Etiket arşivi: risale

Hesaptan Önce Hesap Verin

Üçüncü hicret asrının irşad yıldızlarından biri Ebu Bekr–i Şiblidir. Zamanın halkı Ona İmam–ı Şibli demiştir. Tesirlerini ima eden bu unvan, onun gerçekten de imam olduğunu ifade etmektedir. Zira İmam–ı Şibli, sadece anlatan, ikaz eden bir mürşid değil, aynı zamanda amel eden, yani fiilen örnek olan bir maneviyat büyüğüdür.

Israrla tekrar ettiği husus şudur:  – Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin!

Her dersine, her vaazına böyle başlayan Şibliye bir gün biri sorar: – Efendi Hazretleri, her fırsatta “hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin” buyuruyorsunuz. Biz burada kendimizi hesaba çeksek, ahirette bir daha hesaba çekilmeyecek miyiz?

İmamın cevabı hazır: – Evet, burada kendini hesaba çeken orada hesaba çekilmeyecek, buradaki hesabı onu kurtaracaktır, inşaallah!..

Şeyhin bu sözüne büyük bir itimatla bağlanan sual sahibi, başlar nefsini hesaba çekmeye. Günahlardan iyice arınır, ibadetlerini ihmal etmemeye gayret eder. Her fırsatta tevbe, istiğfar eder, ahirette hesaba çekilmeden önce dünyada nefsini iyice hesaba çeker. Hesabını veremeyeceği şeyleri yapmaktan şiddetle uzaklaşır.

Derken, bir gece imamı rüyasında görür. Şibli, beyaz bir ata binmiş, adeta uçuyor. Peşine düşer, bağırır: – Dur, ne olur birazcık dur, ben de erişeyim arkandan, dur!

Şeyhin cevabı mânâlı: – Ben bu hapishaneden kurtuldum, bir daha bekler miyim burada. Boşuna peşimden koşma, yetişemezsin!

Bu rüyanın mânâsını imamdan öğrenmek üzere sabah ilk işi şeyhi ziyaret etmek olur. Ne çare ki şeyhin kapısında cenaze hazırlığını görünce onun dünya hapishanesinden kurtulup ahiret saadetine koştuğunu anlar.

O günün akşamında Rabbine derin bir niyaz ve tazarruda bulunur. Şeyhini mutlaka görmeyi gönülden diler.

Geç vakit yatağına uzanır uzanmaz daldığı rüyada, imamı karşısında bulur. İlk suali, vaazlarında tekrar ettiği mesele olur: – Efendi Hazretleri, nasıl oldu durum, sen burada kendini hep hesaba çekerdin, orada bu hesaptan kurtuldun mu?

Tebessüm ederek konuşan imam, şöyle cevap verir: – Melekler beni tutup hesaba çekmek üzere götürdüler. Tam o sırada Rabbimden bir hitap geldi:

– O kuluma dokunmayınız. Dünyada iken kendini hesaba çekene, amelini sık sık gözden geçirene burada hesaba çekilmek yoktur, amelini yeniden gözden geçirmek gerekmez!..

Bu hitaptan sonra melekler beni serbest bıraktılar, kurtuldum! Siz de burada hesaba çekilmek istemiyorsanız kendinizi orada hesaba çekin!

Ne dersiniz? Hayatımızı şöyle bir düşünelim mi?

Ahmet Şahin / zaman

Kim İslamda Güzel Bir Çığır Açarsa…

Mekke Fethinden sonra müslüman olan, Becile oğullarından 150 kişilik bir kafile içinde hicretin 10. yılında, Yemenden Medineye gelen, “Rasulüllahın Cerir b. Abdullah bu ümmetin Yusufudur” diye tavsif ettiği, mümtaz sahabiden (Müsned, IV, 357; et-Tabakât, I, 347; Sahabiler Ans. I. 289; Sunenun Nese-î V, 99-100; Tefsîru’l-Kurâni’l-Azim II, 45, 198.) bize gelen bir rivayette de aynı hususu parmak basılmaktadır. Rasulullahın “Cerir bizden Al-i Beyttendir” (Müsned IV, 358) buyurduğu sahabi bir sabah bizzat yaşadığı hatırayı şöyle anlatır:

“Biz günün başında (sabahleyin) Rasulüllahın huzurunda bulunuyorduk. Nemire (Alaca, beyaz ve silah çizgileri bulunan kumaş) veya Abâ (denen) kumaşı delmiş (başından geçirmiş) kılıçlı, çoğu-belki hepsi de- mudardan (yarı) çıplak bir topluluk Rasulüllaha geldi. Onlarda gördüğü fâket (fakirlik) ten dolayı Rasulüllahın yüzü değişiverdi. O da ezan okudu arkasından kamet etti. Rasulüllah SAV de (öğle) namazı kıldırdı. Bir müddet sonra (oradakilere) hitap etti ve şöyle dedi:

Ey insanlar! sizi bir tek nefisten yaratan ondan da yine onun zevcesini var eden, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının. Kendisi ile (adını anarak) birbirinize dileklerde bulunduğunuz, Allahtan ve akrabalık (bağlarını kesmek) ten sakının. Çünkü Allah mutlaka üzerinize tam bir gözetleyicidir.” (ayeti ile) (Nisa, 4/5.)

“Ey iman edenler! Allahtan korkun! herkes yarın için bugün ne gönderdiğine baksın. Allahtan korkun çünkü Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.” (Haşr, 59/18) (ayetini okudu sonra)

Her kişi dinarından, dirheminden, giyeceğinden, bir sâ (kadar) buğdayından, kuru hurmasından hatta (elinde olan) bir hurmanın yarısından (verev bi şıkkı temratin) tasadduk etsin (buyurdu).

Derken ensardan bir adam (büyük) bir torba getirdi. (Ağırlığından) neredeyse onu kaldıramıyordu. Hatta kaldıramadı. Halk (mudarlılar) birbiri peşine sıraya girmişti. Nihayet, yiyecek ve giyecekten iki yığın gördüm. Sonunda gördüm ki, Rasulüllahın yüzü altın (suyu) ile kaplanmış (bir maden) gibi parlıyor. Derken Rasulüllah (SAV) şöyle buyurdu:

“Kim islamda iyi bir çığır açarsa açtığı çığrın ecri ve kendisinden sonra, onunla (o çığırla) amel edenlerin ecirleri, sevaplarından hiçbir şey eksilmeden ona aittir. Kim de islamda (müslümanlar içinde) kötü bir çığır açarsa, açtığı çığrın günahı ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahları, günahlarından birşey eksilmeden ona aittir.” (Riyâzu’s-Salihîn, 19, bab. 172. hadis, s. 158 (müslim’den); Sunenu’n-Neseî, V, 99; (vermekle ilgili genel çığır açma; V, 100; iyiliğe vesile olma ile ilgili hadisler; et-Tâc, I, 74 (Hayra delil olan yapan gibidir); Sunenu İbni- Mâce 203, 206, 207 nolu hadislere bk. Bu hadislerde güzel bir sunnet ihdası ile ilgilidirler.).

Bu hadis-i şerifte iyi bir çığır açarak iyiliklere sebep olanların, kendilerinden sonra o iyiliği yapanların ücretleri kadar sevap alacakları belirtilmektedir. Ravinin müşahadelerine göre Rasulüllahın son yıllarında bir kıtlık olmuş, Mudarlı birçok kimse vücutlarını örtmek için sadece bir kumaşta kafalarını sokacakları bir delik açarak bunu elbise yerine kullanmaya başlamışlardır. Aynı zamanda aç ve yardım için Medineye gelen bu kimseler çaresizdirler.

Rasulüllah (SAV) bunları görünce çok üzülmüş. Evine girip bir zaman çıkmamış nihayet namazdan sonra ayetlerle başladığı hitabesinde halkı, Medinelileri buhlara yardıma çağırmıştır. Yardıma çağrılan herkes bütün müslümanlardır. Bunlar arasında fakir zengin ayrımı yapılmamıştır. Dinar ve dirhemi olanlar paraları ile, evde elbisesi olanlar giyecek yardımı yaparak sadaka vereceklerdir. Hatta evinde bir sâ (üç kiloya yakın 2.917 gr.) yiyecek buğdayı veya kuru hurması olan bir kimse de bundan sadaka vermeye çağrılmıştır. Daha ilerisi, bir hurmanın yarısının verilmesi teşvik edilmiştir.

‘Adalet mülkün temelidir’ sözü Hz. Ömer’e aittir!

Tarihçi Mustafa Armağan, Atatürk’e ait olduğu ileri sürülen bazı sözlerin asıl sahiplerini yazdı

‘Adalet mülkün temelidir’ sözü Hz. Ömer’e aittir

Bir dizide mahkeme salonlarının duvarlarında yazan “Adalet mülkün temelidir” sözünün altında Atatürk’ün imzası görünmeyince kıyametler kopmuş. Kınayanlar mı istersiniz, twitter’da cikleyenler mi, “Eyvah! Ulu Önder’in bir sözü daha silindi” feryadını basanlar mı! Bir gazetemiz de üşenmeyip bunu manşetine taşımış.

Ne diyelim: Bu kadar cahillik ancak 2013 Türkiye’sinde olur.

Cahillik, çünkü bu sözün Atatürk’le hiçbir alakası yok. Kaldı ki Atatürk’ün de sahiplendiği yok. Nitekim kendisinden yaklaşık 1.300 (bin üç yüz) yıl önce söylenmiştir ve birazdan ispatlayacağımız gibi kesin olarak Hz. Ömer’e aittir. Üstelik de yanlış bir çeviri…

Sözün Arapça aslı “El-‘adlü esâsü’l-mülk”tür Türkçede ‘mülk’ kelimesi “Mahkeme kadıya mülk değil” deyiminde olduğu gibi genellikle taşınmaz (gayrimenkul) anlamında kullanılır. Oysa Arapçada devlet, düzen, ülke, egemenlik, iktidar, saltanat anlamlarına da gelir.

Dolayısıyla “Adalet mülkün temelidir” sözüyle kastedilen şey şudur: “Devletin veya düzenin esası adalettir.”

‘Esas’ kelimesi için seçilmiş olan ‘temel’ de yanlış bir karşılıktır. Bir devletin adalet temelinde kurulmuş olması önemli ama adalet sadece devlet binasının temel kısmında bulunmaz ki! Sözün sahibi olan Hz. Ömer’in anlayışına göre adalet bir devletin temelinde olduğu gibi çatısında da, yani her zerresinde vücut bulmalıdır. Temelinde adalet olup da çatısında zulüm yaşanırsa o binada adaletin varlığından söz edilebilir mi?

Şimdi bakalım “Adalet mülkün temelidir” sözü Hz. Ömer tarafından nasıl ve hangi bağlamda söylenmiş?

armagan01.20130210075501.jpg

İbni Kesir’in naklettiği Hazreti Ömer’in konuşması.

HZ. ÖMER’İN ADALETİ

Sadece İslam tarihinde değil, dünya tarihinde de Hz. Ömer çapında âdaletiyle temayüz etmiş bir devlet başkanı bulmak kolay değildir. O, insanlık tarihinin adalet tahtının tacidarlarından biridir. Hayatından pek çok örnek verilebilir ama şu çarpıcı sözü yeterlidir adalet anlayışının hangi noktalara ulaştığını göstermek için:

“Devlet malını yetim malı konumuna koydum. İhtiyacı olmayan yetim malına tenezzül etmesin. Muhtaç olansa meşru surette, ihtiyaç ve emeğine uygun olarak yararlansın.”

Hicretin 20. yılında devletin geliri artmış, Hz. Ömer de Mekke’nin ileri gelenlerini maaşa bağlamıştı. Ölçüsü, Peygamber Efendimiz’e (sas) yakınlıktı. Kim O’na yakınsa daha yüksek maaşa bağlanacaktı. Oğlu itiraz etti. “Peygamber’in kölesi Zeyd’in oğlu Üsame 4 bin, bense senin oğlunum, 3 bin dirhem alıyorum. Adalet mi bu?” Hz. Ömer mutlak ölçüsünün Efendimiz olduğunu beyan eden şu şoke edici cevabı verdi:

“Ona daha fazla verdim, Çünkü Allah Resulü onu senden, onun babasını da senin babandan daha çok seviyordu.”

Gördüğünüz gibi insanın duygu ve düşünce sınırlarını zorlayan bu erişilmez adalet anlayışını bütün hayatına yaymış olan Hz. Ömer’in ağzına yakışırdı “Adalet mülkün temelidir” sözü.

“EL-ADLÜ ESASÜ’L-MÜLK”

637 yılındayız. Hz. Ömer’in İran hükümdarı Yezdicerd’in üzerine gönderdiği Sa’d b. Ebi Vakkas komutasındaki kuvvetler Medayin’e, sonra da Nehrevan’a girmişler, Sasanilerin paha biçilmez hazinelerini ganimet olarak Hz. Ömer’e göndermişlerdi. “Kisra’nın baharı” denilen muhteşem bir halı, mücevherli kılıçlar, kemerler, süslü elbiseler üst üste yığılmıştı. Bir de Kisra’nın altın bilezikleri vardı dizi dizi.

Halife Ömer, Süraka b. Malik’in kollarına taktırdı bilezikleri. Kisra’nın elbiselerini giydirdi. Sonra “çıkart” dedi ona. Şöyle dedi: “Allah’ım, benden daha fazla sevdiğin Resulüne ve Ebubekir’e vermediğin süslü eşyaları bana verdin. Bunları vermenden sana sığınırım.” Zengin olmanın bir düşüklük gibi görüldüğü bu aydınlık tablonun ardından Hz. Ömer’e bu defa Kisra’nın kılıcını getirdiler. Şöyle dediği duyuldu:

“Şüphesiz Kisra kendisine verilen dünyalıkla ahiretinden oldu. Dünya ile meşgul oldu. Kendisi veya damadı için mal topladı ama şahsı için ahirette yararlı olacak bir şey yapmadı.”

İşte “Adalet mülkün temelidir” sözünü bu bağlamda söylemişti Halife Ömer. Bunu İbn Kesir “El-Bidâye ve’n-Nihâye” adlı eserinde (cilt 7, s. 68) şu şekilde dile getirir:

“Adalet mülkün temelidir (esasıdır) ve baki kalmasının ve devam etmesinin sırrıdır… Beyhâkî ve İmam Şafi şunu dediler: Ömer b. Hattab, Kisra’nın bileziklerini Süraka b. Malik’e verdikten sonra şöyle dedi: “Kisra b. Hürmüz’ün bileziklerini kollarından çıkarıp Beni Müdlic kabilesinden Arab olan Süraka b. Malik’in kollarına takan Allah’a hamd olsun.”

Daha sonra Hz. Ömer, Müslümanlara bir hutbe verdi. Onlara Kisra’nın mülkünün (devletinin) zulüm ve eziyetlerle yok olduğunu, halbuki mülkün (devletin) temelinin ve ayakta kalıp devam etmesinin sırrının adalet olduğunu beyan edip açıkladı. Daha sonra bütün ganimetleri paylaştırdı. Ve bu ahlakla Müslümanlar İran şehirlerini (ülkesini) fethettiler. Kisra’nın mallarına mirasçı oldular. Güneş İslam illerinde batmaz oldu.”

Bundan 640 yıl önce, Atatürk’ün ölümünden de 565 yıl önce vefat eden bir tarihçinin kitabında aynen böyle yazıyor. Yani “Adalet mülkün esasıdır” sözü, Hz. Ömer’indir ve bir devletin zulümle ayakta kalamayacağı, ‘ilelebet payidar olması’nın sırrının adalet esası üzerine kurulması olduğu fikrinin patenti ona aittir.

Başkalarınca söylenmiş sözleri Atatürk’e mal etme gayretkeşliğinin başka örneklerini de biliyoruz.

Mesela Romalı şair Juvenalis’in neredeyse 2 bin yıllık “Orandium est ut sit mons sana in corpore sano” (Sağlam bir bedende sağlıklı bir kafa vermesi için Tanrı’ya dua etmelisin) sözü Atatürk’e mal edilerek “Sağlam kafa sağlıklı vücutta bulunur” şekline sokulmuştur.

Keza “Köylü milletin efendisidir” sözü de Kanuni’ye aittir ve aslı “Reaya milletin efendisidir” şeklindedir. Reaya, sadece köylü demek değildir. Üreten ve vergi veren anlamındadır ve Kanuni bir devletin devletten geçinenler sayesinde değil, üretici kitle sayesinde ayakta durduğunu anlatmak istemiştir.

Sözün özü: Mahkemeleri bırakın, diğer yerlerdeki sözler de asıl sahiplerine iade edilmelidir diyoruz. Zaten adalet bir şeyi ait olduğu yere koymak demek değil midir? O zaman tarihte de adalet istiyoruz. Hem de Hz. Ömer adaleti…

Zaman

Kıyamet ne zaman kopacak?

Son günlerin büyük merak konusu olan Kıyametin tarihi bilinebilir mi? Kur’ân-ı Kerîm bize “Kıyamet yakındır” (Kamer, 54/1) diyor. Kur’an-ı Kerimin nüzulünden bu yana 1400 sene geçtiğine göre, kıyamete daha bir yaklaşmışızdır demektir. İnsanlığın ve hayatın ve dünyanın tarihi konusunda muazzam yanılgılar var. Bilimi ateizme ve materyalizme alet edilen çevrelerce Dünyanın ve insanlığın tarihine dair yaklaşımlar ve tahmini söylenen şeyler, kati buluşlarmış gibi servis edilmektedir. Bu yanılgılara neşter atmamız gerekecek öncelikle.

Kainat Kitabının bir açıklaması olan Kur’an ve Kur’an’ın sözcüsü olan Peygamberimiz (asv) bu konudaki beyanlarına bakalım evvela. Hz. Peygamber,“Ben insanlığın ikindi vaktinde geldim” buyuruyor Diğer bir hadisinde ise“Benim ümmetimin ömrü 1500 seneyi pek geçmeyecek” buyurmuş. Günün dörtte ya da beşte biri olan ikindiden akşama kadar ki vakti 1500 yıl kabul ettiğimizde, insanlığın ömrünün 7500 yılı geçmeyeceğini söyleyebiliriz.
Diğer bir meşhur hadis rivayetinde ise; “Adem’den kıyamete kadar insanlığın ömrü 7000 senedir.” ifadesi yer alır. Görüldüğü gibi bu üç hadis birbirini teyit etmekte ve tamamlamaktadır [1].
Geleceği İnsanlar Bilebilir mi?
Peygamberimizin gelecekten haber vermesi Allah’ınn Ona bildirmesi ile ilgili bir durum. Geçmiş ve gelecek Allahın ilminde (Kader) mevcut olduğundan, Allahın bildirmesi ölçüsünde insanlar da geleceğe ve geçmişe dair şeyleri bilebiliyor. Rüyalarda Misal alemi dediğimiz aynalardaki misali levhalara nazar edenler geleceğe dair bazı şeylere muttali olabiliyorlar.
İslâm âlimleri, “Gaybı, Allah’tan başkası bilemez” düsturuna hürmetsizlik olmasın diye gaybdan haber vermeyi uygun görmemişlerdir. Haber verenler de, yalnız işâret sûretinde perdeli ve kapalı olarak ihbar etmişlerdir.
İstikbalden haber vermekte kullanılan ilim, cifir ilmi ve ebced hesabı olarak bilinir. Arapça harflerin her birinin belli bir rakam değeri vardır. Bu ebced hesabı, İslâmiyet’ten evvel de bilinmekteydi. Bu hakikati, Bediüzzaman şöyle teyid eder:
“Bir zaman, Benî-İsrâil âlimlerinden bir kısmı huzur-u peygamberî de sûrelerin başlarındaki ‘elif-lâm-mim’ gibi harfleri işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: ‘Ya Muhammed! Senin ümmetinin müddeti pek azdır.’ Onlara dedi: ‘Az değil.’ Sâir sûrelerin başlarındaki kesik harfleri okudu ve ferman etti: ‘Daha var.’ Onlar sustular.” 
“..Hazret-i Ali’nin (r.a) Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar, bir nevî ebced ve cifir hesabı üzerine telif edilmiştir. Hem, Cafer-i Sadık ve Muhyiddin-i Arabî (k.s) gibi gaybî sırlar ile uğraşan zatlar ve harf ilminin sırlarına çalışanlar, bu ebced hesabını gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.” (Şuâlar, s. 613).
Kıyamet 2129 Yılında mı Kopacak?
Bediüzzaman, âhir zamandan ve kıyametten haber veren bir hadis-i şerifi, ebced ve cifir ilmiyle tahlil eder ve bir takım tarihler çıkarır. “Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî zâhirine ale’l-hakkı hattâ ye’tiyallahü bi emrihî.” Meâlen: “Ümmetimden bir taife Allah’ın emri gelinceye kadar (yani kıyâmetin kopmasına kadar) hak üzerinde galip olacaktır.” 
Bediüzzaman bu hadisin ebced ve cifir analizini yapar. “Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî.” Ebced ve cifir ilmiyle rakam değeri Rûmi tarihle 1542. (Milâdî 2126) . “Zâhirine ale’l-hak.” Rûmî 1506 (Milâdî 2090) . “Hattâ ye’tiyallahü bi emrihî.” Rûmi 1545 (Milâdî 2129) … Bediüzzaman, 1545 de, yâni Milâdî 2129 yılında kâfirlerin başına kıyametin kopacağına dair bir îma bulunduğunu, bunların Allah’ın ilminde olup ve doğrusunun Allah tarafından bilinebileceğini ifâde eder.
Bediüzzaman hazretleri, ayrıca Fatiha-i Şerif’de, sırat-ı müstakîm üzerinde olanları tarif eden “Ellezîne en’amte aleyhim” fıkrasının şeddesiz 1506 veya 1507 ettiğini, “Zâhirine ale’l-hak” fıkrasının rakam değerine aynen denk gelmesinin hadisin îmasını teyid ve remz derecesine yükselttiğine dikkat çeker.
Bediüzzaman’ın ifadeleri şöyle: 
“… makam-ı cifrîsi 1545 olup kâfirin başında kıyâmet kopmasına ima eder.Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah. Câ-yı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil’ittifak bin beş yüz tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına mânidar, mâkul ve hikmetli bir surette 1506’dan ta ’42’ye, ta ’45’e kadar üç inkılâb-ı azimin ayrı ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu imalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir.” (Kastamonu Lahikası, s.26)
Bu açıklamalara göre, Kıyametin tarihinin 2129 yılı olduğunu söylenebilir mi? Bediüzzaman bunun “bir galip ihtimal” olduğunu söylüyor. Elbetteki insanlığı ve hayatı kim yaratmış ve idare ediyorsa, insanlığın ve hayatın sonu da yine Onun kudreti ve dilemesi ile olacaktır.
Kur’ân-ı Kerim’in ve hadis-i şeriflerin kıyametle ilgili îmalı işâretleri yanında, ilim adamları da bir takım hesaplamalar yapmaktadırlar. Kozmik bir hâdise olan kıyametin ne zaman tahakkuk edeceği konusunda kesin bir bilgiye sahip değiliz elbette.. Bunun ilmi Allah (cc) katındadır. İnsanın en çok merak ettiği konulardan olduğundan bilim adamları bu hususta bilimsel bazı çalışmalar yapmakta tahminlerde bulunmaktadır..
Amerikan Uzay Araştırmaları Merkezi NASA’nın verilerine dayanılarak Newsweek dergisinde yayınlanan bir araştırma var. Orada, dünyamızın, yörüngesine çok yakın bir mesafede geçen bir uzay cismine çarpma ihtimali 1987’de belirmiştir. Aynı dergideki hesaplamalara göre gezegenimiz böyle bir cisimle 2126 yılında çarpma ihtimali belirecek [2].
Arızona Unıversıtesinden gökbilimci Henry Melos Çapı yaklaşık 10 km olan SwHt Tuttle adlı kuyruklu yıldızının Dünyaya çarpması halinde kıyameti andıran bir tablonun ortaya çıkacağına dikkat çeker. 
Dünyanın geçmişte büyük iklim değişikilikleri geçirdiği bilinmektedir. Bu iklim değişikliklerinden birisinin, Meksika Yucatan bölgesine çarpan büyükce bir gök taşının (yeri belirlenmiştir) çarpması sonucu olduğu tahmin edilmektedir. Bu göktaşının Dünyaya çarpması sonucu ortaya çıkan toz duman neredeyse tamamına yakın dünya atmosferini kapladı. Güneş alamayan yeryüzünün büyük kısmında canlılar yok oldu (Nuh tufanı dönemi de olabilir), iklim değişti. Muhtemelen geçmişin o büyük ve iri canlıları bu dönemde yok oldu.
Büyükce bir gök taşının dünyaya çarpması üzerine oluşan manzara ile ilgili canlandırmalar vardır. Bu canlandırmalardan birisi şu adreste yer almaktadır: http://www.uzaybilim.net/2012/10/dunyaya-buyuk-bir-asteroidin-carpmas.html
Hemen şunu da belirtelim ki Dünyanın hayat için korunaklı bir gezegen olduğu, biz misafirler için özenle tasarlandığı , hiç bir şeyi eksik bırakılmayan bir saray tefriş edildiği her hali ile kendini belli etmektedir. Bu özel korumalardan birisi de Gök taşlarına karşı çok özel tedbirlerin alınmış olmasıdır. Örneğin dünyadan çok çok büyük ve dolayısıyla çekim kuvvetleri çok yüksek olan Jupiter ve Satürn gezegenleri gök taşlarına karşı Dünyayı koruyan bekçiler olarak yaratılmıştır. Yaklaşan gök taşlarını bir bir üzerinlerine çeken paratoner gibi görev yaparlar. Eskaza onları aşarak dünyaya yaklaşan taşları da Ay üzerine çeker. Ayın üzerine bir teleskopla bakacak olursanız gök taşı kriterlerinin çokluğunu hemen farkedebiliriz..
Güneş sistemi içinde her biri trilyonlarca gök taşı barındıran iki kuşak (Kupier ve Orion kuşağı) içinde bulunduğunu ve oralardan sık sık ayrılan gök taşlarının Güneş sistemi içinde seyahata çıkarıldığını unutmayalım.
Evet “bir anda bir seyyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbânî ile küremize, misafirhanemize çarpması, bu hanemizi harap edebilir: On senede yapılan bir saray bir dakikada harap olması gibi. (Şualar, s.39)“ . Kıyametin kopması için en yakın ihtimal asteroid ve kuyruklu yıldız gibi gök cisimlerinin çarpmalarıdır. Bu çarpmalarının nasıl etkiler oluşturacağı konusunu Bir Çekirdekti Kainat (Altınburç yayınları) adlı kitabımızda ayrıntıları ile ele aldık. Yakında zamanda neşredilen “Göklerin Kapıları” (Nesil Yayınları) kitabımızın son bölümü ise “karadelik ve kıyamet, evrenin sonu” konularına hasredildi. Ayrıntılı bilgilere ulaşmak isteyenler bu kitaplara müracaat edebilirler.
Tarih Hesaplamaları Güvenilir mi?
Ülkemize hala bilim materyalist ve ateist kanallardan ithal edildiğinden (kendi öz bilimimizi oluşturmadığımızdan) ateist işgal altındaki ithal bilim bize ilk insandan günümüze kadar geçen süreyi milyonlarca yıl olarak ele takdim eder. Bitki ve hayvanları içine alan ilk canlılığın iki milyar yıl önce teşekkül ettiği yazılıdır. Arzın geçmişinin ise, dört milyar yıl olduğuna dair bilgiler vardır [3].
Ülkemizde bir Milli Eğitim Bakanlığı vardır ama okullarda okutulan kitap ve kaynakların (müfredatın) gayri milli ve hatta gayri ilmi olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Bizi yansıtan (şahsiyet inşa eden) ve ezberci malumat yerine marifet talim eden ders kitabı ve kaynakların mevcudiyetini söyleyemiyoruz.
Bu yaş tayinleri günümüzde, paleontolojik, radyoaktif veya karbon on dört metotlarıyla, ya da ışık tayflarından faydalanarak yapılır. Geçmişle alâkalı bu yaş tayinlerinin gerçek değerleri değil, nispi değerlerdir. Sonuç olarak tarih hesaplamalarında kullanılan termodinamik soğuma gibi kaba metotların sıhhat derecesi tartışmalıdır. Radyoaktif yarılanmaya dayanan hesaplama metodu ise, uzak zamanlar için doğru sonuçlar vermemektedir. Dolayısıyla, gerek insanın geçmişi, gerekse diğer canlıların, ya da kâinatın yaşı hakkında ileri sürülen değerler güvenilir olmaktan uzaktır.
Nitekim son on-on beş yıla gelinceye kadar, kâinatın yaşı beş milyar yıl kabul ediliyordu. Şimdilerde, bazı araştırmacılar, uzaydaki galaksilerin yaşını on beş milyar olarak bildirirken, bazıları bunu otuz milyar yıla kadar çıkarmaktadır [4]. İleride ise nelerle karşılaşacağımız konusunda şimdiden bir şey söyleyemiyoruz.
İnsanlığın Tarihi
İlk insan Hz. Adem (as)’dan bu yana ne kadar zaman geçmiştir? Ve bu hususta ileri sürülen yüz binler yıllık tarihler, ne derece doğrudur?
Bugünkü kabule göre, dünya beş milyar yıl önce sıcak ve yoğun bir gaz kümesi idi. Dört milyar yıl önce ise, koyu bir ateş topu halinde bulunuyordu. Hayat ise, tek hücrelilerin ortaya çıktığı bir milyar yıl öncesine dayanıyor.
Bu tahmin, çağlar boyunca zamanın hep aynı aktığı ve sabit kaldığı düşünülerek yapılıyor. Halbuki zamanın değişken bir boyut olduğu ve onun, atomda, ışınlarda, olayların başında ve sonunda farklı bir seyir takip ettiğini biliyoruz. Bu durum, bir ırmağın yeryüzü şartlarına göre farklı hızlarda seyretmesine benzetebiliriz.
Geçen yüzyılın başlarında gelişen izafiyet teorisi ile zaman, hız, kütle vb. konularda yepyeni anlayışlar ortaya çıktı. Gelişmeler, teorinin ileri sürdüğü hususların matematiksel ispatları yanında tecrübî delillerini de ortaya koydu. Cisimler hızlandığında ve ışık hızına yaklaştığında, mutlak sandığımız değerlerin bir bir değiştiğini gözleriz.
Mesela ışık hızına çok yaklaşan birinin zamandaki seyri, bize göre on dört defa daha yavaştır. Yani o kişi bir yıl yaşadığında, biz on dört yaş almış oluruz. Bu hızda seyreden birinin sadece zamanı değil, boyu da değişikliğe uğrayarak yarıya iner. Ağırlığı ise üç misli artar. Diğer bir ifadeyle, ağırlığı 70 kg’dan 210 kg’a yükselen o kişinin elindeki metre yarı yarıya kısalmış, kolundaki saat ise yerdeki bir insana göre on dört defa daha yavaşlamıştır. O kişinin böyle bir saatle kainatın geçmişini ve insanlığın tarihini ölçmesi halinde ulaştığı sonuçlar doğru olabilir mi?
Aynı şekilde yerdeki biri de, ışın dünyasını normal saat ve cetvelle ölçmeye teşebbüs ederse başarı elde edebilir mi? Maddi alemin çapını, kütle hesabını ve zamanını bu ölçülerle incelersek doğru sonuçlar ortaya çıkmayacaktır. Aynı hesaplamalar,, ışın-enerji dünyasında yaşayan bir tür enerji-varlık (örneğin cinler, yada ışınlardan çok daha hızlık melekler) konusunda yapılsa, ışınların ölçüleriyle maddi dünyayı ölçmeye çalışsa, doğru sonuçlar elde edemeyecektir.
Radyoaktif elementler, “yarı ömür” denen sırlı bir olayla, belli bir zaman sonra, esrarını bilemediğimiz bir şekilde enerji denen mahiyete çevrilir. Mesela bir kg Uranyum, 1620 sene sonra yarım kiloya iner. Bu süre Uranyumun yarı ömrüdür. Maddenin bir şekli ve boyutu varken onun hamuru ve aslı olan enerjinin, boyutsuz ve zamansız dünyasının sırlarına henüz vakıf değiliz. Bildiğimiz bir şey, enerjinin ışık hızında olduğu ve maddeden tamamen farklı özellikler sergilediğidir.
Zaman, mesela, ilk çağlarda genişleme gösterip durgun akabildiği gibi, asrımızdaki şekliyle de daha hızlı bir seyir takip etmiş olabilir. İlk çağlardaki iri hayvan ve bitkilerin, şimdikilere nisbetle on kat daha fazla yaşadıklarına bakılacak olursa, o çağlarda zamanın on kat daha yavaş aktığı söylenebilir. Bu durumda yaş hesaplamalarını, şimdiki zaman akışına göre yaklaşık (1/10) onda bir ölçüsünde küçültmek lazım. Buna göre Güneş Sisteminin dört milyar değil dört yüz milyon, hayat başlangıcının bir milyar yıl değil yüz milyon yıl önce ortaya çıktığı ve yüz bin yıl olduğu farz edilen insanlık tarihinin on bin yıl olduğu sonucu ortaya çıkar.
Sonuç olarak, radyoaktif elementlerin belli bir zaman sonra yarıya inmesi, canlıların özellikle yakın geçmişleri ile ilgili ipuçları vermektedir. Ne var ki, biz, hesaplamaları hep madde konusuyla ele alıyoruz. Bu hesabı enerjinin ölçülerine göre yaparsak: Yani neredeyse ışık hızı dediğimiz ışık hızının yüzde doksan dokuz küsuru ile ele alırsak (Elektron gibi birçok atom altı ve kozmik parçacıklar bu hızda seyrederler. Tabii ki bu hızda parçacık değil ışın halindedirler), hesaplarımızda düzeltme yapmak zorunda kalır ve kainatın yaşının on altı-yirmi milyar yıl değil, bunun on dörtte biri olduğu sonucuyla karşılaşırız. Dünyanın yaşı ise dört milyar yıl yerine üç yüz milyon yıl bulunur. Yüz bin yıl önce ortaya çıktığına inandığımız insanlık tarihi ise, aniden yedi bin yıla iniverir.
Bu anlatılanları destekleyen meselenin bir başka yönü de, ivmeli bir artış gösteren dünyanın şu andaki nüfus miktarıdır. Eğer insanlık tarihinin on beş bin yıldan bu yana devam ettiği ve bu tarih boyunca ortalama ömrün hep yetmiş yıl olduğu kabul edilirse, dünya nüfusu yapılan hesaplamalara göre şimdi trilyon civarına yükselmeliydi. Şu andaki teorik anlayışa göre yüz binler yıl olduğu ileri sürülen insanlık tarihinin on beş bin yıldan daha kısa olması gerekiyor. Bu da kafi gelmemekte, atalarımızın ilk zamanlar 600-1000 yıl gibi daha uzun ömürlü olduklarını kabul etmek durumunda kalıyoruz.
Yüz sene sonra dünya nüfusunun ne kadar olacağını tahmin edebileceğimiz gibi, aynı tahmini geriye doğru gittiğimizde, Hz. İsa (as) döneminde dünya nüfusunun iki yüz elli milyon kadar olduğu hesaplanıyor [5]. Dünya nüfusuna tesir eden veba gibi salgınlar ve savaşlarda ölenlerin ancak nüfusun yüzde bir buçuğuna tekabül ediyor.. Bu durumda insanlığın ömrünün yüz binler yıl olduğu iddiası da geçerliliğini kaybediyor. Sadece nüfus artış hızı bile insanlığın ömrünün on bin yılı geçemeyeceğini gösteriyor.
1 .Kenzu’l-Ummal, h.no: 16459; Tezkiretu’l-Mevduat, I/223.; Sahavî, el-Makasıdu’l-hasene (Deylemi’den naklen), I/693, h.no: 1243; Munavî Feyzu’l-Kadir, III/547; h.no: 4278 (Deylemi’den naklen). Bir çok alim ve mutasavvıf gibi Bayezid Bistami Hazretleri de (Miftahu’l-Cifr adlı kitap) dünyanın ömrünün 7000 yıl olduğu konusuyla ilgili hadislere yer verir. Hadis alimlerinden ve Hanbeli mezhebinin kurucusu Ahmet ibni Hanbeli ise (İlel), peygamberimizin “Hz ademden kendisine kadar geçen zamanın 5600 sene olduğu” sözüne dikkat çeker.
2. Sharon Bcgley, “How will the World end?” Newsweek, 23 November, 1992.
3. Tatlı, A. Evrim ve Yaratılış, ikinci baskı, s.44-45, 1998, Kütahya.
4. Tatlı, A. a.g.e. s. 31-41.
5. Miller, C.Tyler. “Living In the Environment” Kaliforniya A.B.D. 1975

Risale-i Nur ve Tecdid Ulusal Sempozyumu

Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İstanbul İlim ve Kültür Vakfı, Haliliye Kültür ve İlim Vakfı Şanlıurfa’da “Risale-i Nur ve Tecdid Ulusal Sempozyumu” düzenliyor.

3-5 Mayıs 2013 tarihinde düzenlenecek olan sempozyumla ilgili tebliğ çağrısında bulunuldu.

Sempozyumda Risale-i Nur ve Said Nursi’nin düşüncesindeki tecdidi yönler başta beşeri bilimler olmak üzere birçok bilim dalı açısından ele alınacak.

Sempozyumla ilgili ayrıntılar şöyle:

TEBLİĞ ÇAĞRISI

Yaşadığımız yakın dönemin en önemli kavramlarından biri olan “Tecdit” dinin bu asırda değer, düşünce ve davranış olarak yeniden ihyası anlamında kullanılmaktadır. İslam Dünyası’nın, Batı’nın teknolojik ilerlemesi karşısında sözde geri kalmışlık anlayışından kurtulma çabaları ile daha da önem kazanan tecdit, ihya kavramı ve hareketleri yakın dönemimize damgasını vurmuştur. Bilhassa Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Hint alt kıtasında bu iddia ile ortaya çıkan hareketler görülmüştür.
Anadolu topraklarında ise Said Nursî ve Risale-i Nurlar bugün birçok alanda somut olarak gözlemlenen tecdidi gerçekleştirmiştir. Birçok dile tercüme edilmiş olan Risale-i Nurlar dünya çapında dini algı ve yaşantıda yeni yaklaşımlara ışık tutar olmuştur. Bu yönüyle İslami alanda çalışan ilim ehlinin ve akademik camianin dikkatini çekmiş, birçok ulusal ve uluslararası sempozyumlara, konferanslara ve akademik çalışmalara konu olmuştur.

Sosyolojik bir gerçek olan bu durum Risale-i Nurların tecdit yönünün bilimsel olarak ele alınmasını zaruri kılmaktadır. Bu amaçla düzenlenecek olan bu sempozyumda Risale-i Nur ve Said Nursi’nin düşüncesindeki tecdidi yönler başta beşeri bilimler olmak üzere birçok bilim dalı açısından ele alınacaktır.

1-Sempozyum Alt Başlıkları
İslami Literatürde Tecdit ve Müceddid Anlayışına Said Nursî’nin Yaklaşımı
Risale-i Nur’un telif döneminde İslam Coğrafyasında Tecdid Hareketleri
Risale-i Nur’un İslam Medeniyetinin Yeniden İnşasına Katkısı
Risale-i Nur ve Modernite
Risale-i Nur’da Günümüz İnsanının Anlam Arayışı
Risale-i Nur’da Allah-İnsan-Kâinat İlişkisi
Risale-i Nurun Ehl-i Kitaba Bakışı
Risale-i Nurun Ahir zaman Fitnesine Bakışı
Tefekküri tecdit ve Kâinat Kitabını kavrami
Esmau’l-Hüsna’nın Mana Boyutu
Müspet Hareket Ekseninde Dini Hizmet Usulleri ve Cihat Anlayışı
Risale-i Nur’da İman Rükünleri
Cennet ve Cehennem Algısı
Kuran’ın İ’cazı, Kuran’a Bakış ve Tefsir
İçtihad
Sahabeye Duyulan Saygı
Sünnet Algısı ve Hadislere Verilen Ehemmiyet
Fıkıh ve Muamelat
Fert – Devlet iliskisi
Siyasal Düşünceler
İktisat
İhlâs
İslam Kardeşliği
Kadınin yeri
Dua ve Münacat
Said Nursî’nin Düşüncesinde Tecdidin Gerekçeleri ve Yöntemi
Epistemolojik Açıdan Tecdid ve Risale-i Nur
Metodolojik Açıdan Tecdid ve Risale-i Nur
İslami Metinleri Yorumlamada Getirdiği Yenilikler

Risale-i Nur Perspektifiyle İslami İlimlerde Tecdid (Konular İtibariyle, Yöntem İtibariyle)
-İlminde Tecdid
-Tefsir İlmine Getirdiği Yenilikler
-Hadis Usulü ve Yorumunda Tecdid
-İslam Tarihi Yorumlarında Getirdiği Yenilik
-Tasavvuf Tarihi ve Tasavvuf  İlmine Getirdiği yenilikler
-İtikadi ve Ameli Mezhepleri Değerlendirmesi
-Felsefeye Bakışı ve Getirdiği Yenilikler
-Farklı Açıdan Sosyolojik Tahliller
-Psikoloji İlmine Getirdiği Yenilikler

Sempozyum Sekreteryası:
Doç. Dr. Celil ABUZER (celilabuzer@hotmail.com)
Doç. Dr. Kasım YENİGÜN (kyenigun@harran.edu.tr.)
Hakan Gülerce (iikv@iikv.org)

Önemli Notlar:
Sempozyum 03-05 Mayıs 2013   tarihlerinde  Şanlıurfa’da yapılacak olup, tebliğlerin Sempozyum Sekretaryasına ulaştırılmasıyla ilgili takvim şöyledir:
a) Tebliğ özetleri, 250 kelimeyi aşmayacak şekilde, en geç 30 Kasım 2012 tarihine kadar tecditsempozyumu.com  (http://www.nursistudies.com/ocs/index.php/tecdid/tecdid ) web adresinden online olarak sempozyum sekretaryasına ulaşmalıdır.
b) Özetleri kabul gören yazarlara 15 Aralık 2012 tarihine kadar bilgi verilecektir. Kabul alan yazarlar 15 sayfayı aşmayacak uzunluktaki tebliğlerini, hakemler tarafından değerlendirilmek üzere tam metin olarak en geç 28 Şubat 2013 tarihine kadar Sempozyum sekretaryasına göndereceklerdir.
c) Sempozyumda sunulmak üzere kabul edilen tebliğ yazarlarına en geç 31 Mart 2013 tarihine kadar bilgi verilecektir.
d) Tebliğler, genelde Risale-i Nur Külliyatı ışığında, yukarıdaki başlıklar çerçevesinde hazırlanmalıdır. Bu kapsama uymayan tebliğler kesinlikle dikkate alınmayacaktır.  Risâle-i Nur Külliyatı ve Nursi üzerine yapılmış akademik çalışmalar,  www.www.nursistudies.com  www.nuronline.org  ve www.iikv.org sitelerinde bulunmaktadır. İlave bilgi ve kaynak Sempozyum sekretaryasından temin edilebilir.
f) Sempozyumda sunulacak tebliğler Türkçe olmalıdır.
g) Tebliğleri sunum için kabul edilen katılımcıların masrafları organizasyon tarafından karşılanacaktır.

Risale Haber-Haber Merkezi