesi var! Yok yok çok zeki olduğum veya beynimde süper zekâ izleri gördükleri için değil; stajyer doktorlara ders vermek için! (Yok, annem izin vermemiş. )

Neyse ilkokul zamanlarımda, o çok istediğim “süper evliya” olamayacağımı anladıktan sonra; “falcılık, cinler, büyü ve beyin gücü, nazar, telepati, hipnotizma” gibi şeylere merak sardım. Şehrin kütüphanesine gidip, beyin dalgalarımı nasıl güçlendirip, yönlendirebileceğimi araştırmaya başladım. Bu konuda eşya ve mahalledeki arkadaşlarım üzerinde yaptığım denemeler de başarısızlıkla sonuçlanınca; bunu “teknoloji” yoluyla başarmaya karar verdim.

Bulutlardaki elektrik yüklerini bir yerlerden okumuştum. Şimdiki amacım parmaklarıma takacağım yüzükler ve sırtıma bağlayacağım aküyle bulutları kendime çekmek; bulutlar bana gelmeyeceğine göre benim bulutlara yükselip, süpermen olmayı başarmaktı! Tabi teknik ve parasal koşullar nedeniyle bu projem de başarısız olmuştu! Daha sonraki yıllarda bunu başaramadığıma sevineceğim hiç aklıma gelmezdi! Çünkü başarsaydım bulutlara yükselmek yerine, bulutlardan bana yıldırım çarpıyormuş meğer! (Demek “olan”dan başka, “olmayan”da da hayır varmış. )

Diğer başarısız olduğum “zamanda yolculuk, uzay gemisi yapıp, uzaylılarla irtibata geçme, dünya dönerken ayaklarımı yerden kaldırıp, başka bir noktaya tekrar inmek” gibi projelerimden hiç bahsetmeyeceğim.

Suda nefes alma aleti yapma çalışmalarımdan önce mi sonra mıydı bilmiyorum bir ara “robot” olmaya merak salmıştım. Artık yürürken, konuşurken, etrafıma bakarken tüm davranış ve edâlarımı kesik kesik, robotmuşum gibi yapıyordum! Biliyordum ki eğer robot olmayı başarabilirsem hiçbir şeye üzülmeyecek ve acı çekmeyecektim! Tamam sevinç ve mutluluk gibi duygu ve hazlar da olmayacaktı hayatımda ama olsun, bu bedeli ödemeye hazırdım. Sun’î deri kaplamamın altındaki metâl alaşımlı dokuma babamın sopaları etki etmeyecekti ya, bu yeterdi bana!

Annemin son defa evden kaçtığı o yıl ilkokul 5’i bitiriyor, orta 1’e başlayacaktım galiba, orta 1’de devamsızlıktan kaldım. Sonra o sene Bursa’da Çocuk Esirgeme Kurumu Yetiştirme Yurtlarına verildik 3 kardeş. Ben burada ortaokula tekrar başladım.

Burada da dinî kitap (Risale-i Nur) okumam, dinî – irticaî ayinlere (aslı “sohbet”) gitmem ve namaz kılmam sorun olmuştu. 2 – 3 kişi olan bize bir kâğıt imzalattı müdür; bize gereken ikaz / ihtar / uyarıyı yaptığını belgelemek için. Sonra bizi yurttan atmak veya başka yurda sürgünle korkutma gibi tehditler geldi… Elhasıl gizli gizli kitap okumalar, sohbetlere gitmeler, gizlice namaz kılmalar gibi enstantaneler var yurttaki hikâyemde.

Banyo haftada bir gün olduğu ve o gün de birkaç saat sıcak su verildiği için, soğuk su banyolarımı; hele soğuk suyu kafama boşaltırken kafama demir çubuklarla vuruluyormuş hissini unutmuyorum! Ya yağ – reçel veya peynir – zeytin olarak çıkan sabah kahvaltıları; yemek kaşığını dolduracak kadar verilen 5 – 10 zeytin, işaret parmağından biraz büyükçe verilen peynirler geldi şimdi aklıma. Sol görüşlü yurttaki bazı öğretmenlerin bizi küçük düşürmeye çalışmaları, bizi alaya almaları, psikolojik baskılar var hayatımın bu sahnesinde. Bir de yaşayanlardan ümidi kesip; ölülerden, türbelerden medet arayışım!…

Yemek yediğimiz yemekhânede sandalyeme dökülen yemeği silmek için sandalyeyi kapıp, mutfağa götürüşüm üzerine, nöbetçi olan öğretmenin: “Aptal olduğun buradan belli; insan bez getirir de siler sandalyeyi; sen koskoca sandalyeyi almış mutfağa silmeye götürüyorsun” diye kalabalık içinde beni utandırmaya çalışması geldi aklıma. Cevap olarak şöyle demiştim: “Hocam mutfağa git bezi getir, sil, mutfağa bezi götür gene sandalyene geri dön, otur; 2 gidiş 2 geliş. Ben bunun yerine sandalyeyi mutfağa götürüp, silip, getiriyorum ki 1 gidiş 1 geliş; zaman ve emekten % 50 tasarruf. ” O zaman öyle demiştim ama bilmiyorum ki sandalyeyi mutfağa götürürken böyle mi düşünmüştüm!?

Gene bir başka gün aynı yemekhânede yemek yerken, orada yemek yiyen 100 küsur çocuğa baktım, sonra ağır çekimle izledim onları. Bazısı ekmeği ağzıyla koparıyor, bazısının ağzında marul var dişleriyle onu çiğniyor, kimi de çatalına taktığı bir eti ağzına götürüp, onu dişliyor gördüm! Ağır çekimle izlediğim bu film karesinde insanlar ve ben çok câni ve absürd bir tablo çiziyorduk! Yaşamak için başka canlıları öldürüyor, yiyor, sonra tuvalete gidiyor, ıkınıyor; dışarıda vatan-millet-sakarya edebiyatları yapıyorduk! Akşam hanımla evde, çay bardağının masada bıraktığı izle ilgili tartışıyor veya biraz önce tuvalette rahatlıyor; sonra takım elbise-kravatla, birilerine konferans veya ders veriyor; daha ulvî mes’eleleri tartışıyorduk! Hayatın değişik zamanlarında yaptığımız bu davranışları, girdiğimiz bu durumları üstüste koyunca veya hızlıca oynatınca; bu hayat sinemasında yaptığımız çoğu şey bana tutarsız ve zıt, saçma ve çelişkili görünüyordu!

Hele “ölüm” ve herşeyi terkedeceğimizi bilmek! Ölüm, yaşanılan herşeyi saçma veya anlamsız kılıyordu! Matematikteki sıfır gibi, çarptığı herşeyi yutuyordu! Hayatın, ölümü de kapsayacak şekilde tutarlı bir açıklaması olmalıydı! Yani “hayat” da, rü’yalarımız gibi; ta’bir, te’vil, tefsir ve yoruma muhtaç!…

Bilmesine biliyordum ama bildiğimi bilmiyordum, yani çok sonradan farkedip, anladım ki: Anlam; Allah’tı! Anlamın kendisi; daha doğrusu anlamın anlamı; yani anlama bile manâ ve vücud kazandıran ve onu sabit ve sarsılmaz yapan Allah’tı! (C. C. )

Dışarıda, pencereden, değişik yönlere koşuşturan, işe yetişmeye veya yağmurdan kaçmaya çalışan insanlara bakarken; bu tabloda bir gariplik olduğunu için için hissediyordum; bu kadar insan nereye, niçin gidiyordu!? Hepsi de aslında hayatın genel akışı içerisinde aynı yöne gitmiyor muydu! Şu ânda mekânsal olarak farklı yer ve yönlere gitseler de, zamanın hepsini aynı ve tek yöne götürdüğünü biliyordum!

Bugün bile, bazı geceler, herkes uykudayken, kendimi; evin duvarlarına şüpheyle dokunup, “acaba rü’yada olabilir miyim!? Burada gerçekliğin dokusu acaba ne kadar zayıf!?” derken yakalıyorum! Hayır konuyu Matrix’e getirmiyorum veya size bir Matrix’ten uyanış hikâyesi de anlatmayacağım. Ama bazen hayatın uyanmak istediğim bir rü’ya olmasını çok istediğim zamanlar oldu!

Rü’yada rüyada olduğumuzu farkettiğimizde, nasıl rü’yadaki olayların etkisi kalkıyor üzerimizden ve nasıl rü’yadaki dekor ve olaylara ve fizikî kurallara etki edip, değistirebiliyoruz; yani “rü’yada olduğumuzu bilmenin etkisi”, rü’yanın yapı ve dokusunu çökertiyor! Acaba bu dünya hayatımızda da gerçekliğin dokusu, bu rü’yalarımızda olduğu gibi zayıf olabilir mi? Yani rü’yada olduğumuzu farketmemiz, rü’yanın yapısını çökertip, dokusunu bozduğu gibi; bu dünya hayatının da künhüne varmamız (mes’elâ bu hayatın da bir rü’ya çeşidi olduğunu farkedip, bilincine varmamız); buradaki gerçekliğe ve fizikî doku ve kurallara da müdahale etmemizi sağlayabilir mi?

Diğer ifadeyle: Rü’yadaki gerçekliği çökertme veya rü’yadan uyanmayıp, devam etmeye karar vermemiz; yani rü’yayı yönetmek için sadece rü’yada olduğumuzun farkına varmamız yeterli! Yani rü’yaya müdahale için herhangi bir “kuvvet ve enerji” gerekmiyor; sadece rü’yada olduğumuzun “bilgisi” yetiyor buna! Bunun gibi; dünya hayatımızdaki fizikî kural ve realiteleri de, “kuvvet” kullanmadan; sadece bir “bilgi ve bilinç ve inanç değişikliği”yle değiştirmek mümkün mü acaba? Yani içinde bulunduğumuz mevcut gerçekliğin doku ve yapısını değiştirmek; “kuvvet ve teknoloji” mes’elesi mi, yoksa sadece bir “bilgi ve bilinç” mes”elesi mi?… Veya “rü’ya”nın işleyiş ve mahiyeti ile “dünya hayatı”nın çok mu farklı kurallara tâbi? Yani yanlış bir analoji ve benzetme mi bu “rü’ya – dünya hayatı” kıyası?

Her neyse emin olduğum birşey varsa; kabirden kalkış – diriliş hâdisemiz; Matrix’ten, yani bir program, kurgu ve rü’yadan uyanmamız gibi olacak! Hâni rü’yada yaparken saçma veya sıradışı ve olağanüstü gelmeyen biri sürü şeyin, uyandığımızda öyle olduğunu farketmemiz gibi olacak; kabirden uyandığımızda dünyadaki gaflet ve ülfet uykusunda yaşadığımız ve gördüğümüz çoğu şey!

Veya rü’yadayken öldü gördüğümüz sevdiğimiz birisinin, uyandığımızda ölmeyip, yaşadığını görürüz ve seviniriz ya; aynen onun gibi ahirette de, bu dünyada öldü gördüklerimizin aslında ölmeyip, yaşadıklarını göreceğiz! Yani onlar geçmişimizde değil, geleceğimizdeler; bizi bekliyorlar! Bu konuyu da burada bırakalım.

Bazı geceler elime, bir yabancının eline bakıyormuş gibi bakıp, tedirgin olurdum! Veya “insanlardaki görünüş, yani deri ambalajına aldanmamak lâzım; içleri kan – irin, sinir, et, dışkı, gaz vs. dolu” diyerek; onları sevme, hattâ aşık olup, şehvet duymanın hiçte mantıkî ve rasyonel bir davranış olmadığını düşünürdüm.

Öyle ya; karşıma derisiz, kan – sinir lif ve damarlarıyla birisi çıksa; nasıl tiksinir veya ürker ve korkar, hattâ kaçarım; o hâlde kendimden de tiksinmem ve kaçmam gerektiği; aksi hâlde üstümdeki deri ve ambalaj ve görünüşe aldandığımı veya bu gerçeği unutup, en derinlerime iterek, kendi gerçeğimle yüzleşmekten korktuğumu itiraf etmem gerektiğini düşünürdüm.

Belki de herşey; tüm kanun, yasa, töre, âdet; aldığımız unvan, etiket; kazandığımız sıfat, uyduğumuz muaşeret kuralları ve davranış kalıplarıyla herşey; nesilden nesile aktarılıp, doğduğumuzdan itibaren öğretilen, tüm insanların ortaklaşa inandığı bir yalan; birlikte oynadığı bir senaryoydu!

Belki sadece uyurken ara verdiğimiz, aslında doğduğumuzdan beri 7/24 saat oynadığımız için rol yaptığımızı bile unutup, o rolle özdeşleştiğimiz; yani artık o oynadığımız karakter olduğumuz için; bir kurgu ve senaryonun içinde bile olduğumuzu unutmuş; bu sebepten herşeyi çok ciddiye alıyor, olması gerekenden çok daha fazla değer veriyorduk! Sonrada “o toprak senin, bu toprak benim; sen şusun, ben buyum” diye savaşıyorduk! Hakikâtte; öleceğimiz için hiçbirisi bizim değil ve biz kazanmadığımız için hiçbirşey bizim değildi! (Acaba Cennet’te de tapu – kadastro, parselâsyon ve vatan mefhumları var mı?)

Bu sorular da neydi, ne oluyordu bana!? Yoksa dünyaya gönderilen her insana (hayata uyum ve entegre olmasını sağlamak için) yüklenen “ana işletim sistem yazılımı” bana yüklenirken elektrikler kesilmişte, sıfır beyinle mi dünyaya gelmiştim!? Yoksa deliriyor muydum veya “delilik” ile “deha” arasındaki o belirsiz ve ince, flû ve bulanık çizgide dengemi bulmaya veya hangi tarafta olmaya mı karar vermeye çalşıyordum!?

Belki de deliler bizden daha akıllıydı; hiç değilse onlar akıllıyız numarası yapmıyorlardı! Zihin dışında herhangi bir varlığı olmayan, yani hariçte herhangi bir nesneye tekabül etmeyen “normâl – anormâl” gibi kavram ve ayrım ve isimler üretmiyor; bu tür sun’î kavram / ayrımları eşyaya giydirmiyorlardı! Bir yalana inanarak; kendi sanal gerçeklik hapishanelerini inşa etmiyorlardı! Düşünceyi; dil ve lisan hapishanesine kilitleyip, mantık kurallarıyla zincirlemiyorlardı! Bu soruları da burada bırakıp, yolumuza devam edelim.

Orta 3’te okurken bir gece telefonla babamın tüfekle vurularak öldürüldüğü haberini aldım, ertesi gün doğru İznik’e gittim. Jandarma tükenmez kalemle çizdiği resimde tüfek saçmalarının nerelere isabet ettiğini gösteriyor ve babamın düşmanı olup olmadığını soruyordu.

Burada hatırımda kalan; cenazesini bir minibüs içerisinde akrabalarımla İznik’ten Yenişehir’e getirirken, menteşesiz tabutun kapağını düşmemesi için bana tutturmaları ve yolda bazen kayıp, açılan kapağın arasından tabut içerisindeki kefenli cesedi ve göğüs tarafında kurumuş kan lekelerini gördüğümdü! Bu tabutta yatanın babam olduğuna inanamıyordum! Azrail Âleyhisselâm’ın babamdan çok daha güçlü olduğunu, o gün aynelyakîn görmüştüm!

Yurttan çıktıktan sonraki yıllarım da pek parlak geçmedi, yurttan ayrılıp, hayata tutunmaya çalıştığım o yıllar, periyodik olarak senede 2 – 3 defa, intihar etmeyi düşündüğüm yıllardı!

20 – 30 civarı iş değiştirmiş veya işten çıkartılmıştım; istikrarsızlıkta bir istikrar vardı bende! Alacağımı alamadan işten çıkartıldığım ve 2 – 3 ay iş bulamadığım ekonomik kriz zamanlarında, belediye parklarında bomboş otururken; “Halkın vergileriyle yapılmış bu parkta senin oturmaya hakkın yok! Toplumun sırtında kesilmesi gereken bir ursun sen!” diye kendimi dünyada ne kendisine ve ne de başkasına faydası olmayan, bilâkis zararı olan bir yük olarak görüyordum. Bir iş’te çalışmanın, kişilikle bu kadar bağlantısı olduğunu bilmiyordum! Bu aralar inşaatta amelelik bile yaptım, daha doğrusu yapmaya çalıştım.

Sonra “Delta Force Stratejik Plânlama&Tanıtım&Ar-Ge” isminde şahıs firması kurdum. Zaten “pazarlama, emlâk, reklâm, ajans, tanıtım” gibi hizmet sektöründe sermaye de gerekmiyor; daha doğrusu bu işlerde asıl sermaye “müşteri portföyü”.

Bu işimde proje olarak: Her sektörden tek bir firmayla (hastahane, pastahane, lokanta, matbaa, kırtasiye, ofis mobilyası, ev mobilyası, otobüs seyahat firması gibi) olmak üzere ortalama 100 küsur firmayla senelik indirim anlaşması yapacak. Sonra basacağım aileye özel Delta Force Card’la ortalama 25 bin aileye bu kartı ücret mukabilinde satmayı ve senelik anlaşma yaptığım firmalardan da aylık 10 milyon lira almayı plânlıyordum. Sonuçta 25 bin aile ortalama 4 kişi olduğuna göre; yani 100 bin kişiyi o sektörde sadece o tek firmaya yönlendirecek; böylece firmanın da çok ucuza reklâm –pazarlamasını yapmış olacaktım.

Daha sonra bu 25 bin aileye broşür dağıtma; bunlara edeceğim telefonlarla (oturduğum yerden) kısa zamanda ürün – pazar – anket araştırmaları yapma; deneme veya reklâm – tanıtım amaçlı promosyonlar verme; üye firmalarla ortaklaşa tam sayfa reklâmlar vererek firma başına reklâm mâliyetlerini azaltma; ortaklaşa çeşitli organizasyonlar düzenleme gibi plânlarım da vardı.

Ayrıca karta bulacağım sponsor veya alacağım reklâmlarla kartın zaten çok cüz’î olan basım mâliyetini de çıkartmış olacaktım. İlerleyen zamanla birlikte bu 100 bin kişi ve üye firmalar üzerinden kendi pazarlama – tanıtımımı ve marka – imaj çalışmamı yapmış; artık buradan bağımsız milletvekili adayı olup, kapağı meclise atmayı; sonra başbakan olmayı plânlıyordum! (Aklıma Zübük filmi geldi, nedense!)

Tabii tahmin ettiğiniz gibi; bu proje de gerçekleşmedi, daha doğrusu ölü doğdu. Projenin ilk ayağı olan firmalarla senelik indirim anlaşması yapma kısmı olmadı; diğer ayağı olan 25 bin aileye indirim kartı basma ve dağıtma işi de gerçekleşmedi. Arkamda güçlü ve tanınmış bir firma ve sermaye de olmadığı için kimseye güven vermiyordum. Görüştüğüm firmalar 25 bin ailenin listesini görmeden indirim anlaşması yapmak veya anlaşma yapsalar bile aylık ödemelere şimdiden başlamak istemiyorlardı. Aileler de indirim anlaşması yapılan firmalar henüz ortada olmadığından kart parasını vermeye yanaşmıyorlardı! Elhasıl kendini besleyen kısır döngünün ticaretteki örneği gibiydim! Sonraki aşama olan; karta sponsor ve reklâm bulmaya teşebbüs bile edememiştim.

Elhasıl sermayesiz 2 – 3 ay sürdürebildim bu işi, firmalara bile (belediye halk otobüsüne binecek kadar bile param olmadığı için) yürüyerek gidiyordum. Zaten 2 – 3 aydır ev kiramı da veremiyor, faturaları ödeyemiyordum. Ev dediysem; kerpiçten yapılmış duvarları olan; çatısından yağmur giren, tespih böceği düşen; şofben ve sobası olmayan; küçük bir avlunun ayırdığı 2 odası olan; zaten yol geçeceği için yıkılacak; yani bırak ailenin bekârın bile yaşaması uygun olmayan müstakil, eski bir evdi. Zaten bu evi bulduğumda kiralıkta değildi; sahibini bulup, cüz’î bir fiyata kiralamaya ikna etmiştim kendisini.

O günlerde ehliyetimi rehin bırakarak, haftalık veresiye alışveriş yaptığım bakkaldan bile birkaç sene sonra borcumu ödeyip, ehliyetimi geri alabildim. O günlerden birinde, alabildiğim 3 – 5 patatesin yarısını akşam yemiş, kalan yarısını da sabah yemek için ayırmıştım. Menülerim genelde yoğurtlu makarna oluyordu. Hele evin avlusunun bahçesinde yıkadığım tek çay bardağımın elimden kayıp, yere düşmesi sırasında kalbimdeki korku ve heyecanı hiç unutmuyorum! Çünkü kırılırsa, başka bardak ve alacak param yoktu!

İşte cüz’î kirasını bile ödeyemediğim, tek odasını ancak kullanabildiğim bu evden; tek çekyatımı, küçük kitap dolabımı, küçük tüpümü ve tenceremi yükleyerek kaçıyordum. Hem de yağmur çiseleyen gri birgünde, açık kasa bir kamyonetle; yani hava, kamyonet, ıslanan eşyalar; yani sahnedeki dekor bile trajediyi arttırmak için sanki özel olarak ayarlanmıştı! Sanki hayatımda bütün bu başıma gelenler beni bir yerlere götürmek için özel olarak seçilip, tasarlanmıştı! Şifreyi kırıp, kodu çözebilirsem; bana gelen bu mesajı öğrenmiş olacaktım.

Yetiştirme Yurdu zamanlarına tekrar dönüyoruz: Yurda verildikten sonra bende vesvese ve takıntı ve evhamlar başladı. Fıkıh öğrenmeden tasavvufa daldığım ve evliyaları kendime rol model / örnek aldığım için, kendimi onlar gibi olmaya zorluyor. Başaramayınca veya bundan bıkkınlık ve nefret gelince; burulmuş yayın serbest kalması gibi, herşeyi bırakıyordum!

Örneğin “nasıl bir büyüğünün yanında ayağını uzatamıyor ve lâkayt davranışlarda bulunamıyorsun, o hâlde Allahu Teâlâ’nın seni izlediği her yerde ayaklarını uzatamazsın, kimse yokmuş gibi davranamazsın” diyordum kendi kendime. Ayak uzatmayı ve diğer beşerî davranışlarda bulunmayı, büyük bir cürüm ve günah ve utanmazlık olarak görüyordum. “Onun gördüğünü bile bile bunları yapıyorsan; ya aslında inanmıyorsun sen veya görmesine ehemmiyet vermiyorsun! Bu nasıl iman!? Bu nasıl haya!?” diye kendi kendimi suçluyor, hatta nefret ediyordum! Halbuki bilmiyordum ki ayak uzatmak haram ve günah değilmiş! Meğer aciz ve zaif insana, böyle bir ruhsat ve izin verilmiş!

Ya o mezhep veya şu içtihad hatalıysa diye 4 mezhebe birden uymaya çalışıyordum. Saatlerce banyo yapıyor, defalarca abdest alıyor, kıldığım namazları olmadı – bozuldu deyip, tekrar kılıyor; tuvaletlerde 1 – 2 top tuvalet kâğıdı harcıyordum! Bazen kıldığım 2 rek’ât namaz, taş taşımaktan çok daha yorucu ve eziyetli geliyordu bana; bitse de rahatlasam, tekrar abdest almak veya tekrar kılmak zorunda kalmasam diyordum! Yani namazı kılarken değil, bitirince mutlu oluyordum!

Namaz dışındaki zamanlarımda da; kullandığım diş veya ayakkabı fırçasının hangi kıldan yapıldığı; ayakkabı boyası, diş macunu, bulaşık deterjanının biyokimyevî yapısı ve içinde alkol nev’inden necis maddeler bulunup bulunmadığı; yemeklerde margarin kullanılıp kullanılmadığı gibi soru ve şüphelerle boğuşuyordum!

Elhasıl “ya hep ya hiç” karakterli bir sarkaç gibi bir uçtan diğer uca savruluyor; bir türlü vasat ve denge noktasında sükûnet ve itmi’nan, sekine ve huzur denilen duyguları yaşayamıyordum! Belâ en çok sevenlere gelirmiş ya; fakirlik ve sıkıntı ve acı çekmediğim bir günüm olursa; artık Rabbimin beni bıraktığı, “ne hâlin varsa gör” dediğini zannederek, kendimden şüpheleniyordum! Elhasıl ne kendimden ve ne de Rabbimden emin olamıyordum!

Sanki mutlu ve huzurlu olmak yanlıştı; hep ağlamalı, hep sıkıntı ve acı çekmeliydim ben! 60 küsur senelik hayatın 12 sene büluğ öncesini çıkarsak, kalan 40 senenin de 13 senesinin uykuda geçtiğini hesaplarsak; 20 – 25 küsur senenin her günü işkence altında geçse, ebedî ahiret hayatına göre bunun ne önemi vardı! Hem zaten dünya müslümanın cehennemi, kâfirin cenneti değil miydi!?

Bende yanlış giden, yanlış çalışan birşeyler vardı! Hayır tüm insanlar yanlış yöne gidiyor da, bir tek ben doğru yöne araba sürüyor olamazdım! Demek yola ters yönden giren bendim! Rabbimiz bize İslâmiyet’i, insan dünyada ve ahirette nasıl mutlu ve huzurlu olur, nasıl saâdete erişir onu göstermek için göndermişti; yaşamayı işkenceye çevirmek için değil! Evet, yanlış bendeydi! Demek içimde arızalanmış bir donanım veya bozulup, silinmiş bir yazılım vardı ki; ibrelerim eğri çalışıyor, göstergelerim doğru göstermiyordu!

Buradaki en önemli yanlışım: Aciz ve zayıf, eksik ve kusurlu olduğumu unutmuş olmam; üstelik kendimi kutup ve gavs olacak kapasite ve kabiliyette görecek kadar kibirli olmamdı! Sevmek ve ısınmak isteyip ama kendimi uzaydan gelmiş bir yabancı gibi hissettiğim bu dünyada; o alelade, ortalama insanlardan birisi olmak istemeyişimdi! Elhasıl kusur ve problemin bende olduğunu itiraf edip, doktora gitmem çok sonra oldu; burada da “obsesif kompulsif” olduğumu öğrendim! (Ne olduğuna internetten bakarsınız. )

Bir yerlerden okumuştum: Kişi babasını nasıl görüyorsa, Rabbini de öyle zannedermiş! Rabbim’e karşı duyduğum korku ve güvensizlik ve “O da beni sevmeyip, terkeder veya cezalandırırsa!” endişesi; belki anne – babam ve diğer insanlardan kalmış manevî bir mirastı bana!

Diğer yandan; kendime ve sevmediğim diğer insanlara karşı İslâmiyet’i bir sopa olarak görüyor; kendimi ve herkesi İslâmî açıdan eleştiriyor ve kınıyor; kendimle birlikte herkese kızıyordum! Sevmediğim, hatta nefret ettiğim insanların İslâmî eksik ve yanlışlarına bakarak, onları acımasızca eleştiriyor, kafamda sopalıyordum! Halbuki onlara uzak ve soğuk olmama İslâmî bir kılıf ve mazeret üreterek; güya bu tutum ve davranışlarıma meşruiyet ve ulvîyet kazandırıyordum! Güya İslâmî ve ulvî hissiyat / hassasiyetlerimden dolayı insanlardan uzak duruyordum; halbuki insanlara duyduğum şahsî kin ve öfkemi böyle tatmin ediyor; yüzleşmekten korktuğum bu gerçeği kendimden böyle saklıyor ve rasyonalize ediyordum! Bu konuyu da burada bırakalım.

Geceleri uykumda, yani irade ve kontrolümün zayıf olduğu zamanlarda; cinler de rahatsız etmeye başlamıştı beni! Yarı uykulu yarı uykusuz, yarı bilinçli durumlarda rü’yalarıma müdahale ediyorlar ve uyanmak istediğimde de gözlerimi açtırmıyor; “karabasan” gibi yataktan kalkmama müsaade etmiyorlardı!

Zorla uyutup, gösterdikleri bir rü’yada yattığım odaya bir sürü koltuk taşıtıyorlardı ama koltuklar döner koltuk olduğu için ayaklarıma çarpıyordu taşırken. Bu esnada rü’yadayken dedim ki “Zaten rü’yadayım, dünyadaki gibi yavaş taşımama gerek yok bu koltukları; ruh hızıyla taşıyayım bari. ” Böyle dedim ve hızlıca taşımaya başladım koltukları. Demez olaydım! Sanki rü’yadaki fizik yasalarını ihlâl etmiş ve kurallara karşı gelmişim gibi; rü’yamdaki tüm dekor ve içindeki eşyalar zangır zangır titremeye ve oynamaya başladı! Çok korktum, bırak gözümü açıp, uyanmak ve dudaklarımı kıpırdatıp Ayetelkürsi okumak; Bismillâh dememe bile müsaade etmiyorlardı!

Vücudumun içerisine 5 – 10 tane cinnin girip, işgal ettiğini hissediyordum! Üzerimde uyku ve ağırlık yapıp, ruh veya irademin vücud üzerindeki kontrolünü bloke ediyorlardı! Gözlerimi açıp, uyanmayı başarıpta; okuyup, ellerime üfleyerek, vücudumu mesh ettiğimde ise; hepsi göğüs ve ayak ucumdan dışarı kaçıyordu! Hayır gördüğüm bir şey yoktu, sadece vücudumda hissediyordum onları. İçim ürperip, tüylerim diken diken oluyor ve gözlerimden yaş gelecek kadar rahatlıyor ve hafifliyordum. Şiddetli uyuma isteği ve gözlerimdeki kapanma baskısı da kalkıyordu. Bunun gibi, bazı geceler, kanın damarlarda cevelân ve deveranı gibi; içimde dolaştıklarını hissediyordum!

Şiddetli uyku bastırıp, yatağa yatınca hemen uyuduğum bazı geceler, kulağımın dibinde şiddetli patlama ve şimşek çakmalarıyla beni korkutup, uyandırıyor, yatağımdan sıçratıyorlardı! Bazı rü’yalarımda sevdiğim insan suretinde geliyorlar, tam yanıma yaklaştıklarında suretleri değişip, korkunç bir suret alıyorlardı! Bir keresinde zorla gözümü açmayı başardığım bir rü’yada, gözlerimdeki katrandan sert kabukların kırıldığını fakat hareket ettiremediğim vücudumun bu sert katranla kaplı olduğunu görmüştüm bir ân! (O gece, yatsıyı kılmadan yattığım bir geceydi. )

Artık, “ulan!” dedim kendi kendime; “gündüz insanlarla, akşam cinlerle uğraş; ne kardeşim bu ya; hep mücadele hep mücadele!… ”

Burada onların en büyük silâhı ve bizim en zayıf noktamızın; onlara karşı duyduğumuz “korku” ve bunun getirdiği “karşı koymama iradesizlik ve kararsızlığı” olduğunu anladıktan sonra işler kolaylaşıp, çözülmeye başladı.

Hem “Lâ havle velâ kuvvete…” sırrını hazmetmeden ve uçurumdan düşen bir insanın çaresizliği içerisinde Allahu Teâlâ’ya sığınmaktan başka bir alternatif olmadığını idrak etmeden; O’na mecbur ve mahkûm olup, tek kurtarabilecek Zât’ın O olduğuna şahid olmadan; elhasıl O’na güvenmeden ve dayanmadan; yatakta değil Ayetelkürsi, Felâk, Nas’ı okumak; Kur’ân’ı hatmetsen faydası yok veya çok az!

Cin demişken; yurttan anneme izinli geldiğim birgün, üvey babam (“üvey baba” deyince aklıma Kemalettin TUĞCU geldi nedense!) parasını kaybetmiş veya çaldırmış; evde şimşek ve gökgürültüleri vardı yani. Ben yorganın içine sinmiş ve uyuyormuş gibi yapıyordum! “Yarın cinci hocaya gideceğim, kim çaldıysa karnı şişecek!” diye ortaya tehditler savuruyordu! Ulan böyle evhamlı, vesveseli insanın yanında böyle denir mi! Daha böyle der demez, dikkatim karnıma yöneldi! Karnımda kasılma ve guruldamalar hissediyor; elimle karnımın şişip şişmediğini yokluyordum! (Uzun zaman sonra öğrendim ki parasını, habersizce annesi almış. )

Üvey baba deyince, aklıma öz babam geldi şimdi. Onun pazarda sattığı balıklardan kazandığı parayı kaybetmesi geldi. Sabah ayıldığında parayı sen çaldın diye beni bir güzel dövüp, küfrede küfrede evden çıkıp, gitmişti. Sonra ben babamın ceket, pantalonlarını karıştırarak, astarının içinde bulmuştum parayı. “Zaten dayağı peşin peşin yedik” dedim, vermedim o parayı.

Neyse uzatmayayım; birkaç cinci hocaya gittim kimi “su cini var sende” dedi muska yazdı; tabii muskada ne yazdığını görmek için içini açtığımı tahmin edersiniz! Galiba altalta 19 adet besmele ve Ashab-ı Kehf’ten bazı isimler yazıyordu. Başka cinci hoca “sende 3 tane sarışın hıristiyan cin var, hep seninle dolaşıyor, seni bırakmıyorlar” dedi. Sonraları birkaç tane de psikiyatri doktoruna gittim, onlar da “obsesif kompulsif” teşhisi koydular! Sizin anlayacağınız, her iki tarafla irtibatı koparmamaya ve 2 yönden tedavi olmaya çalışıyordum!

Bir keresinde doktorun verdiği bir ilâçtan sonra afedersiniz çevreme öküz gibi bakmaya başlamıştım! Artık olayları çok açılı, yukarıdan 5 kamerayla izleyemiyor; baktığım ağaçtan 20 anlam çıkaramıyor; önümden sür’âtle geçen otomobillerin herbirisinin plâkalarındaki rakamları yanyana toplayıp karesini alamıyordum! (Zaten araba plâkalarıyla ilgili bu işlemi eskiden de yapamazdım!) Sizin anlayacağınız, etrafıma bön bön bakıyordum. Ben de “ulan demek normâl insanlar çevrelerine böyle bakıyorlarmış” dedim ve o ilâcı bırakıp, normâl insan olmaktan vazgeçtim!

İşyerindeki arkadaşım da işin dalgasındaydı: “Oğlum bizim gibi avam insanlar nezle olur, grip olur; senin gibi havaslar ise ‘obsesif kumpulsif mi’ ismini bile telâffuz edemediğim hastalıklara yakalanırlar” diye benle dalga geçiyordu!

Elhasıl hayatımın uzun bir devresi, ailevî ve ekonomik ve psikolojik problemlerden başka; itikadî ve fikrî buhran ve bunalımlarla uğraşmakla geçti. Örneğin: Kendimin bir çeşit rü’yada olmadığına delil arama ve ikna etme çabaları ve bulamayışım! Öyle ya, eğer bir çeşit rü’yadaysam; rü’yadan uyanmadan, rü’yada olup olmadığımı nasıl ispatlayabilirdim ki!? Sonuçta lehte, aleyhte bulacağım her delil, bu rü’ya içerisinden olma ihtimâli vardı!… Tahayyül-ü şirk ve tasavvur-u küfr’ü, tasdik-i küfürle iltibas etmelerim… Amelin evlâsını ararken, harama düşmelerim gibi…

Anne-baba ve akraba üzerinden dış dünya ve insanlar hakkında edindiğim bu ilk izlenim ve deneyimlerden sonra; “anne-babam böyleyse, diğer insanlar ne yapmasın!?” diyerek; insanlardan kaçışım ve onları sev(e)memem, bazen nefret edişim!… Aslında hiç yardım etme niyeti taşımayan, otomatik güleryüzle, yapmacık “nasılsın” demelerinin; bana küfrediyorlarmış gibi hissettirmesi!… Tüm devamsızlık haklarımı kullanarak, okuldan devamlı eve veya cami köşeleri, avluları veya çay bahçeleri ve kitapçılara kaçışım!… Sanki kitapları uyuşturucu niyetine kullanıp; sanki birşeylerden kaçar ve unutmak ister gibi, buralarda saatlerce kitap okuyuşlarım… Kitap okumak için gittiğim Din Görevlileri Derneği’nde yaşlı bir amcanın bana “buraya 18 yaşından küçükler giremez” demesi geldi şimdi aklıma…

Ankara Üniversitesi’nin 2 yıllık İnşaat Meslek Yüksekokulunu kazanmam ama maddî – manevî sebeplerden birkaç ay okuyup, kaydımı dondurmam ve sonra sildirmem; sonra Hacettepe’nin 2 yıllığını kazanmam ama hiç gitmemem. En sonunda Anadolu Üniversitesi’nin 4 yıllık İşletme Lisans Bölümü’nü bitirmem.

Sonra askere giderken kısa dönem askerliği değil de yedek subaylığı tercih etmem (buradan aldığım maaşla, evlilik paramı biriktirecektim) ama kısa dönem askerlik çıkması ve buna sevinmem.

Yurtta kaldığım zamanlarda Piramit veya Bermuda Şeytan Üçgeni’nin ufak bir model ve prototipini yapıp, buna sanayi cereyanıyla yatay elektrik akımı verip, ortaya çıkan dikey magnetik alanla dipolarizasyon meydana getirme, böylelikle modelin içindeki sineği ışınlama projelerime falan ise hiç girmeyeceğim!…

Limonun tadı mı “ekşi”, yoksa tat olarak “ekşi” bizde tanımlı ve kodlu da; limon sadece o tanım ve kodu mu aktive ediyor? Yani tüm tatlar ve kokular, renkler ve şekiller dışımızda değil; içimizde mi!? Dışarıdaki eşyanın tüm fonksiyonu, bu içimizdeki program ve kodları uyarmak ve canlandırmak mı sadece!?… Dışarıda gördüğüm ve hayranlıkla seyrettiğim bu manzara, sadece bir doğa manzarası mı; yoksa bu doğa aynasında hakikâtte kendi yansımamı mı seyrediyor ve hayran oluyorum!? Dışarıda gördüklerim, aslında kendi içimde gördüklerim veya benden dışa yansıyan şeyler mi!?… Madde’nin hareket hızı; fazını belirliyor? Mahiyet ve hüviyetini de belirliyor mu, nasıl?… Gibi problemlerimden ise başka zaman bahsederim.

Burada yazdıklarım hayalî olay ve kahramanlar değil, bizzat yaşadıklarım; belki yanlış ifadeler kullanmış olabilirim ama hiç mübalâğa ve abartma yapmadım; hattâ bunların çok azını paylaşabiliyorum sizinle. Yani yazdıklarım var, yazamadıklarım var; sonra unuttuklarım var, bir de unutmak istediklerim var…

Kitap okumak veya ders çalışmak için sık sık ve devamlı olarak gittiğim Bursa Ulucami civarındaki Kozahan Çay Bahçesi’nde gelecekte eşim olacak kişiyi gördüğümde; kulağıma dışarıdan ve gaibten fısıldanan “Bu kişiyle evlenmek için dua et, duan kabul olacak” sözünü ve o kişiyle evlenip, çoluk çocuğa karışmamı ve bugüne kadar ki maceralarımı belki başka zaman anlatırım. (Ha ambulâns geldi mi, aşağıda mı? Şimdi geliyorum! 🙂

Ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Evlenmek, hele çocuk sahibi olmak hiç rasyonel ve mantıklı gelmiyordu bana! Hâlen de geldiğini söyleyemem. Çünkü insanın dünyada sevdiklerinin sayısını arttırması, onların elemleriyle acı çekme riskini de arttırıyor! Kendi acılarımda zorlanırken, bir de başkalarının yükünü omzuma almak, böyle bir riske girmek hiçte akıl kârı gelmiyor bana! Ama bu aşamada mantıklı olmayı bıraktım; hormon ve güdülerime ve duygularıma; yani “fıtrat” programlarıma uymaya karar verdim. Zaten “sevgi, muhabbet, yardımseverlik, fedakârlık, anne-babalık, şehidlik” gibi çoğu ahlâkî davranış ve tutum, değer ve sabitelerin mantıkî taban veya pragmatik temeli yok ve olmaz ve belki de olmamasıdır, bunları değerli ve önemli kılan…

Bu yazının final sahnesi ve sonuç cümleleri yok. Daha doğrusu sonucu ben de bilmiyorum! Finâl sahnesi olmayan bir yazının size faydası olur mu? Bunu da bilmiyorum, sanırım bunun cevabı sizde.

Benimle benzer sıkıntı ve tecrübeler yaşamış başkalarına da bir faydası olur kanaâtiyle; bu yazının detaylı ve genişletilmiş, bugüne kadar gelen güncel versiyonunu belki ileride www.metabilgi.org siteme eklerim.

Başlığı belki “Sınırlar” veya “Aklın Limitleri” olur; belki de “Gerçeğin Yapısı” veya “Gerçek’in Dokusu” gibi birşey, bilmiyorum. Çünkü film bitmedi, macera devam ediyor!

Ayhan Küflüoğlu / Risale Haber

Bediüzzaman Terör Konusunda da Haklı Çıkıyor

Yeni Akit gazetesi yazarı Yavuz Bahadıroğlu “‘Sevgi dini’nin dindarları” başlıklı yazısında terörü “insan merkezli” devletler bağlamında değerlendirdi. İnsan ve yaratılanı sevmek üzerinde duran Bahadıroğlu birçok kişinin farketmeden bölücülük yaptığının altını çizdi.

Bahadıroğlu terörü besleyen duyguların hırc ve bencillik eksenin olduğunu ifade ederek şunları sölyedi: “Bediüzzaman bir kez daha haklı çıkıyor: “Kalb-i insaniden (insan kalbinden) rahmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâvet daha onu durduramaz, anarşist olur, bir semm-i katil (öldürücü zehir) hükmüne geçer.””

Bir insanın insan olması için kalbinde “rahmet” ve “merhamet” taşıması lazım diyen Bahadıroğlu yazısının ilgili kısmında şunları kaydetti:

İnsanın gerçekten insan olması, bir başka deyişle “adam gibi adam” olabilmesi için kalbinde “rahmet” ve “merhamet” taşıması lâzım. Bu ikisi “sevgi” eksenlidir. Demek ki, insanın gerçek insan olabilmesi için diğer insanlara karşı merhametli olması ve tabiî hayatı-kâinatı sevmesi gerekiyor.

Ancak durduk yerde insan insanı sevemez. İnsanın insanı sevebilmesi için, o mükemmel varlığın Yaratıcısını kavraması lazım.

Ancak Yaratıcıyı kavrayabilir, idrak edebilirse, “Eşrefi mahlûkat” (yaratılmışların en yücesi, en şereflisi) olarak yarattığı en müstesna varlığı da (insanı da) sevebilir.

Yani işin başı yine Allah sevgisi…

Yunusleyin bir deyişle, “Yaradan’dan ötürü, yaradılanı sevme” san’atıdır.

Oysa biz hâlâ Yaratıcı Kudreti kavrayamadık. Onu kavrayamadığımız için de insanı sevmeyi öğrenmedik…

Hâlâ “benim inancım, benim mezhebim, benim milletim, benim tarikatım, benim cemaatim, benim siyasetim, benim partim, benim liderim, benim takımım, benim hemşehrim” mantığındayız…

Farkında olmadan bölücülük yapıyoruz!

Oysa kadîm kültürümüz devlet, para, ya da eşya eksenli değil, insan merkezlidir.”

Yavuz Bahadıroğlu / Yeni Akit / Risale Haber

Bedrin ve Çanakkale’nin Aslanları

Bu milletin nefs-i emmaresi olan talihsiz şairlerden biri şöyle demiş:

Din şehid ister, asuman kurban;

Her zaman, her taraf kan kan kan. (Tevfik Fikret)

Zavallı şair, bu iki mısrasıyla adetâ: “Din şehid olmamızı, Allah kurban kesmemizi istiyor. Her yerde, her zaman kan görüyoruz. Bıktık artık bu manzaralardan.” diyerek İslamiyet’e kinini kusmuş; İslamiyet’i gönderen Allah’a düşmanlığını ve inkârını ilan etmiştir.

Bu da şair, Mehmed Âkif Ersoy da şair. İkisi de bu ülkenin havasını teneffüs etmiş, suyunu içmiş, ama Âkif’ten nur, diğerinden kir akıyor. Birinden küfür ve cehennem çıkmış, birinden de iman ve cennet. Aynı suyu yılan içer zehir üretir, arı içer bal yapar.

Sormak lazım bu zavallılara Allah sizi yaratmakla, nimetlerle donatmakla, size akıl vermekle kötülük mü etti ki siz Onu ve Onun dinini Onun verdiği akılla inkâr ediyorsunuz?

Allah, cennetten ibaret bir dini göndermekle, din, namus ve vatan uğrunda ölenlerinize rütbelerin en büyüğü olan şehadet rütbesini vermekle, İsmaillerin kanı akmasın diye, kurban kesmeyi emretmekle, imkânı olanları, imkânı olmayanların yardımına koşturmakla size kötülük mü etti ki, siz Ona karşı bu küstahlığı yapıyor ve Onun dinine böyle düşman kesiliyorsunuz?

Sayısız iyiliklerde bulunan bir Allah’a sayısız şükür edilmesi gerekirken neden bize şehidlik ve cennet veriyorsun, diyerek hâşâ Allah’a başkaldırmak, hiçbir akıllı ve vicdanlı adamın işi olmasa gerek.

Allah’ın nimetlerini yeyip de Allah’ı inkâr eden böyle talihsizlere talihli şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un bir cevabı var; der ki:

Serseri: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok,

Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok,

Şimdi Allah’a söver… Sonra biraz bol para ver,

Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!

İslamiyet’in inkârcıları da dahil, herkes bilsin ki, İslamiyet yeryüzünde kan akıtmak için değil, akan kanı durdurmak, kabile savaşlarını, kan davalarını ve her türlü şiddeti bitirmek için gönderilmiş bir dindir.

Peygamberimiz, 13 yıl Mekke’de İslam’ı anlattı. Bunca yıl içerisinde gördüğü en ağır işkencelere rağmen acaba bir kimsenin bir damla kanını akıttı mı? Hayır. Buna izin verdi mi hayır?

Nihayet Mekke’den Peygamberimizi göç etmeye zorladılar. Peygamberimiz, Mekke’den 450 km uzaklıkta bulunan Medine’ye yerleşti. Orda da rahat bırakmadılar. Geldiler, Peygamberimizi ve sevenlerini Medine’nin biraz ötesindeki Bedirde, biraz yakınındaki Uhud’da ve çevresinde kazılan Hendek’te yok etmek istediler.

Peygamberimiz ve inananları, bu şer şebekelerin saldırılarına cevap vermeyecekler miydi? Verdiler. Kan aktı. Bu akan kanın sorumlusu kim? İslam’ın müminleri mi? Yoksa İslam’ın düşmanları mı?

ÇANAKKALE’DE DE BUNDAN BAŞKASI OLMADI.

1914 yıllarındaki Çanakkale, ülkemizin mütevazı şehirlerinden bir şehir idi.

Dünyanın en büyük devletleri Fransa, İngiltere, Rusya, Avusturalya, Kanada ve daha bilmem kimler kalkmışlar, tâ uzak diyarlardan en güçlü orduları ve donanmalarıyla, tankları, topları ve tayyareleriyle toplanmışlar, gelmişler. Çanakkale boğazından geçecekler, Marmara’yı aşacaklar, Anadolu’yu istila ve işgal edeceklerdi.

Bunların Medine’yi basan, Peygamber’i ve inananlarını yok etmek isteyen müşriklerden farkı ne idi?

Bedir savaşında müşriklere geçit vermeyen kahraman Ashab, nasıl tarif edilmez büyük bir hizmet icra etmişlerse, Çanakkale’de düşmana geçit vermeyen kahraman Mehmetçik de, ona benzer bir hizmet icra etmiştir. Onun için Âkif, Mehmetçiği Bedr’in aslanlarına benzetmiş ve şöyle demiştir:

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhidi,

Bedrin Aslanları ancak bu kadar şanlı idi” der.

Bedrin aslanlarını örnek alan ve düşmana geçit vermeyen aslan Mehmetçiğe, Bedr’in ve Çanakkale’nin aslanlarına minnet ve şükran borçluyuz. Şehadetiniz, zaferiniz ve gazanız size ve milletimize mübarek olsun.

ÇANAKKALE’DE MEHMETÇİĞİN KARŞISINDAKİ GÜÇLER

Çanakkale’de Mehmetçiğin karşısındaki güçleri Âkif’den dinleyelim:

Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,

Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…

Hani, tâûna da züldür bu rezil istilâ!”

Saygıdeğer dostlar,

Biz, bu rezil istila ve işgale cevap verdik, karşı koyduk. Kan döküldü. Bu kanın sebebi kimlerdi? Irz, namus, hak-hukuk, din, medeniyet, mukaddesat düşmanları mı? Yoksa vatanını, milletini, namusunu, bayrağını, din ve mukaddesatını kahramanca ve aslanca savunan Müslüman Mehmetçik mi?

EĞER BİZ 300 BİN ŞEHİD VERMESEYDİK

Eğer biz, Çanakkale’de 250-300 bin şehid vermeseydik bu gün İstanbul, hatta Anadolu bile elimiz de olmayacaktı. Minareler yıkılacak, ezanlar susturulacak, camiler kiliseye döndürülecek ve her caminin boynuna çan asılacaktı. İffet, ahlak, namus ve mukaddesat diye bir şey kalmayacaktı.

YAŞLI BİR NİNE

Yaşlı bir ninemiz, yağan yağmurdan top mermisi etkilenmesin diye, yanındaki kız torununun üstündeki şalı alır, top mermisine sarar ve onu koruma altına alır. Bunu gören asker der:

-Anacığım, çocuğu üşüteceksin, hasta edeceksin, şalı çocuğun üzerine ört. Ninenin cevap enteresan:

-Kuzum, bu çocuk hastalansa bir şey olmaz, ölse de bir şey olmaz. Ama düşman için kullanılacak olan bu top mermisi patlamazsa, düşman Çanakkale’yi geçer, bu kızın anasının, bacısının ırzını kirletir, namusunu çiğner, bayraklar iner, ezanlar susar, koca bir vatan ölür.

İşte Çanakkale zaferini kazandıran ruh budur.

ÇAĞRILMADAN ÇANAKKALEYE KOŞTULAR

Bu sebepten dolayıdır ki o gün çağrılmadıkları halde okullardan öğretmenlerimiz, öğrencilerimiz, doktorlarımız, müftülerimiz, camilerden imamlarımız, cemaatlerimiz, kınalı kuzularımız Çanakkale’ye koşmuştur. Günlerce boğazda nöbet tutmuşlar, vuruşmuşlar, şehit düşmüşler, gazi olmuşlar, “Çanakkale geçilmez” demişlerdir.

Mehmetçiğin bu fedakârlığı İslam ve istiklal şairi MehmedÂkif Ersoy’a:

Asım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek,

İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek.”

dedirtmiş ve Çanakkale şiirini yazdırtmıştır.

ÂSIMIN NESLİ İŞ BAŞINDA

Cenab-ı Hakk’a sonsuz ve sınırsız şükürler olsun, Âsım’ın nesli şimdi iş başında. Bütün dünyanın namusunu kurtarmaya hazırlanıyor. Çağın Büyük Düşünürü boşuna söylememiş: Ümitvar olunuz; şu gelecekteki değişiklikler içinde en yüksek gür ses İslam’ın sesi olacaktır.”

Vehbi Karakaş / Risale Haber