Etiket arşivi: risale-i nur sadeleştirilmesi

Risale-i Nur’u Sadeleştirmeye Kimsenin Hakkı Yoktur

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz sadeleştirme konusunda bir açıklama yaptı ve şu sözleri sarfetti.
 
“Said Nursi hazretlerinin çok açık beyanlarına rağmen birileri hala sadeleştirmeyi savunmaya ve hatta bunuSaid Nursi’nin teşviki olarak sunma gayreti içindeler.” dedi ve şu açıklamayı paylaştı.
 
Risale-i Nur’un Sadeleştirilmesi Tasvip Edilebilir mi?
 
1-SADELEŞTİRME OLAYI RİSALE-İ NURA AŞIK OLANLAR ARASINDA İHTİLAFA YOL AÇMAMALI!
 
Son zamanlarda konu ile alakalı ciddi bir münakaşa ve televizyon tartışmaları yaşandı ve bize kadar da yansıdı. Ancak gördüğüm manzara bir kısım ehl-i dalaletin iki taife-i ehl-i hakkı birbirine düşürerek sonra da uzaktan seyredip gülmeleri idi ki, imanı olan ve Bediüzzaman’ı seven hiç kimse bu manzarayı görmekten hoşlanamazdı.
 
Ağabeylerin tepkisi yerindeydi ve tarihi bir görevdi. Zira bu kapı açılırsa çok farklı yaklaşımlar gelebilirdi. Yıllardır Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı muhteşem tefsirini sadeleştirerek soyulmuş portakal gibi çürümeye terk eden meslektaşlarıma içimden itiraz ederdim, aynı duyguları elbetteki Bediüzzzaman Said Nursi’nin eserlerine yapılan muamele de bende aynı itiraz duygularını depreştirdi.
 
Ben bu yazımda birilerini tenkit etmek yerine, neden sadeleştirmenin Risalelere yakışmadığını üstad’ın tesbitleri ve ilmi kaideler ışığında açıklamaya çalışacağım. Yapılanlar Nur’lara hizmet gayesiyle yapıldığından kimseyi tahkir ve tezyif etmeyi de uygun görmüyorum. Zira bu sadeleştirmeyi yapan arkadaşlara hatırlatmalıyım ki, Hocaefendi’nin Hitap çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde isimli eserleri çoğu yerlerde üstad’ın eserlerinden daha zor anlaşılır haldedir.
 
Önemle hatırlatalım ki, Mehmed Şemseddin Yeşil bu meselede ilk yanlışlığı yapan ve hatta intihal denecek noktada Risaleleri sadeleştirerek kendi eseriymiş gibi neşreden insan olmasına ve üstadımız razı olmamasına rağmen, milletin istifadesi ve de fitneye sebep olmamak için müdahale etmemiştir. Halbuki İnsani Hakikatlar ve Zirve-i Tevhid gibi eserleri Risalelerden muktebes sadeleştirilmiş metinler halindedir.
 
2-İLMİ ESERLER ÜÇ ÇEŞİT ÜSLUP İLE YAZILIR VE BUNLARDAN ÜSLUB-U ALİ KISMI SADELEŞTİRMEYE GELMEZ
 
Üslup, usul, tarz, oluş, yapış tarzı, anlatım yolu manalarına gelir. Edebiyatta yazarların kendilerine mahsus ifade tarzlarına denir. Her yazarın duygu, düşünce ve hayallerini sözlü veya yazılı olarak ifade ediş tarzı diğerlerinden farklılık gösterir. Bu farklılık, o yazarın üslubunu ortaya çıkarır. Yazar olmanın en belirgin şartlarından biri, başkalarından farklı bir ifade tarzına, yani üsluba sahip olmaktır.
 
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Muhakemat adlı eserinde bu meseleyi açıklamaktadır ve biz bazı kelime ilaveleri ve misallerle bu tespiti aktarmaya çalışacağız:
 
Kelamın selamet ve rendeçlenmesi ve itidal-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve istidadına göre inayeti taksim ve üslub elbisesini tevzi’ ve giydirmektir. Hem de hikayette olursa mütekellim kendini hikaye ettiği şeyin yerinde farz etmek gerektir.
 
Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkarının tasvirinde ise hikaye ettiği şeye hulul etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lisanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alamet-i kıymet olan itibar ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve istidad ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adalet ve üslublarda istidadın kametine göre kesmektir. Ta her bir maksad onun münasibinde olan üslubdan cilveger olabilsin. Zira üslubun esasları üçtür:
 
Birincisi: Üslub-u mücerreddir. Buna sade üslup da denir.
 
Genellikle talebeye yönelik ders kitapları böyle kaleme alınmaktadır. Buna Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tusi’nin sade olan ma’rez-i kelamları gibi…Bediüzzaman Hazretleri 19. Mektup’ta Peygamberimizin mu’cizelerini anlatırken bu üslubu kullanmıştır. Zaten sadeleştirmeye ihtiyaç yoktur. Ancak sadeleştirme mümkündür.
 
Eğer günlük muamelelerinde, insanlar arası konuşmalarda ve alet olan ilimlerde isen; vefa (manayı ifadeye yetecek kadar kelime kullanma),  ihtisar (en kısa yolu seçme) ve selamet ve selaset ve tabiiliği tekeffül eden ve sadeliği ile aslında anlatılan konunun güzelliğini gösteren üslub-u mücerrede yetinmelisin. Biraz önce dediğimiz gibi ders kitaplarında veya günlük konuşmalarda mutlaka bu kullanılmalıdır.
 
İkincisi: Üslub-u müzeyyendir. Süslü ve bezekli üsluptur.
 
Bunun sahibi mananın aktarılmasından ziyade muhatabı coşturmayı ve bütün edebi san’atları kullanmayı hedefler.Fethullah Hoca Efendi’nin Hitap çiçekleri ve Kalbin Zümrüt Tepelerinde adlı eserleri; Necip Fazıl’ın hemen hemen bütün nesir kitapları; Sezai Karakoç’un kitapları bu guruba girebilecek muasır eserlerdir. Abdülkahir Cürcani’nin “Delail-ülİ’caz” ve “Esrar-ül Belaga”sında, Sekkaki’nin Miftah’ul-Ulum adlı eserlerindeki şa’şaalı ve parlak kelamları eski eserlerden verilebilecek en güzel misallerdir. Burada sadeleştirme ahengi bozar.
 
Eğer hitabet ustalığını göstermek istiyorsan veya karşındaki muhatapları ikna etmek üzere va’z, irşad yahut siyasi konuşmalar yapmak istiyorsan, süs ve parlaklık ve tergib (teşvik) ve terhibi (korkutma) manalarını tazammun eden üslub-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu’ ve avam perestane nümayiş etmemek gerektir.
 
Üçüncüsü: Üslub-u alidir. Yani yüksek üsluptur.
 
Sekkaki ve Zemahşeri ve İbn-i Sina’nın bazı muhteşem kelamları gibi… Benin kanaatim Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı muhteşem tefsirinin bazı parçaları tamamaen üslub-u ali ile kaleme alınmıştır. özellikle Allah’ın varlığını ispat ve Haşir ile alakalı meselelerde Elmalı üslub-u aliyi kullanmıştır. Zira anlatılan mevzuun ehemmiyeti ve ulviyeti bunu gerektirmektedir. Aynı şekilde Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatının önemli bir kısmı bu üslup ile kaleme alınmıştır. Zira anlatılan konuların yüceliği müellifi bu üslubu kullanma mecbur eylemiştir. Yoksa Bediüzzaman Said Nursi’nin dediği gibi kendi san’atının tesiri cüz’idir.
 
Eğer İlahiyat yani Allah’a iman (ayet’ül-Kübra Risalesi, 2. Şua ve 22. Söz gibi), ahirete iman (10. Ve 29. Sözler gibi) ve peygamberlikkurumu (19. Söz gibi) gibi konuları anlatacaksan yahut usulüd’din yani kelam ilminin derin meselelerini yani mi’rac, meleklere iman ve benzeri konular gibi mevzuları araştırıyor ve bunları tasvir etmek istiyorsan, şiddet, kuvvet ve heybeti tazammun eden üslub-u aliden ayrılmamak gerektir.
 
Elbetteki bakkaldan yumurta ve peynir isterken kullandığın üslup ile BediüzzamanSaid Nursi Hazretlerinin alem-i vücub dediği Allah’ın zat, sıfat ve isimlerini anlatırken kullanacağın üslup bir olamaz. Ekonometri dersleri veren bir profesör, çocuklar anlamıyor diye ekonomi ve matematiğin en yüksek formüllerini kitabına yazmaktan vaz geçemez. (Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, sh. 109-111.)
 
Falih Rıfkı Atay şöyle anlatır:
 
«Bizim lisenin edebiyat kitabında üslup üç türlüydü: üslub-u sade, üslub-u müzeyyen, üslub-u ali. Sadesi belli: Ben senden vazgeçemem. Müzeyyeni: Gül bülbülsüz, bülbül nağmesiz olur, gönlüm sensiz olamaz. alisine gelince: Zemin çak, asuman çakçak olsa, tufan içinde tekne-i Nuh belirip onu bırak da sen yalnız gel dense, gitmem.
 
Biz üslup diye bu üçünü bilirdik. Muallim Naci sadesine, Recaizade müzeyyenine, Abdülhak Hamid de alisine meraklıydı. Sonra Meşrutiyet’te bir silah üslubu çıktı: Muhaliflerin ellerini kıymık kıymık edip kemiklerini havanda dövmedikçe hadlerini bilmeyecekler. Biz bunlara hürriyeti hangi dağdan indirmiş olduğumuzu göstermeliyiz.»
 
3-RİSALE-İ NUR’DA BEDİÜZZAMAN Mü’ELLİF DEĞİL SADECE BİR TERCÜMANDIR; BU SEBEPLE SADELEŞTİRME MANEN ENGELLENMİŞTİR.
 
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri eserlerinin bir çok yerinde Risale-i Nur’un Kur’anın hakiki tefsiri olduğunu ve kendisinin ise sadece tercümanı bulunduğunu açıkça ifade etmiştir. Mustafa Sungur Ağabeyden duyduğuma göre Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatını üstad’ın binlerce defa okuduğunu ve 400 ayetten süzülen bir manevi reçete olduğunu ifade etmiştir.
 
Bu sebepledir ki, değil sadeleştirme, Risale-i Nur’un kendi içinde farklı tasnifi ve tanzimi bile üstadın ifadesiyle izin verilecek bir mesele değildir. Geliniz bu tespiti üstad’dan aynen dinleyelim:
 
‘’Dört ayrı ayrı mebhastır. Bu dört mes’ele birbirinden uzak olduğundan, bu mektub perişan görünüyor. Bu perişan mektub münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki:
 
Bu küçük mektupları hususi bir surette, hususi bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektuplar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lazım geldi. Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lazım geliyordu. Sonradan tashih v etanzim etmeye me’zun değiliz!
 
İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak [dört mes’ele] den ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır. Fakat şairlerin ve ehli aşkın, zülf-i perişani sevdikleri ve istihsan ettikleri nev’inden,bu mektub da zülf-i perişan tarzında soğuk tasannu’ karışmadan, hararet ve halavet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmıştır.”(Bediüzzaman Said Nursi, Fihrist, sh. 38-39.)
 
Bu yüzden ağabeyler, Söz Neşriyatın yeniden tanzim edilen şekline dahi soğuk bakmışlardır; ancak asliyetine halel gelmediğinden sonradan müdahale edilmemiştir.
 
4-NUR TALEBELERİNE DüŞEN VAZİFE: İZAH, TEFSİR VE TANZİMDİR
 
Bütün bu söylenenlerden sonra anlaşılıyor ki, Nur Talebelerine ve Bediüzzaman Said Nursi’yi gönülden sevenlere düşen vazife, yine üstad’ın ifade ettiği ve izin verdiği izah, tefsir ve tanzimdir.
 
Nitekim üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde açıklamaktadır:
 
“Bu dürus-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allame ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulum-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulum-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.
 
Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nakıs bir taklidcilik hükmüne geçer. çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur’anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-üla’mal kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhde edip, o ab-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..”( Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, sh. 426.)
 
‘’Evet Risalet-ün Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkan-ı imaniyenin herbirisine, mesela Kur’an’ın Kelamullah olduğuna ve i’cazi nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlarcem’edilse ve hakeza..mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir.
 
Zannederim ki, hakaik-i aliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor.
 
Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektubları te’lif ile ve Dokuzuncu Şua’ın Dokuz Makamını tekmil ile ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertib ve tefsir ve tashih ile devam edecek. Risale-i Nur’un samimi, halis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevi, baki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.”( Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, sh. 371-372; Kastamonu Lahikası, sh. 56-57.)
 
Bu açık beyanlar ve abilerin naklettiği Ahmed Fevzi Ağabeye üstadın söylediği ‘’Eğer sadeleştirirsen o senin eserin olur” hatırasıyla mesele iyice anlaşılmış oluyor.
 
Bir Nur Talebesi, Risale-i Nurları atıf vermek şartıyla Nurlardan iktibas ederek izahlar yapabilir. Dipnotta kaynakları göstermek şartıyla kendi üslubuyla Nurlarda açıklanan bir meseleyi kendi üslubuyla açıklayabilir. Risale-i Nura dayalı mastır ve doktora tezleri ile müstakil araştırma eserleri yayınlayabilir. Risale-i Nuru istifade amaçlı tanzim ve yeniden tasnif edebilir. Ama üstad’ın bile bize manen izin verilmedi dediği tarzda sadeleştirmeye yahut Risale-i Nur’un tamamını farklı tanzimlerle tab’ etmeye kimsenin hakkı yoktur.
RisaleAjans

Sadeleştirme ile ilgili lahika mektubu

SADELEŞTİRME İLE İLGİLİ LAHİKA MEKTUP

Aziz, Sıddık Kardeşlerimiz,

  Evvela, çok mübarek ve çok sevaplı ibadet ayları olan şuhur-u selâsenizi ve eyyam-u mübarekelerinizi bütün ruhu canımızla tebrik ediyoruz.
Saniyen, Risale-i Nur bütün dünyada tahayyüllerin fevkinde intişar ediyor; ihtiyacını hissedenler, hakikate susayanlar, ciddi talep eden yediden yetmişe herkes, istidadı, iştiyakı, azm ve gayreti, saffet ve samimiyeti nisbetinde bu ders-i imaniyeden istifade ediyor, hisse alıyorlar. Üstadımız “Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. Nurlarla ya okumak veya okutmak veya yazmak suretindeki meşguliyet; tecrübelerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücûda sıhhat veriyor.” buyurmaktadır.
Salisen, malum olduğu üzere en son meşverette tezekkür edilen “sadeleştirme” hakkındaki kardeşlerimizin umumi görüş ve düşünceleri, tahkik ve değerlendirmeleri hulasa bir biçimde meşveret metninde beyan edilmiştir.
Sadeleştirme hakkındaki görüş ve düşüncelerimizi birkaç nokta başlığı altında  hülasa ile nazarlarınıza takdim ediyoruz:
BİRİNCİ NOKTA: Hakkın hatırı, müellifin hukuku ve sanat ahlakı sadeleştirmeye müsaade etmez. Nasıl ki,  bir mimarın çizdiği projeler onun izni ve kabulü olmadan değiştirilmezse; Hz Üstad’ın telifatı olan Risale-i Nur Külliyatı da O’nun izin ve müsaadesi olmadan tağyir ve tebdil edilemez. Çünkü Üstadımız buna müsaade etmemiştir. Bu hususta Lahikalarda pek çok beyan olduğu gibi, saff-ı evvel ağabeylerimizin naklettikleri hatıralar da buna şahittir.
İşte onlardan birkaç numuneyi dikkatlerinize sunuyoruz:
“Kur’anın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslub libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez; belki onların vücududur ki, öyle ister. Ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.”(Mektubat,  383)

            “İşte en uzak hakikatları en yakın bir tarzda, en ami bir adama ders verecek derecede; benim gibi Türkçe’si az, sözleri muğlak, çoğu anlaşılmaz ve zahir hakikatları dahi müşkilleştiriyor diye eskidenberi iştihar bulmuş ve eski eserleri o su-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinden, bu harika teshilat ve suhulet-i beyan; elbette bila şüphe bir eser-i inayettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’an-ı Kerim’in i’caz-i manevisinin bir cilvesidir ve temsilatı Kur’an’iyenin bir temessülüdür ve in’ikasıdır.” (Mektubat 270)

            “Resailinnur’un mesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdi bir ihtiyar ile değil; ekseriyeti mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.” (Kastamonu L. 211)

            “…ifadelerim başkasına benzemiyor. Bir harfin ve bazen bir noktanın yanlışı ile bir mes’ele değişir, mana bozulur.” (Şualar 486)

“Büyük mektublar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lazım geldi. Hâlbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne halde ise, öyle kalması lazım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun değiliz.”(Mektubat, 488)

 “Aziz kardeşim, yazılan galib Sözler ve mektuplar; ihtiyarsız, def’i ve anî bir surette kalbe geliyordu. Eğer ihtiyar ile Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp cevap versem; sönük düşer, noksan olur.”( Mektubat,279)
            “Altıncı Deva : (Haşiye) Fıtri bir surette bu Lem’a tahattur ettiğinden, altıncı mertebeden, iki deva yazılmış. Fıtriliğine ilişmemek için öylece bıraktık, belki bir sır vardır diye değiştirmedik.” (Lem’alar 208)

“Bu ehemmiyetli Risale’nin, herkes her bir meselesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat eline girdiği miktar yeter. O bahçe yalnız onun için değil, belki elleri uzun olanların hisseleri de var.” (Şualar 98)

            “Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalp, hem ruh, hem nefis, hem his hisselerini alabilir. Yoksa, yalnız akıl cüz’i bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler. Risale’i Nur sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkiki ilimleri başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.” (Emirdağ L. 65)

“Bu notalar ve Arabî risaleler, Yeni Said’in en evvel hakikat ilminden bir derece şuhûd sûretinde gördüğü için tağyir edilmeden mealleri yazıldı. Ve bir kısmı gayet mücmel olmakla beraber izah edilmiyor. Ta letafet-i asliyesini kaybetmesin.”(Mesnevi, 144)

            “Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. Öyle de; suretperestlik ve üslüpperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hatta bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için çok edip edebde, edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.” (Muhakemat 88)

            “Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’an’iyeyi, hatta en muannide karşı dahi, parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiyye ve bir inayet-i ilahiyedir. Çünkü hakaik-i imaniye ve Kur’an’iye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dahi telakki edilen İbn’i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz Risalesi, O Zat’ın dehasi ile yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.” (Mektubat 372)

            “Bu söz şimdiye kadar binler adamı hab-ı gafletten kurtardığı gibi, çoklarını da imana getirmiş. Gayet kıymettar ve yüksek olmakla beraber, temsiller ile fehmi kolaylaşmış, herkes O’nun dilini anlıyor.” (Sözler 725)

 “Namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfilerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise, değiştirilmez. Amma nazariyat-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirmeye lüzum kalmaz. Çünkü nasihat ile ve sair tedris ve talim ve va’z ile o ihtiyaç müntefi’ olur.” (Mektubat: 342)
Üstadımız, nazariyat-ı diniyenin mahfazları olan elfazların değiştirilmesinde bir zaruret olmadığını beyan buyurmaktadır. Belki bu noktada yapılması gereken şey, o elfazları vaz-u nasihatlerle açmak;  mütalaa ve müzakere ciddiyeti içinde tefekkürle talim etmektir.
1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi Ağabey’in Hz. Üstad’dan gençler için risalelerin biraz sadeleştirilmesine dair yazdığı mektubuna Üstadımız şöyle cevap vermiştir:
“Saniyen, Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarında haşiyecikler yazılsa daha münasiptir. Çünkü metnin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lazım gelir. Hem su-i istimale kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik, müdakkik olmaz, yanlış mana verir, bir kelime ilave eder, ehemmiyetli bir hakikatı kaybetmeye sebep olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilaveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var..” (Emirdağ lahikası, Elyazma 661)

İKİNCİ NOKTA: Risale-i Nur, Kur’an-ı Azimüşşan’ın hakikatlerinden telemmü etmiş, en yüksek bir ders-i imaniye, envar ve esrar-ı Kur’aniyye’dir. Üstad, “bunun(Risale-i Nur’un) ilham-ı İlahi olduğuna bütün imanımla kaniim.(Şualar, 498) buyurmaktadır.
Sadeleştirme, Risale-i Nur’daki bu kudsî mazhariyetleri kırar, hakaik-i imaniyenin feyzini uçurur; elfazın letafetine ilişir,  hüsün ve cemalini zayi eder; sarih mananın maverasındaki işarî, remzî, telmihi mana tabakalarına perde çeker. Risale-i Nur’un, hüsn-ü hakikisini incitir, derin manalarını basitleştirir ve bayağılaştırır.
Risale-i Nur, “üslub-u âliye” üzerine müessestir. Sadeleştirme, “üslub-u âliye”yi tebdil ve tahfif hükmüne geçer. O mevzun, muntazam, üslub libasları bozulunca kalb, ruh, sır ve diğer latifeler hissesiz kalır; akıl da tam itminana ulaşamaz. Çünkü sadeleştirme, kelamın camiiyetine, lisanın selasetine, nazmın cezaletine, mananın belagatine büyük zarar verir; o ruhu öldürür ve o letafeti söndürür.
Üstadımızın fevkalade önem atfettiği; makbuliyet-i İlahiye bir alamet saydığı tevafukat ve cifir gibi ince hikmetler ve latif sırlar sadeleştirme ile tamamen ortadan kalkar.
 ÜÇÜNCÜ NOKTA: Risale-i Nur, talebelerine kazandırdığı uhrevi kazanç ve kemalata bedel olarak, onlardan “tam ve halis bir sadakat” ve “daimi ve sarsılmaz bir sebat” istemektedir. (Kastamonu, 101)
Sadakatin bir cüzü de, Risale-i Nur Nüshalarını aslı şekliyle muhafaza etmek; risaleleri tağyir ve tebdil etmemektir.
Rahmetli Tahirî Ağabey’in Üstad’dan naklettiği şu ifadeler, sadık ve sebatkâr şakirtler için fevkalade önem taşımaktadır:
“Benimle gelen perişan olmaz. Benimle gelen arkadaş, ruz-u mahşerde perişan olsa; o benim sırtımın yükü olsun. Yeter ki, bu davaya olan ahdini ve sadakatini bozmasın.”
Bizim görevimiz, Risale-i Nur’u asli haliyle tâ kıyamete kadar muhafaza etmektir. Bu muhafaza o ahdin lazımlarından birisidir.

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Risale-i Nur, tekrarat-ı Kur’aniyye’nin bir lemaatına mazhar olduğu için tekrar tekrar okunması usanç vermez. Üstad Hazretleri bütün hayatı boyunca kendi telif ettiği eserleri müteaddit defa okumuş, talebelerine de okutmuştur. Hâlbuki sadeleştirilmiş bir eser, latif ve hassas ruhlara ağır gelir; belki ancak bir kere okunabilir. İkinci, üçüncü, dördüncü kere okunmaz. Çünkü sadeleştirme, sanat zevkini incitir, ciddi okuma iştiyakını köreltir. İnce sezişler, latif manalar sadeleştirme rötuşu içinde gözden kaybolur. Letafet ve zarafetle biçilmiş ve giydirilmiş olan o deri hükmündeki nazenin libaslar soyulup atılır. Ne selaset kalır, ne letafet! Metin, kırk yamalı bohça şekline girer.  Tenasüp gider, zarafet kaybolur. Kelam estetik değerini, fikrî ağırlığını,  teravettar özelliğini kaybeder, mesaj gücünü yitirir.

BEŞİNCİ NOKTA: Dil, bir milletin hafızasıdır. Belki, o milletin tâ kendisidir. Dili sadeleştirmek, milletin hafızasını silmek, tarihi arşivleri yok etmek, kütüphaneleri yıkmak, manevî göstergeleri, hassas değerleri silip süpürmek anlamına gelir. Çünkü dinimize, ahlak ve kültürümüze, örf ve adetlerimize medar bütün güzelliklerimiz dil ile yaşar, dil ile yaşatılır, dil ile muhafaza edilir. Dil, maziden istikbale uzanan bütün değerlerimizin intikal köprüsüdür. Sadeleştirme bu köprüyü uçurur. Mazi ile ilgili bağları kopartır.

ALTINCI NOKTA: Ehl-i ihtisasın beyanına göre “dil, düşüncenin evidir.” Fikir inşasının tuğlası, kerpici, ana malzemesi kelimelerdir. “Anlaşılmıyor.” gerekçesiyle birçok kelime ve ıstılahlar devre dışı bırakıldığı zaman tefekkür sahası daralır; dimağ harmanı küçülür. Kıyılmış, doğranmış kelimelerle ciddi tefekkür olmaz; tefekkür derinliğine asla ulaşılamaz. Hâlbuki Risale-i Nur mesleğinin temel esaslarından birisi de tefekkürdür.
Düşünceye hizmet etmeyen bir dil, kısırlaşır. Kısırlaşan dil, cemiyette fikir ve düşünce üretemez, ideal yükleyemez, yüksek fikirleri,  ulvi hisleri terennüm edemez. Dal ve budakları budanmış, kanatları kırılmış, yozlaştırılmış bir dil ile ciddi metinler de kaleme alınamaz, şaheserler üretilemez. Mevcut ciddi eserler de okunamaz, derin ibarelere girilemez, ilmî, felsefi, edebî, fikrî eserlere ulaşılamaz.
Evet, dil sadeleştirilirse, düşünce sığlaşır. Sadeleştirme işi, edebi, fikrî, ilmi, ahlakî ve dinî metinlerde sürdürülürse, netice noktasında cemiyet hayatında “düşünme derinliği” kaybolur. Bir müddet sonra düşünmeyen, murakabe ve muhasebe yapamayan, derinliklere inemeyen, fikirde kifayetsiz, izanda nakıs, intikalde gabi  bir gençlik karşımıza çıkar.

YEDİNCİ NOKTA: Maddi bir unvan ve şöhret adına birkaç lisan öğrenen; dünyevi bir istikbal için kendi sahasındaki yüzlerce tabirleri ve yabancı kelimeleri ezberleyen bir insanın; sırf nefsin tembelliğinden ve ruhun lakaytlığından gelen bir hisle, Kur’anî tabir ve ıstılahları öğrenmemesi nasıl mazur görülebilir!?..
Bilmek gerekir ki, lakayt ve laubali ruhları hakikat dünyasına celb ve cezb etmenin yolu, iman ilminde derinleşmek, tebliğ sorumluluğunu canlı tutmaktır. Bu da, temsil ruhunu yaşatmak, tebliğ ciddiyetine bürünmek, hakikat-ı imaniyeye tam ayna olmak; tefekkür disiplini içinde mütalaa, müzakere ile tahkik mesleğine kuvvetle gerçekleştirilebilir.
Sadeleştirme, bu manalara kuvvet veremediği gibi, bilakis, insanları mehazın kutsiyetinden uzaklaştırır;  cılız, kuru, sönük ve silik bir mecraya sürükler. Halbuki Üstadımız : “me’hazın kudsiyeti, çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor; onun ile, ahkâmı umuma kabul ettiriyor.” (Mektubat: 342) buyurmaktadır.
SEKİZİNCİ NOKTA: Dil, cemiyetin harcıdır. Kelimeleri yerlerinden oynatmak, sökmek ve çıkartmak adeta sağlam bir binanın statiğini bozmak, mukavemetini sarsmak, binayı yerinden oynatmak anlamını taşır. Bu gibi uzun yaşamazlar.
Risale-i Nur’un bir görevi de dili muhafaza etmek; İslami ıstılah ve kelimeleri günlük hayatın içinde canlı tutmak ve yaşatmaktır. Sadeleştirme bu noktaya da zarar verir, dilde yaşanan erozyonu hızlandırır.

  DOKUZUNCU NOKTA: İlimde derinleşmenin ilk adımı, o ilmin ıstılahlarına vukufiyettir.  İlmî tabirler ve ıstılahlar sadeleştirilemez. Onları oldukları gibi öğrenmek gerekir. Doktorların yazdığı reçeteler, dünyanın her yerinde geçerlidir. Çünkü o kelimeler tıp dünyasının müşterek lisanıdır. Tıp atlası da, bilgisayardaki teknik tabirler de öyledir.
Yıllardır hafızaya kaydolmuş, dimağa resmedilmiş, kalbe nakşedilmiş marifet-i Kur’aniyeye medar tabir, kelimat ve ıstılahların muhafazası lazım ve elzemdir. Onları muhafaza bizim görevimizdir. Bu görev ve sorumluluğun,  hassasiyet ve duyarlılıkla yerine getirilmesi gerekir.

ONUNUCU NOKTA: Sadeleştirme ile ilgili çalışmalarda, genellikle, bir taviz, ikinci bir tavizi doğurur. O da üçüncü, dördüncüyü.. Belki her 10-15 sene sonra sadeleştirme tekrar gündeme gelir. O sadeleştirilenler de, tekrar sadeleştirildiğinde; 50-60 sene sonra, belki asıl metin buhar olur uçar; estetik özelliklerini, kelamî güzelliklerini, mana tabakalarını, lisan inceliklerini ve derin sırlarını kaybeder. Özellikle, kudsî kelimat ile inşa edilmiş metinlerde bu tahrib daha ziyade olur; o metinlerin manevi ağırlıkları, derinlikleri, letafet ve zarafetleri silinip gider.

ONBİRİNCİ NOKTA: Şimdi olduğu gibi, çok yakın bir gelecekte Risale-i Nur, dünya düşünce tarihini etkileyecek en önemli eserlerin başında yer alacak; İnşaallah, fikir ve ilim dünyasının en çok konuşulan, tezekkür edilen ve hakkında en çok yazılar yazılan, araştırmalar yapılan, kitaplar neşredilen bir şaheseri olarak, biiznillah, asra damgasını vuracaktır. Belki, binlerce bilim adamları, araştırmacılar, psikologlar, sosyologlar, siyaset bilimcileri, sanat adamları, tefekkür insanları, risaleleri didik didik inceleyecek, herkes kendi ilim mahfilinden bakacak, farklı açılardan yorumlar yapılacak, şerh ve izahlara girişilecektir. Yapılacak bütün bu çalışmalar Risale-i Nur’un kadr ve kıymetini, baha ve değerini daha ziyade gözler önüne serecektir; bu araştırmaların gerçekleştirilmesi için, orijinal metnin, asıl nüshaların olduğu gibi muhafazası gerekir. Çünkü sadeleştirmiş metinler üzerinden yapılacak yorum ve değerlendirmeler, yanlışlara kapı açabilir, bir kısım hakikatlerin zayi olmasına sebep olabilir.
ELHASIL, Sadeleştirme, hikmet diline, hakikat lisanına, metnin orijinalliğine, lisanîn selasetine, kelamın camiiyetine,  beyanın belagatine, hüsün ve letafetine, mana tabakatının enginliğine, tefekkür ciddiyetine, tahkik mesleğine, tetebbuat zevkine ilişir. Hakikat ilminin hudutsuz sahrasını daraltır. Zihni sığlaştırır. Elfazın derisini soyar, hayattar mana tabakalarının taravetini izale eder.

            ONİKİNCİ NOKTA: Kardeşlerimizin malumu olduğu üzere, Risale-i Nur’un mesleği “kavl-i leyyin”dir. Bu mesele münasebetiyle, hiddet ve şiddete, adavet ve çatışmaya kapılar açacak bir biçimde ahvallere bürünmek; gayz ve gadabla infial göstermek, ifratkarane tavırlar takınmak, hiddet sergilemek, mesleğimizin ruhuna muhaliftir. İhlas ve uhuvvete zıddır. İhlaslı istikamet ve uhuvvetkarane muhabbet mesleğimizde esastır.  “Dostlara mürevvetkare, düşmanlara sulhkarane davranmak” Nur’un bir düsturudur.
Evet, Üstadımız, “Tuluat Risalesi”nde, ihtilafı tadil edecek çarenin reçetesini yazmış, gözlerimizin önüne sermiştir. O reçete şudur:
“Evvela, müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir. Çünkü, Allahımız bir.. Peygamberimiz bir..  Kur’anımız bir.. zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telakki veya tarik-i tefehhümdeki tefavüt” bu ittihad ve vahdeti sarsamaz, râcih de gelemez. “Elhubbu fillah” düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekatımızda hâkim olsa, – ki zaman dahi pek çok yardım ediyor-o ihtilafat sahih bir mecraya sevk edilebilir.”
Hem, Üstadımız: “ Evvela umur-u uhreviyede hased ve müzahamet ve münakaşa olmadığından; bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.” buyurmaktadır.
“Saniyen: muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.
İkinci şart: muhabbet üzerine hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak. Birinde hata bulunsa,  müfti-i ümmet cemiyet-i ulemaya havale etmektir.” (Asar-ı Bediyye, Envar neşriyat.s. 516)
Evet, biz de, bu meseleyi müdakkik kardeşlerimizin hakimane tetkiklerine ve şefkatkarane tedbirlerine havale ediyoruz.
“Bizler muhabbet fedaileriyiz. Husumete vaktimiz yoktur.”diyen muazzez Üstadımızın açtığı cadde-i Kübra-yı Kur’aniye’de, ihlâs ve uhuvvet, muhabbet ve istikametle yürümek zorundayız.
Dua ve münacatımız o dur ki, Rabb-i Rahim bizleri azami ihlâs, azami sadakat, hakikat-ı uhuvvet ve muhabbetle, istikamet dairesinde istihdam ettirsin. Rızası dairesinde çalıştırsın.

Amerikalı John Zacharias: Risale-i Nur’u Türkçe Okuyorum

Benim ana dilim Türkçe değil, Kürtçe de değil. Açıkça söylesem, Türkçe, öğrendiğim dördüncü dil hükmündedir. Onun için baştan bu yazıda yapacağım hatalardan özür diler, sabrınızı rica ederim.

Benim ismim John Zacharias Crist. Amerika’da doğup büyümüş 25 yaşlı biriyim. Evet, benim ana dilim İngilizcedir ve sonradan Fransızcayı ve İspanyolcayı öğrendim. Artık neredeyse üç senedir İstanbul’da ikamet ediyorum ve Türkçeyi yaşayarak ,ve kanaatimde daha mühim, Risale-i Nuru okuyarak öğrendim. Şimdi mevzu’a geçelim, Risale-i Nur talebesi olarak lakin ana dilim Türkçe olmadığı halde çok sıklıkla sorulan bir sual bana geliyor: “Risale-i Nur’un ‘sadeleştirmesi’ hakkında ne düşünüyorsun?

Devam etmeden evvel, bunu da söylemem lazım: Benim asıl mesleğim Fransızca eğitimidir. Amerika’dan dil eğitimi fakültesinden mezun alıp hem Amerika’da hem de Türkiye’de Fransızca ve İngilizce öğretmenliği yaptım ve hâlâ yapıyorum. Üniversitedeyken derslerimin büyük bir kısmı linguistics, yani dil bilimi, bölümünden idi.

Peki, suale dönelim. Hiçbir dil, ne olursa olsun, sadeleştirilemez, ancak sakatlaştırılabilir.

Sadece insanların ifade edebileceği kabiliyeti ve fikirleri daraltıyor. Türkiye’de bir sefer 14 ve 15 yaşındaki öğrencilerle Risale-i Nur sohbeti yapıyordum ve nifak kelimesini kullandım, bu öğrencilerin çoğu, şu kelimenin manasını bilmiyordu ve ben gerçekten şaşırdım. Zira aynı yaştaki Amerika’da yaşayan bir öğrenci hem bu kelimenin manasını bilir hem de günlük hayatında kullanır. Yani, bu ne demek? Bu öğrencilerin zihniyetinde nifak mefhumu yoktu, manasını bilmeden kendi dünyasında ne kavrayabilir ne de yansıyor. Hayatta nifakâne bir hadiseyi tecrübe etseler bile onun aleyhinde kördür ve ona karşı bir cevap veremezler.

Fakat “Risale-i Nur artık anlaşılmıyor” diyenler var şimdi. Ona karşı neyi düşündüğümü merak edenler de çok. Ama ben, 500 sene evvel yazılan Shakespeare’in şiirlerini ‘sadeleştirilmeden’ anlayabilirim. Hatta 800 sene evvel yazılan Chaucer’in İngilizcesinin bir kısmını da anlayabilirim. Evet, İngiliz dili, o 800 ve 500 seneler zarfında değişmiş – yeni kelimeler oluşturuldu, gramer değişmiş ve saire. Eskiden daha saf bir dil değildi ve hâlâ İngilizcenin %40 Fransızca, yani Latince, kökenlidir; ama İngilizce konuşan dünyası ona karşı hiç eziyet hissetmiyor. Bilakis ona bir zenginlik olarak algılıyor. Bizim dilimizi daha iyi bir şekilde öğrenmek için ya Fransızcayı ya da Latinceyi okuyoruz. Evet, ben de Latinceyi lisede okudum.

Demek, benim fehmettiğim kadarıyla sadeleştirmek, tembellik meşhurlaştırmasından başka bir şey değildir. Neden? Bir başka bir misalle ifham etmeye çalışacağım inşallah. Shakespeare’in eserlerini ilk gördüğümü hatırlıyorum, ilk nazarda anlayamadım. Fakat öğretmenlerimiz ve halkımız Shakespeare’in ‘sadeleştirilmesi’ne izin vermedi ve vermez. Zira onun eserlerine ve mütedahil manalarına müdhiş bir hakaret olarak görürdüler. Çünki nüansları ve derin kavramları, gözlerimizin altında olduğu halde kaybolurdu. O vakit ne yaptı kıymetdar öğretmenlerimiz? Bize Shakespeare’i okuttular, anlamadığımız kelimeleri anlattılar, değişik gramer kurallarını şerhettiler, tâ ki mütenevvir olduk… Bize sakat bir dil ile bırakmadılar; vazifesini yaptılar ve elhamdülillah, 500 senelik ihtiyar bir İngilizceyi, günümüzdeki İngilizce gibi anlayabilirim.

Bu kadar İngilizce bildiğim halde, yine de nakıs görüyorum. Neden?

Çünkü üniversitede iken bilmediğim kelimelerle çok sıkça karşılaştım ve hâlâ akademik bir kitabeti veya makaleyi okuduğum zaman, bilmediğim en az bir kelime çıkıyor. Evvelce anlattığım eğitimden geçtikten sonra, bazen o kelimeleri, cümlesinin bağlamında fehmedebilirim, ama bazen de sözlüğe bakmak zorunda kalıyorum.

Evet, ana dilim İngilizce olduğu halde kendi dilimde sürekli yeni kelimeleri öğreniyorum ve doğrusunu söylesem, öğrenmekten müdhiş bir zevk alıyorum. Çünkü fikrimi geliştiriyor, o kadar dar bir dünyada yaşamaya mahkûm değilim, elhamdülillah.

Yani bir eser okurken, İngilizce – İngilizce Sözlüğü elimde olmadan silahsız kendimi hissediyorum; fakat bu usulü Türkiye’de çok nadiren gördüm. Evet, normal bir Amerikalının evindeki kitaplıkta bin sahifelik bir sözlüğün bulunması neredeyse şarttır ve içindeki kelimeler tâ Shakespeare’den evvel açıklıyor.

Peki, okurken bilinmeyen bir kelimeyle karşılaşıldığı zaman bu kadar tembellik için ne bahane var? Artık ben soruyorum.

Mühim ihtar: Bu yazıyı ana dili Türkçe olana kasden tashih ettirmedim. Bütün kusurlar bana aid, hak sahibi ise Allah’dır.

Kaynak: Risale Ajans

Cemil Meriç, Said Nursî ve Risale-i Nur’un dili

Cemil Meriç’in, Said Nursî’yi tanımaya çalıştığı, Risâle-i Nur’la ciddî mânâda meşgul olduğu ve kanaatlerini açık yüreklilikle, merdâne ifade ettiği günlerde, bazı çevreler Risâle-i Nur’un dili üzerinde bazı istifhamlar uyandırma gayreti içine girmişlerdi.

Bediüzzaman’ın rahle-i tedrisinde yetişen ve hizmetinde bulunan talebeleri o teşebbüslere birlikte neşrettikleri lâhika mektupları ile cevap vermeye çalıştılarsa da camianın dışındaki insanlar üzerinde fazla tesirli olamadılar.

Bunun üzerine Nur Hareketinin naşir-i efkârı olan ve o günlerde Yeni Nesil adı ile yayınlanan Yeni Asya gazetesinin muhabirleri, meselenin mütehassısı olan aydınların görüşlerini sordular. Lâkin her vesile ile her sahada konuşan pek çok kişi kanaatini beyan etmekten çekindi.

Bu hususta en güçlü ses yine Cemil Meriç’ten geldi. Necmeddin Şahiner’in, Risâle-i Nur’un dili hakkında sorduğu sorulara ‘her eserin kendi dili ile doğduğunu, milletimize Rabbanî bir iltifat olan Risâle-i Nur’un dilinin Kur’ânî, İslâmî bir lisan olduğunu, Risâle-i Nur’un kelimeleri ile oynamaya kimsenin hakkının olmadığını’ ifade etti.

O da biliyordu söylediği sözlerin ona muhalif çevreleri rahatsız edeceğini. Muhataplarının, Risâle-i Nur üzerinde yapılacak tahlil ve tefsir çalışmalarına karşı olduğu zehabına kapılmalarına fırsat vermemek için de sözlerini biraz daha netleştirdi:

Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerini, ancak Said Nursî kabiliyetinde ve İslâmî kelime hazinesini onun kadar iyi bilen birisi nihayet tevil ve tefsire kalkışabilir. Bunu da ne kadar yapabileceği, yaptıktan sonra belli olur.” (Nurculuk Nedir s: 17)

Tarihî cihetini, ‘Büyük bir imparatorluğun son sözleri’ diye tavsif ettiği Risâle-i Nur’u Türk dilinin temel eserlerinden biri olarak kabul eden Cemil Meriç’e göre o eserlerin Türkçe telif edilmesi, millet için olduğu kadar dil ve düşünce dünyası için de büyük bir kazançtı.

Nitekim dili tahrip edilerek inancı, mânevî değerleri ve mazisi ile bağlarından koparılıp ‘bir toz yığını’ hâline getirilmek istenen millet, resmî baskılara, fiilî zorluklara ve maddî sıkıntılara göğüs gererek Nurları sahiplenmişti.

Ekseriyeti kırlarda, köylerde yaşayan ve işlerinin çokluğundan düşünmeye bile vakit bulamayan insanların, küçük risâleler halinde ellerine geçen Nurları iştiyakla okumaları, anlamaları, yakın çevreleri ile birlikte dersler yapmaları Risâle-i Nur’un dilinin, günlük konuşma dilleri ile inançlarını imtizaç ettirmesinden ileri geliyordu.

Cemil Meriç, bizzat yaşayanlardan görerek ve görüşerek müşahede ettiği bu hakikati “Risâle-i Nurları okumadan ne Türk dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi. Risâle-i Nurlar bizim millî hazinemizdir” (Nurculuk Nedir s: 13) gibi sözleri ile dile getirdi.

Bu arada, resmî mercilerden destek alan ve onların talimatıyla hareket eden bazı kişilerin hedefinden saptırmaya çalıştığı bir gerçeğe daha işaret etti. O da Risâle-i Nur’un etrafında kenetlenen insanların teşekkül ettirdiği cemaat ve onun ismi altında faaliyet gösteren cihanşümul hareketti.
Said Nursî’nin, ‘küfrün hücumlarının bir şeye yaramadığını anlayarak kendi kendine pişman olmasını sağlayan’ imanî eserler vermesinin yanında güçlü bir cemaat teşekkül ettirmesi de onun dikkatini çeken hususlardan biriydi.

Hâl-i hazırda da, gelecekte de Nur Hareketine makul bir nazarla bakmak isteyen insanların, ancak onun başarabileceği bu gerçeği de görmesini sağlamak maksadıyla Bediüzzaman’ın Nurları telif etme gayretini, Nur Talebelerinin o sıfatı alma mücadelelerini ve cemiyet içindeki yerlerini nazara vermek istedi.

Ülkemizin yüzüstü bırakılan insanları, onun Nur Risâlelerini okuyarak İslâmiyetin ne kadar aydınlık, ne kadar muhteşem, ne derece şerefli bir inanç manzumesi olduğunu idrak ettiler. Zilletleri izzete tahavvül etti. Mukaddes iman ateşini söndürmemek için bütün çile ve işkencelere katlandı. Sonunda dünyadan ebediyete muzaffer olarak intikal etti. Bediüzzaman ışığı vatan sathına en çok yayılan gür bir meş’aledir. İslâm’ın bayrağını zinde bir imanla gelecek nesillere devretmek için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen Nur Talebeleri hem sayı, hem ihlâs bakımından önde olmak vasfını muhafaza etmektedir.” (Nurculuk Nedir s: 17 )

Cemil Meriç bu ve benzeri sözleri; Said Nursî, Risâle-i Nur, Nurculuk hakkında kimsenin konuşmaya cesaret edemediği, konuşanların istihbaratın sıkı takibine, tacizine maruz kaldığı, kendini aydın diye adlandıran karanlık çevreler tarafından horlandığı, dışlandığı bir zamanda söyledi.

Gazetelerde, dergilerde yayınlanan o sözleri bir mensubiyet hissiyle veya yeni çevre edinme maksadıyla da söylemedi. Her mütefekkirin göstermesi gereken medenî cesareti gösterip yapması icap eden ilmî hareketi yaptı ve düşünceye saygı duymasının, dâvâsının mücadelesini veren insanlara hürmet etmesinin iktizası olarak ifade etti.

Çünkü ‘Said dağ başında va’z eden bir mürşit. O konuştukça laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer’ dediği Said Nursî de, ‘Nurculuk bir terkiptir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın, Batıya karşı Doğunun isyanı’ (C. Meriç’in Dünyası s: 140) diye tarif ettiği Nur Talebeleri de o saygıyı ve hürmeti hak eden dürüst, mert, fedakâr, ihlâslı insanlardı.

Böylece Cemil Meriç, düşünceye saygının tezahürü olan bu gibi sözleri ve cesur hareketleri ile bir mütefekkirin, haklının yanında yer alıp mazlûmu müdafaa ettiği nisbette her düşünce sahibi tarafından sayılıp sevilebileceğini gösteren güzel bir örnek oldu.

Kaynak: Risale-i Nur Enstitüsü

Severseniz, uzmanı olursunuz!

Risale-i Nur’larda dikkatimi çeken bir husus var ; Risale-i Nur, her zaman her yerde kapısını herkese açmıyor. Bir hocamız, Arapçayı, Farsçayı biliyor, dolayısıyla Osmanlıca onun için çok basitti. Risale-i Nur’ların yüzde altmışı Arapça ve Farsçadır.

Benim gibi kimseler, onu anlamak için kendisini yetiştirmek zorunda kalmıştı, öte yanda gerçekten hoca olan bir kimse Risale-i Nur’u okuyor, ama ‘anlamadım’ diyor, kitabı bize uzatıyor. Her kelimeyi anlıyor fakat dersin topladığı manayı, o toplayamıyor.

O zaman anlıyorum ki o şahıs, Risale-i Nur’lara tenkit yönünden yaklaşmış ve kapılar yüzüne kapanmış.

Risale-i Nur’u anlamıyor muyuz, anlamak mı istemiyoruz? Belki anlamak istemiyoruz… Halbuki derslerde yedi yaşından yetmiş yaşına kadar pek çok kimse bulunuyor, memnun kalıyor ki devamlı geliyor. On yaşındaki bir çocuk ya da kelimeleri tam anlayamayan bir genç “Ben bu dersten bir şey anlamadım” derken, hemen ilâve ediyor: “Ama hoşuma gitti, yine geleceğim.” Demek ki bu derin ruh, çocuğun ruhuyla bütünleşmiş. Zaten asıl olan da budur. Ruh, Allah’ın hayat sıfatından olduğundan, çok geniş bir sahayı içine alır.

Bir insanın her şeyi anlaması mümkün olmayabilir. Anlamadığı halde Risale-i Nur’a taraftar olsa, o kitabın, o âlimin atmosferine girmiş olur. Hangi ilim olursa olsun, bir ilim kime kapılarını açmışsa o insan o ilimde ileri gider. Şimdi bilim diyorlar. Her bilimde bir uzman varken, bir insan canının istediği bilimde uzman olamıyor. İsterseniz deneyin. Fizikte, divan edebiyatında, uzman olabilecek kaç kişi gösterebiliriz? Fakat bir sır var; SEVERSENİZ UZMANI OLURSUNUZ!

Bunu ben kendi hayatımda çok denemişimdir. Sevdiğim bilim, beni sevdi. Diğerlerinden sanki uzaklaştım.

Risale-i Nur’lar çok önemli kitaplardır. Anlamak için uğraşmak lazım, uğraşmak için sevmek lazım. Ne söylenmişse ispatlayan, kara noktaları tek tek aydınlatan, günümüzün sorularına cevap veren bir ilim hazinesidir O…

Risale-i Nur’da iman, beyinden geçip kalbe gider. Akılla vahyi bütünleştiren Risale-i Nur’da herkesin sorusuna cevap vardır.

Risale-i Nur anlatılamaz, anlaşılır, yaşanır. İnsan her bildiğini anlatamıyor, kelimeler yetmiyor. Bazen söz, onlara ulaşamaz.

Risale-i Nur’lar, hapishanedeki mahkumların içtiği sigara paketlerine yazıldı. Üstad hiç uyumaz, ağaçların üstünde oturur, talebelerine yazdırdığı yazıları tekrar tekrar okur, düzeltirdi. Üstad’ın okumadığı hiçbir Risale yayınlanmadı. Hepsini kelime kelime okumuş ve bu yazılanları bizzat yaşamıştır.

Ben Risale-i Nur’dan ayrılmadım. Ömrümün kalan kısmını, Risale-i Nur’u anlamaya çalışarak geçirmeyi Allah’tan istiyorum…

Hekimoğlu İsmail – Zaman