Etiket arşivi: risaleleri sadeleştirmek

Said Nursi neden gazete okumazdı?

Yeni Said döneminin gazete okumayan Said Nursi’si Eski Said döneminde günde belki sekiz-on gazete okuyordu.

Başkasının kaşığıyla düğün yemeğine gitmek” diye bir tabir var Anadolu’da. Bu tabir hatırıma geldikçe, sahip olduğu iğreti düşünce, yorum, klişe anlayış, donuk malumat ve değerlerle hayat meydanına dalan modern insanın hüsranını hatırlarım… Söz konusu ödünç ‘kaşıkları’ da hazır ve draje bir şekilde yazılı, görsel, elektronik medyadan alan atıl akıl sahiplerini, kendimi de hesaba katarak düşünür, hüzünlenirim.  

Eski zamanların semadan haber getiren manevi liderlerinin yerini günümüz cilalı imaj devri’nin parlak yaldızlı sunucuları, spikerleri, muhabirleri, köşe yazarları, senaristleri, yazı teknisyenleri, yorumcuları aldı adeta… Onların gün boyu dört bir koldan üfürdükleri, söyledikleri, değişik etkin yöntemlerle beynimize ve kalbimize zerk ettikleri afyonlanmış yorum, kanaat, kavram, bakış açısı, hislenme biçimleri, davranış örüntüleri ile hayata, olaylara, dünyaya, insanlara, varlığa yaklaşıyoruz. Farkında mıyız?

İzlediği son dizinin replikleriyle bütün bir hafta konuşan, düşünen, davranan insan sayısını hiç düşündünüz mü?

Etkili bir reklam spotunu temcid pilavı gibi tekrar ederek ‘hafızlık’ edenler az mı?

Haber programlarını izleye izleye her şeye, bir enkırmen ağzıyla yorum getiren kitleleri görmüyor muyuz?

İzlediği tartışma programının sunduklarıyla ekonomi-politik, vatan kurtarma, sosyolojik ve stratejik analiz yapanlar az mıdır?

En çok ‘bildiğini’ iddia eden naylon aydına bakın, bütün fikirleri en son okuduğu gazete yazısından, dinlediği bir tebliğden ibaret değil midir?

Daha da derin düşünen ve yazan zamane mütefekkir, en son okuduğu kitap, makale, teori ve analizlerden devşirdiği bulamacı, terkipten telife yükselen keyfiyetten uzak bir şekilde önümüze ‘löp’ diye kusmuyor mu?

Ödünç ve iğreti kavram, düşünce, yorum, malumat, teorilerle düşünmemek… Bunları kendi nefsine tatbik ederek, aklın ve kalbin imbiğinde süzüp salih amele dönüştürme çabasıyla hallenmek… Zihnini enformatik cehalet’in vadilerinde mecnuna dönmüş bir vaziyette gezdirmemek… Aktüel politikanın günübirlik cangılında taraf olarak sığlaşmamak, küçük hesapların yüzeyselliğinde kaybolmamak…

Düşüncenin ve  duyguların şirazesini dağıtmamak… Günübirlik olayların yalınkat, bir kaşık suda fırtına koparan, önce pireyi deve yapıp sonra o deveyle çöllere revan olan, ardın da yolunu izini kaybedip feryatlar koparan bir divaneye dönüşmemek… ‘Afaki tefekkür’den ziyade ‘enfüsi tefekkür’e odaklanmak… Geçici dünyevi hayattan ve medeniyetlerin geniş dairedeki inşaasından çok ebedi hayatın inşaasına ve hayatın küçük medeniyetinin inşaasına  gayret etmek…: Üstad Said Nursi’nin ta eski Said döneminde fark ettiği (örneğin, Sünuhat isimli eserine bu gözle bakılmasını öneririm) yeni Said döneminde ise iyice belirginleştirdiği gazete okumamak, radyo dinlememek, dünya hadiselerinin anlatılmasına müsaade etmemek tarzında belirginleşen üslubunu ve usulünü bir de bu çerçevede anlamak gerektiği kanaatindeyim… 

Bundan yaklaşık on yıl kadar önce memleketimizin önde gelen şair ve yazarlarından birine bir mecliste, sohbet etmek yerine gazetelere gömülmeyi tercih ettiği esnada “Gazetenin parça parça, kopuk kopuk dizaynının“, bir sayfada ekonomi, diğerinde magazin, bir diğerinde spor vs. şeklinde düzenlenmesinin dahi zihindeki basamak basamak yürüyen ‘gidimli düşünce’yi öldürdüğü şeklinde bir yorum arzetmiştim. Fakat hazret her şeyi fazlaca bilmenin kibriyle bu yorumu anlamamayı tercih etmişti…

Gazete, yapısal olarak dağınık ve kopuktur. Derinleşmeye müsait değildir. Gazeteden beslenerek derin bir düşünce evreni inşa edemezsiniz, olsa olsa birbirinden uzaklara savrulmuş gecekondular kurarsınız.

Aynı şekilde televizyon kültürüyle, film izleyerek, haber dinleyerek, ciddi bir dikkat dağınıklığına, yüzeyselliğe, taraftarlığa, indirgemeci, gelgeç yorumlara sahip olursunuz. Televizyon bir saniyede yirminin üstünde karenin ard arda geçmesiyle görüntü oluşturan, birbirinden kopuk ve bağımsız görüntülerin sürekli geçmesiyle, dinmeyen hareketliliğiyle izleyiciyi pasifize eden, tamamen atıl duruma düşüren bir mahiyete sahiptir.

Üstelik farklı bir algılama yapısı oluşturur ki buna ‘hareket odaklı algı’ diyebiliriz. Yani kişiyi pasif eğlenceye müptela ederek insan zihnini, düşüncelerini, hayal gücünü, duygularını korkunç bir atalete alıştıran algı tarzından bahsediyorum. (Hareketsiz bir zemin üzerinde tamamen aktif olmayı gerektiren kitap okuma faaliyetine başladığında uykusu geldiğinden yakınan biçare insanın feryadını, ödev yapmak yerine hep çizgi film izlemek isteyen çocuğun mızmızlanmalarını bu çerçevede değerlendirmek gerekmez mi?)

Görüntü zaten hazır vaziyette en cazip ve rafine yöntemlerle, dramatizasyonun tüm imkanlarıyla servis ediliyor, neyin hayalini kuracak, hangi konuda derinlikli muhakeme yürüteceksiniz? Görüntüsüz dinlenildiğinde kişinin hayalini kamçılayan bir müzik eseri, görüntü kalıbında dondurulduğunda, o malum nağmenin hep o malum hatunu ya da boynu bükük manken çocuğu çağrıştırması başlı başına bir ‘çağrışım daralması’ değil midir? Düşüncenin ana damarlarından biri olan serbest çağrışım adeta katledilip çuvala konuyor…

Televizyon karşısında yüzde doksanın üzerinde siz pasifken, radyoda bu durum yüzde elliye yakındır (bu noktada Üstad Said Nursi’nin radyoda beşte dördü zevk ve eğlenceye hasredilmiş bir yayın akışını tasvip etmeyen, tam tersine beşte dördünün hakikatin seslendirilmesine, beşte birinin de meşru eğlenceye ayrılmasını işaret eden yorumlarını hatırlamak gerekiyor), kitap okurken ise neredeyse yüzde yüze yakın bir şekilde siz aktifsiniz.

Kitap okurken tüm hayalinizi, kavramlarınızı, zihinsel eforunuzu, hafızanızı seferber etmek durumundasınız. Üstelik okuduğunuz kitap gibi bir kitapsa, düşünceniz ve hayaliniz basamak basamak ardışıklı düşünmenin izini sürmeyi öğrenecek, dehanın annesi olan dikkatin yoğunlaşmasını temin edecek ve oradan da enfüsi tefekkürün kapılarını zorlayan bir tazyik oluşacaktır.

İşte tam da bu nedenle derin tefekkür alışkanlığının oluşması için anlamlıca kitap okumanın yerini hiç bir şey alamamış ve alamayacaktır. Kainatı ve vicdanı bir kitap gibi okumak, vahyin inşa ettiği bir tasavvur, bakış açısı ve niyet ile her şeyi okunacak bir kitaba dönüştürmek ise başka bir bahis… 

Fakat bazı şeyleri iyi anlamak gerekiyor, zamana ve zemine dikkat etmek icap ediyor. Bir başkasının kendine has yolculuğunda yaşadığı süreçleri es geçerek sadece ulaştığı sonuçları kendine ölçü almak aldatıcı olabilir…

Zamanın ve zeminin koşullarına, kendi özel iç dinamiklerimize, şahsi nefs terbiyemiz esnasında geçtiğimiz yolların özelliklerine dikkat etmemiz gerekiyor.  Demek istiyorum ki yeni Said döneminin gazete okumayan Said Nursi’si Eski Said döneminde günde belki sekiz-on gazete okuyordu. Eski Said’in okuduğu gazeteler de doğrusu bugünün gazeteleri değildi. Bu da önemli bir nokta. Volkan Gazetesi’ni ya da Tercüman-ı Ahval’i, hatta İctihad’ı alın okuyun neredeyse bir fikir dergisi okur gibi olursunuz. (Üstelik, Cumhuriyet öncesi dönemin iyi kötü bir halifenin bulunduğu, imanın verili kabul edildiği ve dolayısıyla İslami Medeniyet’in oluşumunun toplumsal ve siyasal alanda görüldüğü, dağılmaya yüz tutmuş bir İslam memleketinin kurtarılma telaşının bulunduğu bir dönem olduğu gözden ırak tutulmamalıdır.)

Yani görüntü manyaklığına teslim olmuş, fotografları kestiğinde geriye kevgire dönmüş bir kağıt parçası kalan bugünün gazetesi ile Eski Said’in okuduğu gazete tamamen aynı değildi.

Aynı şekilde Yeni Said döneminde radyoda risale-i nurdan bir bahsin okunacağını duyup arabanın radyosundan bunu dinleyen, dinlerken de vahdetten kesretin çıkması hakikatini hava zerreleri ile yayılması yönüyle tefekkür eden Said Nursi de gözden kaçırılmamalıdır. 

Demem o ki, başkasının kaşığıyla düğün yemeğine gidenler, kendi enfüsi gündemleri (tefekkürleri) olmadığı için çoğu kere dünyevilerin gücün medyası kanalıyla oluşturduğu yapay ve afaki gündemlerin peşine takılanlar, malumatını hal ile ilme ve oradan da marifete dönüştürme derdinde olmayanlar, evlerini bir hakikat medresesi, bir marifet tekkesine dönüştürmenin izini sürmeyenler, çağın atalet tuzaklarına gözü kapalı atılanlar, kendisini idamla yargılayan kara cübbeli hakimlerin karşısında umarsızca yamalı cübbesinin söküğünü diken Said Nursi’yi anlayamayacaklardır…

Cümleleri sadeleştirerek anlaşılırlığı artıracağını sanmak zavallılığından öteye gidemeyecek, göğe çıkmak yerine göğü yere indirmeye çalışmanın bayağılına razı olacaklardır…

Yusuf Özkan Özburun – Haber7

ozkanozburun@hotmail.com

Zübeyir Gündüzalp’in Sadeleştirmeye Bakışı

1969 yılında Ekim ayında Üstadımızın Hizmetkarlarından Zübeyir Gündüzalp Ağabey’e Abdülkadir Badıllı ağabey tarafından Risale-i Nur’ların sadeleştirmesiyle ilgili sorulan soruya vermiş olduğu cevap elimize ulaştı. Daha önce neşredilmeyen mektubun sadeleştirmeyle ilgili kısmını NurNet.Org ekibi olarak sizlere sunmak istedik.

Rabian: İkinci mübarek ve müjdeli mektubunuzu aldım. (Bugünkü neslin bilmediği fakat ihtiyacına binaen öğrenmek zaruretinde olduğu kelimeleri Üstadımızın harikulade üslup ve belagatini ve hakikatleri ifade sadedinde istimal ettiği lügatleri aynı muhafaza etmekle) hepimiz mükellef bulunmaktayız. Hem merhum ve muazzez üstadımızın sağlığında bu hususlarda:

1- Ya sahife sonlarında bir not halinde veya satır içinde lügatlerin yanına parantez içerisinde yazılıp yazılamayacağına.

2- Veyahut bir Risale-i Nur mecmuasının sonuna lügatçe ilavesine dair istenilen müsaadelere mübeccel Üstadımız izin vermemiştir. Bir defasında şu mealde buyurmuşlardır:

“Bu, Risale-i Nuru tahriftir. Bir zaman biri … yaptı çok zarar verdi.
Biraz da okuyanlar zahmet çeksinler, lügatlerden arayıp bulsunlar.”

Eğer (santral, eczane, şimendifer) gibi lügatler (Nuriye’de) Arabî Risalelerin içinde ise mezkûr vazifemize ve hakikate binaen yine değiştiremeyeceğiz. Okuyan zatlar öğrensinler. Eğer Arapça’yı okuyacak yeni nesil ise, yirminci asrın mevki-i muallâsından hitap eden mübelliğ-i umumînin, hâdi-i Ekberin – kim bilir akılların ermediği ne hikmete binaen yazdığı- mevzuu bahis kelimeler misillü lügatleri merak edip öğrenmek şeref-i manevisine yükselsinler.

Hamisen: Arabîleri başında eğer başlıklar Türkçe ise yine aynen Türkçe olarak kalsın,m adem üstadımız o büyük eseri tekrar tekrar okumuş ve mecmua haline getirmiş olduğu sıralarda o başlıkları aynen bırakmış, bizlerde aynen bırakırız.

El Baki Hüvelbaki

Hasta Kardeşiniz
Zübeyir Gündüzalp

www.nurnet.org

Sadeleştirme değil, tahrib!

Risâle-i Nurlar’ın dilini muhâfazanın ehemmiyetine dâir kaç yazı yazdığımı, kaç yerde bağrına alevden bir mızrak saplanmış gibi, haykırış ve yalvarışlarla Nurlar’ın diline dokunmanın Nurlara dokunmak olduğunu anlatmaya çalıştığımı, hatırlamıyorum. Bu hayatî bahse, tekrardan ictinâb düşüncesi ile –hiç değilse şimdilik- dönmek istemiyorum. Bu uzunca tedkîkâtın maksadı,  sadeleştirilerek neşredildiği müjdelenen Lem’alar’ın  sebebiyet verdiği elîm neticeyi âmme efkârına ve târihin alnına sökülmesi imkânsız bir şekilde çakmaktır.

Mühim ve büyük bir eser vermeye azmedenlerin bütün dikkat ve gayretlerini eserin mukaddemâtında teşhir ve sarfettikleri, bedihidir. İlerleyen safhalarda dikkat dağılır, şevk kaybolur, sabır zayıflar, bıkkınlık baş gösterir. Kısacası her san’atkâr eserine şevk, gayret ve dikkatle başlar; ama bunu çoğu zaman sonuna kadar korumaya muvaffak olamaz. Onun için eserin başlarındaki bedîîlik ileri safhalarda sönükleşir ve kaybolmaya yüz tutar.

Bu hakikatten hareketle, sadeleştirilmiş Lem’alar’ın en mükemmel kısmı olması tabiî olan “Birinci Lem’a”sından başladık. Ama ondan da önce eserin ismine baktık. Sadeleştirilen eser “Lem’alardiye neşredilmiş…

Bu işi yapanlardan beklediğimiz asgarî dürüstlük ve samimiyet, sadeleştirilmeye dâir kitabın ön kapağına bir ibâre koymaları olurdu.  “Risâle-i Nur Külliyatı’ndan –sadeleştirilmiş- Lem’alar” gibi küçücük bir dürüstlük alâmeti kâfi gelirdi. Ama daha da doğrusu, “anlamıyorlar” dedikleri gençler için soyundukları bu akîm ve abes teşebbüse kitabın ismini de dâhil etmeleri olurdu. Anlamıyor, dedikleri gençliğin “Risâle”, “külliyat” ve “lem’a” mefhumlarını anladıkları  kabulü ile başlarsanız dâvâyı baştan kaybedersiniz. Ama zararı yok, belki basit bir dalgınlık eseridir deyip devam edelim.

Birinci Lem’a’nın besmele ile başlayan mukaddemesinin besmelesini kâfi görmeyip büyük bir eksiklik veya Bediüzzaman’ın gafleti olarak telâkki etmiş olmalılar ki, aslında olmayan bir besmele ilâvesi ile metne giriş yapmışlar. Yersiz ve haksız tartışmaların önünü kesmek için asıl metin ile tercüme metni cümle cümle iktibas ve tahlil ile devam edeceğiz. İşte Birinci Cümle:

Asıl: “Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm’ın münacatı, en azîm bir münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır.”

Sadeleştirilmiş: “Hazreti Yunus İbni Metta’nın (alâ Nebiyyinâ ve aleyhiselâtü vesselam) münücatı, çok büyük bir yakarış ve duaların kabulüne çok mühim bir vesiledir.”

Sadeleştirme sevdalısı kardeşlerimizin göz yaşartıcı iddiası, genç nesillerin Üstad’ın dilini anlamamalarının sebebiyet verdiği büyük kaybı telâfi etmektir. Dolayısı ile beklediğimiz ilk şey, şefkat ve merhamet kahramanı kardeşlerimizin aslî iddiaları istikametinde davranıp gençlerin anlamayacağı bütün kelimeleri bu günkü sefil ve murdar dile çevirmeleridir. Ama öyle yapmamışlar. Hadi genç nesillerin “Hazret” kelimesini bir şekilde anlayabileceklerine hükmedelim, ama “İbn-i Mettâ” da olduğu yerde duruyor. Yâni inkılâbların hışmına uğramış, dilleri kuş diline çevrilmiş bu gençlerin, “İbni Mettâ”nın ne olduğunu bildiklerine inanmamız mı gerekiyor? Sadeleştirme iddiasının samimiyeti en azından “ibn”in oğul, “Mettâ”ın da Hazreti Yunus’un annesinin ismi olduğu tasrihâtını gerektirirdi. Onu da geçtik, hiç değilse “Mettâ’ın oğlu” diye sadeleştirmeleri gerekmez miydi?..

Cümledeki birinci “münacat”a dokunmayıp ikincisini “yakarış” diye sadeleştirmenin mantığını anlaşılan sormadan anlayamayacağız. Kardeşlerimizin bildiği mühim bir sır vardır deyip geçelim ama “en azîm”i, “çok büyük” diye sadeleştirmelerine ne diyeceğiz? Mâdem “ibn” gibi çok daha meçhulleri olması gereken bir kelimeyi bildiklerine hükmetiniz, bırakınız “azîm”i de bilsin veya öğrensinler. Yok, şefkat ve merhametiniz bu gençlerin ilim tahsilinde gayret sarfetmelerine râzı değilse “en azîm”in “çok büyük” değil, “en büyük” olduğunu bari söyleseydiniz. Yanlış öğretmekteki maksadınızı doğrusu anlayamadık.

Sonra “vesile-i icabe-i dua”  “duaların kabulüne çok mühim bir vesile” demek midir? “İcab” ile “kabul” arasındaki büyük farkı katleden bu fütursuzluğu hoş görebilir miyiz?..

Asıl: “Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın kıssa-i meşhuresinin hülâsası: Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş.”

Sadeleştirilmiş: Onun meşhur kıssasının özeti: Hazreti Yunus (aleyhisselam) denize atılmış ve büyük bir balık onu yutmuş.”

Cümlenin yapısı ile oynayıp “Hazreti Yunus”u kaldırıp “Onun” diye ifâde etmekte nasıl bir maslahat olabilir? Bunun sadeleştirme ile ne alâkası var?

Kıssa” kelimesini, “anlamazlar” dediğiniz gençler biliyorlarsa yapmak istediğiniz nedir. Bilmiyorlarsa niçin iğrenç bir “olay” veya hiç değilse “hikâye” ile sadeleştirmediniz?

Asıl: “Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümid kesik bir vaziyette (…..) münacatı, ona sür’aten vasıta-i necat olmuştur.”

Sadeleştirilmiş: “Deniz fırtınalı, gece dehşet verici ve karanlık, her şeyden ümit kesilmiş bir haldeyken (……) yakarışı, ona süratle kurtuluş vasıtası olmuştur.

Çok daha eski ve çok daha az kullanılan kelimelere dokunmayıp “vaziyet”i “hal” ile değiştirmek sadeleştirmek midir? “Lem’a, ibn, kıssa” gibi mefhumları bildikleri farzedilen gençeler “vaziyet”i bilmiyor olabilirler mi? Sonra “dağdağalı” “dehşet verici” demek midir? Zahmet edip bir lügata da mı bakamadınız?  Lügatlerin aşağı yukarı mefhuma verdikleri karşılık şöyle: “Gürültü patırtı, karışıklık, kararsızlık, ızdırab..” Peki fütursuzca verdiğiniz karşılık nerede? Kıssanın tasvirinden hareketle “dağdağa”ya “dehşet verici” demek gençlere yardım etmek midir?

Asıl: “Şu münacatın sırr-ı azîmi şudur ki:”

Sadeleştirilmişi: “Bu yakarışın büyük sırrı şudur:”

Hadi, “münacat”ı ecnebî telâkki ediyorsunuz; “dua” da mı yabancıdır, “yalvarma” da mı anlaşılmazdır ki onlardan geçip “yakarış” gibi tuhaf bir kelimeyi sade diye ortaya koyuyorsunuz? Sonra Üstad’ın cümle yapısı ile oynayarak rüçhaniyet mi kazanıyorsunuz? Bu tatsız tuzsuz cümlelerle Bediüzzaman’ın üstünde bir mevki ihraz ettiğinizi mi sanıyorsunuz?

Asıl: “O vaziyette esbâb bilkülliye sukut etti.”

Sadeleştirilmiş: “O vaziyette sebebler tamamen âciz kalmıştı.”

Az önce “vaziyet”i “hal” diye sadeleştirip gençlerinize büyük bir lütufda bulunmuşken niçin dönüp “vaziyet”te karar kıldınız ? Diyelim ki, gençleriniz çok zekiler ve tek seferde “vaziyet”in “hal” demek olduğunu bir daha unutmamak üzere öğrenip hıfzettiler. El insaf be kardeşim, o zaman bu zeki gençlerin ihtiyacı bu hiçbir metoda dayanmayan “sadeleştirme” değil iyisinden bir lügat tavsiye etmektir. Yoksa maksadınız başka da biz mi anlamıyoruz?

Sukut etti”yi “âciz kalmıştı” diye sadeleştirirken hiç mi tereddüd etmediniz? “Sukut etme”nin “âciz kalmak” demek olduğundan emin misiniz? Bir lügat karıştırmak da mı aklınıza gelmedi?

Sonra Üstad hangi zamanı kullanacağını size sormadığı için intikam mı alıyorsunuz ki, şimdiki hal ile ifâde ettiğini “etti”, geçmiş zaman “kalmıştı” ile değiştiriyorsunuz?. Bu selâhiyeti nereden ve kimden alıyorsunuz? Şu bir kaç satırlık metninizde bile bu işin asla va asla ehli olmadığınız güneş gibi ortada iken bu teşebbüs cür’etini nereden alıyorsunuz? Sadece “câhil cesur olur” hakîkatini hatırlamakla teselli bulabilir miyiz, yoksa başka şeyler mi hükümfermâ?

Asıl: “Çünki o halde ona necat verecek öyle bir zât lâzım ki; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünki onun aleyhinde “gece, deniz ve hut” ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine müsahhar eden bir zât onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faideleri olmazdı.”

Sadeleştirilmiş: “Onu bu halden kurtaracak öyle bir Zât olmalıydı ki, hükmü hem balığa hem denize, hem geceye, hem de gökyüzne geçsin. Çünkü “gece, deniz ve balık” Hazreti Yunus’un aleyhinde birleşmişti. Ancak bu üçüne birden sözü geçen bir Zât onu kurtuluş sahiline çıkarabilirdi. Bütün insanlar onun hizmetkârı ve yardımcısı olsalar bile beş paralık faydaları dokunmazdı.”

Üstâd’ın muhteşem, mutantan ve tefekküre kanatlandıran üslûbunu bozmakta nasıl bir maslahat gördünüz ki, sadeleştirme ihtiyacı duymadığınız yerde bile metnin derisini yüzüyor, kaşını gözünü parçalayıp tanınmaz hale getiriyorsunuz? Hiç mi aklınıza gelmiyor ki, bu fütürsuzca yaptığınız tahribkârlık Üstad’a Denizli veya Eskişehir hapisphanesinin işkenceli hayatından daha büyük acılar vermektedir? Yoksa ölmeyi câmidleşmek mi sanıyorsunuz?..

Peki “emre musahhar”, “sözü geçmek” kadar cılız, sönük ve zayıf mıdır? Emre musahhar olan bütünüyle sizin irâdenize bağlıdır, ne emrederseniz onu yapar, nasıl isterseniz öyle hareket eder. “Sözü geçmek” bu kat’iyyeti taşıyor mu? Benim de sözüm oğluma geçiyor, ama emrime musahhar değildir. Sizin de eşlerinize muhtemelen sözünüz geçiyordur, ama emrinize musahhar olduklarını söyleyebilir misiniz?..

Asıl: “Demek esbâbın tesiri yok.”

Sadeleştirilmiş: “Demek ki sebeblerin hakiki tesiri yoktur.”

Bu kısacık cümledeki derin ifâde kaybını nasıl izah edeceğiz? Üstad, “Demek esbâbın tesiri yok.” derken Hazreti Yunus’un içinde bulunduğu şartlarda sebeblerin “sukut” ettigini ifâde ediyor. Yoksa sebeblerin tesirini büsbütün inkâr kastı bu cümleden çıkmaz. Çünkü, Cenab-ı Hak her şeyi bir sebeb tahtında vücud sahasına çıkarıp sevk ve idare ediyor. Şüphesiz sebeblerin bir tesiri vardır.

Halbuki siz, “Demek ki sebeblerin hakiki tesiri yoktur.” deyip “hakikî” ilâvesi ile hükmü bütün şart ve zamanlar için umumîleştirip Hazreti Yunus’un vaziyeti gibi hallere münhasır olmaktan çıkarıyorsunuz. Halbuki Hazreti Yunus’a o müessir duayı yaptırıp mutlak tevekküle sevkeden esbâbın sukut etmiş olmasıdır. Yoksa elinde içine düştüğü balığın karnını yarıp çıkmasına sebeb olacak bir bıçak olsa idi, o sebebe sarılıp dua yerine mücâdeleye devam edecekti. Demek ki, sebebler tesirsiz değil. Maksadınız sebeblerin mahiyeti ile ilgili bir hakîkat ve tasavvuf dersi vermekse onun da ne makamı burasıdır, ne de Üstad’ın kastına hizmet eder.

Asıl: “Müsebbib-ül Esbâb’dan başka bir melce’ olamadığını aynelyakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münacat birdenbire geceyi, denizi ve hutu müsahhar etmiştir.”

Sadeleştirilmiş: “Hazreti Yunus, bütün sebeblerin gerçek sahibi ve yaratıcısı olan Cena-ı Hak’tan başka bir sığınak bulunmadığını bizzat yaşayarak görmüş, tevhid nuru içinde ehadiyet sırrı açığa çıkmış ve bu yakarış birden bire geceyi, denizi ve balığı ona boyun eğdirmiş.”

İltica, mülteci” kelimeleri günlük hayatta yaşarken âile efradından “melce”i ademe mahkûm etmek, irfân fukaralığını teşvik etmek değilse, nedir?. . Temel hareket noktasını teşkil eden “anlamıyorlar” iddiasını doğru kabul edeceksek “tevhid” ile “ehadiyet”i de sadeleştirmeniz gerekmiyor mu? Yoksa genç nesiller, tuhaf bir şekilde daha zor ve daha eski mefhumları biliyorlar da, daha basitlerini mi bir türlü öğrenemiyorlar?..

Sonra “aynelyakîn”in lügatlerdeki müşterek mânâsı “gözle görmek”tir. Evet, gözle görmek de yaşamanın bir cüz’üdür ama daha doğrudan mânâdan sarfı nazar ile umumiye kaçış tedkik ve dikkatin önünü kesmekten başka neye hizmet eder?

Ve bir kaç satır öncesinde “emre musahhariyet”e “söz geçirmek” gibi cılız bir mânâ vermişken, tahşidât ve tahsisatsız “musaharriyet”ı niçin “boyun eğdirmek” olarak ifâde ediyorsunuz? Mufhumlardaki muayyeniyeti göz ardı ederek yapılan sadeleştirmeden doğru dersler çıkarmak kabil mi?

Asıl: “O nur-u tevhid ile hutun karnını bir taht-el bahr gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağ-vari emvac dehşeti içinde; denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, Kamer’i bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu.”

Sadeleştirilmiş: “O tevhid nuru ile Cenab-ı Hak balığın karnını bir denizaltı hükmüne geçirmiş, dağ gibi yükselen dalgaların dehşeti içinde denizi emniyetli bir ova ve üzerinde gezilen bir meydan kılmış. O nur ile gökyüzünden bulutları süpürüp ayı bir lamba gibi Hazreti Yunus’un başının üstüne yerleştirmiş.”

Zelzeleli” kelimesini niye yediniz? “Zelzeleli dağ-vari emvac”, “dağ gibi yükselen dalga” gibi ruhsuz, kuru ve sıradan mıdır? İki ifâdenin zihinde uyandırdığı tasavuratın şiddet ve cesameti aynı mı? Muhayyilenin bu iki ifâdeden hissesinin müsavi olduğuna emin misiniz? Tahayyül etmek çok mu zor geldi?

Meydan-ı cevelan ve tenezzühgâh”ın; gezinti meydanı; dinlenme, gam ve keder giderme diyârı olarak hayâle uçsuz bucaksız yemyeşil yayla ve ovaları getiren; kulağa bin türlü kuş cıvıltıları ve su şırıltılarını işittiren zengin ve hayatdâr mânâsını “üzerinde gezilen bir meydan” diyerek kurutup öldürmekten hiç mi korkmadınız?

Cümlenin detayları da içinden çıkılmaz vaziyette ama daha fazlası ile okuyucuyu ızdıraba sevketmeyelim.

Asıl: “Her taraftan onu tehdid ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn altında o lütf-u Rabbanîyi müşahede etti.”

Sadeleştirilmiş: “Her taraftan kendisini tehdit ve rahatsız eden varlıkların dost yüzlerini ona göstermiş. Ve Hazreti Yunus selâmetle sahile çıkıp yaktin ağacı altında o Rabbanî lütufları görmüş.”

Zaman ile oynanmış olması başından beri neye hizmet ettiği anlaşılmayan bir fütursuzluk, aynıyla devam ediyor.  “Her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler.” i, “varlıkların dost yüzlerini ona göstermiş” olarak katletmek kasdî bir cinâyet değilse, şuursuzca bir cinnettir. Üstad’ın ifâdesindeki “her cihet” varlıkların her cihetle dost olduklarını idrak etmeyi anlatır. Yerine ikâme edilen ise o an sadece dost yüzlerinin göründüğünü ifâde ile zihinde düşman yüzlerinin varlığını da bâki tutar.

Mevzuun başlarında “sahil-i selâmet”i “kurtuluş sahili” olarak müjdelemiştiniz!. Şimdi ise sadece terkibin yapısını bozarak “sahil ve selâmet”i aynıyla kullanıyorsunuz. Mâdem tek seferde gençleriniz öğrenecek kadar zeki idiler ne olurdu bir sefer lügata baksalardı?..

Asıl: “İşte Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müdhiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz, istikbâldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur.”

Sadeleştirilmiş: “İşte biz, Hazreti Yunus’un (aleyhisselam) birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir haldeyiz. Gecemiz İstikbaldir. İstikbalimiz, gaflet nazarıyla bakıldığında onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu başıboş dönen, şaşkın yerküremizdir. Her dalgasında binlerce cenaze bulunan bu deniz, onun denizinden bin derece daha korkunçtur.”

Daha önce de “vaziyet”i “hal” diye değiştirmiştiniz… Lütfedip bu cümlede birinci “vaziyet”e hayat hakkı tanıyarak sadece ikincisini katletmişsiniz. “İstikbâl”e dokunmadığınıza bakılırsa “vaziyet”e yabancı gençlerinizin bu mefhumla kanka olduğunu düşünmüşsünüz!.. Halbuki insafla bakan herkes teslim eder ki, “vaziyet” “istikbâl”e kıyasla günlük hayatımızda çok daha fazla yaşamaktadır; “vaziyet”i bilmeyenlerin “istikbâl”i bilmelerine imkân var mı?

Gençleriniz, eminim ki “gaflet”i de bilmezler ama “gaflet”i değiştirmekten gaflet etmişsiniz. Himmet, şefkat ve merhametinize yakışmamış. Gençler “gaflet”in ne olduğunu şimdi nasıl öğrenecekler, yazık değil mi?

Üstelik sadece “gaflet” değil, “nazar”a da kıyamamışsınız… Babanızın çocuğu değilse, gençlere yardım maksadı ile onu da katletmenizde fayda vardı. Çünkü gençlerinizin “nazar”ı bilmelerine de imkân yok… Ha, her birisinin boynuna birer “nazar boncuğu” taktıysanız, bilebilirler tabiî..

Asıl: “Bizim heva-yı nefsimiz, hutumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünki onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hutumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.”

Sadeleştirilmiş: “Bizi yutan balık ise nefsimizin arzularıdır, ebedî hayatımızı mahvetmeye çalışıyor. Bu balık, Hazreti Yunus’unkinden bin kat daha zararlıdır. Çünkü onun balığı en fazla yüz senelik bir hayata son verir. Bizimki ise yüz milyonlarca senelik, sonsuz bir hayatı mahvetmeye çalışıyor.”

Heva-yi nefs”, “nefsin arzuları” demek mi? Nefsin bütün arzularını günâh ve kötü telâkki eden bu sadeleştirme doğru mu? Kuvve-i Şehevviyenin vasat mertebesini görmezlikten gelip toptan kötüleyen bu anlayış kabul edilebilir mi? En sade şekli ile “hevâ-yı nefs”; nefsin günâh  ve kötü arzuları, demektir.

Hayatı mahveder” ile “hayata son verir” aynı derecede ifâdeler midir? Birincisindeki tehlikeye dikkat çekme gayretinin ikincisinde kaybolduğunu görmemek için budala olmak gerekmez mi?..

Asıl: “Mâdem hakikî vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’a iktidaen, umum esbâbdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbib-ül Esbâb olan Rabbimize iltica edip (…..)  demeliyiz ve aynelyakîn anlamalıyız ki; gaflet ve ddalâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbâl, dünya ve heva-yı nefsin zararlarını def’edecek yalnız o zât olabilir ki; istikbâl taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir.”

Sadeleştirilmiş: Mâdem gerçek vaziyetimiz budur. Biz de Hazreti Yunus’a (aleyhisselam) uyarak bütün sebeblerden yüz çevirip doğrudan doğruya sebeblerin asıl sahibi olan Rabbimize sığınmalı, (…..) demeli ve aynelyakin anlamalıyız ki, gaflet ve ddalâletimiz sebebiyle aleyhimizde birleşen istikbâl, dünya ve nefsin arzularının vereceği zarardan bizi yalnız; istikbâl emri altında, dünya hükmü altında, nefsimiz idaresi altında olan bir Zât koruyabilir.”

Bir kere metnin altını üstüne getirmenin sadeleştirme ile uzaktan yakından bir alâkası yok! Bu, doğrudan doğruya Bediüzzaman’ın mülküne destursuz girip yağmalamak ve halt etmektir. Sadeleştirme iddiasına gelince:

Nihâyet gençlerin “aynelyakin”i öğrenmiş olacaklarına hükmedilmiş ki dokunulmamış. Meğerse “gaflet” ve “dalâlet”i ise zâten biliyorlarmış. Haksız da sayılmazlar, bu iki kelime M. Kemâl’in Gençliğe Hitabesi’nde de geçtikleri için gençler çok yabancı olmayabilirler!.. Hüsn-ü zanla bakmalıyız, değil mi ya?..

Asıl: “Acaba Hâlık-ı Semavat ve Arz’dan başka hangi sebeb var ki, en ince ve en gizli hatırat-ı kalbimizi bilecek ve bizim için istikbâli, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu emvacından kurtaracak, hâşâ, Zât-ı Vâcib-ül Vücud’dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette onun izni ve irâdesi olmadan imdad edemez ve halaskâr olamaz.”

Sadeleştirilmiş: “Acaba göklerin ve yerin Halık’ından başka kim kalbimizdeki en ince ve gizli hisleri bilir, ahireti yaratarak bizim için geleceği kim aydınlatabilir ve bizi dünyanın yüz binlerce boğucu dalgasından kim kurtarabilir? Haşa, o Vacibü’l Vücud Zât’tan başka kimse, hiçbir şekilde, O’nun izni ve irâdesi dışında bize yardım edemez ve kurtarıcımız olamaz.”

Cenab-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarını fütursuzca “Yaratıcı” diye kestirip atmakta beis görmüyordunuz da, en muvafık olan Hâlık’a niçin kıyamadınız ki, “Yaratıcı” diye değiştirmediniz? Yoksa gençleriniz günlük hayatta “Hâlık” kelimesiyle çok sık mı burun buruna geliyorlar?

Hatırat-ı kalb”e  “kalb hisleri” deyip işin içinden çıkmışsınız ya, pes doğrusu… Aslında burada kesmem lâzım ama Birinci Lem’a’yı olsun bitirmeye niyetlenmiştim bir kere…

Allah Allah!.. Demek ki, hatırlarına sadeleştirme adı altında Nurları söndürmeyi göze aldığınız gençler “Zât-ı Vâcib-ül Vücud“un ne demek olduğunu biliyorlar ki, babanızın hayrına sadeleştirmemişsiniz… Peki bu gençlerin anlamadıkları kelimeler hangileri?..

Asıl: “Mâdem hakîkat-ı hal böyledir. Nasılki Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’a o münacatın neticesinde hutu ona bir merkûb, bir taht-el bahr ve denizi bir güzel sahra ve gece mehtablı bir latif suret aldı. Biz dahi o münacatın sırrıyla (……) demeliyiz. (……)cümlesiyle istikbâlimize, (……) kelimesiyle dünyamıza, (……) fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz.”

Sadeleştirilmiş: “Mâdem hakîkat böyledir. Nasıl ki Hazreti Yunus (aleyhisselam) için o yakarışın neticesinde balık bir bineğe, bir denizaltına ve deniz güzel bir ovaya dönüştü, gece mehtaplı, tatlı bir suret aldı. Biz de o yakarışın sırrı ile (……) demeliyiz. Cenab-ı Hakk’ın merhamet nazarını , (……) cümlesiyle istikbâlimize, (……) kelimesiyle dünyamıza, (……) ifâdesiyle nefsimize çekmeliyiz.

Hakîkat-ı hal” sizce sadece hakîkat demek, öyle mi? Yâni sadece “hakîkat” diyerek maksada vâsıl olabilecek iken Bediüzzaman, israf-ı kelâm ile uzun bir yolda yürümüş, öyle mi? İsterseniz bir daha okuyup yeniden düşününüz, olmaz mı?

Hutu ona bir merkûb oldu” ifâdesindeki aidiyet hasrını görmeyip  “balık bir bineğe dönüştü” buyuruyorsunuz… O binek Hazreti Yunus’a musahhar olmaz ve taşımaya yanaşmazsa ne halt edeceksiniz?.. Üstad, “ona bir binek oldu” diyor, “bir binek” değil…

Asıl: “Tâ ki, nur-u iman ile ve Kur’anın mehtabıyla istikbâlimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılab etsin.”

Sadeleştirilmiş: “Ta ki, iman nuru ve Kur’an’ın mehtabı ile istikbâlimiz aydınlansın, gecemizin dehşet ve vahşeti bize dost varlıklar arasında bir gezintiye dönüşsün.”

Demek gençlerinizin bütün güçlüğü “nur-u iman” terkibinin “iman nuru” demek olduğunu bir türlü anlayamamaları idi ki yardımcı oldunuz, öyle mi? Göz yaşartıcı bir merhamet, aferin!..

Ünsiyet ve tenezzüh”e, “dost varlıklar arasında bir gezinti” diyebilmek için çok uğraştınız mı? Yazık olmuş!

Asıl: “Ve mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur’an-ı Hakîm’in tezgâhında yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçen hakîkat-ı İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin.”

Sadeleştirilmiş: “Devamlı ölümlerle ve hayatın değişmesiyle, senelerin ve asırların dalgaları üstünde, sayısız cenaze içinde yokluğa atılan dünyamızda, hayat vazifemiz, Kur’an-ı Hakim’in tezgahında yapılan manevi bir gemi hükmündeki  İslamiyet hakikatının içine girip selametle o denizen üstünden geçerek kurtuluş sahiline çıkmakla sona ersin.”

Seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız” ifâdesini “senelerin ve asırların dalgaları üstünde, sayısız cenaze içinde yokluğa atılan dünyamız” diye gevelemek için nasıl bir ilim tehsil etmek, nasıl bir kamet sahibi olmak gerektiğini, cidden anlayamıyorum. Mâdem anlamadınız, bari dokunmayınız…

Asıl: “O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur’anla, o terbiye-i Furkaniye ile; nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.”

Sadeleştirilmiş: “O denizen fırtınaları ve çalkantıları, seyir manzaralarını sinema perdesi gibi yenileyerek vahşet ve dehşet vermek yerine ibret ve tefekkür nazarını keyiflendirsin, okşayıp aydınlatsın. Ve o Kur’an sırrıyla, o Furkanî terbiye ile nefsimiz bize yük olmak yerine bineğimiz olup bizi sırtına bindirsin, ebedi hayatımızı kazanma yolunda kuvvetli bir vasıta haline gelsin.”

Neresinden başlayayım, neresini düzelteyim?.. “Zelzele” kelimesini bile bilmeyen gençleriniz bırakınız koyu karanlıklarında kalsınlar desem, çok mu ağır olur?.. Bu, gençleri falan düşünmek meselesi olmaktan çıkmış, başka bir maksat bu tahribkârlığı netice veriyor… Sanki birileri, Bediüzzaman’da da sandığınız gibi bir keramet yok, diyebilmek için uğraşıp durmuş.

Hadi gençleriniz “Kur’an” kelimesini duymuşlardır, sadeleştirmeniz gerekmez ama kalıbımı basarım ki, “Furkan“ı bilmezler; niçin sadeleştirmediniz? Hani az önce “zelzele”ye “çalkantı” demek gibi tuhaf bir zekâvet sergilemiştiniz ya, “Furkan”ın da kaşını gözünü dağıtmakta niçin tereddüt gösterdiniz?

Sonra, “”nefsizmiz bize binmeyecek“de bir fiil var, bir kast var, bir irâde var…Nasıl keskin bir zekâ tecellisiyle “yük” diye değiştirdiniz?

Ya, Hazreti Yunus’a binek olup Üstad’ın tahtelbahir tabir ettiği yunus, Hazreti Nebiyyi sırtında değil karnında taşımaktadır. Siz denizaltı tahayyülünü hangi hakla kuyruğu tüysüz basit bir “eşek” gibi tahayyül ettirip Hazreti Yunus’u “sırt”ına bindiriyorsunuz?

Asıl: “Elhasıl: Mâdem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizazatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor. Ve nasılki hurdebînî bir mikrobdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasılki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de hadsiz ebedî Cennet’i dahi müştakane sever. Elbette böyle bir insanın Mabudu, Rabbi, melcei, halaskârı, maksudu öyle bir zât olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir. Elbette öyle bir insan daima Yunusvari (A.S.)(…..) demeye muhtaçtır.

Sadeleştirilmiş: “Kısacası: Mâdem insan, mahiyetinin kuşatıcılığı itibarı ile sıtmadan elem duyduğu gibi yeryüzündeki depremlerden, sarsıntılardan ve kâinatın kıyamet anındaki büyük zelzelesinden de endişe eder. Gözle görülmeyecek kadar küçük bir mikroptan korktuğu gibi, büyük gökcisimleri arasında görünen bir kuyruklu yıldızdan da korkar. Evini sevdiği gibi koca dünyayı da sever. Küçük bahçesini nasıl severse ebedi cenneti de öyle arzuyla sever. Elbette, mahiyeti böyle olan insanın Mâbudu, Rabbi, sığınağı, kurtarıcısı, maksudu ancak bütün kâinatı idaresinde tutan, zerreleri ve gezegenleri emir altında bulunduran bir Zât olabilir. Şu halde insan daima Hazreti Yunus (aleyhisselam) gibi (…..) demeye muhtaçtır.”

Demek onca çetin mefhumu bilen gençleriniz “Elhasıl“da boğulurlar endişesi ile “Kısacası” diye sadeleştirdiniz, öyle mi? Göz yaşartıcı bir merhamet, yüksek bir âlicenablık bu!..

Nihâyet sadeleştirme hamlesini taçlandıran elîm noktalardan birine daha geldik: “Ecram-ı ulviyeden, zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar.” İfâdesini hadi gençleriniz için ben anlayabilecekleri kelimelere aktarayım: “Büyük cirimlerden kuyruklu yıldızın görünmesinden (görünecek kadar yaklaşmasından)  dahi korkar…” Peki siz gençlerinize nasıl rehberlik yapmışsınız? Görelim mi?:

“Büyük  gökcisimleri arasında görünen bir kuyruklu yıldızdan da korkar.”

El insaf be kardeşim, el insaf… Üstad’ın “ecramı ulviyeden” dediği, kuyruklu yıldızın ta kendisi. Yâni kuyruklu yıldız da ecram-ı ulviyeden biri olarak zikrediliyor.  Siz ne diyorsunuz kuyruklu yıldız için? “Büyük  gökcisimleri arasında görünen..”  “Görünen” ile “sayılan” demek istemiş olsanız, “zuhur”u ne yaptınız?.. Hani “arasında” kelimesini kullanmamış olsanız “görünen”in belki tevile bir parça mecali olurdu, ama maalesef ona da imkân bırakmamışsınız. Kısacası anlamaya bile muvaffak olamadığınız bir metni sadeleştirmek için yola çıkmışsınız. Heyhat!..

Sonra,  yardımına çalıştığnız gençler “Mâbud”, “Rab” ve “maksud”u hergün konuştukları için biliyorlar ama “melce” ve “halaskâr”ı asla bilemezler, öyle mi?!

Hulâsa, ya iyi niyetle hareket etmemişsiniz ki, bu kadar tahribkârlığa imza atmışsınız. Ya da Nurlar bir hıfz altında ki, onlara uzandığınız için maskara durumuna düşürülmüşsünüz.

Netice-i kelâm: Bu mukayeseli tahlil ve tenkid işine teşebbüs ederken hiç değilse bir kaç Lem’a üzerinde çalışma niyetinde idim. Ne var ki, Lem’alar’ın en sâde ve en basiti olan Birinci Lem’a’da sadeleştiricilerin yaşadıkları hüsrânı görünce gerisine ihtiyaç kalmadı. Halbuki işin tabiatı icabı başlangıç çok mükemmel olmalı idi. Yaptıkları işin en mükemmeli bu ise, gerisini takdir edersiniz.

Allah, bu kardeşlerimiz ve onları bu yolda teşvik edenlere şuur, iz’an ve ferâset versin! Bizlere de Nurlar’ın diline sahip çıkma şuuru ve yaşatma gayreti ihsan etsin!..

Hüseyin Yılmaz

Risale-i Nur’un Genleriyle Oynamayın!

Sadeleştirme adı altında öteden beri yürütülen kampanyalar yeni değil. Üstadımız Bediüzzaman (r.a) daha hayatta iken bu kabil teşebbüsler vukû’ bulmuş, ama gereken cevâbı Müellif bizzat kendisi vermiştir.

Dinin tağyîr, tahrîb ve tahrîfine dâir girişilen çabalar, yürütülen kampanyalar tarih boyunca hep devam ede gelmiştir.

Zındıka komitesi, özellikle son 200 senedir, Kur’ân ve Hadîs’i bozmak, tahrîf etmek için envâi türlü entrika ve sinsî oyunların peşini bırakmamıştır. Bu iki kaynaktan netice alamayan kökü dışarıda bu ecnebi komite, Kur’ân ve Hadîs’in son tefsîr-i mâneviyesi ve zâhir bir mu’cizesi olan Risale-i Nurları, insanların ve özellikle Ümmetin nazarlarından düşürmek, parlak kıymetini ve nurlu hakîkatlerini iskat etmek için, muhtelif metod ve ayak oyunlarına baş vurmuş, ama bir türlü bu menhûs emellerine ulaşamamışlardır.

Nereden ve kimlerden kaynakladığı konusunda şahsen henüz yeterli bilgiye sahip bulunmadığım son sadeleştirme hamlesi, hedeflerine ulaşma yolunda zındıka komitesinin ümitlerini yeniden canlandırsa bile, biiznillah hevesleri kursaklarında kalacak, Kur’ân’a ve O’nun i’câzının âhir meyvesinin genlerini değiştirmeye kader-i İlâhî izin vermeyecektir inşâallah…

Müellif-i muhtereminin izin vermediği bir girişim,  Allah’ın izniyle akîm kalacaktır. Yeter ki, umûm Nur talebeleri bu konudaki hassasiyetlerini kararlılıkla ortaya koysunlar ve Üstadlarının emir ve tavsiyelerinden zerre miktar ta’vîz vermesinler!

Zâten hayattaki muhterem sekiz hizmetkâr ağabeyimiz, kesin tavırlarını efkâr-ı ammeye deklare etmişlerdir.

Şimdi Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin temcid pilavı gibi ıstılıp ısıtılıp gündeme getirilen bu tür çalışmalara verdiği cevaplardan birkaç nümûneyi nazarlarınıza sunmak istiyorum.

1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi KUL Ağabeyin Hazret-i Üstad’a gençler için risalelerin biraz sadeleştirilmesine dair mektubuna, Hazret-i Üstadımızın verdiği cevaptır:

Saniyen: Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münasiptir. Çünkü metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lazım gelir. Hem sû-i isti’male kapı açılır, muârızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik, müdakkik olmaz, yanlış ma’na verir, bir kelime ilave eder, ehemmiyetli bir hakikati kaybetmeye sebep olur. Ben tashîhatımda böyle zararlı ilaveleri çok gördüm.

Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var…” (Emirdağ Lâhikası Elyazma sh:661)

Kaynağın kudsiyetini göz ardı edenlere Üstad’dan  cevap:

“Me’hazın kudsiyeti, cok burhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor (Mektubat, 26. Mektup, 319)

Müellifinin bile me’zûn olmadığı bir konuda, bu izni o yayıncılar nerden aldılar acaba?

“Onlar ne hal ile yazılmıs ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashîh ve tanzîm etmeye me’zun degiliz. “(Mektubat, 11. Mektup, 488)

Her bir ta’bîr ve kelime bulunduğu yerde ayrı ayrı mânalar taşıması sebebiyle, bunların değiştirilmesi, tüm insicam ve mânanın da değişmesine sebep olacaktır. Bu ise küllî bir cinayettir.

Kur’ân’ın en tatlı, en şirin, son devrin en güzel meyvesinin genleriyle oynamaya, fıtratını değiştirip, kendi hevâ ve hevesine göre kelimeleri değiştirmeye ne hakkı var?

“Risale-i Nur’un mesâili, ilimle, fikirle, niyetle ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlakayla sünûhat, zuhûrat, ihtarat ile oluyor.” (Kastamonu Lahikası, R. Nur şakirdleri tarafından sorulan suâle cevaptır, 210)

“Kalbe fıtri bir surette gelen hatıratı san’atla ve dikkatle bozmamak için, yeniden tetkikata lüzum görmedik.” (Lem’alar, 25. Lem’a, 205)

Risale-i Nurlardaki Kur’âna ait olan hüner, zerâfet ve meziyeti tağyîr ve tebdîl yetkisini kimden aldınız? Madem, Üstad’a saygıdan bahsediyorsunuz, aşağıdaki sözünü bile nasıl görmezlikten geldiniz?

“Bundan anlasılıyor ki, Kur’ân’ın bir nev’i tefsiri olan Sözlerdeki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil, belki muntazam, güzel hakaik-i Kur’âniyenin mübarek kametlerine yakısacak mevzun, muntazam üslup libasları, kimsenin ihtiyar ve suuruyla bicilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki öyle ister; ve bir dest-i gaybidir ki o kamete göre keser, bicer, giydirir. Biz ise, icinde bir tercüman, bir hizmetkârız.” (Mektubat 28. Mekktup,383)

Üstad Hazretleri’nin birinci talebesi, mümtaz şahsiyet merhûm Hacı Hulûsî ağabeyin şu mektubunu hiç okumadılar mı? Bir harfine dokunmayı azîm bir günah olarak telakkî eden bu Zât-ı mübârekin elinden yakalarını nasıl kurtaracaklar? Onun hem hayattaki talebeleri, hem de mânevî vârisleri, bu hak gasbının hesabını, hem bu dünyada, hem de mahkeme-i kübrâda onlardan sormayacaklarını mı zannediyorlar? Ama zanlarında da yanılıyorlar.

Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor, Kur’ân’dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözler’i okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tabiratınızla, sivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem. Onun için bir harfe dokunmayı azim bir günah işliyor telakki ediyorum. Bazan verdiğiniz salahiyetin mânevi kuvvetiyle namınıza olarak bir harfin yerini değiştiriyor veya kaldırabiliyorum. İste bendeki telakki ve tesir bu mahiyettedir. (Barla Lahikası, ikinci zeyl, 62)

Üstadı’nın verdiği yetki ile sadece bir harfin yerini değiştirebilen bu hasların hassı ve mânevî vârisi bu kadar titiz davranırken, sizler bu yetkiyi kimden aldınız?

Bu çevreler, söz konusu teşebbüşle, insanın latîfelerini ve mânevî duygularını devre dışı bırakmış oluyorlar.

 “Risale-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Cünkü ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maâriflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır. (Emirdağ Lahikası, İkramı İzhar Mektubunun Tetimmesi,65)

Acaba bu işi yapanlar da aşağıdaki serzenişe mâsadak mı olmak istiyorlar?

“Bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, temsîlât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük alimler Tefhim edilmez deyip, değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar. (Mektubat, 28. Mektup, 372)

Risalelerde geçen ta’bîrât ve kelimelerin her biri ayrı bir rûhun, mânânın Kur’ânca dokunuşu ve münâsip yerlerine mahâret ve basîretle yerleştirilerek okunuşudur.

Yaklaşık yirmi beş bin kelime ağıyla örülmüş Nurların, bu günkü Türkçe ile iki bin kelimeye indirilmesi, kısırlaştırılması, kısıtlanması, İslâm kültürü ve Medeniyetinin mücessem inci taşları ve tuğlaları hükmündeki mâna derinliğini kaldırıp yerine ruhsuz, anlamsız, donuk, estetikten ve akustik özelliklerden uzak kelimelerle Kur’ânî hakîkatlerin anlaşılması, zevk edilmesi, ruhların doyurulması, nesillerin kurtarılması mümkün değildir.

“Elfâz-ı Kur’âniye ve tesbihat-ı Nebeviyenin lafızları câmid libas değil, cesedin hayattar cildi gibidir; belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfilerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez. (Mektubat, 26. Mektup, 340)

Bu teşebbüsle neye ve kime hizmet edildiğinin  farkında olmak için allâme olmaya gerek yok sanırım. İşte fikri karışık, şuuru kısa olanlara Müellif-i muhteremin cevâbı:

“Zihni cüz’î, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimat-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes kelimat yerini tutabilir? (Mektubat, 29. Mektup, 393)

Merhûm Mustafa Türkmenoğlu’nun kaydettiği not oldukça mânidardır:

“Şamlı Hafız Tevfik ile görüşmemizde bana dedi ki; “Üstad sanki bir yere bakıp okuyormuş gibi gayet süratle söylerdi, bende gayr-ı ihtiyari süratle yazardım.”

Elhâsıl diyeceğim odur ki; Sunûhât-ı kalbiye olan bu kelimelere dokunmak gazab-ı İlâhî’nin celbine sebeptir. . İyilik yapıyorum zannıyla pek çok fenalıkların işlendiği bir gerçektir.

İleride inşâallah İttihâd-ı İslâmın ortak dillerinden biri olma özelliğine sahip Risale-i Nur dilinin dejenarasyonu, bu birliğe vurulmaya çalışılan bir darbedir. Teemmel!..

Bırakın ihsan ve ikrâmı da, bu eserlerin önünde gölge olunmaması bile en asgariden iyilik hanesine geçer.

Tercüme başka,  sadeleştirme ise bütün bütün başkadır. Böyle bir teşebbüs, iyi niyetle dahi olsa (ki, bu da bir aldatmaca ve Hizbüş-Şeytanın bir oyunudur), zındıka çevreleri bundan istifadeye çalışacaktır.

Bütün dünya Nur talebelerinin ve Kur’ân şakirdlerinin bu tür içi boş heveslere aldanmayacağı kanaatini taşıyorum.

Zira hiçbir güç, Kur’ân’ın bu asra emânet-i kudsiyyesi olan Risale-i Nurları tahrîf sûretiyle Anadolu ve dünya gençliğinin elinden almaya muktedir olamayacaktır.

Önü/arkası karanlıklı, tehlikeli, hizmetle alakası olmayan, sâdece bir takım hevâ ve heveslerin/enâniyetlerin tatminine yönelik bu teşebbüsten derhal,  âcilen vaz geçilmeli, tövbe ve istiğfar ile, öncelikle Bediüzzaman Hazretlerinden ve talebelerinden helallık istenmelidir.

 Şurası da unutulmamalıdır ki, Kur’ân talebeleri olarak akîde dünyamızda ılımlı İslâm saçmalığına yer olmadığı gibi; ‘ılımlı Risale-i Nur’ hezeyânına da aslâ yer olmayacaktır vesselâm.

İsmail Aksoy

Sergey Michailof kadar samimi ve yürekli olamayacak mıyız?

Sergey bir Rus genci… Yaşı 28 civarlarında. Aslen Moskova’nın güneyinde tarihi bir şehir olan Serpukhov’dan Sergey. Moskova’da bir yandan sosyoloji doktorası diğer taraftan polis olarak görev yaparken, Risale-i Nurla tanışır. Onun aşkıyla yanıp tutuşur. Gündelik ve sıradan değildir bu aşk. Ya da ara sıra yanıp tutuşup sonra sönen… Damlasını içtiği okyanusu bulmalıdır ve o ummana dalmalıdır. Bu niyetle beraber, başta içindeki nefis ve şeytanı sonra çevresiyle başlar mücadeleye.

Leyla’nın Mecnu’nu diyar diyar dolaştırdığı gibi Risale-i Nur da Sergey’i peşine takar ve deryanın kaynağına çeker. Evet, Sergey Türkiye’ye gelmeli, Türkçe öğrenmeli, zemzemi kaynağından yudumlamalıdır…

***

Telefonum-olmadık saatlerde- çalınca arayan genellikle Behram’dır. Behram hayatını nur hizmetine adamış bir nur mücahidi… Gecesi gündüzü hep hizmet içerisinde birbirine karışık olduğundan aklına gelen her müşkilde günün hangi vakti olursa olsun telefon etmekten çekinmez… Yine böyle telefonlardan birinde Rusya’dan gençlerin geldiğini söyleyerek ona Türkçe öğretmek için beni dershaneye davet etti.

Davete icabet edip dershaneye geldiğimde Risale-i Nur okuyarak hidayete eren Rus gençlerinin Türkçe öğrenmek gayesi ile Erzurum’a geldiklerini gördüm. Sergey (Selehaddin), Roman (Ramazan), Andrei (Ali), Petry (İslam), Yevgeny, (Cebrail) ve daha başkaları… Karşımda müthiş bir tablo duruyordu. 80’li yıllarda daha küçük bir çocuk iken babamın omuzlarında katıldığım Afgan mitinglerinde “Komünistler Moskova’ya!!!” şeklinde attığım sloganlar beynimde çok derin izler bırakmıştı. Kaderin sevki değişmiş, Moskova’dan “Komünistler” yerine “Nurcular” geliyordu, hem de Risale-i Nur’u orijinal dilinden öğrenmek ve onun hizmet modelini anlamak, kavramak, yaşamak, yaşatmak için…

Bu gençlerle yaklaşık üç aylık bir beraberliğimiz oldu. Çalışma ve azimleri, gayretleri, takvaları kısaca her hal ve hareketleri, İnsaniyet-i Kübra olan İslamiyet’in somut örnekleriydi. Mescidin arka tarafında, onların o adeta melekiyet kesb etmiş bir şekilde namaz kılmalarını, içime akıttığım göz yaşları içinde seyrederdim. Ve hemen hepsi çok kısa bir sürede Türkçe öğrenerek nurları asli formatında okuyup anlamaya başladılar…

Evet, cennet ucuz değildi. İngiliz ve Alman kadar serveti ve kuvveti yanında aklı da olan herkes, o davayı kazanmak için bütününü sarf etmeliydi. Bu gençler bu idealin en güzel temsiliydiler…

Şimdi bu güzel tabloları zihnimizin bir köşesinde, tekrar kullanmak üzere mahfuz bırakarak bir diğer tabloya geçelim.

***

Ara ara nükseden sara nöbetleri gibi “sadeleştirme” furyası yeniden nur hizmetinin gündemine otur(tul)muş durumda…

Bu konuda başta “vâris” vasfını taşıyan saf-ı evvel abiler olmak üzere, Nur hizmetine gönül vermiş hemen her akl-ı selim ve zevk-i selim sahibinin ifadesiyle, üstadın bile “parmak karıştırmadığı” bir metinde hiçbir kişisel tasarruf asla söz konusu olamayacağı aşikâr. Zira eserin muhterem müellifinin ifadesiyle yapılacak olan sadece ve sadece “Sözlerin şerhleri, izahları ve tanzimleridir.” Hal böyle iken ve nurların maddi manevi vârisleri hayatta iken onların tamamen hilafına olarak yapılan “sadeleştirme” hareketleri, hangi “makuliyet” hangi “konuma saygı”, hangi “meşveret” prensibiyle açıklanabilir?

Aslında “sadeleştirme”nin bir anlamda “tahrifat” olacağı ve bu işin manevi sorumluluğunun hem dünyada hem ahirette “faillerinin” başına “bela” olacağı birçok yazar tarafından gerek nakli bilgi gerekse ilmi izahlarla ispat edildi. Bu vadide daha fazla söz söylemenin “gereksiz” olacağını sözün “kararının” insana söyleneceği prensibinden yola çıkarak, birkaç meseleye vurgu yapmak isterim.

Erbab-ı ilimin tasdik edeceği üzere bilimde silsile ve tertip esastır. Kolaydan zora, somuttan soyuta, bilinenden bilinmeyene doğru bir sıra takip edilir. Hiçbir zaman ileri ve üst düzey konular “basitleştirme, sadeleştirme” mantığıyla ele alınmaz… Mesela medreseye yeni başlayan bir talebe için Şerh-i Mevâkıf ve Mekâsıd gibi ileri seviye kitaplar, “sadeleştirilsin”, “basite indirgensin” diye bir yol asla takip edilmez. Talebe sarf ve nahvin kaidelerini okur, zamanla bir gelişim seyri içinde, bu yüce bilimlerin seviyesine ulaşır. Burada gaye, ilmin seviyesini düşürmek değil talebenin seviyesini yüceltmektir… Bu durum dünyevi ya da uhrevi tüm ilim-bilim dalları için genel geçer bir kaidedir.

Bu durumda hakikat ilmi olan Risale-i Nur için de aynı mantık geçerlidir. Yani bizim okuma, anlama, tefekkür etme, tefeyyüz etme seviyemizi artırmamız gerekir. Yoksa o yüksek hakikatleri basite indirgemeye çalışmak “sadeleştirmek” işi “sulandırmanın ve tahrifatın” ötesinde hiçbir şeye yaramaz.

Bir diğer mesele ise, gerçek muhibleri ve hakiki okurları tarafından malumdur ki, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da oluşturduğu kendine mahsus kelime ve kavram dünyası vardır. Üstad çok yerde kelime ve kavramları, mevcut sözlük karşılığı ile değil kendisinin ona yüklediği özel anlamlarla zenginleştirir ve tamamen orijinal bir kavram dünyası oluşturur… Bu kelime ve kavramlarla oluşturduğu tamamen orijinal düşünce ve tefekkür dünyası içerisinde okurlarını bir üst bilinç düzeyine taşıma gayreti amaçlar.

Mesela şu cümleye bir bakalım: “Celal vahidiyetin tecellisinden, cemal dahi ehadiyetin tecellisinden zahir olur. Bazan da cemal, celalden tecelli eder. Evet cemalin gözünde celal ne kadar cemildir, celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.’’

Faraza kendinizi çok zorlayıp “abesle iştigal” ederek buradaki kelime ve kavramların yerine Türkçe karşılık bulduğunuzu/uydurduğunuzu varsayalım. Peki zevk-i selime hitap eden ve metnin “ruhu hükmünde olan” edebi/manevi yönünü nasıl ifade edeceksiniz? Ahengi nasıl sağlayacaksınız? Armoniyi nasıl oluşturacaksınız? Geometriyi nasıl temin edeceksiniz? Kısaca tüm bu aldıklarınızın/çaldıklarınızın yerine ‘NE’ koyacaksınız? Yerine ne koyacağınızı bilmiyorum ama en azından dilinize pelesenk ettiğiniz “konuma saygı” gereği bunun adını “sade ya da kaymaklı- Risale-i Nur” koymayın… Allah rızası için…

Pek tabi, metinden çaldıklarınız bununla da sınırlı kalmayacak. Genellikle usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen, “bilenlerin” izah ettiği, akabinde “cemaatle” çayların içilip mütalaa ile tefekkür ve tezekkürlerin yapıldığı ortamları da yavaş yavaş kaldırma sürecine gireceksiniz. Hâlbuki “Risale-i nur sohbetleri” geçmişte “mesnevi-hanların”, “gazel-hanların” topluca bir araya geldiği ve her tür faydalı sosyal öğrenmelerin sağlandığı nurani meclislerdir. “sadeleştirme yoluyla” yapılacak olan sulandırmalar sonucunda bu meclislerin de önü kapanmış olacaktır.

Özetle, “Uslub-ı beyan ayniyle insandır.” Risale-i nur Bediüzzüman’ca ve semavi bir üsluba sahiptir. Kör inatla “halen daha sadeleştirmeye devam edenler ya da edecekler olanlar, yeni oluşan metnin adını “Risale-i Nur” koymamalı ve yazarı kısmına “Said Nursi” yazmamalılar… Bu tavır, belki işledikleri cinayetin dozunu bir miktar düşürebilir…

Bir diğer mesele ise, Nurlar’ın sadece akla hitap etmediği gerçeğidir. Üstadın ifadesiyle: “Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır.” Şu durumda, hazırlanan “sadeleştirilmiş metin” hangi manevi duygumuza ve nasıl hitap edecektir?

Üstad bugün hayatta olsa acaba sadeleştirme failleri bu kadar rahat davranabilir miydi? Yoksa yiyecekleri “zılgıt”ın korkusuyla en azından bir “istişare” mekanizmasına başvururlar mıydı? Unutulmamalı ki o hayatta olmasa da vârisleri onun namına iş görmektedir. Onun verasetine tecavüz Hukukullaha dokunabilir. Bu durumda asla göz ardı edilmemelidir.

Evet, Goethe’nin Hafız Divanı’nı aslından okumak için Farsça öğrendiği söylenir. Ve bu ilhamla West-östlicher diwan’ı yazmıştır. Yine benzer şekilde Thomas Mann, Yusuf ile Kardeşleri adlı romanı yazarken Farsça öğrendiği anlatılır.

Yine, Doğulu-Batılı birçok kimsenin Kur’an’ı nazil olduğu Arapçadan öğrenmek için Arapça öğrendiği bilinen bir gerçektir… Ve yazının başında belirttiğim, Selehaddinler, İslamlar, Ramazanlar… Bu davanın en sadık şahitleridir…

 

Dr.  Halim ULAŞ

 ahalimulas@hotmail.com