Etiket arşivi: Risalet-i Ahmediye

Bediüzzaman’ın hadis savunması

İnsan, sahip olduklarını hak ettiğini sanır. Kendi varlığına öyle alışır ki, kendisini ezelden beri var sanır.  Oysa yeryüzü binlerce yıldır kendisi olmaksızın var olmuştur. Üstelik, kendisinin eksikliği kimseyi üzmemiş, kendisinin olmadığı binlerce sabaha pırıl pırıl güneşler doğmuştur. Hiç olduğu yüzyıllarda “hatırlanmaya değer bir şey” bile olamamıştır. Hem zaten yolu gözleniyor da değildi. Bekleniyor ya da umuluyor değildi. Doğmamış olsaydı hiç, bugün aranıyor bile olmayacaktı.

Şimdi ve buradaki varlığı sürprizdir; beklenmedik bir olayların birincisidir. Kendisi sürprizdir kendisine. “Ben” diyebilen bir insan olmak, insana sunulmuş akıl almaz bir hediyedir.

İnsanın bilmesi gereken en temel ve en sade gerçektir bu.

Başka tüm bilmeler bu bilmenin ipine dizilirse ancak, anlamlı olur.

Bediüzzaman On Dokuzuncu Söz’de Hazreti Peygamber’in[asm] ‘Resul’ kimliğini anlatmaya hazırlanırken, On Sekizinci Söz’ün sonuna kısa ama sarsıcı bir bakış açısı yerleştirir. İki Söz’ün birbirinden bağımsız olduğunu sananlar bu sürprizi fark etmeyebilir:

Şimdi iki levha, iki daire görünüyor:

Biri, gayet muhteşem, muntazam bir daire-i Rububiyet ve gayet musannâ, murassâ bir levha-i san’at.

Diğeri, gayet münevver, müzehher bir daire-i ubûdiyet ve gayet vâsi, câmi’ bir levha-i tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman vardır—ki, ikinci daire, bütün kuvvetiyle birinci dairenin namına hareket eder.

Said Nursi’nin bize nezaketle bellettiği gibi, Peygamberlere iman, Peygamberlerin varlığına iman etmekten ibaret değildir. Peygamberlerin varlığına iman da, Peygamberlerin isimlerini ezbere sayabilmek hiç değildir, sadece menkıbelerini bilmek de değildir. (Peygamberlere iman, Peygamberlerin isimlerini bilmek sayılsaydı, gelip geçtiği söylenen 124 bin peygamberden sadece 28’ini bildiğimize göre, imanımız sadece 28/124,000 olurdu. Bu da en fazla yüzbinde birlik bir iman olurdu!) Peygamberlere iman, peygamberlerin ‘olmazsa olmazlığına’ ikna olmaktır. Nübüvvete iman etmek, ‘elbet bir resul gelecekti, başka türlü olamazdı ki!” diyecek bir akıl patlaması yaşamakla başlar.

On Sekizinci Söz’ün sonuna, o patlamayı hazırlayan ‘nüve’yi yerleştiriyor Said Nursi. Demek istiyor ki, bu kadar parlak, akıl çelici, göz alıcı, özenli, parıltılı, albenili, süslü, çiçekli bir güzellik levhası karşında, bunca hayret ve minnet zevkiyle, bunca ince tefekkür yeteneğiyle, bunca güzelleme aşkıyla donanmış muhataplar topluluğu hiç tepkisiz, hiç hareketsiz kalır mı? Hiç hayretsiz hiç minnetsiz durmayı kendilerine yakıştırırlar mı?

Bu kaçınılmaz tefekkür, istihsan, teşekkür, elbette ki bunca anlamı, bunca güzelliği, bunca iltifatı anlatacak rehberlerin, yani resullerin var olmasını gerektirir. Bediüzzaman’ın Onuncu Söz’deki muhakemesiyle konuşursak: “Hiç mümkün müdür ki resuller gelmesin! Hiç mümkün müdür ki elçiler insanların önüne geçmesin!” Yani, şaşılması gereken peygamberlere iman etmek değil, iman etmemektir.

Peygamberliği hayret ve minnet duyguları üzerinden kavramaya çağırır bizi Said Nursi. Dışarıdan bir telkinle ezber vermeye kalkmaz, bize kuru din kültürü eğitimi vermez. Peygamberlik gerçeğini fıtratımızda karşılığı olan, varoluşumuzun gereği olan bir b/akışın sıcacık meyvesi olarak kalbimizin odacıklarına bırakır. ‘Risalet-i Ahmediye’ hayret ve minnet bardağını taşıran son damladır artık. Şahitliğimizin konusudur, ihtiyacımızın karşılığıdır, arayışımızın cevabıdır.  İçimizde uyuyan hayret ve minnet duygusunun uyanmasıyla, peygamberlere yoldaş oluruz, elçilerin yanında yürümeye başlarız.

İmdi, nasıl olur da insan kendi varlığına alışır? Nasıl olur da bir insan olarak var olmayı hak ettiğini düşünür? İnsanın sadece kendi varlığı bu kadar şaşırtıcı ise, insana verilenler ne kadar şaşırtıcı olmalı! “Ben” demeyi bile hak etmemişken gerçekte, “benim” dediklerimizi nasıl hak etmiş olabiliriz!

Hak etmediği halde alan bizlerin, hak etmeden aldıklarına yaslanarak hak etmediği halde daha çok şey isteyen bizlerin hakkını vermesi gereken bir hâl vardır. Geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kıldığını gören Hz. Aişe[ra] kendisine bizim de soracağımız şu soruyu sorar: “Niçin bu kadar sıkıntıya katlanıyorsun ey Allah’ın Resulü? Allah senin geçmiş ve gelecek hatalarını bağışlamıştır.” Cevabı şu olur Hazreti Peygamberin[asm]: “Şükreden bir kul olmayayım mı?”  İşte budur Muhammedî varoluşun başlığı. İşte budur her birimizin kalbine emanet düşünüş. İşte budur peygamberce var olmanın, O’nun yanında sayılmanın varoluşsal karşılığı… İşte bu olmalı, içimizde saklı cevheri kâinat ağacının güzelline katmak için önümüze konulan kabuk kırma fırsatı…

Şimdi iyice hissetmeyi deneyelim bu cümlenin iletmeye çalıştığı duyguyu… “Fazladır bize bu var oluş…” “Hiç umulmadık bir ikramdır hayat…” “Akla hayale gelmez iken şimdiki varlığımız, bundan da ötesine, sonsuzluğa aday gösterilme sürprizi için ‘akla hayale gelmez’ ifadesi bile yetmez …”

Niye mi vurguluyorum bunu?

Peygamberimizin varlığını birkaç kuru iddia üzerinden ‘tartışılır’ hale getiren ‘zahir uleması’nın yitirdiğini görelim diye… Ne ‘hadis inkârcısı’ diye anılanların sırf zahirine bakarak çirkin gördüğü sözlerle yok edilir peygamberlik ne hadis inkârcısı dediklerinin zahiriyle inkâr ettiğini zahiriyle kabul eden ‘hadis savunucuları’nın kabullenmeleriyle doğrulanır peygamberlik… ‘İnkarcılar’ da ‘savunucular’ da hadisin gerçeğini inkâr ettiğini bilmiyor gibi…

Kendi varlığını ve kendisi için var edilenleri hak etmediğini bilen, hakkını veremediğini de bilen bir kalbin hayretle ve minnetle çırpınışına katılarak doğrularız Hazreti Peygamberi. “Şükreden bir kul olmayayım mı?” cümlesini kendi kalbimizin cümlesi olarak yaşamadığımız sürece, asıl gündemi kaçırırız. Peygamberliğe iman etmeyi tartışmalı bilgilere bağlarız ya da onlar üzerinden iman etmekten vazgeçeriz…

Varlığına ve varoluşa en çok hayret edenimiz, en ateşlice teşekkür edenimiz Muhammed Aleyhisselâtu Vesselâmın durduğu yerde durmak için çırpınmadıkça, kuru bilgilerin, meyvesiz malumatın ‘odun’ları altında eziliriz. ‘Sıcak bir şey’ler dokunmaz kalbimize…

Senai DEMİRCİ -Risale Haber