Etiket arşivi: Risale-i Nur Külliyatı

Said Nursi’nin Fani Dünyadaki Son Günü

image

Son dakikalar..
(22 Mart 1960 Salı)

Nur talebeleri otelde sıra ile nöbet tutuyorlar. Otele gelen polisler Bediüzzaman’ın arabasının anahtarını alıyorlar.

Emniyet amiri otele bizzat gelerek Bediüzzaman’la görüşmek istiyor. Durum Bediüzzaman’a bildiriliyor. “Gelsinler” diyor. Emniyet amiri geliyor. Emrin kat’i olduğunu, mutlaka Isparta’ya dönmesi icabettiğini tebliğ ediyor.

Bediüzzaman:
Ben şimdi hayatımın son dakikalarını geçiriyorum. Ben gideceğim. Belki de burada öleceğim. Siz benim suyumu hazırlamakla mükellefsiniz. Amirinize bildiriniz” diyor.

Emniyet amiri ve polisler müteessir vaziyette oteli terk ederler. O gün Urfa’dan Ankara’ya yüzlerce telgraf çekilir. Dernekler, cemiyetler ve halk, telgraf… Telgraf… Yüzlerce…”Nasıl olur da Bediüzzaman’ı Urfa’dan çıkaracaksınız?” diye.

Bu arada Bediüzzaman’ı yüzlerce Urfalı sıra ile 27 numaralı odanın önünde kuyruk olup ziyaret ediyor, elini öpüyor ve duasını alıyor.

Hayret!
Bediüzzaman Said Nursî hiç bu kadar insanla görüşmezken hepsini birden kabul ediyor. Hepsiyle vedalaşıyor. Gidecek… Ebedî âleme… Rabbine kavuşacak.

O gün böylece geçti. Akşam oldu. Ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Talebeler herhangi bir taarruza karşı kapıyı içerden kilitlediler.

Nöbet sırası Bayram Yüksel‘e gelmişti. Bediüzzaman’ın ateşi çok yükselmiş, devamlı üzerinden yorgan atıyordu. Bayram Yüksel de devamlı üzerini örtüyor ve bir siyanet meleği gibi Üstadına itina gösteriyordu.

Sadık talebeleri, Üstad rahatsız olmasın diye ayaklarının ucuna basarak dolaşıyorlardı. Artık Üstad da konuşmuyor, yalnız dudakları kıpırdıyordu. Nuranî siması pırıl pırıl, parlamaktaydı.

Gece saat 02.30-03.00 sıralarında başı ucunda hizmetkârı Bayram Yüksel, ellerini gögsüne koyuyor ve kendi kendine:
Üstad biraz iyileşti, uykuya daldı… Elhamdülillâh, Üstad uyudu” diyerek üstünü iyice örtüp, sobayı yakıyor.

Evet, Üstad Bediüzzaman dalmıştı. Hem de çok derinlere… Sonsuz âlemlere…

Takvim yaprakları 23 Mart 1960 Çarşambayı gösteriyordu. H. 1379 Ramazanının 25’inci günü idi. Saat 03.00’ü gösteriyordu.

Sahur vakti Bediüzzaman’ın diğer talebeleri Zübeyir Gündüzalp, Hüsnü Bayram ve Abdullah Yeğin de geldiler.

Artık sabah olmakta, yeni bir gün başlamaktaydı. Sabah namazı vakti Urfa minarelerinde Ezan-ı Muhammedî okunuyordu.

Hizmetkârlar, Üstadın her zamanki gibi kalkmasını, “Sabah namazı vakti girdi mi?” diye sormasını bekliyorlardı. Fakat, Üstad kalkmıyor, namaz vaktini sormuyordu…..

Son Menzil Urfa’ya Varış

Nihayet Bediüzzaman Said Nursî, 21 Mart Pazartesi günü saat 11’de Urfa’ya girdi.

On yıldır Urfa’da bulunan talebesi Abdullah Yeğin’in kaldığı Kadıoğlu Camiine giderek onu da arabaya aldı. Ondan şehrin temiz bir otelini sordular. Abdullah Yeğin’in tavsiyesi üzerine İpek Palas Otelinin üçüncü katındaki 27 numaralı odaya yerleşti.

Bediüzzaman Said Nursi’nin Urfa’ya geldiğini işiten binlerce Urfalı, sevinç ve heyecan içinde akın akın İpek Palas’ın Önüne koşmuşlandı.

Urfalılar: “Üstadın geleceğini niçin bize Önceden haber vermediniz? Biz Üstadı merasimle karşılardık” diyorlardı.
Yüzlerce Urfalı, otelde Bediüzzaman’ı ziyaret etti; elini Öptü ve duasını aldı.

Ertesi gün sabahleyin otele iki sivil geldi. Ve şoförü sordu: “Şoför nerde? Hazırlanın gideceksiniz” dedi.

Az sonra da on-onbir polis memuru daha otelin etrafını sardı. Bir kısmı da içeri girerek Bediüzzaman’a kararı, tebliğ ettiler: “İçişleri Bakanı Namık Gedik’in emri var. Derhal. Isparta’ya dönmeniz lazım!”

Ölüm döşeğinde hayatının son demlerini yaşayan Bediüzzaman Said Nursi:
“Acaip!… Ben buraya gitmeye gelmedim. Ben belki de öleceğim. Siz benim halimi görüyorsunuz. Siz beni müdâfaa edin” dedi.

Zübeyir Gündüzalp ile Hüsnü Bayram’ı emniyete celb ederler.

Sorgu-sual başlar:
“Niçin geldiniz buraya? Kimden izin aldınız?”

Zübeyir Gündüzalp şu cevabı verir:
“Biz Üstadımıza tabiyiz.. Biz taş gibiyiz, camidiz. Üstad vurur, biz yuvarlanır gideriz. O nereye derse biz o tarafa gideriz.”

“Yaman Üstadınız var. Ona söyleyin, yukarıdan, vekâletten kat’i emir var. Hemen Urfa’dan çıkacaksınız. Doğru geldiğiniz yere. Kendi arabanızla gidemezseniz size ambulans vereceğiz.”

“Efendim! Hastalığı şiddetlidir. Tekrar 24 saatlik yol zahmetine katlanması imkânsız. Biz Üstadımıza müdahale edemeyiz. Zaten bitkin bir haldedir.”

“Buraya nasıl kalkıp geldi ise Öyle de gidecek. Bizzat Vekil Bey’den gelen emir kat’idir. Hemen Urfa’dan çıkacaksınız.

“Biz hiç müdahale edemeyiz. Siz gelin söyleyin. Durumu arzedin. Bize ‘Gidelim’ derse biz de gideriz. Biz kendisine hiç bir şey söyleyemeyiz. Sizin emrinizi de biz ona tebliğ edemeyiz.”

Emniyet müdürü ve memurlar hiddetlenip, bağırıp çagırıyorlar:
“Ne demek Öyle? Siz ona en küçük bir şey de mi söyleyemezsiniz?

“Evet efendim, söyleyemeyiz. Üstadımız ne derse harfiyyen onu yaparız.”

“Ben amirlerime bağlıyım. Derhal iki saat içinde burayı terk edeceksiniz, doğru Isparta’ya gideceksiniz.”

Bu arada otele bir doktor geliyor, fakat hastayı görmeksizin tekrar çıkıp gidiyor.
Bu esnada Bediüzzaman’ın Urfa’dan çıkarılacağını haber alan Urfalılar galeyana geliyor, çeşitli yerlere müracaat etmeye başlıyorlar. Durumu haber alan D. P. İl Başkanı Mehmet Hatipoğlu koşa koşa emniyete geliyor ve emniyet müdürüne sertçe çıkışıyor:
“Ne oluyor? Eğer Bediüzzaman Hazretlerini buradan bir yere çıkarırsanız, karşınızda beni bulursunuz. Bir kılına halel gelmeyeceği gibi, buradan bir adım bile attıramazsınız. Bu bizim misafirimizdir.”

“Efendim, üstten, vekâletten emir var. Derhal geldiği yere dönecek.”

“Nasıl döner yahu? Adamcağız şiddetli hasta, kıpırdanacak halde değil. Çok muhterem bir zattır. Bu misafir olarak buraya gelmiş. Tanrı misafiridir. Bu kadar tazyike lüzum yok.”

“Efendim! Ankara’dan gelen emir çok şiddetlidir ve kat’idir. Derhal dönmesi icab eder.”

Hiddetlenen Hatipoğlu, tabancayı masaya dayar…

Bediüzzaman’ın Urfa’dan götürüleceğini haber alan beş-altı bin kişi otelin önünde toplanır.

Nur talebeleri bu durum karşısında hastahaneye koşarlar. Baştabibe bir dilekçeyle müracaat ederler.
Yola devam edemeyecek olduğunu arz ile muayenesini isterler.

Mehmet Hatipoğlu, hükûmet doktorunu getirir. Bediüzzaman’ı muayene eden doktor, talebelere: “Siz ne cesaretle buraya geldiniz. Kirk derece ateşi var. Yarın 9’da gelin. Bu zâta heyet raporu verelim. Bu haliyle bir yere gidemez” diye teminat verir.

Müridlerinin Piri, Bediüzzaman Said Nursi Şehrimize Geldi

Gaziantep’ten geçiyorlar

21 Mart Pazartesi sabahının erken saatlerinde Bediüzzaman Said Nursi Gaziantep’e girdi. O günlerde hemen bütün Anadolu’da olduğu gibi, Gaziantep’te de çamur yağıyordu. O sabah kalktıklarında her taraf kırmızı bir çamur tabakasiyle kaplı idi. Âdeta gökyüzü kanlı göz yaşları döküyordu.

Gaziantep eski postahane binasının Önünde durdular. Arabadan inen Bayram Yüksel, lokantadan çorba aldı ve Urfa yolunu sordu. Sonra da Urfa’ya doğru sür’atle Antep’den uzaklaştılar.

Halilürrahman’ın mânevî iklim ve ülkesine doğru yıldırım hızıyla yol alan otomobilin arkasından bıraktığı toz, başta İstanbul, Ankara ve Anadolu’nun birçok şehrini yer yer kapladı. Toz duman içinde günlerce çamur yağdı Türkiye’ye…

Doksan yaşındaki aziz zatın elvedasından sema ağlıyordu. Evet, ehl-i imanın ölmesiyle semavat ve arz ağlarlar…

İhlas düsturları ailede nasıl yaşanır?

Risale-i Nur Külliyatı’nda bulunan ve Bediüzzaman Said Nursî’nin en az on beş günde bir okunmasını tavsiye ettiği ihlas düsturları sadece hizmette değil hayatın her alanında geçerlidir. Aile hayatımızda, iş hayatımızda, arkadaşlık hayatımızda, sosyal hayatımızda bu düsturlar vazgeçilmezdir. Acaba ihlas düsturlarını aile hayatımızda nasıl uygulamalı, hayata nasıl geçirmeliyiz?

Aile çok önemli ve çok büyük bir kurum. Çok hayatî ve o kadar da mükemmel bir beraberlik. Hayırlı ve güzel işlerin yapıldığı bir yuva. İnsan burada dünyaya gelir, burada yetişir, burada gelişir, burada hayata hazırlanır, burada hayatını geçirir.

İnsanın ilk mayası ailede atılır, ilk olarak ailede şekillenir, karakteri ailede oluşur. İnsanın yaratıcısıyla tanışıklığı, ilişkileri, yakınlığı ve birlikteliği ailede kurulur.

İnsanın inancı, ahlakı, düşüncesi, merakları, ilgi alanları, sevdikleri, tutkuları, bakışı ve duruşu ailede belirlenir. Yüce Allah bu görevi anne-babaya vermiş. Anne-baba da bir emanetçi bilinciyle Allah adına, Allah’ın kulunu yetiştirir.

Bu süreç içinde çok zararlı maniler, engeller; çok karışanlar, karıştıranlar, çok göz dikenler, el atanlar, çelme takanlar olur. Bu engellemeler şeytan tarafından yapılır, şeytanın eliyle idare edilir.

Şeytan; bu “hizmetin” bireyleriyle, ailede yaşayan fertlerle; bir taraftan anne-babayla, bir yandan da çocukların/gençlerin kafasına girerek çok uğraşır. Uğraşmanın ötesinde yönetimi, kumandayı ve yetkiyi eline almaya çalışır. Şeytanlarla beraber başka “muzırlar” da nefes aldırmadan etrafta, çevrede dolaşır dururlar.

Bu engellemelere, bu şeytanlara ve şeytanın işbirlikçilerine karşı kullanılacak tek güç, tek dayanak noktası ihlastır. Allah için hareket etmek, Allah’ı yanımıza alarak, yanımızda bilerek, Allah’tan yardım isteyerek karşı koymaktır.

İhlası kıracak, ihlası kaçıracak, ihlası bitirecek sebeplerden çekinmek gerektir. Üstümüze doğru gelen yılandan, kuyruğunu uzatıp zehrini kusacak olan akrepten nasıl korkuyor, nasıl ürküyor ve nasıl çekiniyorsak, ihlası kaybetmekten de o kadar çekinmemiz gerekiyor.

İlk yapılması gereken

Bunun için her şeyden önce aile bireyleri nefsine güvenmemeli, nefsin hatırını saymamalı, nefsine yenik düşmemeli; kendini haklı, karşıyı haksız görme gibi bir kolaycılığa sığınmamalı ve nihayet duygularına aldanmamalı ki, ihlası kazansın, ihlası elde etsin ve ihlas sahibi olsun.

Bunun için ihlas düsturları hayata yön vermeli, yönlendirmeli; ölçü ve ölçüt ihlasın şaşmaz prensipleri olmalı…

Bunun için “İhlas”ın giriş paragrafı çok hayatî önem taşıyor. Bizim giriş cümlelerimiz sadece ve kısaca bu hakikatin bir açılımıdır. Orijinal ifadesiyle ihlasa dikkat çeken hitap şöyledir:

Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hadimleriyle çok uğraşır. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. İhlası kıracak esbaptan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz. Hazret-i Yusuf Aleyhisselam’ın (mealen: Şüphesiz nefis daima kötülüğü sevk eder. Ancak Rabbim rahmet ederse o başka” (Yusuf, 12:53) demesiyle, nefs-i emmareye itimat edilmez. Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın.” (Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a)

İhlas ne demektir, nasıl olmalıdır, aile fertleri birebir ihlası nasıl anlamalı, nasıl uygulamalı, ihlasta neyi öne çıkarmalıdır?

İşte küçüğünden büyüğüne, bebesinden ebesine, anasından babasına, dededen toruna, kardeşten kardeşe ve bir bütün halinde ailede, ihlasın vazgeçilmeyen düsturu ilk düsturdur:

Birinci düsturunuz: Amelinizde rıza-yı ilahî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için bu hizmette doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” (Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a)

Ailenin çekirdeği olan karı-koca, yani anne-baba Allah’ın rızasını düşünerek bir araya gelmişlerse, Allah’ın razı olduğu/olacağı bir hayatı önceleyerek ailenin temelini atmışlarsa, ilk sınavı başarıyla vermişler demektir.

Peygamberimiz (a.s.m.), “Evlenirseniz dininizin yarısını tamamlamış olursunuz, diğer yarısı da size kalmıştır” hadisinde ifade ettikleri gibi, evlilik dinî hayatı desteklemek, imanî hayatı oluşturmak maksadıyla ve niyetiyle yapılmalı; yani “Evlenirsem Allah’ın rızasını daha iyi elde ederim” düşüncesiyle yola çıkılmalıdır.

Bu “amelde rıza-yı ilahî” olursa, evlilik öncesindeki “amelde, girişimlerde, hazırlıklarda” Allah rızası esas almışsanız, evlilik ve aile hayatı bu esas üzerinde kurulacaktır, devam edecek ve yaşayacaktır.

Hayatın seyri ve gelişimi içinde siz karı-koca olarak birbirinizi Allah’ın razı olacağı hayata teşvik ederseniz, birbirinizi Allah için seveceksiniz, Allah’a kul olmakta yarışacaksınız. Aile ortamında, çocukların eğitiminde ve yetiştirilmesinde tek düşünceniz ihlas olacaktır.

Çocuklar da sizden aldıkları, öğrendikleri şekliyle, yapabildikleri kadarıyla, çok kere farkında olmadan, bazen de farkına vararak ihlasla hareket edeceklerdir. Dolayısıyla aile bütünlüğünün oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunacaklardır.

Allah razı mı?

Anne-baba veya diğer aile bireyleri olarak bu niyetinizden, bu amelinizden, bu hareketinizden Allah razı mı, Allah hoşnut mu, Allah memnun mu? Başkaları ne düşünürse düşünsün, başkaları ne derse desin, başkaları nasıl değerlendirirse değerlendirsin, hatta karşı da çıksalar, sırt da dönseler, daha ötesi “bütün dünya küsse de ehemmiyeti yok”tur, bir anlam taşımaz.

Yani başkalarının müdahalesi sizin moralinizi bozmasın, sizi ihlaslı yolunuzdan çevirmesin, istikametinizi değiştirmesin.

Bir kere siz ilk başta Allah’ın rızasını kalbinize koymuşsunuz, Allah ile yola çıkmışsınız, Allah’ı yanınızda bilerek hareket etmişsiniz, artık geriye dönüş yoktur.

Niyetinizi/amelinizi Allah kabul etti mi, Allah katında makbul oldu mu, “bütün halk reddetse”, bütün insanlar kabul etmese de bir tesiri ve etkisi olmamalı ve olmaz.

Zaten Allah razı olmuşsa, Allah kabul etmişse, “insanların memnun olmasını” istemeseniz bile, “Allah isterse ve hikmeti iktiza ederse” insanlara da kabul ettirir, “onları da razı eder.

Bunun için “bu hizmette”, yaptığınız bu işte, aile çarkını döndürmede çocuklarınız yetişmesinde ve eğitiminde “doğrudan doğruya, yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” Sadece ve sadece Allah’ın razısını esas maksat/hedef ve amaç haline getirmek gerektir.

Diyelim ki, eşinizin bir ihtiyacını mı göreceksiniz, istediği bir şeyi mi alacaksınız, çocuklarınızla ilgilenecek, onlara harçlık mı vereceksiniz, hemen aklınıza “Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi babaya aittir” âyetini düşünecek, “Allah emrettiği için bunları yapıyorum, maksadım da Allah’ın rızasını elde etmektir” diyeceksiniz. Böylece normal ve basit gibi görünen bu davranışlarınız ve işleminiz aile içinde ihlasın yaşanması olacak, bir ibadet sayılacaktır.

Ailecek ihlasın zirvesini yaşamış olan bir aile vardır. O aile her dönemde, her çağda hepimiz için şaşmaz bir örnektir. Hz. Ebu Bekir ve ailesinden söz ediyorum.

Hicret günleridir. Peygamberimiz ve Hz. Ebu Bekir Sevr mağarasındadırlar. Yiyecek-içecek gibi ihtiyaçlarının karşılanması, Mekke’deki gelişmelerden haberdar edilmesi gerekmektir. Bu önemli, hayatî ve zorlu işi, her türlü tehlikeyi göze alarak Hz. Ebu Bekir’in kızı Hz. Esma ile oğlu Hz. Abdullah üzerlerine almıştır.

Bütün bir Mekke halkı karşılarındadır, aleyhlerindedir, bir öğrenecek olsalar gözlerini kırpmadan canlarına kıyacaklardır. Fakat olan bitenler bu iki genç insanın hiç umurunda değildir, bir kere ihlasla yola çıkmışlardır. Bütün tedbirleri almışlar Efendimizin (a.s.m.) ve babalarının isteklerini, ihtiyaçlarını yerine getirmişler, hicretin sağ salim ve tehlikesiz olarak gerçekleşmesine katkıda bulunmuşlardır.

Onların ihlaslı hareketleri ve davranışları bu aileyi, bütün fertleriyle hem Allah katında makbul ve yüksek bir konuma getirmiştir, hem de kıyamete kadar mü’minler tarafından hayırla ve dua ile yâd edilmişlerdir.

Ailenin çekirdeği olan karı-koca, yani anne-baba Allah’ın rızasını düşünerek bir araya gelmişlerse, Allah’ın razı olduğu/olacağı bir hayatı önceleyerek ailenin temelini atmışlarsa, ilk sınavı başarıyla vermişler demektir.

Bu hizmette”, yaptığınız bu işte, aile çarkını döndürmede çocuklarınız yetişmesinde ve eğitiminde “doğrudan doğruya, yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” Sadece ve sadece Allah’ın razısını esas maksat/hedef ve amaç haline getirmek gerektir.

Mehmet Paksu / Moral Dünyası Dergisi