Etiket arşivi: risaleleri sadeleştirmek

Risale-i Nur’un Sadeleştirilmesine Bakışımız

Muhterem Kardeşlerimiz;

Evvelâ selâm eder, maddi manevi hizmetlerinizde hayırlı muvaffakiyetler diler. 22Mayıs 2012 tarihinde başlayacak olan üç aylarınızı ve mübarek gecelerinizi tebrik eder, feyizyab olmanızı Cenab-ı Allah’dan niyaz ederiz.

1- Hizmet bölgelerinden gelen teklifler ışığında Risale-i Nur’un sadeleştirilme mevzuu görüşüldü. Görüşmeler sonucunda; aşağıdaki noktalar kardeşlerimizin dikkatlerine sunulmuştur:

a) Risale-i Nur, bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Kur’anıntereşşuhatıdır. Hakikat noktasında, Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi, bu kudsîkelimatın feyzini uçurur, sünühat-ı Kur’aniyenin hüsün ve cemaline ilişir. Risale-i Nur’un selasetini bozar, fesahatini zayi eder. Dimağın cevelan sahasını daraltır, tefekkürü kısırlaştırır. Mana tabakalarının hayatiyet ve canlılığını kurutur. Bu nedenlerden dolayı, Hz. Üstadımızdan bize intikal eden Risale-i Nur’un asliyetinimuhafaza etmek bizim vazifemizdir. İlhamen yazdırıldığı herkesçe malum olduğundan, Risale-i Nur değiştirilemez. Sadeleştirme, Risale-i Nur’un yerine geçemez, yerini tutamaz.

b) Ancak şu var ki, Risale-i Nur’un mesleği, kavl-i leyyindir. Hiddet ve şiddete medar beyan ve ifadelerle, husumeti ihsas edebilecek tavır ve ahvallerle, mukabele manasını taşıyan hallere bürünmenin de Nur’un nezih mesleğine uygun olmayacağını da kardeşlerimize hatırlatıyor, hikmete medar bir biçimde, Risale-i Nur hizmetinin intişar ve inkişafına kuvvet vermelerini hasseten rica ediyoruz.

14 Nisan 2012 Geniş Daire – İstanbul (Marmara Bölgesi İstişaresi)

Sadeleştirme ile ilgili lahika mektubu‘nuda okuyabilirsiniz.

Trakya 4. Mezunlar Programında yapılan istişare’de Mehmet Şaylan hocamız sadeleştirme metnini değerlendirirken

 

Senai Demirci “Risale-i Nur’un Dili”

Senai Demirci Risale-i Nur’un dili ve sadeleştirme ile ilgili sosyal paylaşım sitesi olan twitter’da bazı tweetler attı…

Bizlerde NurNet.Org ekibi olarak sizler için o tweetleri yayımlayalım dedik.

İşte o tweetler:

Risale’nin dili ağır değil, belli ki biz çok hafif kalmışız.

Dil, sesler üzerine yaptığımız ortak sözleşmedir; Risale-i Nur’un özel dili bizi Kur’ân sesleri üzerinde yeni bir sözleşmeye hazırlar.

Risale’nin sadeleştirilmesi uygulamasına olumlu gözle bakan kardeşler mazurdur ama risale’ye müdahale edecek kadar ehil olanlar mazur değil.

Sözün gücünü hafif görüp gücünü söz eyleyenler her daim mahcup olmuştur.

Risale’nin diline müdahale konusunda taassup ehli değil, ihtisas ehliyim; sonuna kadar direneceğimden emin oluna.

“Risalenin sadeleştirilmesi” tabirine karşıyım, risale değildir karmaşık ve anlaşılmaz olan; kendimizi sadeleştirmeliyiz.

Duvardaki çatlak sıva ile kapanmaz; insaf!

İyi güzel de kardeşler; bir hatayı meşrulaştıracak bu çaba niye, başı da sonu da hüsran bu aldırmazlık niye?

“Kuvvetliyiz, o halde dilediğimizi yaparız, yaptığımızı da doğru diye kabul ettiririz” anlayışı varsa sadeleştirmenin arkasında, yandılar!

Gücünü söz yapanlar, sözün gücü karşısında mağlup olacaklarını şimdiden öğrensinler; yeterince sade konuştum sanıyorum.

Onca insaflı eleştiri ve uyarıyı dikkate almamak, bodoslama bu işe devam etmek, bir güç sarhoşluğunu akla getiriyor.

“Sadeleştirme” diyenlerin Bediüzzaman’ı anlamadığı ortada, anlamayanların sadeleştirme hakkının olamayacağı da…

 

Amerikalı John Zacharias: Risale-i Nur’u Türkçe Okuyorum

Benim ana dilim Türkçe değil, Kürtçe de değil. Açıkça söylesem, Türkçe, öğrendiğim dördüncü dil hükmündedir. Onun için baştan bu yazıda yapacağım hatalardan özür diler, sabrınızı rica ederim.

Benim ismim John Zacharias Crist. Amerika’da doğup büyümüş 25 yaşlı biriyim. Evet, benim ana dilim İngilizcedir ve sonradan Fransızcayı ve İspanyolcayı öğrendim. Artık neredeyse üç senedir İstanbul’da ikamet ediyorum ve Türkçeyi yaşayarak ,ve kanaatimde daha mühim, Risale-i Nuru okuyarak öğrendim. Şimdi mevzu’a geçelim, Risale-i Nur talebesi olarak lakin ana dilim Türkçe olmadığı halde çok sıklıkla sorulan bir sual bana geliyor: “Risale-i Nur’un ‘sadeleştirmesi’ hakkında ne düşünüyorsun?

Devam etmeden evvel, bunu da söylemem lazım: Benim asıl mesleğim Fransızca eğitimidir. Amerika’dan dil eğitimi fakültesinden mezun alıp hem Amerika’da hem de Türkiye’de Fransızca ve İngilizce öğretmenliği yaptım ve hâlâ yapıyorum. Üniversitedeyken derslerimin büyük bir kısmı linguistics, yani dil bilimi, bölümünden idi.

Peki, suale dönelim. Hiçbir dil, ne olursa olsun, sadeleştirilemez, ancak sakatlaştırılabilir.

Sadece insanların ifade edebileceği kabiliyeti ve fikirleri daraltıyor. Türkiye’de bir sefer 14 ve 15 yaşındaki öğrencilerle Risale-i Nur sohbeti yapıyordum ve nifak kelimesini kullandım, bu öğrencilerin çoğu, şu kelimenin manasını bilmiyordu ve ben gerçekten şaşırdım. Zira aynı yaştaki Amerika’da yaşayan bir öğrenci hem bu kelimenin manasını bilir hem de günlük hayatında kullanır. Yani, bu ne demek? Bu öğrencilerin zihniyetinde nifak mefhumu yoktu, manasını bilmeden kendi dünyasında ne kavrayabilir ne de yansıyor. Hayatta nifakâne bir hadiseyi tecrübe etseler bile onun aleyhinde kördür ve ona karşı bir cevap veremezler.

Fakat “Risale-i Nur artık anlaşılmıyor” diyenler var şimdi. Ona karşı neyi düşündüğümü merak edenler de çok. Ama ben, 500 sene evvel yazılan Shakespeare’in şiirlerini ‘sadeleştirilmeden’ anlayabilirim. Hatta 800 sene evvel yazılan Chaucer’in İngilizcesinin bir kısmını da anlayabilirim. Evet, İngiliz dili, o 800 ve 500 seneler zarfında değişmiş – yeni kelimeler oluşturuldu, gramer değişmiş ve saire. Eskiden daha saf bir dil değildi ve hâlâ İngilizcenin %40 Fransızca, yani Latince, kökenlidir; ama İngilizce konuşan dünyası ona karşı hiç eziyet hissetmiyor. Bilakis ona bir zenginlik olarak algılıyor. Bizim dilimizi daha iyi bir şekilde öğrenmek için ya Fransızcayı ya da Latinceyi okuyoruz. Evet, ben de Latinceyi lisede okudum.

Demek, benim fehmettiğim kadarıyla sadeleştirmek, tembellik meşhurlaştırmasından başka bir şey değildir. Neden? Bir başka bir misalle ifham etmeye çalışacağım inşallah. Shakespeare’in eserlerini ilk gördüğümü hatırlıyorum, ilk nazarda anlayamadım. Fakat öğretmenlerimiz ve halkımız Shakespeare’in ‘sadeleştirilmesi’ne izin vermedi ve vermez. Zira onun eserlerine ve mütedahil manalarına müdhiş bir hakaret olarak görürdüler. Çünki nüansları ve derin kavramları, gözlerimizin altında olduğu halde kaybolurdu. O vakit ne yaptı kıymetdar öğretmenlerimiz? Bize Shakespeare’i okuttular, anlamadığımız kelimeleri anlattılar, değişik gramer kurallarını şerhettiler, tâ ki mütenevvir olduk… Bize sakat bir dil ile bırakmadılar; vazifesini yaptılar ve elhamdülillah, 500 senelik ihtiyar bir İngilizceyi, günümüzdeki İngilizce gibi anlayabilirim.

Bu kadar İngilizce bildiğim halde, yine de nakıs görüyorum. Neden?

Çünkü üniversitede iken bilmediğim kelimelerle çok sıkça karşılaştım ve hâlâ akademik bir kitabeti veya makaleyi okuduğum zaman, bilmediğim en az bir kelime çıkıyor. Evvelce anlattığım eğitimden geçtikten sonra, bazen o kelimeleri, cümlesinin bağlamında fehmedebilirim, ama bazen de sözlüğe bakmak zorunda kalıyorum.

Evet, ana dilim İngilizce olduğu halde kendi dilimde sürekli yeni kelimeleri öğreniyorum ve doğrusunu söylesem, öğrenmekten müdhiş bir zevk alıyorum. Çünkü fikrimi geliştiriyor, o kadar dar bir dünyada yaşamaya mahkûm değilim, elhamdülillah.

Yani bir eser okurken, İngilizce – İngilizce Sözlüğü elimde olmadan silahsız kendimi hissediyorum; fakat bu usulü Türkiye’de çok nadiren gördüm. Evet, normal bir Amerikalının evindeki kitaplıkta bin sahifelik bir sözlüğün bulunması neredeyse şarttır ve içindeki kelimeler tâ Shakespeare’den evvel açıklıyor.

Peki, okurken bilinmeyen bir kelimeyle karşılaşıldığı zaman bu kadar tembellik için ne bahane var? Artık ben soruyorum.

Mühim ihtar: Bu yazıyı ana dili Türkçe olana kasden tashih ettirmedim. Bütün kusurlar bana aid, hak sahibi ise Allah’dır.

Kaynak: Risale Ajans

Cemil Meriç, Said Nursî ve Risale-i Nur’un dili

Cemil Meriç’in, Said Nursî’yi tanımaya çalıştığı, Risâle-i Nur’la ciddî mânâda meşgul olduğu ve kanaatlerini açık yüreklilikle, merdâne ifade ettiği günlerde, bazı çevreler Risâle-i Nur’un dili üzerinde bazı istifhamlar uyandırma gayreti içine girmişlerdi.

Bediüzzaman’ın rahle-i tedrisinde yetişen ve hizmetinde bulunan talebeleri o teşebbüslere birlikte neşrettikleri lâhika mektupları ile cevap vermeye çalıştılarsa da camianın dışındaki insanlar üzerinde fazla tesirli olamadılar.

Bunun üzerine Nur Hareketinin naşir-i efkârı olan ve o günlerde Yeni Nesil adı ile yayınlanan Yeni Asya gazetesinin muhabirleri, meselenin mütehassısı olan aydınların görüşlerini sordular. Lâkin her vesile ile her sahada konuşan pek çok kişi kanaatini beyan etmekten çekindi.

Bu hususta en güçlü ses yine Cemil Meriç’ten geldi. Necmeddin Şahiner’in, Risâle-i Nur’un dili hakkında sorduğu sorulara ‘her eserin kendi dili ile doğduğunu, milletimize Rabbanî bir iltifat olan Risâle-i Nur’un dilinin Kur’ânî, İslâmî bir lisan olduğunu, Risâle-i Nur’un kelimeleri ile oynamaya kimsenin hakkının olmadığını’ ifade etti.

O da biliyordu söylediği sözlerin ona muhalif çevreleri rahatsız edeceğini. Muhataplarının, Risâle-i Nur üzerinde yapılacak tahlil ve tefsir çalışmalarına karşı olduğu zehabına kapılmalarına fırsat vermemek için de sözlerini biraz daha netleştirdi:

Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerini, ancak Said Nursî kabiliyetinde ve İslâmî kelime hazinesini onun kadar iyi bilen birisi nihayet tevil ve tefsire kalkışabilir. Bunu da ne kadar yapabileceği, yaptıktan sonra belli olur.” (Nurculuk Nedir s: 17)

Tarihî cihetini, ‘Büyük bir imparatorluğun son sözleri’ diye tavsif ettiği Risâle-i Nur’u Türk dilinin temel eserlerinden biri olarak kabul eden Cemil Meriç’e göre o eserlerin Türkçe telif edilmesi, millet için olduğu kadar dil ve düşünce dünyası için de büyük bir kazançtı.

Nitekim dili tahrip edilerek inancı, mânevî değerleri ve mazisi ile bağlarından koparılıp ‘bir toz yığını’ hâline getirilmek istenen millet, resmî baskılara, fiilî zorluklara ve maddî sıkıntılara göğüs gererek Nurları sahiplenmişti.

Ekseriyeti kırlarda, köylerde yaşayan ve işlerinin çokluğundan düşünmeye bile vakit bulamayan insanların, küçük risâleler halinde ellerine geçen Nurları iştiyakla okumaları, anlamaları, yakın çevreleri ile birlikte dersler yapmaları Risâle-i Nur’un dilinin, günlük konuşma dilleri ile inançlarını imtizaç ettirmesinden ileri geliyordu.

Cemil Meriç, bizzat yaşayanlardan görerek ve görüşerek müşahede ettiği bu hakikati “Risâle-i Nurları okumadan ne Türk dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi. Risâle-i Nurlar bizim millî hazinemizdir” (Nurculuk Nedir s: 13) gibi sözleri ile dile getirdi.

Bu arada, resmî mercilerden destek alan ve onların talimatıyla hareket eden bazı kişilerin hedefinden saptırmaya çalıştığı bir gerçeğe daha işaret etti. O da Risâle-i Nur’un etrafında kenetlenen insanların teşekkül ettirdiği cemaat ve onun ismi altında faaliyet gösteren cihanşümul hareketti.
Said Nursî’nin, ‘küfrün hücumlarının bir şeye yaramadığını anlayarak kendi kendine pişman olmasını sağlayan’ imanî eserler vermesinin yanında güçlü bir cemaat teşekkül ettirmesi de onun dikkatini çeken hususlardan biriydi.

Hâl-i hazırda da, gelecekte de Nur Hareketine makul bir nazarla bakmak isteyen insanların, ancak onun başarabileceği bu gerçeği de görmesini sağlamak maksadıyla Bediüzzaman’ın Nurları telif etme gayretini, Nur Talebelerinin o sıfatı alma mücadelelerini ve cemiyet içindeki yerlerini nazara vermek istedi.

Ülkemizin yüzüstü bırakılan insanları, onun Nur Risâlelerini okuyarak İslâmiyetin ne kadar aydınlık, ne kadar muhteşem, ne derece şerefli bir inanç manzumesi olduğunu idrak ettiler. Zilletleri izzete tahavvül etti. Mukaddes iman ateşini söndürmemek için bütün çile ve işkencelere katlandı. Sonunda dünyadan ebediyete muzaffer olarak intikal etti. Bediüzzaman ışığı vatan sathına en çok yayılan gür bir meş’aledir. İslâm’ın bayrağını zinde bir imanla gelecek nesillere devretmek için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen Nur Talebeleri hem sayı, hem ihlâs bakımından önde olmak vasfını muhafaza etmektedir.” (Nurculuk Nedir s: 17 )

Cemil Meriç bu ve benzeri sözleri; Said Nursî, Risâle-i Nur, Nurculuk hakkında kimsenin konuşmaya cesaret edemediği, konuşanların istihbaratın sıkı takibine, tacizine maruz kaldığı, kendini aydın diye adlandıran karanlık çevreler tarafından horlandığı, dışlandığı bir zamanda söyledi.

Gazetelerde, dergilerde yayınlanan o sözleri bir mensubiyet hissiyle veya yeni çevre edinme maksadıyla da söylemedi. Her mütefekkirin göstermesi gereken medenî cesareti gösterip yapması icap eden ilmî hareketi yaptı ve düşünceye saygı duymasının, dâvâsının mücadelesini veren insanlara hürmet etmesinin iktizası olarak ifade etti.

Çünkü ‘Said dağ başında va’z eden bir mürşit. O konuştukça laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer’ dediği Said Nursî de, ‘Nurculuk bir terkiptir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın, Batıya karşı Doğunun isyanı’ (C. Meriç’in Dünyası s: 140) diye tarif ettiği Nur Talebeleri de o saygıyı ve hürmeti hak eden dürüst, mert, fedakâr, ihlâslı insanlardı.

Böylece Cemil Meriç, düşünceye saygının tezahürü olan bu gibi sözleri ve cesur hareketleri ile bir mütefekkirin, haklının yanında yer alıp mazlûmu müdafaa ettiği nisbette her düşünce sahibi tarafından sayılıp sevilebileceğini gösteren güzel bir örnek oldu.

Kaynak: Risale-i Nur Enstitüsü

Severseniz, uzmanı olursunuz!

Risale-i Nur’larda dikkatimi çeken bir husus var ; Risale-i Nur, her zaman her yerde kapısını herkese açmıyor. Bir hocamız, Arapçayı, Farsçayı biliyor, dolayısıyla Osmanlıca onun için çok basitti. Risale-i Nur’ların yüzde altmışı Arapça ve Farsçadır.

Benim gibi kimseler, onu anlamak için kendisini yetiştirmek zorunda kalmıştı, öte yanda gerçekten hoca olan bir kimse Risale-i Nur’u okuyor, ama ‘anlamadım’ diyor, kitabı bize uzatıyor. Her kelimeyi anlıyor fakat dersin topladığı manayı, o toplayamıyor.

O zaman anlıyorum ki o şahıs, Risale-i Nur’lara tenkit yönünden yaklaşmış ve kapılar yüzüne kapanmış.

Risale-i Nur’u anlamıyor muyuz, anlamak mı istemiyoruz? Belki anlamak istemiyoruz… Halbuki derslerde yedi yaşından yetmiş yaşına kadar pek çok kimse bulunuyor, memnun kalıyor ki devamlı geliyor. On yaşındaki bir çocuk ya da kelimeleri tam anlayamayan bir genç “Ben bu dersten bir şey anlamadım” derken, hemen ilâve ediyor: “Ama hoşuma gitti, yine geleceğim.” Demek ki bu derin ruh, çocuğun ruhuyla bütünleşmiş. Zaten asıl olan da budur. Ruh, Allah’ın hayat sıfatından olduğundan, çok geniş bir sahayı içine alır.

Bir insanın her şeyi anlaması mümkün olmayabilir. Anlamadığı halde Risale-i Nur’a taraftar olsa, o kitabın, o âlimin atmosferine girmiş olur. Hangi ilim olursa olsun, bir ilim kime kapılarını açmışsa o insan o ilimde ileri gider. Şimdi bilim diyorlar. Her bilimde bir uzman varken, bir insan canının istediği bilimde uzman olamıyor. İsterseniz deneyin. Fizikte, divan edebiyatında, uzman olabilecek kaç kişi gösterebiliriz? Fakat bir sır var; SEVERSENİZ UZMANI OLURSUNUZ!

Bunu ben kendi hayatımda çok denemişimdir. Sevdiğim bilim, beni sevdi. Diğerlerinden sanki uzaklaştım.

Risale-i Nur’lar çok önemli kitaplardır. Anlamak için uğraşmak lazım, uğraşmak için sevmek lazım. Ne söylenmişse ispatlayan, kara noktaları tek tek aydınlatan, günümüzün sorularına cevap veren bir ilim hazinesidir O…

Risale-i Nur’da iman, beyinden geçip kalbe gider. Akılla vahyi bütünleştiren Risale-i Nur’da herkesin sorusuna cevap vardır.

Risale-i Nur anlatılamaz, anlaşılır, yaşanır. İnsan her bildiğini anlatamıyor, kelimeler yetmiyor. Bazen söz, onlara ulaşamaz.

Risale-i Nur’lar, hapishanedeki mahkumların içtiği sigara paketlerine yazıldı. Üstad hiç uyumaz, ağaçların üstünde oturur, talebelerine yazdırdığı yazıları tekrar tekrar okur, düzeltirdi. Üstad’ın okumadığı hiçbir Risale yayınlanmadı. Hepsini kelime kelime okumuş ve bu yazılanları bizzat yaşamıştır.

Ben Risale-i Nur’dan ayrılmadım. Ömrümün kalan kısmını, Risale-i Nur’u anlamaya çalışarak geçirmeyi Allah’tan istiyorum…

Hekimoğlu İsmail – Zaman