Etiket arşivi: risale-i nur

Batı Gözüyle Risâle-i Nur’un Ehemmiyeti

Batı Gözüyle Risâle-i Nur’un Ehemmiyeti

 

Her ne kadar Batı dünyasında yaşayanların maddi ihtiyaçları karşılanmış ve çoğunluk refah içindeyaşıyorsa da, en temel ihtiyaçlar karşılanmamış durumdadır ve hatta daha da müzminleşmiştir.

Kendisinin ve içinde yaşadığı dünyanın manasını anlamak, insanın yaratılışı gereği ve en büyük ihtiyacıdır. İlerlemenin muharrik gücü olan bu ihtiyaç, bilhassa çağımızda kendisini açıkça ortaya çıkarmaktadır. Herhangi bir zamandan ziyade bu çağın insanı her şeyin nedenini, niçinini bilmek ve gayesini öğrenmek istiyor. Gerçektende, kâinatın işleyiş tarzını ortaya çıkarmak için harcadığı gayretler, ilmin her dalında baş döndürücü ilerlemelerle karşılık bulmuştur. Bununla beraber, bu ilerlemelerin cereyan ettiği Batıdaki maddi gelişme, diğer sahalardaki gelişmelerle dengelenebilmiş değildir. Batı insanı her ne kadar maddi kâinatın sırlarını ortaya çıkarmakta muazzam başarılar elde etmiş olsa da, başarısı bunun ötesine geçememiştir. Maddeye daldıkça dalmış, ancak soruların en esaslı ve en mühimlerine tatmin edici cevap bulmakta yetersiz kalmıştır. “Kâinat niçin var? Varlıkların gayesi ne? Hayatın gayesi ne? İnsanın gayesi ne? İnsan nereden geliyor; ölümden sonra nereye gidecek?” şeklindeki sorular hâlâ cevapsızdır. Böylece, her ne kadar Batı dünyasında yaşayanların maddi ihtiyaçları karşılanmış ve çoğunluk refah içinde yaşıyorsa da, en temel ihtiyaçlar karşılanmamış durumdadır ve hatta daha da müzminleşmiştir; çünkü ilim, kâinattaki hayret verici düzeni, birliği ve ahengi her gün daha da açıkça ortaya çıkarmakta ve gayesizlik her geçen gün daha da savunulmaz hale düşmektedir.

Bu temel sorulara tatmin edici cevap bulma hususundaki aczin kaynağı, semavi dinler yerine insan eliyle vücudagelmiş, felsefeden ilham alan Batı medeniyetinin kökünde yatmaktadır. İlim Batıda geliştiği için, dinden ayrı ve farklı görülmüştür. Hatta ilim ve dinin birbiriyle çatıştığı sanılmıştır. Bu yüzden, Batı medeniyeti, günümüze kadar tahrif edilmeden gelen yegâne semavi kitap olan Kur’an’ın karşısında vaziyet alagelmiştir. Bununla birlikte, günümüz Müslümanlarına en ziyade şevk ve cesaret vermesi gereken bir husus vardır ki, o da, ilimdeki gelişmelerin, Kur’an’ın kâinat ve içindekilerle ilgili beyanlarına ters düşmek bir yana dursun, bu beyanları tasdik etmesidir. Yani, Batının kendi malı olarak gördüğü ilim, Kur’an’daki vahiy neticesi olan bilgilerin doğruluğunu tasdik etmekte; Kur’an ise, ilim ile din arasında hiçbir çatışmanın bulunmadığını göstererek, modern insanın sorularına cevap getirmektedir.

Allah’ın insanlığa indirdiği son kitap olan Kur’an, bütün çağlardaki bütün insanlara birden hitap eder. Kur’an, her çağın her seviye ve mertebesindeki insanların her birine ve ihtiyaçlarına, bilhassa ve doğrudan doğruya hitap eder. Daha önce belirtildiği gibi, modern çağın belirgin özelliği, araştırma ruhudur. İnsanı varlıkların hikmet ve gayelerini keşfetmeye sevk eden bu ruh, maddi kâinatın sırlarını gün ışığına çıkarmakta onu, bugün bile inanılmaz görünen bir seviyeye ulaştırmıştır. Her çağda, İslam dinini yenileyerek Kur’an’ın mesajını anlatmak ve Kur’an’ın bilhassa o çağa bakan yönlerini açıklamak üzere, Allah bir müceddid gönderir. Risâle-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursi, bu modern çağda böyle bir yenileyici ve müceddiddir; her şeyden önce varlıkların hikmet ve gayelerine dikkatleri çekmekte, Kur’an’ın çağdaş insana mesajını anlatmakta ve açıklamaktadır.

Risâle-i Nur, Kur’an’ın hakiki bir tefsiridir; iman hakikatleriyle ilgili ayetlere, bilhassa ilim adına yöneltilen hücumlara karşı kaleme alınmış yorumlar getirir. Bunu da, modern insanın, “bilimsel düşünce” ile şekillenmiş anlayışına hitap ederek yapar. Bunun için de, Kur’an’ın irşadını Batı insanına aktarabilecek uygunlukta yegâne eserdir. Çünkü, kâinatı ve içindekileri incelerken bunu öyle bir tarzda yapar ki, bunları tek bir Yaratıcının mahlûkları, Onun varlık ve birlik delilleri olarak görmenin, bütün bu varlıkları açıklayabilecek yegâne mantıklı izah tarzı olduğunu ortaya koyar. Risâle-i Nur açıkça gösterir ki, kâinatın mahiyeti, düzeni, ahengi, birliği ve cüzlerinin birbirine olan bağımlılığı, felsefenin ve materyalizmin ileri sürdüğü çeşitli görüşler için bütün ihtimalleri kapatmaktadır; tabiat ve tesadüf iddiaları bütünüyle akıl ve iman dışıdır. İster tabiat olsun, ister tabiat kanunları ve kuvvetleri olsun, isterse sebepler olsun hiçbir şeyin varlıkların yaratılmasına el karıştıramayacağını ve Allah’a şerik olamayacağını Risâle-i Nur ispat eder. Tabiat kanunları olarak bilinen ve kâinata nizamını veren şeylerin maddi ve harici bir vücutları yoktur; bunlar sadece ilim dairesinde vardırlar; kanundurlar, kuvvet değildirler. Kâinattaki düzen İlahi iradenin neticesi, tabiat kanunları da bu iradenin tecellisidir.

Batı insanı, bir fikri kabul etmek için delil ister. Risâle-i Nur da bütün bu meseleleri delillendirilmiş fikirler halinde sunar; bir görüş ileri sürer, sonra bunu mantıki delillerle ölçer, biçer ve sonunda delile dayanan bir neticeye ulaşır. Bir tevhid delilinden bir kısım olarak aşağıda nakledeceğimiz parça, bunun bir misalidir:

“Eğer bütün eşya birden o Kadir-i Ezeliye ve Alim-i Külli Şeye verilmezse, o vakit sinek gibi en küçükbir şeyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden hususi bir mizan ile toplamak lazım gelmekle beraber; o küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler, o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemal-i san’atını bütün dekaikıyla bilmekle olabilir. Çünkü esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla, hiçten icad edemez. Öyle ise, herhalde, onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak; hangi zihayat olursa olsun, ekser anasır ve envaından numuneler, içinde vardır. Adeta kâinatın bir hülasası, bir çekirdek hükmündedir. Elbette, o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zihayatı bütün ruy-i zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lazım geliyor. Ve madem esbabı tabiiye cahildir, camiddir; bir ilmi yoktur ki bir plan, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre manevi kalıba giren zerratı eritip döksün, ta dağılmasın, intizamını bozmasın. Halbuki her şeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği için, hadsiz had ve hesaba gelmez eşkâller, miktarlar içinde bir tek şekil ve miktarda, sel gibi akan anasırın zerreleri dağılmayarak, muntazaman, miktarsız, kalıpsız, birbiri üstünde kütle halinde durdurmak ve zihayata muntazam bir vücut vermek, ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor.”(Lem’alar,s. 240)

Bu hakikatleri mantıklı ve muhakemeli görüşlerle ispat ettikten başka, Risâle-i Nur kâinatı ilim gözüyleinceler ve okur. Fizik ilimlerinin bütünü ışığında baktığında, kâinatı tek bir Yaratıcının eseri ve Esma-i Hüsnasınınaynası olarak gösterir. Her bir fennin, kâinatın işleyişinin bir yönünü tasvir ederek Yaratıcısını belliisimleriyle tanıttığını anlatır. Çünkü her bir fennin kaynağı, İlahi isimlerden birisidir; o fennin gelişmesi, oismin tecellilerini anlamak manasına gelir. Böylece, dinle çatışmak bir yana dursun, fenler Allah’ı tanımak içinbirer vesile olur.

Bu açıdan bakıldığı zaman, felsefenin soğuk, karanlık ve manasız dünyası, yerini hikmet ve gaye ile aydınlanmış bir kâinata bırakır. Risâle-i Nur kâinatı bir kitaba benzetir; gökler, yer ve mevsimler bu kitabın sayfaları, gece ve gündüz satırları, yeryüzündeki varlıklar kelimeleri, meyveler harfleri, çekirdekler de noktalarıdır. Bir sayfada birçok kitap, bir kelimede birçok sayfa, bir nokta içinde de bütün kitabın fihristi vardır. Bu geniş, içi çe münasebetler ve birliklerle dolu, kompleks ve mükemmel kitap öylesine yazılmıştır ki, her bir bölümü, hatta her bir harfi ve her bir noktası, onun tek Yaratıcısını bildirir. Bu kitap insana hitap eder; kendisini tanıtmak isteyen Müellifine, insanın bu kitabı ve bölümlerini okuyarak kâinat çapında bir ibadet, muhabbet ve şükürle karşılık vermesi için yazılmıştır. Onun içindir ki, bu kitabın gaye ve faydalarının çoğu insana bakar. İnsan ise, bu kitaptaki nizamı keşfedip varlıkların vazifelerini ve kâinatın işleyişini ilimler vasıtasıyla göstererek kâinat çapındaki bu kulluk vazifesine erişmiş olur.

Bu hakikati daha açmak için, Risâle-i Nur kâinatı bir ağaca benzetir. Unsurlar bu ağacın dalları, bitkiler yaprakları, hayvanlar çiçekleridir. İnsan ise, Allah’ın bütün isimlerine bir ayna olarak yaratılmış çekirdek hükmündeki kalbiyle birlikte, bu ağacın meyvesidir.

Kâinat ağacının meyvesi olarak, insan, şümullü mahiyetiyle, İlahi isimlerin tamamına mazhar olabilecek bir kabiliyettedir. Onun bütün varlıklar üzerindeki üstünlüğü de burada yatar. Bu ağacın ve bu kitabın bölümlerini tanıtan fenler, bu suretle İlahi isimleri tanıtmış olurlar. İnsan da, kabiliyetleri inkişaf ettikçe, bu isimleri üzerinde aksettirir. Böylece, bütün varlıklara mükemmelliklerini veren şümullü ilahi fiilleri onların ardındaki isimleri keşfedip tanıdıkça, insan kâinatın gayesini anlar ve muhabbet ve ibadetine karşılık verir. İşte, bilgi ve terakki yoluyla erişilecek böyle bir ibadetten ibaret olan insanın nihai gayesi de bu suretle anlaşılır. Kâinattaki buyüce gayeleri, maksatları ve hikmet eserlerini bu şekilde açıklayan, ibadet yoluyla erişilecek gerçek terakkiye işaret eden ve kendilerini manasızlıktan ve dalaletin çelişkilerinden kurtaran Risâle-i Nur, Batı dünyasının insanları için hayati ehemmiyeti haiz değil midir?

Allah’ın varlık ve birliği gibi, diğer iman hakikatlerini de, Risâle-i Nur, kâinattaki delillerini göstermek suretiyle ispat eder. Öldükten sonra diriliş, ahiret hayatı, peygamberlik, semavi kitaplar, melekler, kaza ve kader gibi iman rükünlerinde kesin delillere dayanan bir imanı elde etmenin yollarını gösterir. Bütün bunların akıl yoluyla anlaşılıp ispat edilebileceğini ortaya koyar. Risâle-i Nur ve Müellifinin, bu zamanın müceddidi ünvanını kazanmasının bir sebebi de budur. Hıristiyanlığın tahrif edilmesi sebebiyle bu meselelerde akılla barışık bir imandan mahrum kalan ve böyle izahlara karşı susuzluk içinde bulunan Batı insanına Kur’an hakikatlerini aktarmaya Risâle-i Nur’u layık kılan sebep de budur.

İnsanı, ölümden sonraki hayattan ve ebedi saadetten daha çok düşündüren bir mesele yoktur. Risâle-i Nur Kur’an’ın İlhamıyla bu hakikati aklen ispat edecek bir yolu bulduğu için, bir misal olmak üzere, Bediüzzaman’ın bu metodunu bizzat nasıl tarif ettiğini aşağıya alıyoruz. Bu pasajda atıfta bulunulan eser, Haşir Risalesi olan Onuncu Sözdür:

“[Bu eserin büyük kısmını teşkil eden bölümlerden] her bir hakikat, üç şeyi birden ispat ediyor: Hem Vacibü’l-Vücudun vücudunu, hem esma ve sıfatını, sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor. En muannid münkirden, ta en halis bir mü’mine kadar, herkes her Hakikatten hissesini alabilir. Çünkü Hakikatlerde mevcudata, asara nazarı çeviriyor. Der ki: Bunlarda muntazam ef’al var. Muntazam fiil ise failsiz olmaz. Öyleyse bir faili var. İntizam ve mizan ile o fail işgördüğü için, hakim ve adil olmak lazım gelir. Madem hakimdir, abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor, hukukları zayi etmez. Öyle ise bir mecma-ı ekber, bir mahkem-i kübra olacak. İşte, Hakikatler bu tarzda ise girişmişler. Mücmel olduğu için, üç davayı birden ispat ediyorlar.”(Barla Lahikası, s. 161)

İman rükünlerini tek tek izah ederken, bunların birbirleriyle münasebet halinde bulunduklarını ve herbirinin aynı zamanda diğerlerine de delil teşkil ettiğini, Bediüzzaman Risâle-i Nur’da göstermiştir. Böylece, etrafımızdaki dünyada cereyan eden hadiseleri ve İlahi fiilleri “okudukça” ve Allah’ın varlığını ve isimlerini tanıyıp onlara dair kesin bir iman elde ettikçe, gözlem, düşünce ve tefekkür yoluyla, öldükten sonra dirilişe ve ahiret hayatına da delile dayanan kesin bir iman elde etmek mümkün olur. Bu nurun ışığında bakıldığında kâinat öyle canlı ve manalı bir hal alır ki! Şimdi, Batı insanına, zaten gözlemek üzere eğitildiği kâinatı tıpkı Kur’an’ın gösterdiği şekilde okuduğu takdirde o kâinatın mana ve hikmetle canlanacağını, mantıklı bir imana vesile olacağını ve bu suretle kendisini yokluk ve ölüm zulümatıyla kararmış bir manasızlıktan kurtaracağını anlatmaktan daha güzel bir şekilde Kur’an’a inanmaya çağırmanın yolu var mıdır? Risâle-i Nur’da baştan sonra Bediüzzaman kâinatın nasıl okunacağını anlatır. Kâinatı, Müellifinden manalı mesajlar taşıyan harfler olarak okumayı öğretir. Okuyucu, bu sürede, etrafındaki dünyadan sürekli olarak dersler çıkarır, sürekli olarak Yaratıcısına dair bilgisini arttırır ve iman esasları hakkındaki imanını ve kesin bilgisini takviye eder.

Haşir ve ahiret konularına devamla, Risâle-i Nur, dünya ve ahiret, görünen ve görünmeyen alemleri bir arada inceleyerek, varlık alemine bir bütünlük içinde, mantıklı ve top yekûn şekilde bir bakış açısı sunar ve insan ile fiillerini bu tablo içine yerleştirir. Bu da Batı insanı için büyük ehemmiyet taşıyan bir noktadır.

Çünkü, kesret alemine, sebeplere ve tabiata bakan materyalist ve tabiatçı felsefenin tesiriyle, Batının bakışı bu dünyaya ve bu dünya hayatına teksif edilmiş ve Batı insanı maddede boğulmuştur. Hatta Hıristiyanlığa ve diğer dinlere yönelenler bile kendilerini bundan kurtaramazlar. Yaratılışı itibarıyla fanilikten elem duyan ve maddenin ötesinde ebediyet arayan insan için ise bu bakış açısının neticeleri pek ıstıraplıdır.

Risâle-i Nur, dünyayı üç yüzlü olarak tasvir eder. Bir yüzü ilahi isimlere bakar; onların nakışlarını aksettiren bir aynadır. Fanilik, ayrılık ve yokluk bu yüzde yer bulamaz; burada sadece yenilenme vardır. İkinci yüz ahirete ve ebediyet alemlerine bakar; onlar için bir tarla ve Cennet için bir fidanlıktır. Bu yüz, ebedi mahsuller ve meyveler yetiştirir, ebediyete hizmet eder ve fani varlıkları ölümsüzleştirir. Bu yüzde de ölüm ve fanilik yoktur,sadece hayatın ve ebediyetin tecellileri vardır. Üçüncü yüze gelince, bu da fani varlıklara, yani, bize bakar. Bu yüz,aşağılık güdülerin peşinde koşanların sevgilisidir; uyanık ve şuurlu olanlar için ise bir ticaret ve imtihanyeridir. Herhangi bir sebeple ilk iki yüzü göremeyenlere dünya, ancak fanilik, ölüm ve ayrılık ifade eden bu ıstıraplıve çirkin yüzünü gösterir.

Dünyanın ilk iki yüzüne, onun Yaratıcısı hesabına bakılır. Bu yüzler, tabiat ve sebeplerin perdesiarkasında veya ötesinde görünür. Üçüncü yüzde fanilik ve ölüm ifade eden devamlı değişiklik ve yenilenmeler,bu defa birçok manidar gayelere hizmet ederler. Bediüzzaman, varlıkların gelip geçişlerini şöyle açıklar:

“Şu mevcudat, irade-i İlahiye ile seyyaledir. Şu kâinat, emr-i Rabbani ile seyyaredir. Şu mahlûkat,izn-i İlahi ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor; alem-i gaybdan gönderiliyor, alem-i şehadette vücud-u zahirigiydiriliyor, sonra alem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbani ile, mütemadiyen istikbalden gelip hale uğrayarakteneffüs eder, maziye dökülür.” (Mektubat, s. 233)

Varlıklar yokluğa gitmez, görünen dünyadan görülmeyen aleme geçerler. Görünmeyen alemde ve Allah’ınilminde onların bir varlığı vardır; İlahi ilim ve iradenin tecellisiyle bu görülen dünyada harici bir varlığa kavuşurlarve burada kaydedildikten sonra İlahi ilim dairesine ve ahiret ve gayb alemlerine geçerler. Varlıkların bu şekilde mütemadiyenakıp gitmeleri ve gelip geçmeleri, baştan aşağı hikmetlerle, faydalarla, gaye ve maksatlarla doludur. Risâle-i Nur,hikmeti her şeyi kuşatan yaratıcının bu dünyayı ilahi isimlerinin sayısız nakışlarını sınırlı bir sahadasergileyecek ve sonsuz manaları ifade eden sonsuz mühürleri bir küçücük sayfaya sığdıracak bir şekilde yaratıldığınıanlatır. Allah bu dünyayı verimli bir tarla şeklinde yaratmış ve onu daima taze mahsul verecek bir şekilde öylesinehazırlamıştır ki, kudretinin sayısız mucizelerini her an eksin ve devşirsin ve sonsuz rahmet hazinelerinden sınırsızhediyeleri orada teşhir etsin. Varlıkların akışıyla, Allah bu küçücük dünyada, ahiretin sınırsız dünyalarınayaraşacak genişlikte mahsuller yetiştirir. Aynı şekilde, sınırsız İlahi kemalini, cemal ve celalinin sınırsıztecellilerini ve rububiyetinin sınırsız azametini sınırlı bir zamanda ve sınırlı bir sahada böylece sergiler.

Diğer yaratıklar gibi, insanın fiil ve hareketleri de ahiret alemlerine akar. Bediüzzaman, bu muazzamhakikati şöyle açıklamaktadır:

“Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir vesilsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalananmevcudatın iki havuzudur ve lütuf ve kahrın iki tecelligahıdır ki, dest-i Kudret bir hareket-i cedide ile kâinatı çalkaladığıvakit, o iki havuz münasip maddelerle dolacaktır.” (Sözler, s. 490)

Burada Risâle-i Nur ile ilgili bir diğer önemli noktaya geliyoruz ki, o da, Risâle-i Nur’un bu derinmeseleleri herkesin kendi seviyesine göre anlayabileceği bir şekilde izah etmesidir. Risâle-i Nur, mukayese ve temsilyoluyla, uzak ve geniş hakikatleri bir teleskop gibi yaklaştırır. Bütün meseleler uygun karşılaştırmalarla,misaller veya hikâyelerle tasvir edilir; böylelikle eserlerdeki mantık ve muhakeme kolaylıkla takip edilir ve varılanneticeler kolayca kavranır. Risâle-i Nur’un üslûbu yumuşak ve tesirlidir; kusursuz delilleriyle kesin bir şekilde iknaeder. Muhtevası hakikat, Üslûbu hakikidir. İslam dininin böylesine yanlış tanıtıldığı ve yanlış anlaşıldığıBatıya gerçekleri aktarabilmek için bundan daha uygun bir vasıta olamaz. İslam’ı ve Kur’an’ı Risâle-i Nur vasıtasıylatanıyan kimse, her ikisini de mutlaka sevecektir.

Bütün bunlara ilave olarak, Risâle-i Nur din ile felsefeyi, iman ile inançsızlığı, hidayet iledalaleti, çeşitli muhtevalar içinde ve çeşitli seviyelerde karşılaştırır ve her seferinde de gösterir ki, doğrulukve hakikat kadar hakiki menfaat, mutluluk ve terakki de sadece birincisindedir. Felsefe, hangi şekilde olursa olsun, insanınyaratılışında bulunan sorulara cevap veremez ve ona gerçek saadet sunamaz. Çünkü felsefe bakış açısını dünyaile sınırlamış ve maddede boğulmuş, dünyayı ve insanı da manasızlık ve gayesizliğe mahkûm etmiştir.

Bu yüzdendir ki, felsefenin varlık alemini dayandırdığı tabiat ve sebepler gibi mefhumların çelişki ve çürüklüklerini ortayaçıkaran ve varlıkların yaratılışındaki hikmetleri ve yüce gayelere işaret ederek kâinat ve insanın yegâne mantıklıaçıklamasının Tevhidde bulunduğunu gösteren bir eserin, Batı insanı için, hiç şüphesiz hayati ehemmiyeti vardır.Gerçekten de, ilim ilerledikçe ve insanlar Batı felsefesinin çelişkilerini fark ettikçe, ilim ve dini bir araya getirenve Kur’an’ın Tevhide dair mesajını layıkıyla açıklayan Risâle-i Nur’un ehemmiyeti de artacaktır.

 

Kaynak: rne.com.tr

 

www.NurNet.org

Katre Uluslararası İnsan Araştırmaları Dergisi yayınlandı

İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın yılda iki kez, Haziran ve Aralık aylarında çıkardığı disiplinler arası, bilimsel ve hakemli bir dergi “Katre:Uluslararası İnsan Araştırmaları Dergisi” yayınlandı. Dergiye hem elektronik ortamda hem de basılı olarak ulaşılabiliyor.

Editörler Kurulu tarafından yapılan açıklama şöyle:

Amacı, insanı ve varoluşu ilgilendiren hususlarda ve insanlığın hakikat arayışında yapılan tartışmalara Risale-i Nur ekseninde bilimsel bir platform oluşturmak ve ortak bir dil geliştirmektir. Bu ortak dille kâinata, içindeki varlıklara ve hayata dair değerlendirme ve yaklaşımda bilim ve dinin iki farklı disiplin olarak ayrık öğretilmesi yerine bütüncül bir eğitimi öngörür. Bilimsel ve dini bilgiyi uyumlu hale getiren ve birbiriyle entegre eden bir yaklaşımı savunur. 

Katre’de sosyal ve beşerî bilimler (Tarih, Kültür, Sanat, İktisadi İdari Bilimler, Felsefe, Din, Eğitim, vb.) alanlarında yapılmış telif ve tercüme araştırma makaleleri, sempozyum, seminer, konferans, panel gibi bilimsel etkinliklerin tanıtım ve değerlendirmeleri, teorik ve uygulamalı çalışmalar, önemli kitap değerlendirmeleri gibi yazılar yayınlanmaktadır.

2016 yılının başından itibaren her yıl iki sayı olarak yayımlanan Katre’nin 6. sayısına kadar yazarların makaleleri e-mail yoluyla kabul ediliyor ve hakemlik işlemleri yine aynı yolla gerçekleştiriliyordu. Fakat bu sayıdan sonra Katre’nin editörlük, hakemlik ve diğer tüm işlemleri, TÜBİTAK ULAKBİM çatısı altında, Türkiye’de yayınlanan akademik dergilere elektronik ortamda barındırma ve editoryal süreç yönetimi hizmeti sunan Dergipark platformu üzerinden yapılmaya başlandı. Bu platformda Katre dergisini içerik ve form açısından kalitesini yüksek tutarak yayımlamak kolay değildir. Bu zor işi başarmada yazarından hakemine, editöründen tasarımcı ve okuruna kadar herkesin emeği çoktur.

Katre’nin 9. Sayısından itibaren APA kaynak ve atıf sisteminin yanı sıra Türkiye’de ve Türk Cumhuriyetleri’nde başta ilahiyat olmak üzere sosyal ve beşerî bilimler alanında ortak bir atıf ve kaynak gösterme sistemi olma yolunda hızla ilerleyen ISNAD sistemi uygulanmaya başlandı. Katre’nin yayım sürecinin hem Dergipark’ta gerçekleştirilmesi hem de kaynak ve atıf siteminin ISNAD’a uygun yapılması, dergide çıkacak makalelerin kaynak ve atıflarının belli bir düzen içinde yazılmasını sağlayacak ve ulusal ve uluslararası indeks ve veri tabanları tarafından kolayca taranmasını sağlayacaktır. Derginin TR Dizinde taranması için takip süreci devam etmektedir. Katre İlahiyat Atıf Dizini DAVET tarafından taranmakta ve ASOS İndeksine de başvurulmuştur.

Uluslararası İnsani Araştırmalar Dergisi KATRE’nin 9. sayısı Dergipark ortamında elektronik olarak yayımlanmış olup basımı da ağustos ayı içerisinde gerçekleştirilmiş ve okuyucularının istifadesine sunulmuştur. Önceki sayılarda olduğu gibi bu sayıda da basılmış dergi Devlet ve Vakıf Üniversitelerimizin kütüphanelerine, Milli Kütüphaneye ve Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesine ve İlahiyat Fakültelerinin Dekanlıklarına yine posta yoluyla gönderilmiştir. Böylece dergimizin makalelerine tüm akademisyen, araştırmacı, öğrenci ve okuyucuların ulaşımının sağlanması hedeflenmektedir.

DergiPark üzerinden yapılan elektronik yayınları takip eden akademik camianın dergimize büyük ilgisinin devam ettiğini Katre makalelerinin indirilme sayısından anlıyoruz. Katre makalelerinin toplam indirme adedi 1 Ocak 2020 itibariyle 69.580 iken 1 Eylül 2020 itibariyle bu sayı 94.550 olmuştur.

İstikrarlı bir şekilde yayın hayatını sürdüren ve alanında bilim dünyasına katkı sağlamaya devam eden Katre’nin 9. sayısında biri İngilizce yedi adet araştırma makalesi, bir sempozyum tebliği, bir kitap incelemesi ve bir makale çevirisi bulunmaktadır.

Son olarak Katre dergisinin son sayısında ve bütün geçmiş sayılarında çıkmış makalelere ait dosyalara https://dergipark.org.tr/tr/pub/katre web sayfasından ücretsiz olarak erişilebildiğini ve indirilebildiğini hatırlatmak istiyoruz. 

Yayımlandıktan sonra derginin size ve çevrenizdeki akademisyen dostlara ücretsiz olarak ulaştırılmasını istiyorsanız lütfen adresinizi ve kaç adet istediğinizi katre@iikv.org adresine bildirirseniz gereği yapılacaktır. Her mahalden değerli bir hocamızın bu vazifeye gönüllü olması takdire şayan olacaktır.

Bilimsel konuları imanî bir yaklaşımla ele alan KATRE dergisine yazar olarak makalelerinizle ve hakem ya da editör olarak tecrübelerinizle destek olmaya ve katkıda bulunmaya sizleri davet etmekteyiz.

Mehdîlik sevdası ve Risale-i Nur’a maliyeti (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-15)

Risale-i Nur hareketinin doğuşundan bugüne kadar takip ettiği seyri bir bütün halinde göz önüne getirdiğimizde dikkatimizi çekecek olan hususlardan birisi de, bu hareket içinde rağbet gören şeylerde meydana gelen farklılıklardır. Mehdîlik konusu da bunlardan biridir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatta olduğu zamanlarda bazı talebeleri zaman zaman bu meseleyi gündeme getirmek istemişlerse de Bediüzzaman konuyu kapalı ifadelerle geçiştirmiştir ki, bu açıklamaların dahi çoğunda, mehdîlik konusunun izahından ziyade, genel olarak hadislerin anlaşılmasında takip edilecek bazı esasların ders verildiği görülmektedir. Bediüzzaman’ı buna sevk eden şey ise, konuyla ilgili hadislerin inkârına meydan vermemek konusundaki titizliğidir ki, âhir zaman hadiseleriyle ilgili bir eser olan Beşinci Şuayı bu gaye ile telif ettiğini kendisi açıklamıştır.[1]

Ancak Bediüzzaman’ın bıraktığı mirasın aradan geçen bunca zaman içinde ilk günün orijinalliğini koruyabildiğini söylemek de mümkün değildir. Risale-i Nur hareketi Bediüzzaman’sız yıllarında bir yandan önündeki engelleri aşıp özgürlüğünü kazanarak geniş kitlelere yayılırken, diğer yandan da, rotasını asıl menzilinden farklı hedeflere yöneltme istidadı gösteren, hattâ yer yer bunu başaran değişimler de yaşamıştır. Bu kabil değişimler görünüş ve gösterişte gelişme ve zenginleşme şeklinde cereyan ederken, muhtevâ ve seviye açısından ise çoraklaşma yönünde bir seyir takip etmiştir. Bugün cemaatte hakim hale gelmiş bulunan mehdîlik telâkkisi, işte bu değişim sırasında öne çıkan konular arasındadır.

Gelinmiş olan noktada, Bediüzzaman’ın mehdîliğine olan inanç, Nur talebelerinin büyük çoğunluğunca, sorgulanması bile düşünülemeyecek bir ön kabul halini almış bulunuyor. Bunun ciddî bir problem doğurmayacağını düşünebilirsiniz: Risale-i Nur gibi, İslâm inancını orijinal bir yöntem ve üslûpla kitlelere ders vermiş ve toplumun badireli günlerden sahih bir imanla çıkmasında emeği geçmiş bir eser ile onun müellifini, birçok hadis-i şerifte haber verilmiş olan bir zât olarak telâkki edilmesinden kim ne zarar görebilir? Fakat bu telâkkinin inkârı caiz olmayan bir inanca dönüştüğü zaman doğurduğu sonuçlara baktığımızda, meselenin o kadar da basite alınamayacak bir problem halini aldığını görmemek imkânsızlaşıyor.

Herşeyden önce, FETÖ faciasının beslendiği ana damarlardan birisi, belki de birincisi, mehdîlik konusu idi. Kimine göre bizzat mehdînin kendisi, kimine göre de asıl mehdînin geniş dairedeki hedeflerini gerçekleştirecek olan zât, malûm terör örgütünün başı olan kişiydi. Eğer 15 Temmuz darbe teşebbüsü başarıya ulaşmış olsaydı, sağ kalanlarımız zaten buna cebren iman edecekti!

Fakat bu tecrübenin yaşanmış olmasından daha vahîm bir durumla halen karşı karşıya bulunuyoruz:

Yaşanmış olan tecrübeden ders alındığına dair hiçbir belirti ortalıkta görünmüyor. Bir tedhiş örgütünün mehdiyet kılığına bürünerek bu kadar geniş kitleleri aldatmasına zemin hazırlayan telâkkiler etkisinden hiçbir şey kaybetmedi, sadece yön değiştirmek suretiyle yine aynı kitleleri uyutmaya devam ediyor. Mehdîlik konusu yine dillerden düşmüyor; içi boş mesajlar mehdiyet övgüleriyle ambalajlanıp pazarlanıyor; boşboğazlıktan ve sövüp saymaktan başka bir marifet sergileyemeyen sosyal medya kahramanları “Mehdî-yi Âzam, Müceddid-i Ekber, ilh.” diye sıralanan bir düzine sıfattan sonra kendi ham hayallerini Bediüzzaman’a mal ederek kitleleri heyecanlandırmaya, birilerini göklere çıkarıp daha başkalarını yerin dibine batırmaya çalışıyor. Bir başka deyişle, İslâm tarihinin nice defalar mehdîlik iddiaları etrafında cereyan etmiş olayları daha küçük ölçekte Risale-i Nur cemaatleri içinde yaşanıyor. Gerçi bu gelişmeler henüz tarihte olduğu gibi şiddete dökülmedi, ama dökülmeyeceği anlamına da gelmiyor.

***

Risale-i Nur hareketinin içinde mehdiyet konusunun rağbet kazanması Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatından çok sonraki zamanlara rastlar ki, bu dönemler Risale-i Nur hizmetinin önündeki engellerin kalktığı, Risale-i Nur talebesi olmanın bir fiyat istemediği, bu arada dünya muhabbetinin cemaat içinde revaç bulduğu dönemlerdir. Bu yeni dönemde çilelerden kurtulmuş olmanın verdiği rehavetle, Risale-i Nur cemaatlerinin varlık sebebi olan iman hizmeti gittikçe ihmale uğrarken siyaset ve hamaset de yükselen değerler olmuştur. Yeni yetişen nesillere iman hakikatlerini uygun ve etkili yöntemlerle ulaştırmak gibi bir problem Risale-i Nur cemaatlerinin büyük kısmının ajandasından düşmüş, buna karşılık ülke yönetimine birilerini getirip daha başka birilerini de bundan uzak tutmak – sanki böyle bir güce sahiplermiş gibi! – diğer cemaatlerimizin olduğu gibi Risale-i Nur cemaatlerinin de en ziyade enerjisini tüketen bir meşgale halini almıştır. Tabii bu faaliyetlerin siyasetten en uzak bir konumda bulunması gereken Risale-i Nur hizmeti ile bağdaştırılabilmesi için yüce bir gaye ile irtibatlandırılması icap ediyordu ki, işte bu imkânı da mehdiyet meşgalesi sağlamış bulunuyor. İman hizmetinin içi boşalırken mehdî edebiyatının inkişaf etmesi işte bu sebeptendir.

Her bir Nur talebesini kapsayacak şekilde söylenemese bile, en azından çoğunluk itibarıyla Nur talebelerinin bugün sürüklendiği nokta hakkında söylenebilecek söz şudur:

Bediüzzaman’ın (veya Risale-i Nur’un) mehdîliği artık cemaat içinde tartışılmaz bir inanç esası halini aldığı gibi, hizmetlerin de referans noktasını teşkil etmekte, yapılan işler bu makama nisbet edilerek bir nevi kudsiyete mazhar olmaktadır. Bu arada her ne kadar bazıları Risale-i Nur’un mesajını çeşitli vesile ve vasıtalarla geniş kitlelere, özellikle inanç bunalımları içinde bocalayan genç nesillere aktarmaya çalışıyorlarsa da, “ana akım” içinde bu tür faaliyetler tasvip görmediği gibi, oldukça ağır ithamlara da sebep olmaktadır. Şimdi revaçta olan anlayış, izahsız ve lügatsiz bir şekilde kendi aralarında Risale-i Nur’u sürekli okuyup durmak ve günün birinde bu okumaların her türlü problemi halledeceğine inanmak yönündedir.[2] Gençlerin deizme yahut ateizme kaymalarına karşı onlarla tek tek meşgul olarak imanlarını kurtarmaya çalışmak artık mazide kalmış bir hizmet tarzıdır; Risale-i Nur’lar okullarda ders kitabı olarak okutulmaya başladığında bu problem – herhalde mehdiyetin kuvvetiyle – çözülmüş olacaktır.

Oysa Bediüzzaman bir Emirdağ mektubunda dünyevî makamların herşeyi kendisine âlet ettiğine işaret ettikten sonra, “Manevî makamlar olsa daha ziyade âlet eder” diyor ve bunun sebebini de “umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak” şeklinde açıklıyordu.[3] Yetmiş küsur yıl sonra, bugün Bediüzzaman’ın talebeleri, kendilerini ve hizmetlerini çok yüksek bir manevî makama yakıştırmak için yapıp ettikleri şeylerle Üstadlarını tasdik ediyor!

Bediüzzaman bir başka mektubunda, mehdîlik meselesini öne sürmenin iman hakikatlerini zaafa uğratacağını açık bir dille hatırlatıyordu. Baştan sona cerh edilmez delillere ve kâinat dolusu şahitlere dayanan bu hakikatler bir büyük makama izafe edildiği takdirde, delil yerine bu makamın otoritesine dayandırılmış olacak, bu defa da o güneş gibi aşikâr hakikatler ancak o makama ve makam sahibi olarak öne sürülen kimseye inanan kimseler için bir anlam ifade eder hale gelecek, iman hakikatlerine karşı yabanî duran kimselerin gözünde ise hiçbir değer taşımayacak, bilâkis bütün bütün kuvvetini kaybedecekti.[4] Zamanımızın Nur talebeleri, Üstadlarını bu teşhisinde de fiilleriyle tasdik ediyorlar: mehdiyet edebiyatı yaygınlaştıkça Nur talebelerinin iman hakikatlerini muhtaçlara ulaştırma gayretleri sönüyor, bütünüyle sönmese bile tesirini kaybediyor; onun yerine, bütün ümitler eserlerin dünyevî ve resmî makamlarca neşredilerek olağanüstü bir şekilde insanlar üzerinde tesir icra edeceği meçhul ve esrarlı bir istikbale bağlanıyor. Bu arada insanlar tabii ki boş durmuyor; birbirlerine mehdiyetin ve mehdîye asker olmanın faziletlerini anlatarak uçuşlara geçiyorlar. Yahut, bir başka okuyuşla, yeni Haşhaşî oluşumlarının zeminini hazırlıyorlar.

Mehdiyet edebiyatının cereyan ettiği yerde ihmal edilmemesi gereken bir diğer sonuç da ego patlamasıdır. Çünkü mehdîye mensup olmanın hem dünya, hem de âhiret itibarıyla bir getirisi vardır. Bunun sonucu olarak, mehdîyi öven kimsenin bu övgülerden mehdînin bir askeri olarak kendisine de pay çıkarması kaçınılmazdır. Bu paylar birike birike “mehdînin askerlerinde” bir üstünlük duygusuna yol açıyor. Mehdiyet konusunu dilinden düşürmeyen kimselerin sosyal medya hesaplarında bu durumu böbürlenme, kibirlenme, başka türlü düşünenlere tepeden bakma, en küçük bir eleştiriyi mehdiyet kalkanıyla savuşturma, karşı çıkana sövme, sürekli olarak birilerine sataşma (asker dediğiniz tabii ki savaşacak!), hakaret yarışında altta kalmama gibi arazlar halinde gözleyebilirsiniz. İnsan, sosyal medyada mehdî adına yazılıp çizilenleri gördükçe, mehdîye asker olmanın bir taraftan çok kolay, diğer taraftan da çok maliyetli bir iş haline geldiğini düşünmeden edemiyor: Çok kolay, çünkü maharet olarak sadece övmeyi ve sövmeyi bilmek yetiyor. Çok pahalı, çünkü fiyat olarak insandan edep ve ahlâkını istiyor!

Mehdîlik iddiasını dillerine dolayanların ihmal ettikleri, ancak birgün mutlaka yüzleşmek zorunda kalacakları bir gerçek daha vardır: mehdiyete gözünü dikmiş cemaatler arasında samimî bir ittihad hiçbir zaman mümkün olamaz. Çünkü mehdîlik makamı bir tanedir; onun için, bir cemaatin kendi mehdîsini ileri sürmesi, diğer cemaatlere ait mehdîlerin gerçek mehdî olamayacağı anlamına gelir. Bu durumun tabiî bir sonucu olarak, Üstadın mehdîliğini ilân edenler, daha başkalarından Üstadın bu mevkie lâyık olmadığını ispat gayesine yönelik çıkışlar beklemelidir. Her cemaat ve tarikat için bu durumu ayrı ayrı düşündüğümüzde, yerleşik mehdî beklentilerinin Müslümanlar arasındaki birliğe hizmet etmeyeceği kolayca ortaya çıkacaktır. Aynı durum Risale-i Nur ve Bediüzzaman için de söz konusu olacaktır. Hiç şüphesiz bu insanın yaratılışından beklenecek bir sonuçtur; “Gelin benim liderliğimde birleşin” şeklindeki bir çağrı hangi topluluktan olumlu bir cevap alabilir?

***

Konuyu ne kadar çok çeşitli yönlerden incelersek inceleyelim, varacağımız netice şu tek cümlelik sonuçtan ibaret kalacaktır:

Mehdî edebiyatının Risale-i Nur cemaatlerine kazandıracağı hiçbir şey yoktur; birçok şey kaybettireceği ise muhakkaktır. Zaten bu mesleğin esasları arasında böyle bir iddia yoktur; Nur talebeliği demek, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’ân’dan alarak bu çağın insanlarına sunduğu çözümleri önce kendi nefsinde tecrübe etmek, sonra da, tam anlamıyla ilâçların olumlu etkisini yaşamış kimseler olarak onları muhtaç olan insanlara ulaştırmak, bu hizmeti de maddî yahut manevî hiçbir menfaate veya gayeye âlet etmeden sadece ve sadece muhtaç olan kulların imanlarının kurtulması için yapmak demektir. Bediüzzaman eserlerinin pek çok yerinde Risale-i Nur talebelerinin özelliklerinden söz etmiştir; ancak bunların hiçbirisinde mehdîye tâbi olmak yahut Risale-i Nur’u veya Üstadı mehdî kabul etmek şeklinde bir şart yoktur, tavsiye veya teşvik de yoktur. Bilâkis, bu hizmete maddî veya manevî makamların gölgesini düşürmenin zararlarına dair son derece önemli bahisler Risale-i Nur’da yer almaktadır ki, bunlardan bir ikisine yukarıda kısaca temas etmiş bulunuyoruz.

Bu açık gerçeklere rağmen bugün Risale-i Nur talebeleri arasında mehdiyet edebiyatının yaygınlaşmış olmasını, yukarıda da temas ettiğimiz gibi, bu hizmetin içinin boşalması ve himmetlerin özden kabuğa yönelmiş olması ile açıklamak mümkündür. Eğer böyle bir boşalma olmasaydı, imanların böylesine savrulduğu bir zamanda Risale-i Nur talebeleri hiçbir zaman asıl hizmetlerinden başlarını kaldırıp da mehdiyet fantezileriyle böbürlenerek gönül eğlendirecek vakit bulamazlardı.

Apaçık gerçeği daha da açacak olursak, bunun altından hiç şüphesiz dünya sevgisi çıkacaktır. Çünkü bu muhabbet, âhiret mertebelerine duyulan bir muhabbet değildir; bunda asabiyet, üstünlük taslama, övünme, manevî unvan görüntüsü altında dünya makamlarına talip olma, kendileriyle aynı şekilde düşünmeyen kardeşlerine karşı nefret ve husumet besleme gibi davranışlar vardır ki, bunların hepsinin yüzü de dünyevî hedeflere dönüktür. Hedefler dünyevîleşince, dikkatler de kendilerini zahmetsizce bu hedeflere ulaştıracak vesilelere yönelmektedir. Ve bu yöneliş, cemaatleri her türlü manipülasyona açık hale getirmekte, hattâ kendilerini kullanmak için fırsat kollayanlara “Gelin bizi dilediğiniz gibi kullanın” şeklinde davetiye çıkarmaktadır. Bu tesbitleri fazla iddialı bulanlar, henüz hafızaları tazeliğini korumakta iken, FETÖ gibi bir tedhiş örgütünün Risale-i Nur cemaatleri içinde nasıl yuvalanıp geliştiğini hatırlamaya çalışsınlar. Bir taraftan çoluk çocuğunun sorumluluğunu onların kurumlarına devrederek büyük bir yükten kurtulmak, diğer taraftan da geniş âlemde şaşaalı gelişmelere ve hattâ büyük mehdînin hükümranlığına şahit olmak, üstelik buna karınca kararınca bir katkıda bulunmak gibi mutlu rüyalar kimlerin başını döndürmemişti?

Diğer taraftan, mehdîlik gibi büyüleyici bir makama gözünü diken cemaatler siyaset âleminin kurtlarına yem olmayı garantilemiş sayılırlar. Böyle bir cemaatin halk kitleleri içinde hatırı sayılır bir tabanı da varsa, siyasetçiler bu durumu değerlendirmesini çok iyi bilirler. Gerçi bu ilişki iki tarafı da bir süre hoşnut eder; ama bir tarafın kazancı daha ziyade elle tutulur sonuçlar şeklinde gerçekleşirken, diğer tarafınki hep şu köşeyi de dönünce gerçekleşmesi beklenen hülyalar seviyesinde kalır. Bu hülyaların bedeli ise, cemaatin dayandığı bâki hakikatleri fâni kişi ve kurumların muvakkat siyasetlerine tâbi kılmak suretiyle ödenir. İlerideki bölümlerde siyaset konusunu ayrıca ele alacağımız için şimdilik bu konuda ayrıntıya girmiyoruz.

***

Risale-i Nur’a veya müellifine mehdiyet ünvanını yakıştırma yönündeki bu yaygın ve ısrarlı gayretlere revaç veren şey, her ikisine de haddi aşacak şekilde olağanüstü özelliklerin yakıştırılmış olmasıdır.

Risale-i Nur’un – İlâhî ilham ile telif edilmiş de olsa – bir beşer kelâmı olduğu konusunu 13 ve 14’üncü bölümlerde ele almıştık. Bunun ötesinde bir sıfat yakıştırıldığında ise, Risale-i Nur’u olağanüstü makamlarla irtibatlandırmak ihtiyacı doğmakta ve bunun sonucu olarak da mehdîlik konusu imdada yetişmektedir. Oysa bugün zihinlerde yaşamakta olan mehdî telâkkisi de fazlasıyla abartılmış bir makamdan başka bir şey değildir. Zira mehdî demek, doğru yolda olan kimse, Allah’ın kendisine hidayet nasip ettiği kimse demektir. Yoksa hidayete ulaştıran kimse demek değildir. Onun için, hidayete ancak mehdîye tâbi olmak suretiyle ulaşılabileceği konusundaki anlayışın hiçbir dayanağı ve anlamı yoktur.

Abartılan özelliklerine karşılık, Risale-i Nur’un ihmal edilen özellikleri de vardır ki, bunların başında, iman ilimlerinde gerçekleştirdiği tecdid gelir. Risale-i Nur talebelerini bekleyen asıl görevler işte bu alandadır. Sahih İslâm itikadını sadece Kur’ân’dan ilham alarak, Kur’ân’ın üslûp ve metodlarına dayanarak ve kaynak olarak insanlara sadece Kur’ân’ı göstermek suretiyle[5] açıklayan ve bunu açıklarken hayatın her alanında imanın doyumsuz hazlarını okuyucuya tattıran muhteşem bir eser külliyatının şifrelerini çözmek, açılımlarını keşfetmek ve bu eserlerden aldıkları ilham ve öğrendikleri yöntemleri kullanmak suretiyle İslâm inancının güzelliklerini her türlü vasıta ile âleme yaymaktır.

Ama bu lügate bakmanın caiz olup olmadığını tartışan kafalarla yapılacak bir iş değildir.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK

[1] 14. Şua, http://erisale.com/#content.tr.4.461

[2] Bu tariflerin abartılmış olabileceğini düşünenler için, Bediüzzaman’ın kendisine en birinci talebe olarak seçtiği merhum Hulûsi Yahyagil’in bir soruya cevap olarak yazdığı mektupta geçen “Lügate bakmak lâzım” ifadesinin bir sitede yayınlanır yayınlanmaz cebren ve hışımla kaldırtılmış bulunduğunu hatırlatmak yeterli olacaktır sanırız. İster inanın, ister inanmayın, ama cehalet tarih yazıyor!

[3] 1. Emirdağ Lâhikası, 41. Mektup http://erisale.com/#content.tr.10.107 .

[4] Bkz. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, http://erisale.com/#content.tr.12.20

[5] Tafsilât için bu yazı serisinin ilk üç bölümüne bakınız.

Bediüzzaman Hazretlerinin Mümtaz Talebelerinden Ceylan Çalışkan Ağabey

 
Ceylan Çalışkan Ağabeyi  
vefatının sene-i devriyesinde rahmetle anıyoruz.  (22 Ağustos 1963)                  
 Bediüzzaman’ın zeki, seçilmiş ve hatırlı talebesi:     
Zekası, kabiliyeti ve nüktedanlığı ile çevresinde hemen fark edilen bu genç, daha 14 yaşında iken Üstad’ın hizmetine girerek önce îman dersini alır.
Bediüzzaman, hükümet tarafından mecburi ikamete tabi tutulduğu Emirdağ’a 1944 yılında geldiğinde: “Burada Ceylan isminde bir çocuk var mı? O bana hizmet edecek” diye sorar. 
Çalışkanlar hanedanından Mehmet Çalışkan bir gün oğlu ile beraber ziyaretine gittiğinde, Üstad, “Oğlun mu?” der. 
O da: “Evet, fırsat düşmüşken çocuğun mektep işini bir görüşeyim dedim. Efendim, çocuk çalışkan ve zeki. Onu yüksek mekteplere vermek istiyorum, ne buyurursunuz?” 
diye sorar. 
“İyi! Zeki ve çalışkan olduğu için evvelâ benden îman dersi alsın, sonra yüksek mekteplere devam etsin” der.

 

Bediüzzaman’ın, en ızdıraplı, en çileli, en işkenceli yıllarını geçireceği bu kasabada lütf-u İlahi, Üstad’a bir yoldaş, bir hizmetkar, emre hazır bir nefer, bir nedim olarak küçük Ceylan ile onların ailesi Çalışkanlar hanedanını karşısına çıkarır.
Üstad’ın ifadesiyle; “yaşı küçük, ama on kişinin işini yapabilecek bir kabiliyete sahip” küçük Ceylan kısacık ömründe uzun yıllara sığacak ve hatırlanacak hizmetlerde bulunur.
“Hükümet yetkilileriyle Üstad adına görüşmek, gelen mektupların okunarak, cevaplandırılması, gerektiğinde çoğaltılıp, postalanması, yazılmış eserlerin dağıtılması, gelen misafirlerin münasip bir şekilde karşılanması Üstad’la görüştürülmesi ve uğurlanması, hatta günlük ihtiyaçların temininden kırlarda gezdirilmesine kadar, yani o gün Emirdağ hayatında Üstad’ın santral vazifesini gören bir insan, bir eleman.”
Hiç durmadı…
27 Mayıs İhtilali sonrasında yapılan polis baskınlarıyla nur talebeleri tutuklanıyor, matbaalar basılıyor, kitaplara el konuluyor. 
Bütün bu baskı ve tazyiklerden bunalan bazı ağabey ve kardeşler; “Bu devir geçene kadar neşriyata ara verme” düşüncesiyle, Ceylan Ağabey’e; “Ne dersiniz, neşriyata biraz ara versek mi?” diye sorarlar.
Ceylan Ağabey, hiç tereddütsüz şöyle cevap verir:
“Kardeşim, durursak, ne zaman başlayacağımızı bilemeyiz!”
Elim kaza ve şehit olması
22 Ağustos 1963 Perşembe günü bir müşterisinden aldığı senetlerin tahsilâtı için Küçükçekmece taraflarına giderken yolda bindiği minibüsün başka bir araçla çarpışması ve başından aldığı ağır darbe sonucu beyin kanamasından vefat eder.
Vefatından sonra Ceylan Çalışkan’ın cüzdanından küçük bir not kağıdı çıkar. 
O güne kadar kimsenin bilmediği 
bu notta Üstad’ın 
el yazısıyla şu ifade yazılıdır:
“Ceylan benim vekilimdir. Nur’a ait işleri benim hesabıma yapar. / Said Nursi.”

 

“Kralların hatırını kırarım, Ceylan’ımın hatırını kıramam” diyen muhterem Üstadının; 
“Ceylan senin hayatın uhrevidir, dünyevi olsa pek kısadır!” 
Yine bir başka vesileyle “Ceylan! Senin hayatın Nurlar’a aittir. Seni dünyaya vermeyeceğim. Eğer sen dünyaya dönersen, senin hayatın pek kısa olacaktır!” 
sözünü 33 yaşında vefatıyla doğrulamış olur.

Kaza, felaket ve faciaların haberi
Sıra dışı bir hayat yaşayan ve sıra dışı meziyetlere sahip olmasına rağmen, onu tanıma bahtiyarlığa erenlerin ifadesiyle; “Üstad’a mensup olmanın ve ona hizmet etmiş olmanın imtiyazı yoktu ve bunu hiç hissettirmiyordu. Sıradan biri gibi davranıyordu.”
Mübarek ve Muazzez ruhu için; el- FATİHA

Risale-i Nurda Tahrifat Yapıldımı Suallerine Cevablar

Risale-i Nurda Tahrifat Yapıldımı Suallerine Cevablar

( Abdulkadir BADILLI )

Üstadımız ahir ömründe külliyata; bizzat tashihat yaparak son şeklini vermiştir ve Latin harfleriyle tamamını bastırmıştır. Ancak bazı ağabeylere; kendi zamanında bastırmadığı bazı risale ve eserlerin sonradan neşredilmesine dair müsaadeleri olmuştur. Üstadın tarzına, tavsiye ve vasiyetine uygun olarak neşredilen eserler tahrif edilmiş anlamına gelmez. 

Tahrif; ortadan kaldırma, asıllarının yerine başka fikir ve düşünceleri ikame etme anlamına gelir.

Üstadın; kendilerine vasiyet ettiği ve eserleri neşretme müsadesi verdiği zevatın meşveretle yaptıkları neşir ve basma meselesi yukarıda izah edilen tahrif mana ve muhtevasına girmez. Bilakis, neşir, basım, yayım, tavzih anlamınadır. Ancak üstadımızın meslek ve meşrebine muhalif bazı cereyanlar var ki; onlar bazı cümle ve kelimeleri tahrif ederek külliyatı ve üstadı alet edebilirler. Bunlar maalesef mevcuttur. Bizlerin bu cereyanlara ve fraksiyonlara karşı dikkat ve itinalı olmamız icab eder. Bunlar ise; malum ve ekalliyet teşkil eden gruplardır. 

Klasik ve Orijinal hale gelmiş olan eserler âdeta her tarafta bulunmaktadır. Bu sebebe binaen, ne kadar menfi düşünceler, faaliyetler ve tahrifler olsa da; aslına zarar vermez. Çünkü bu eser; artık klasik hale gelmiş ve orijinal olarak dünyaya tamim edilmiştir. Artık iyileri kötülerden, faydalıları, tahrifat ve zararlılarından ayıracak olan; insanların muhakemesi, ciddiyeti, itinası ve hassasiyetidir.

Ortada Risale-i Nur lar tahfir olmuştur diye bir iddia var ve yıllardır devam ediyor. Bu iddiayı ortaya atan müddei konuşuyor. Delillerin tümü rivayet. Ve ravi kendisi. Üstadın, Muhammed sıddık bey ile ilgili iddia edilen rivayeti başta olmak üzere hiç bir rivayet için kaynak ve delil göstermemiz mümkün değildir. Baştan sona delil ve ispat mesleğini takip eden risalelerin, gizli bir şekilde bir çuvala konup ve Üstadın birinci derecede bir talebesi olmayan birisine gizli vermesi ile delilsizliğe mahkum edilmesini kabul etmek elbette kolay değildir.

Böyle bir iddia, muhtelif lahikalardan aldığımız aşağıdaki ifadelerle tamamen tezad teşkil etmektedir. Risale-i nur hizmetini ilgilendiren en ufak bir meseleyi dahi abilerin meşveretine havale eden bir Üstadın, hizmetin esası olan nur külliyatıyla ilgili en önemli bir meseleyi diğer bütün abilerden gizli bir şekilde halletmesini beklemek, üstadımızı çelişkili davranmakla ittiham etmek demektir ki; bundan da Allaha sığınırız.

Risale-i Nurlar, hiç bir şekilde değiştirilemez ve tahrif edilemez iddiasında bulunanlara da katılmak mümkün değildir. Ancak ortada bir sorun varsa cözüm yeri bellidir… Yoksa, bütün kamuoyunu meşgul etmek, hususen bu eserleri yeni tanıyıp samimiyetle okuyanların kafalarını karıştırmak, okumaktan uzklaştırmak, ne Risale-i Nur mesleğiyle ve ne de bir hizmet ehlinin ferasetiyle bağdaşmaz.

Üstada ait aşağıdaki ifadelere bakalım;

Bir mahrem risale vardı ki, o mahrem risalenin neşrini men etmiştim. “Öldükten sonra neşrolunsun” demiştim. Sonra mahkemeler alıp okudular, tetkik ettiler, sonra beraat verdiler. Mahkeme-i Temyiz o beraati tasdik etti. Ben de bunu dahilde âsâyişi temin için ve yüzde doksan beş mâsuma zarar gelmemesi için neşredenlere izin verdim. “Said, meşveretle neşredebilir” dedim. (Kastamonu Lah.)

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın iki yüz aksâm-ı i’câziyesinden nakşî bir kısmını gösterecek bir tarzda, Kur’ân-ı Azîmüşşânı, Hâfız Osman hattıyla taayyün eden ve Âyet-i Müdâyene mikyas tutulan sayfaları ve Sûre-i İhlâs vahid-i kıyasî tutulan satırları muhafaza etmekle beraber, o nakş-ı i’câzı göstermek tarzında bir Kur’ân yazmaya dair mühim bir niyetimi, hizmet-i Kur’ân’daki kardeşlerimin nazarlarına arz edip meşveret etmek ve onların fikirlerini istimzaç etmek ve beni ikaz etmek için şu kısmı yazdım, onlara müracaat ediyorum. (29. Mektup)

Asıl fikir sahibi, sizler ve Risale-i Nur’un has şakirtleri ve müdakkik naşirleri, meşveretle, hususan Ispartadakilerle, maslahat ne ise yaparsınız. (Emirdağ Lah.)

O amerikalı ehemmiyetli alim bütün Risale-i Nur u istese ve neşrine söz verse, sizin meşveretinizle bir mükemmel takım ona vereceğiz. (Emirdağ Lah.)

Yine Sual Ediliyor yahut İtiraz Ediliyor ki :

Üstadın yazdığı orjinal risalelerin birçok bölümünde ne yazıkki tahrifler yapılmış ve kürtlerle ilgili olan bölümler çıkarılmıştır  Ben bir kürt olarak Risalelerden kürt isminin dahi çıkarılmış olmasını kınıyorum.  Kürt ve kürdistan ifadelerini yerine koyun. Çünkü, Üstad,  risalede kendini kürdistanlı olarak tanımlıyor. 

cevabımız :

“Kürdi” ifadesi yerine, “Nursi”; “Kürdistan” yerine, “Şark” kelimelerini bizzat Üstadımız koymuştur. ..Mahkemelerde, yargıçlar bilerek ve kasdi olarak “Said-i kürdi” diyerek hitap ediyorlar.Zira onlar,  bunu kürtçülük şekline yorumlamak suretiyle insanları Üstaddan uzaklaştırmayı hedefliyorlardı.

Üstadımız ise, her seferinde bunu izah ediyor. Risalelerde tahrifat diye ifade ettiğiniz hususlar; bizzat Üstadın tassarrufundan geçen ve Üstadın değiştirdiği bu ifadelerdir. Bunun hikmeti ise birilerinin oyununa gelmemek için tedbir almaktı. Yoksa, hiç bir nur talebesinin, başka bir etnik kimliği ne inkar etmesi ve ne de ön yargılı davranması mümkün değildir.

(Asar-ı Bediiyyenin Osmanlıca İkinci Baskısının takdim yazısı olup, tadil edilmiş ve bu yeni harf baskılı Asar’ın ahirine ilhakı münasip görülmüştür.)

Osmanlıca birinci baskısının mukaddemesinde; kitabın muhtevası, neşrinin lüzumu, tesmiyesi ve Hazret-i Üstadın ondaki bazı Risaleleri üs­tünde yaptığı bir takım tasarruf ve tashihleri vesaire hakkında bir nebze izahat verilmiştir. Ancak kitabın birinci tab’ı ile intişarından sonra, geli­şen hadiseler ve ilk başlarda kitaba uygulanan bir çeşit ambargo ve ihti­yatî tedbirlerin ve bunların yanında Hazret-i Üstadın özellikle eski eserlerinden bazıları üzerinde -onun tasarruf ve tashihleri kat’î olduğu halde-menfî yönde devam eden dedikoduların mahiyetlerini gün yüzüne çı­karma hususunda daha biraz etraflıca izahat vermeye lüzum hasıl ol­muştur. İzahına gerek duyulan hususlar-üst cümlede işaret edildiği gibi— bir kaç maddedir. Bu maddelerin bir kısmı etraflıca, bir bölümü de az temas ile izahları yapılacaktır.

BİRİNCİ MADDE

Hazret-i Nur, aziz Üstadımızın eski eserleri de, yeni eserleri de serapa nur ve huzur vermektedirler. Çünkü menba’ları İslâm’ın aslî pınarıdır. Öyle olduğu için de, hiç bir zaman -başkalarında çoğu kez görüldüğü gibi- hissiyatın taşkın ve mütecaviz sâikiyle yazılmış değillerdir. Taşkın hissiyat karışmadığı için, daima sırat-ı müstakim sayebanlığı ve rehberli­ğinde neşv ü nema bulmuşlardır. Nitekim pişva-i ümmet olan o hazret, “İki Mekteb-i Musibetin Şehâdetnâmesi” eserinde, yani 31 Mart 1325 hadisesi münasebetiyle dehşetli olan Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesi pa­şalarına karşı son derece merdane müdafaatı içerisinde bu husus için şöyle demiştir:

«Ey paşalar zabitler! cemi-i kuvvetimle derim ki: Ceridelerde neşrettiğim umum makalatımdakı umum hakaika nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazî canibinden asr-ı saadet mahkemesin­den adaletname-i şeriatle davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatınm modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafına, üçyüz sene (1) sonra tenkidat-ı ukala mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam; yine bu hakikatleri -tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber- taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez, hakikat haktır.» (Asarı Bediiye sh: 422)

İşte Hazret-i Üstadın şu kat’î ifadesi, bizce mes’eleyi kökünden hal­letmiştir. Çünkü o, sırrınca, mutlak vâris-i Nebî olduğu için; havadan konuşmamak, hissiyatın taşkın tesirleri altında ifa­dede bulunmamak hakikatından nasib-i kâmili vardır.

Öyle ise o zat-ı kerim, 1908’lerde neyi konuşmuş, neyi yazmışsa, aynısıyla hak ve hakikat olduğu ve el’an da ve hatta kıyamete kadar da o hakikat, lüzum-u kat’îsinin bütün cihetleri ve çıplaklığıyla ortada olduğu gibi; o tarihten otuzüç yıl sonra, yani 1951’lerde aynı o hakikatleri, te­vessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamak, ya da hâs ve hu­sûsî iken, umumileştirmek ve bir nevi cüz’iyyetten külliyete çıkarmak gayesiyle ufak tefek bazı tasarruflarla yeniden tashih ederek neşrettiği şekliyle de elbetteki haktır, hakikattir ve yerindedir.

Mesela diyelim; eskide yazılmış bir eserinde hâs olarak “Kürd” kav­mine hitap ettiğinde, İslâmî milliyet çerçevesi içerisinde milliyetçilik hislerini tahrik edip intibaha getirmek niyetiyle; Rüstem-i Zâl ve Selahaddin-i Eyyübî’lerin isimlerini yâd etmiş iken; şimdi aynı o eserini yeniden neşrettiğinde, Türk kavmini de aynı hislerden uyandırmak için Barbaros Hayreddin Paşa ve Celaleddin-i Harzemşah vesairenin isimle­rini de (2) beraber zikretmesiyle, meselemizin özünü tebarüz ettirmekte olduğunu görüyoruz.

Yoksa, bazılarının zannı gibi; Hazret-i Bediüzzaman’ın eskideki nu­tuk, makale ve kitaplarının ihtiva eyledikleri büyük, derin ve zarurî olan o hakikatler, bilahere -az üstte izahı yapılmış tarzı ile- onun bazı tasarruflarına uğramış olmasıyla, arz-ı felata (yani çorak arazi) atılmış demek değildir. Bil’akis o eski eserlerinin dile getirdikleri aynı o hakikatler, bu­gün daha çok kuvvetlenmiş, şiddetlenmiş ve behemehal icabların ya­pılması zarurî hale gelmişlerdir.

Demek ki onlar, bugünkü halleri ile bir tevessü’ ve inbisat kaziyyesi mucibince bir yamalamaya tabi tutulması söz konusudur ve hususîlikten umumîliğe, cüz’îlikten küllîliğe terakki etme ve ettirme durumu vardır. Bu durumların icabına göre de, bir tasarrufu gerektirecektir. Nitekim de öyle olmuştur.

Hal böyle iken, Hazret-i Bediüzzaman’ın o eski eserleri bir çok yer­lerde ve kütüphanelerde ilk vaziyetleriyle ve kesretle bulunmaları karşı­sında, tasarruf ve tashih görmüş şimdiki durumlarını müdafaa ederken; bir sadakat ve emre itaat pozisyonunu aşırı derecede gösterircesine olan hâl ve hareketleri ile; o eskilerin ilk aslî vaziyetlerini adeta yanlış, ha­talı… hatta daha ötelere giderek muzır şeyler tarzında gösterircesine bir davranış göstermek, elbetteki çok yanlış ve aynı zamanda tehlikeli bir tahrik ve pek zararlı bir hâl olur. Bu halin ifratı neticesinde büyük tefrit­lerin doğmasına sebeb olduklarının farkında olmasalar da, vebalden kur­tulmuş olmayacaklardır. Zira kat’iyyen biliyoruz ki; Hazret-i Üstad es­kide yazmış ve neşretmiş olduğu o pek fevkalade mühim, ciddî ve muaz­zam hakikatlerden geri adım atmış değildir. Evet, her şeyini uhuvvet ve ittihad-ı İslama feda etmiş o aziz ve kerim Üstad, bu hususlarda elbetteki zamanın nezaketini düşünmüş ve ilcaâtını mülahaza etmiş olmasından; ehl-i gaflet olan siyaset erbabına ve dünyaperestlere, iman ve Kur’an hizmetinin selameti yolunda bir nevi taviz verme ve bir çeşit kamufle etme veya üstte izahı yapıldığı tarzda bir küllileştirme kaziyyesi mevzû-u bahistir.

Nitekim Hazret-Üstad, “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi” ese­rini tashih ve tasarruflardan sonra, son şekliyle tab’ettirmek için An­kara’ya gönderdiği zaman, onun başına şu yazıyı ilave etmiştir.

«Aziz Sıddık Kardeşim, bu tashihli tarzı hâs dostlar meşveretiyle tek­sir edebilirsiniz. Bu musahhahın bir suretini İnebolu’ya gönderip, eski harflerle kabil ise teksir edilebilir. Madem eski zamanda iki defa tab’ edilmiş, kimse itiraz etmemiş… Hem ilişmek ihtimali bulunan bazı keli­meler de değiştirilmiş ayn-ı hakikat bir risaleciktir. Hâs dostların tensibiyle, fakat sıhhatine tam dikkat etmek şartıyla neşredebilirsiniz. Eski zamandan ziyade bu zamanın tam bir dersi olabilir. Said-i Nursi»

Bu mevzuda pek mühim ve son derece ciddî bir husus daha vardır, o da şudur:

1908’lerden 1914’e kadarki geçen zaman akışı içerisinde gelişen ibret-âmiz hadiselerle ve Birinci Harb-i Umumî’nin tarrakalarının ihtar et­tiği derslerle; Hazret-i Üstadın o zamanlarda birinci derecede yürütmek istediği ve pek çok ehemmiyetle üstünde durduğu husus, Osmanlı camia­sında İslam milletlerinin ve Alem-i İslâmın içtimaî ve büyük hizmetleri merhalesini bir derece askıya almış ve ona, o günden itibaren artık üçüncü, dördüncü derecede bakarak, talî hizmetler sırasında bırakmış de­sek, yanlış etmiş olmayız tahmin ediyorum. Zira o zat, mezkûr zamanlar şeridine takılı olan hâdisatı ve içindeki esrarengiz ve desiseli inkılapları gördü, ibret ve ikaz derslerini aldı.. Ve bütün kuvvetiyle ve tamam kana­atiyle müslümanların iman ve akidelerinin takviye ve tahkim hizmetinin her şeyden önce elzemiyetini anladı ve bütün himmet ve gayretiyle ona el attı.

Hem İslâm milletlerinin tek ve yegane kuvvet kaynaklarının iman ve din kardeşliği içindeki tevhid ve ittihad olduğunu tamamıyla anladı. Bu­nun da, iman ve akideyi tahkim hizmetinden sonra, her şeyden önceki elzemiyetini gördü. Bu yüzden o koskoca Hazret-i Bediüzzaman, mezkûr iman ve İslâm hizmeti ve uhuvveti hizmetlerine çekirdeğinden başlamak üzere, bütün himmetiyle iman, akide, uhuvvet ve tevhid hizmetlerinin unvanı olan Nur Risalelerini te’lif ve neşretmeye mazhar oldu. Bu hizmetin dağdağasız ve selamet ile yürütülebilmesi için de, siyasî ve iç­timaî mes’elelerden tamamen elini çekti. Onun yerine iman ve Kur’an hizmetinin çerçevelediği hareketler yörüngesine girdi.

İşte, bu zaviyeden Üstad Bediüzzamana bakıldığı zaman, elbette de­nilebilir ki; Onun o eski mutasavver hizmetleri daima kendi makamında ve zemininde hak, lâzım ve yerinde olan şeyler olmakla birlikte, bunları bir kaç derece geri iten işler vardı ki; umum âlem-i İslâmı alakadar eden ve müşterek malı olan iman ve akideyi takviye hizmetlerinin dağdağasız yürütülebilmesi hatırına binaen, eskideki içtimaî hizmetleri askıya aldı. Yani bilfiil onları takibten bir derece geri kaldı. Hatta o eski hizmetleri­nin yeniden derhatır olup da, otuz-kırk sene sonra arasıra müteveccih ol­duğunda da, yine iman hizmetinin meslek ve meşrebine göre bir renk ve bir ayar verdi ve ona göre tanzim etti. Evet, bize göre şu birinci maddenin aslî izahının kısacası böyledir ve bu kadardır.

İKİNCİ MADDE

Bu madde; Allame-i bîadîl olan Hazret-i Bediüzzamanın eski ve yeni fikir, düşünce ve tedbirlerinin sabit ve layetezelzel değil de, belki (!) za­manlara ve şartlara münkasim ve tabi’ şeyler olduklarını, sözü, hâli ve davranışı ile iddia edenlerin yanlışlarını gösterme hakkındadır, şöyle ki:

Görüyoruz ki, bazı kimseler kalkıyor; (zeka ve ilminin belli bazı hududlarla çevrili olduğunu bilip düşünmeden, yani daha doğrusu had­dini bilmeden, Bediüzzaman Hazretlerinin istikbalî, içtimaî ve siyasî ted­birlerini ihtiva eden bazı sözlerini, kendi daracık kafaları ile yorumluyor, işlerine gelen tarafını alıp, pek hararetle ve hatta alet ederek kullanıyor. Amma hissine uygun gelmeyen, düşüncelerine uymayan tarafını ise, ya zamanlar ve devirlere bölüp te’vil ediyor, ya da vakti ve müddeti bitmiş eski şeyler olduğunun zehabına kapılıyor.. Hatta bunları iddia da edebili­yor.

Bu hususa bir misal vermek gerekirse, Hazret-i Bediüzzamamn eski eserlerinden “Münazarat” kitabında -ki bu kitabı Hazret-i Üstad Yeni Said diye tavsif ettiği zammında dahi inceleyip tashihlerden geçirmiş ol­masına rağmen- yazacağımız şeyin içindeki noktayı herhangi bir tasarruf ve tashiha tabi’ tutmadan ve aynen neşrettirdiği halde; mezkûr kişiler ise: “Bu mesele geçmiş zamanda tatbiki mümkün.. Ve fakat şimdiki halde uygulanmasıyla devletimizin birliğini bozar” diye hüküm koymuşlar.

Halbuki gerçek birlik ve hakikî ittihad ve tam muhabbet bu gibi iddiala­rının aksindedir. Yani Hazret-i Üstadın getirmiş olduğu tedbirinin aynen uygulanmasındadır.

ÜÇÜNCÜ MADDE

Birinci maddede işaret edilmiş olan Hazret-i Üstadın -özellikle- kendi eski eserleri üzerinde yaptığı bazı tasarruf ve tashihleri meselesidir.

Evet, benzeri tasarruf ve tashih kaziyyesi umum müellif ve musannıflarda görülmüş ve görülmektedir, ve bu yüzden bir çok kitap­larda nüsha farkları (3) düşmüştür. Hatta en mu’temet ve Kur’andan sonra en kudsî kitaplarda bile musannif veya müellifin bilahare yaptığı bazı ta­sarruf ve tashihlerinden dolayı nüsha farkları vücuda gelmiş ve bunlara sonradan işaretler konulmuştur.. Misal için, ilk tab’ edilen Sahih-i Buharî’nin ve Mecmuat-ül Ahzab’ta tab’edilmiş İmam-ı Ali’nin (R.A) Celcelûtiyesinin kenarlarında yazılmış nüsha farklarına bakılabilir. Hatta İmam-ı Şafi’î Hazretlerinin “Kavl-i Kadim ve Kavl-i Cedid” diye eserle­rinde büyük tasarruflar uyguladığı ulemaca meşhur ve ma’lumdur.

İşte, Hazret-i Bediüzzaman’da üstteki birinci ve ikinci maddelerde işaret edildiği üzere; kendi te’lifi olan eserlerinde, hususiyle eski eserle­rinin bazılarında bir takım tasarruf ve tashihleri vaki’ olmuştur. Ve bu kaziyye kat’îdir, şüphesizdir. Lâkin buna rağmen, Hazret-i müellifin mü­barek eli ve kalemi ile yapılmış mezkûr tasarrufların varlığı ortada iken; bazı insanları menfi yönden şüpheye sevk eden ve dedikodu içerisinde bırakan dâî ve sebeb bizce üç noktadır.

Birincisi: Kendisinin bizzat gözüyle görmediği bir şeyi -ne olursa olsun, kimden gelirse gelsin- kabul etmeme ve hatta inkâr etme cesare­tini göstermedir. O ise, hakikatte vaki’ olan müsbet bir işi, bir mes’eleyi; menfice inkar etmek için, bütün dünyanın her tarafını, her mekânı ve herkesi delik delik arayıp keşfettikten sonra, görülmezse “yoktur” diye­bilir. Müsbet şey ise, yani varlığı isbat ise, sadece o şeyin bir tekini, ya da o meselenin bir köşesini ibraz edip göstermekle, varlığı ispat edildiği için, davasını kolaylıkla ispat edebilir.

İşte bu esaslı kaide-i Şer’iye ve Nuriye, böylesi mes’elelerde daima kıstas ve ölçüdür ve öyle de olmalıdır. Ve bu kaide ve kıstas son derece keskindir, yanıltmaz. Şu mukaddememizin Hazret-i Üstadın bizzat kendi mübarek elleriyle değiştirdiği mühim bazı şeylerin klişelerini derc etmişizdir ki, şimdi halen bazı eşhasın dil ve hareketleriyle bu mev­zuda menfî yönden yapılan işâalar ile; bir çeşit vesvese ve şüpheler üre­ten bir ifsad mekanizmasının hüviyetini nasıl gösterdiklerini ispatlı şe­kilde ibraz etmektedirler.

Bu meselede ikinci mühim husus; Şer’an ve dinen iki şâhid-i âdilin müşahadeye dayanan ifade ve şahitlikleridir. Yani: İki şahid deseler ki: “Biz, evet gördük ki; Hazret-i Üstad şunları şöyle yaptı.” İşte iki şahidin birleşerek ve müşahadeye dayandırarak verdikleri bu ifade ve hüküm, hiç bir vesvese, zan ve şüphe ile zedelenemez. Üstelik o şâhidler Hazret-i Bediüzzaman gibi en keskin ve dûrbin manevî radarlara malik bir mane­viyat sultanının senelerce itimad edip, hâs hizmetinde bıraktığı ve manevî evlad kabul ettiği kimseler olsa!.. Evet, şu iki müsbet şer’î kaidelerden birisi; yapılmış bir şeyin vücudunu ispat eden en şeksiz vesikadır. İkincisi de: İki âdil şahidin ifade ve beyanları meydanda olduktan sonra, bütün dünya menfî yönden itiraz da etse, hakikatte ve şeriatça onun hiçbir de­ğerinin olmadığını ispat eden kat’î hükümdür.

Aman bütün bu şeksiz vesika ve kat’î hükümlere rağmen hiss-i inti­kamını ve adavet ve gayz ve tarafgirlik kinini tatmin etmek yönünde Şia mesleğini ihtiyar edip de, bu mesleğin sâliklerinin Kur’an’a ve sahabe-i Resulullah’a (A.S.M) dil uzattıkları gibi; şu her şeye itiraz eden ve bahanelerle teşkikât üreten mu’terizler yollarında devam ederlerse; hi­dayet ancak ALLAH’tandır, der ona bırakırız.

İkinci Nokta: Risale-i Nurun en ekmel ve en râsih ve en müstakim ve en hakikatli ve keşfiyatlı ilimlerine; ve en derin hakaikte ve Dinin en gizli sırlarında en nafiz ve keskin buluşlarına; ve sırat-ı müstakim-i Kur’ânî yolunda hikmet-i İslâmiyenin irşad ve tenviri çerçevesindeki en hakimane metodlarına tamamıyla âşinâ olmayan. veya Hazret-i Nur Üs­tadın meslek-i pâkine yeterince sadıkane intibak edemeyen, ya da ona kemaliyle gerdandâne-i teslim olamayan bazı kimseler; kafalarındaki ba­sit ilimciklerine göre hariçte, orada burada bazı malumat ve mes’eleleri toplar, getirir ve kendi zihninin bulanık ayinesinden baka­rak, onları en doğru ve hakikatli şeyler telakkî eder, gelir; Risale-i Nurun o meseledeki kafacığına uymayan hükmünü yanlış görür ve kendi ken­dine karar vererek der: “Risale-i Nûr’un burası tahriflidir.. Çünki benim bulduğuma uymuyor.” der. Evet, ben şahsen böylesi bîçare insanlara çok rastlamışımdır.

Bu meseleye bir misal olarak, Hazret-i Üstadın “İki mekteb-i Musi­betin Şehadetnamesi” eseri ilk matbu’ nüshasında “Biz ki Kürdüz, alda­nırız. Fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.” cümlesi bilahere Hazret-i Üstad tarafından şöyle bir tasarrufla tashih edilmiştir: “Biz ki hakikî müslümanız ilaahir…”

İşte bazı insanlar buna itiraz ediyor ve Üstadın tashihi değildir diyor. Çünki, hadis var: “Bir mü’min iki defa parmağını aynı deliğe sokmaz” hükmüne mugayir düşmektedir. Bu hadisin hükmüne göre, bir müslüman iki defa aldanmaz. Öyle ise bu tasarruf Üstadın olamaz” diye hüküm ba­sıyor.

Adam düşünemiyor ki; Kürd aldanırsa, -onun bu görüşüne göre-müslüman sayılmaması lazım gelir. Çünkü asıl matbu’ nüshada “Biz ki Kürdüz, aldanırız. Fakat aldatmayız.” dır. Sonraki tasarruf görmüş nüs­hada ise, “Biz ki hakikî müslümanız…” ifadesiyledir. Mânâsı da, “Biz Kürdler ki hakikî müslümanız” olur. Başka bir mânâ değildir. Ortada me­selenin bir kamuflaj durumu vardır.

İşte, tahrif teranesini kendilerine şiar edinenler iyi bilsinler ki; yap­tıkları iş, masum müslüman evlatlarının kalblerini Risale-i Nur’a karşı teşviş edip bulandırmaktan başka birşey değildir.

Hatta belki o körpe ve masum dimağların Nûr’a müştak duygularını haktan çevirmektir.

Bunlar eğer Şia’nın müfterî kısmının mesleğini şiar edinmemiş iseler; Risale-i Nur’un ailesi içerisinde bu mesele samimîce ve hususî olarak ele alınır, hakperestlik ve kavaid-i şeriata iltizamkârlık duyguları içerisinde tartışılır ve halledilir.. Ki zaten ortada halledilecek bir mes’ele de yoktur.

Bu fakir, bu meseleyi “Risale-i Nur’un Neşir Tarihçesi” eserimizde ve “Mufassal Tarihçe-i Hayat” kitabımızın son cildinin ahirinde ele almış ve tahlil ederek mahiyetini ortaya koymuşuzdur. İsteyenler bu eserlere bakabilir.

Üçüncü Nokta: Hazret-i Üstad tarafından bazı risalelerde yapılmış olan tasarruf ve tashih kaziyyesinin vuku’u, mahiyeti ve onun bu husus­taki izni hakkında bir nebze izahat vermeye dairdir.

Evet -yukarıdaki maddede geçtiği üzere- Üstadın gerek eski eserle­rinde, gerekse yeni eserlerinde bazı tasarruf ve tashihleri kat’iyyen vâki olmuştur. Bu tasarrufların en çoğu da eski eserlerinden olan “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi” eseri üzerinde görülmektedir. Zeten bu esere; -Hazret-i Üstadın ta o zamanlardaki bazı ifadelerinden anlaşıldığına göre- onu ilk neşreden muharrir ve gazetecilerin kelimeleri çokça karıştığı meselesi vardır. Mesela, Arapça El Hutbet-üş Şamiyenin bir zeyli olan “Teşhis-ül İllet” eseri son kısmında, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnâmesi kitabından bahsederken, dipnotta: “Maalesef heyecan o eseri teşviş ettiği gibi, matbaacı da onu tahrif etmiştir (4) demektedir.

Yine eski eserlerinden -yanılmıyorsam Sünûhatın- Birisinin arka ka­pağında eserlerinin isim listesi verilirken, bu kitap için “Gazetecilerin sözleri karışmasıyla bir derece müşevveş kalmıştır” demektedir.

Bu hâle göre, “İki Mekteb-i Musibet” eserine, o zamanlar onu neşre­den muharrirlerin edîbâne bazı tasvirleri ve fazla lügatçilik izhar eden kelimeleri karışmıştır diyebiliriz. Bundan dolayı olsa gerektir ki; Hazret-i Müellif 1950’lerden sonra, onu yeniden neşrettirmeye başladığında, ayrı ayrı zamanlarda bir kaç defa tashih ve tasarruflardan geçirdi. Tasarruf görmüş nüshaların tamamı bizde mahfuzdur.

Dördüncü Nokta: Hazret-i Üstadın mal sahibi ve müellif olarak kendi eserleri üzerinde yaptığı tasarruf ve tashihlerinin mahiyeti ise, az üstte bir nebze izahı geçmiş olan şudur ki: Umumileştirme ve küllileştirme ve benzeri olan durumların hikmetlerinden ileri gelmiştir. Bunun yanında o eserlerin ilk asıllarında aynı hakikat olan ağaçlarının çekirdeklik faziletleriyle devam edip kalırlar, ki bu iki durum arasında -evham, vesvese ve su-i zanlar müdahele etmemek şartıyla- fazla bir fark ve ayrı­lık yoktur.

Küllileştirme veya umumileştirme kaziyyesi dışında, bir de o eski eserlerin yönlerini Risale-i Nur mesleğine çevirme ve ona tabi’ kılma işi de vardır. Bu hususa Hazret-i Üstad bazı mektuplarında işaret buyur­muşlardır. Yani: Üstadın eski Said tabir ettiği kendi gençliği yıllarında gerçekleştirilmesine çalıştığı içtimaî ve millî mes’eleleri; Yeni Said fas­lında başlayıp açtığı iman ve Kur’an hizmeti mesleği, umum Âlem-i İslâmın müşterek malı olan iman ve akide esaslarını ispat etme ve yayma; Ve uhuvvet-i İslamiye ve Ittihad-ı İslamı hedef alan mes’eleleri perçin­leştirme gibi büyük ve geniş ve birinci derecede lazım mes’eleleri engel­siz yürütmesi bakımından, eski hizmetleri üçüncü ve dördüncü plana bı­rakması vaziyetidir.

Bu meseleye dair Hazret-i Üstadın bir mektubundan bir pasaj arzetmek istiyorum, işte: “… Hususan eski Divan-ı Harb-i Örfîdeki müdafaatım, Risale-i Nur mesleğine uymayan bazı cümleleri tayye­dilsin…” (Elyazma Emirdağ-I, S: 215)

Beşinci nokta: Hazret-i Üstadın gerek eski eserlerinin, gerekse Ri­sale-i Nur olan yeni eserlerinin bazı yerlerinin tayy, ıslah ve tashih etme yetkisini talebelerine çokça verdiği hususudur ki; Risale-i Nur’da ve hu­susiyle lahika mektuplarında bu izin numunelerinin mevcudiyeti, bu eserlere aşina olan kimselerin malumudur. Lâkin burada çok mühim ve kritik bir nokta vardır ki; herhangi bir maslahat, icab veya zaruret karşı­sında Nur talebelerinden yüksek seviyeli ve âşinâ sınıfının bazı tasarruf­ları olmuşsa da, bunların hepsini mutlaka Hazret-i Üstad görmüş ve bakmış; ya tasdik veya tashih ederek neşrettirmiş olduğu yerlerdir. Bun­ların haricinde yoktur ve olamaz.

Demek ki; Hazret-i Üstadın o gibi izinleri -yukarıda geçen bir mektu­bundan verilen pasajının numunesinde görüldüğü gibi- onun hayatta ol­duğu zamana ve mutlaka nazarında geçtiği şeylere aittir. Amma Hazret-i Üstadın vefatından sonra – ki Nurlar tamamen kemalini bulmuş, tashih ve tasarruf meselesi bütünüyle sona ermiştir., herhangi bir kimse; bilmem edebiyatmış, şuymuş, buymuş gibi sebeblerle Nurların bir tek cümlesini, hatta bir noktasını tashih veya ıslah gayesiyle tebdil edemez., nerede kaldı, başka niyetler!.. Zira ki Hazret-i Üstad hayatta değildir ki görsün, kontrol etsin, tashih veya tasvib etsin. Öyle ise, dar-ı dünyada Hazret-i Müellifin maddî varlığı yok ise, Nurlarda -bir asl-ı tashih-i Üstadîye da­yandırmadan – yapılacak herhangi bir tebdil veya tağyir velev bir tek harf olsun, elbette ve hiç şüphesiz kabih bir tahriftir, çirkin bir bid’attir.

Bakınız, Hazret-i Üstadın kendi sağlığında, bazı durumlarda bir kısım eski eserleri için talebelerine verdiği tasarruf iznini sarihan gösteren bir çok mektuplarından ezcümle şu tek bir mektubu içerisindeki bir parçasını takdim edelim:

 “… Fakat oniki adet parçalarda, (Tarihçe-i Hayat için hazırlanan Nur’un parçaları) onlar münasib görmedikleri cümleleri kaldırma­sına onlara izin veriyorum ve ıslahı da onlara havale ediyorum…” (Elyazma Emirdağ-I s: 215)

NETİCE

1-  Hazret-i Müellif kendi eserleri üstünde istediği kadar tasarruf ve tashih etme selahiyetine-şer’an ve aklen ve örfen-sahip olduğu için; özel­likle eski eserlerinin bir kısmının bazı yerlerini tasarrufla tashih etmiş ol­duğu kafidir, şüphesizdir.

2-   Şu mukaddemenin nihayetinde klişelerini vereceğimiz Hazret-i Bediüzzamanın kendi kalemiyle olan tasarruf ve tashihlerini gösteren numunelik belgelerle; ilk asıllarıyla farklılıkları göze çarpan sair yerlerin tamamının da müellifi tarafından tashih görmüş olduklarını gösterir. Ya da hiç olmazsa, hayatında onun emri ve izni dahilinde bazı yerlerde ufak tefek ta’dilat yapan talebelerinin yaptıklarını görmüş olan Üstadın tasdi­kini ifade eder. Zira o gibi yerler, Hazret-i Üstadın sağlığından beri neş­redilip gelen yerlerdir.

Evet, Hazret-i Üstadın bu tashih ve tasarruflarının zahir ve ayan – beyan numunelerini gösterdikten sonra, müsbet meseledeki şer’î ispat hakikatim ortaya konmuş oluyor. Amma menfiliğini ispat için -az üstte arz olunduğu veçhiyle- bütün dünyayı ve bütün herkesin kütübhanelerini arayıp taradıktan sonra, görülmediği zaman belki diyebilir ki: “bu yok­tur”. Aksi takdirde iddiaları hezeyanvâri şeylerle bir boşboğazlıkta kal­mayıp, fesad ve ifsad hududuna dahil olmuş olur.

3- Hazret-i Üstadın vefatından sonra, Nur naşiri bazı zatların bizzat itirafları ile, Nurların onbir yerinde yaptıkları basit, bazı tasarrufları; Envar Neşriyatça düzeltilmiş ve sona ermiştir. Buna rağmen bazı yayı­nevleri o hatalı ve basit yanlışlıklarında devam ediyorlarsa; haksızlıkta, münasebetsizlikte ve hatalı yolda ısrar ediyorlar demektir. Temennimiz, bir an evvel dedikoduya ve serrişte-i bahaneye medar olmuş olan o yan­lışlıkların düzeltilmesidir.

4- Hazret-i Üstadın kendi elleriyle üstünde bazı tashih ve tasarruflar icra ettiği aynı eserlerinin ilk asıllarını tamamen yok etmeye, yok saymaya veya ortadan kaldırmaya dair herhangi bir hareketi, emri, işareti ve ifadesi mevcut değildir. Öyle ise, bizim de o eski asılları yok etmeye veya yok saymaya haddimiz ve hakkımız değildir. Her iki tarzını da -eğer Üstada sadık talebe isek- kabul edip, hırz-ı cân etmeye mecbur ve mükellefiz.

5- Hazret-i Üstad kendi eski eserlerinden bazılarını alıp tashih ederek ve Risale-i Nurlarla birleştirerek, beraber neşrettiği halde, bir kısmına da hiç dokunmadan ilk asılları ile bırakmıştır. Mesela: Türkçe olan “Lemaat, Münazarat, İki Mekteb-i Musibet ve Muhakemât”ı ve bunlarla beraber eski olan bazı nutuk ve makalelerini ele alıp, gözden geçirip neşrettirdiği halde; Sünûhat, (sünûhattan olan rüyada bir hitabe bölümü hariç) Tuluat, Rumuz, İşârât ve Şuaât” gibi diğer eserlerine ve bunlarla birlikte bir kaç nutuk ve makalesine dokunmadan öyle bırakmış, neşrettirmemiştir. Amma Arapça eserlerinden El Mesneviy-ül Arabî Mecmuasına dahil et­tiği parçaları -bir iki zeyl müstesna- ve fakat hepsini önemle ele almış, okumuş ve bazı tashihlerden geçirdikten sonra; Türkçe olan “Nokta” ri­salesinin baş kısmıyla birlikte neşrettirmiştir.

Keza, eski eserlerinden Arapça “El Hutbet-üş Şamiye”yi fazla ehemmiyetine binaen, önemle ele almış ve bizzat Hazret-i Müellif ken­disi onu Türkçe’ye tercüme etmiş ve neşrettirmiştir. Bir müddet sonra da, kendisinin Türkçe’ye çevirmiş olduğu Hutbe-i Şamiye’sini küçük kardeşi molla Abdülmecid’e tekrar Arapça’ya çevirttirmiştir. İşarât-ül İ’caz ese­rini zaten hem Arabî aslını hem de Molla Abdülmecid’e tercüme ettirdiği Türkçe’sini ve ayrıca Mesnevi-i Nuriye’yi ve onun Türkçe tercümesini neşrettirmişlerdir.

VE TEKNİK BAZI DEĞİŞİKLİKLER

Asâr-ı Bediiyenin şu Osmanlıca ikinci tab’ında ve şimdi yeni harfle olan 3. baskısında içindeki risale ve makaleleri tertip ve muhtevaca -lüzumuna binaen- bazı değişikliklere tabi’ tutulmuştur, şöyle ki:

1- Osmanlıca Birinci ve ikinci tab’ında, içinde Arapça “Kızıl icaz” ve “Arabî Münazarat” ve “Arabî Muhakemat” ve “Arabî Hutbe-i Şamiye” ve “Arabî Hutuvat-ı Sitte” eserleri dercedilmişken, bu yeni harf baskıda konulmamıştır.

2-  Makaleler kısmı, bu baskıda, eskideki ilk neşir tarihlerine göre sı­ralanmaları yapıldığı gibi, pek mühim olan Hazret-i Üstadın dört beş ma­kalesi daha elde edilip eklenmiştir.

3-  Asar-ı Bediiyenin içindeki bütün risale, nutuk ve makaleler yeni­den ilk asılları ile mukabele edilmiş ve tashih edilmiştir.

4-  Kitapta görülebilen bazı nüsha farklarına bu yeni baskıda, dipnot­larda işaretler edilmiştir.

Böylece, dünyalar kıymetinde olan Asar-ı Bediiyenin bu defaki tab’ı, biiznillah mükemmel bir tarzda, hakikat ve Nur müştakı kardeşlerimizin ve bütün ehl-i imanın ellerine verileceğine rahmet-i ilahiyyeden ümitvârız. Aynı zamanda ilk baskısı sırasında -yanlış bir vehme binaen-koparılan yersiz velveleler, inşaallah şimdi zail olmuş olarak, erbâb-ı irfanın ve hususiyle müştak Nur talebelerinin serbestçe mütalaa, tefeyyüz ve istifadelerine takdim edilmiş olacaktır.

15 Safer 1418-21 Haziran 1997

ABDULKADIR BADILLI

www.NurNet.org