Etiket arşivi: Risale-i Nur Neden Anlaşılamıyor

Risaleleri Okumaya İhtiyacımız Var; Sadeleştirmeye Değil!

1.- “Bir şey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz..” Mühim bir kaidedir. Bütün hayatımızda geçerli bir düsturdur. Hiçbir şeyimiz dört dörtlük değil, ama öyle değil diye de terk etmiyoruz; “Buna da şükür, Allah bereket versin” diyoruz.

Risalelerde bahçe misali verilmiş. Bir bahçeye giren, “bütün meyveleri koparamıyorum, öyleyse hiç birini almam” demesi ne kadar gariptir. Risaleler de manevi bir bahçedir. Bütününü anlayamıyorum diyerek terk etmek akıl kârı değil. Anladığı kârdır. Anladığına şükredip devam etse daha ilerisini de anlayacak. Biz biliyoruz ki; okullarda her ders parça-parça öğrenilir. Hiçbir ders birden bütünüyle öğretilmez.

Burada Bediüzzaman Hz.lerinden bir hatıra ekleyelim. Hatırayı anlatan halen Isparta Senirkent’te ikamet edin “Ali İhsan Tola”dır.

Ali İhsan TOLA, Orman Mühendisliğini bitirmiş ve Bediüzzaman Hz.lerinin ziyaretine gitmiş. Namazdan sonra “İşarat-ül İ’caz”’dan ders okunuyor. Herkesin elinde bu kitaptan var. Biri okuyor, diğerleri takip ediyor. Ali İhsan Bey de takip ederken bilmediği bir kelime görünce durmuş. Acaba bu kelime nedir diye düşünüyor. Bediüzzaman Hz.leri gözlüğünü çıkarıp demiş:

Yeni gelen, takılma, devam et…

Ali İhsan Bey utanmış, okunan yeri bulmuş, okuyana tabi olmuş. Ama yine bilmediği bir kelimeye rastgelince yine: “Acaba bu kelime nedir?” diye düşünüyor. Bediüzzaman Hz.leri yine gözlüğünü çıkarıp demiş:

Yeni gelen, takılma,devam et…

Bu durum birkaç defa olunca Bediüzzaman Hz.leri dersi bitirip demiş:

Misafiri mutfağa götürün.”

Ali İhsan Bey mutfağa girince Üstadın hizmetinde bulunan abiler kahvaltılık ne malzeme varsa hepsini birden önüne yığmışlar. Kocaman bir ekmek, büyükçe bir tabak peynir, büyükçe bir tabak zeytin…

Ali İhsan abi anlamış ki; “bunların hepsini ben birden yiyemem. Azar-azar, öğün halinde yiyebilirim. Birden hepsi bitmez...” Risale-i Nur da böyledir diye anlamış.

Bu manayı 30.Lem’a “Kayyum” bahsinden bir alıntı ile bitirelim.

Elbette her adam her mes’eleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her mes’eleden bir derece hisse alabilir. “Bir şey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz.” kaidesiyle, “bu manevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum” diye vazgeçmek akıl kârı değildir. İnsan ne kadar koparsa, o kadar kârdır. İsm-i a’zama ait mes’elelerin ihata edilemeyecek (Kavrayamayacak) derecede genişleri olduğu gibi, akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Özellikle, “İsm-i Hayy ve Kayyum’a” ve bilhassa “hayatın iman erkânına karşı remizlerine” ve bilhassa “Kaza ve Kader rüknüne hayatın işaretine” ve “İsm-i Kayyum’un Birinci Şuaına” herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz de kalmaz. Belki herhalde imanını kuvvetlendirir. Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesinin ehemmiyeti çok azîmdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî diyor ki: “Bir küçük imanî meselenin anlaşılması, benim nazarımda yüzler zevklere ve kerametlere tercih edilir.

2.- Risale-i Nur’u anlamak deyince genellikle aklen anlamak ön plana çıkmakta…

İslam alimleri “akıl ikidir” demişler. Akl-ı maaş ve akl-ı maad. Yani dünyevi ve maddi akıl ile uhrevi yani ahirete bakan ve manevi akıl. Yani biri kuru bilgi denilen malumat, genel kültür; diğeri ise anladığını hayatına mutlak manada tatbik eden,yani anladığına inanan, sahiplenen, hareketlerine yansıtan demektir.

Mesela: Sigara paketlerinde “sağlığa zararlıdır” yazıyor. Biz bu cümleyi iki akla tatbik edelim.

Genel kültür aklı, çok bilmişlik yapıp her yerde sigaranın zararlarını anlatır, ama kendi içer. Diğeri ise, sağlığına zararlı olduğunu kalbiyle de tasdik ettiği için sigarayı terkeder…

Bediüzzaman’ın Mektubatta geçen bir ifadesi: “İlimde iz’an-ı kalb olmazsa, cehildir. İltizam başka, itikad başkadır” Yani akıl, genel kültürde kalır da, bilgiyi kalbin kabulüyle birleştiremezse o zaman o bilgi, bilgisizlik yani cahillik olur. Teypler, bilgisayarlar Cennete gitmiyor… Ne zaman ki bilgi kalbin tasdikine mazhar olsa hakiki ilim olur. O ilim de insanı tatbikata, yaşayışa, bildiğiyle amel etmeye götürür. Fikir nûru, kalb ışığı ile ışıklanıp birleşmezse, karanlıktır, zulüm fışkırır.

Buraya kadar anlattığımızı özetlersek: Risalelerin birinci gayesi: kalbin tatmini ile akla çıkmaktır. Risaleyi okuyan bir insan mutlaka kalben anlar ve istifade eder, aklen de aslında anlar, ama belli bir istikamet yakalayana kadar anlamadım zanneder.

Risale-i Nur’u okumaya devam eden herkes yeminle der ki: “Okuyorum, bir şey anlamadığımı zannediyordum. Fakat bir arkadaş bir soru sordu. Ben başladım anlatmaya, anlattıkça arkadaş şaşırdığı gibi ben de şaşırdım. Allah Allah ben bunları nereden biliyorum. Demek anlamıyorum zannederken anlıyormuşum…

Anlamıyorum diyerek terkedenlere biz şimdi üzülüyoruz. Diyoruz ki: keşke devam etselerdi de bizim şimdi ettiğimiz istifadeyi etselerdi…

3- Bir başka cihet… Siz kıymetli paranızı saklamak için hiç tanımadığınız bir adama verir misiniz? Veya ailevi, gizli bir sırrınızı hiç bilmediğiniz bir adama anlatır mısınız? Elbette paramızı da, sırrımızı da tanımadığımız, güvenmediğimiz, emniyet etmediğimiz, o emanete layık olmayana vermeyiz.

Risale-i Nur eserleri de çok kıymetli bir hazine ve Kur’anın ve imanın çok harika sırlarıyla doludur… Öyle ilk önüne çıkana, bir kerecik okuyana, kendini beğenip onu noksan görene; ne sırrını verir, ne de hazinesini… Ama kim anlamasa da devam ederse, Nurların sevgisini, emniyetini kazanırsa, ona herşeyini zamanla açar…

4.- Allah’ın razı olduğu ilim, insanı gurura sokmaz. Halbuki bu zamanda insanlar öyle basit şeylerden gurura gidiyor ki… Bir cümleyi veya bir kitabı anlasa hemen “anladım” diye kendine mâlediyor. Aklı şişip gurur hanesine bir puan daha yazdırıyor. İşte Risaleleri okuyan anlayamayınca önce gururu kırılıyor: “Demek benim aklım acizmiş” deyip boynu bükülüyor. Okumaya devam ettikçe yukarıda sayıldığı gibi; kalbi genişledikçe, nefsi fenalıklardan uzaklaştıkça, ruhu maneviyatta ilerledikçe aklı da gelişiyor. İşte bu mertebelerden geçtikten sonra anlamaya başlayınca: anlayanın kendisi olmadığını; kendisini böyle mükemmel yaratan, kalb, nefis, ruh, akıl gibi binler duygularla donatan, her duyguyu “kendisine uygun gıdalarla” besleyen Rabb-i Rahim’ine sonsuz hamdler, şükürler ediyor.

Aczini anlamakla, Allahın sonsuz kuvvetine dayanma sırrını;

Cahilliğini anlamakla, Allahın sonsuz ilmine ulaşma sırrını;

Fakirliğini anlamakla, Allahın sonsuz zenginlik hazinelerine kavuşma sırrını;

Kusurunu anlamakla ve Allahın sonsuz mükemmelliğini anlamakla da, insan-ı kamil olma sırrını anlıyor.

5.- Risaleler yalnız akıl anlasın diye okunsa, insanda bulunan diğer duygular istifade edemediği gibi aklın istifadesi de azıcık olur. Tarihçe-i Hayattan şu cümleyi okuyalım:

Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl cüz’î bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale-i Nur, sair ilimler ve kitablar gibi okunmamalı. Çünki ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut(gıda) ve nurlarıdır…

Buradan anladığımız şunlardır: Risalelerdeki hakikatler bütün duygularımıza gıda hükmünde…

Bütün duygularımız gıdalansın diye okursak herbiri uygun gıdasını alır. Ama yalnız muhatap akıl olursa istifade çok azalır. Hele yeni okuyorsa anlamadığını zanneder, okumayı da bırakır.

Dikkat edelim. “Risale-i Nur, sair ilimler ve kitablar gibi okunmamalı.” diyor. Diğer kitaplar aklın anlaması için okunurken, Nur’lar böyle değil. Çünki ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok “insanın lâtife ve duygularının” gıda ve nurlarıdır…

Bu manayı tamamlayan 25.Sözden bir iktibas yapalım:

O hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukûlü “Sadakte” deyip o hakaikı kabul eder…

Burada dikkat edilirse “hakikatların kabul edilmesinde” bir sıralama var:

1. Safa-yı kalb, (kalbin safası)
2. tezkiye-i nefis, (nefsin fenalıklardan çekilmesi)
3. ruhun terakkiyatı, (ruhun maneviyatta ilerlemesi)
4. aklın tekemmülü, (aklın, hamlıktan ve darlıktan kurtulup olgunlaşması)
5. aklın “Sadakte” (doğrudur) deyip o hakaikı kabul etmesi. (Yani aklın anlaması ve kabulü)

Dikkat çekici bir nokta: 4.mertebede “aklın tekemmülü diyor”, yani aklın olgunlaşması, kemale ermesi.

Demek ki: öncelikle: “kalbin safası” geliyor. İkinci sırada: “Nefsin fenalıklardan çekilmesi” gerekiyor. Üçüncü olarak “Ruhun maneviyatta ilerlemesi” ve bunlardan sonra “Aklın hamlıktan ve darlıktan kurtulup olgunlaşması; meselelere bakışı, anlayış kabiliyeti ve kapasitesini artması geliyor.” Sonra da “aklın kabülü ve tasdikı” geliyor…

Biz ise, birinci sıraya hemen aklımızı oturtuyoruz ve. “Niye anlamıyorum” diyerek kabahati Risalelere ve dilinin ağırlığına veriyoruz. Halbuki şu ana kadar Risaleleri okuyup anlayan herkes, “o ağır denen diliyle okumuş.

Arapçası olmadığı, hatta bazıları lugata, sözlüğe bakmadıkları halde okumaya devam ettikleri için kısa bir sürede Nurları anlamaya başlamışlar. Hayatları, hayata bakış açıları değişmiş. İç dünyalarında müthiş değişmeler olmuş. İbadette, ihlaslı ve devamlı; ahlakta, mükemmele yaklaşan, günahın küçüğünden ve büyüğünden kaçan, diğer insanlara da şefkatle iman hakikatlarını anlatan bir kulluk manasına geldiler…

Eğer onlar da, ilk anlamadıkları zamanlarda, sebat ve sadakatle “anlamadıkları halde” okumaya devam etmeselerdi, elbette bu anlatılanlara sahip olmaları sözkonusu değildi.

Okula yeni başlayan çocuğunuzu okula gönderdiğiniz ilk gün, çocuğunuz okuldan geldiğinde size dese: “Ben artık okula gitmeyeceğim” “Neden?” diye sorulduğunda: “Okuma-yazma öğrenemedim de ondan” dese…

Hepimiz okul hayatımızın başında, sayfalarca düz çizgi, “simit”, ters bardak-düz bardak yaptık. Ve kendi başına bir anlam ifade etmeyen “a” yazdık sayfalarca. Sonra yavaş yavaş “Ali gel”, “Okul açıldı” gibi, kısa cümleler yazmaya başladık… Eğer biz, o sıkıntılara katlanmayıp, ilk gün okulu bıraksaydık; bugün okuma-yazma bilmiyor olacaktık… Bunu Risale-i Nur’a okumalarınıza kıyaslayınız…

6.- Bediüzzaman Hz.leri ”Risale-i Nur evrad (dua) makamında okunabilir” demiş. Nasıl ki bir dua veya salavat veya Kur’an okurken aklen bir şey anlamıyoruz, ama feyiz alıyoruz. Hatta bazen ağlıyoruz… Demek anlayan bazı duygularımız var. Onun için Nurları ciddi olarak okumak lazım, velev evrad (dua) gibi de olsa.

7.- Son bir cihet daha yazarak bitirelim inşaallah. Ahirzamanda günahlar ve sefahet çok yayılmış ve her yeri istila etmiş. İşlenen her bir günah, kafaya giren her bir şüphe, kalp ve ruhta yaralar açıyor. O yaralardan hasıl olan(meydana gelen) imani vesveseler, kalbin batınına, içine ilişip, imanı zedeliyor. Manevi duyguları tahrip ediyor…

Risale-i Nur, kendisini okuyanın önce kalp ve ruhundaki yaraları tedavi eder, tahrip olan duyguları tamir ve tedavi eder, bütün vesvese ve şüphelerini manen izale eder, sonra temelin üzerine gökdeleni çıkmaya başlar. Temelsiz bina olmaz. Hele gökdelen hiç olmaz. 100 katlı bir gökdelenin temeli için 25 kat aşağı iniliyormuş. Temel ne kadar derinse o kadar sağlam ve o kadar büyük oluyor. Nurlar da temeli derin atıyor. Hiçbir cümlesi boşa gitmiyor.

Ahmet Katın

www.NurNet.Org