Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Kâinatın idaresinde suhûlet var…..

Yirmi İkinci Söz Birinci Makam Dokuzuncu Bürhan’da iki mesele iş’ar edilmiş.

Biri Allah’ı tanımamanın dehşetinden bir diğer mesele ise; bu muhteşem kâinat nasıl olur da bir tek Zat tarafından kolayca yaratılır ve idare edilir sorusundan.  

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, eşyanın kolay idare edildiğini çok harika bir üslup ile ispat etmiştir. Bürhan’ın hemen girişinde: “Asıl istib’ad, asıl müşkülat, hakiki suûbetler ve dehşetli külfetler O’nu tanımamaktadır.”1 diye ifade edilir.

Maalesef, günümüzde bir kısım insanlar iman, ibadet ve ahlâktan uzak durmayı esas kabul etmiş ve hiçbir kayıt tanımayacak kadar yoldan çıkmıştır. Bunlara kâinatın yaratılışından söz etseniz ve bu âlemde hiçbir şeyin hikmetsiz, gayesiz olmadığını anlatsanız, onların nefisleri hemen rahatsız olur, çok basit bir sebeple sizi dinlemekten uzak dururlar.

Akıl muhakemesinden aciz, fakir ve zavallılar bilmiyorlar ki ömür sermayesi kısadır, kısa bir ömür sürecinde kendilerini aldatıyorlar. Herhalde bu münkirler şu muhteşem âlemin bir yaratıcısı olduğunu vicdanlarında duyuyorlar, fakat hakikati ihata edemiyorlar. “Bir harf kâtipsiz olmaz.” hakikatini bir çocuk dahi kabul ettiği halde, bu kâinat kitabını kâtipsiz, sahipsiz kabul etmek nasıl düşünülebilir?

Bediüzzaman Hazretleri: “Bütün bu şeylerin icadı bir tek zata verildiği vakit, o kadar kolay olur, o kadar hiffet peyda eder ki, gördüğümüz nihayetsiz ucuzluğa ve mebzuliyete ve sehavete sebebiyet verir.”2 ifade buyurmuş ve  “vahdette nihayet derecede kolaylık olduğu” hakikatinin ispatı yapmıştır.

Bu kâinat bir fabrika, bir saray, bir hane gibidir. Bir şeyi yapabilmek için her şeye yetecek bir kuvvetin bulunması gerekir. Mesela, bir meyve öncelikle dala ve ağaca tutunduğu gibi; ağaç da bahçeye, bahçe yeryüzüne, yeryüzü de Güneş’e bağlanmıştır. Dolayısıyla kâinat bir fabrika gibi muntazam çalışmakta, muhtelif mahsulleri ve mamulleri sonsuz bir kolaylıkla varlık sahasına çıkarmaktadır.

“… Nasıl bir ağaca, bir kökte, bir kanunla, bir merkezde hayat veriliyor; binler meyvelerin teşekkülü, bir meyve gibi suhûlet peydâ eder.”3 Öyle de ağaçtaki büyüme kanunu onun ruhu hükmündedir. İnsan bedeninde bütün hücrelere bir ruhtan hayat verildiği gibi; bir ağacın da bütün çiçekleri, yaprakları, meyveleri aynı kanuna bağlıdırlar. 

Said Nursi Hazretleri “şecere-i kâinat” ifadesini çokça kullanır. Ve insanları bu ağacın en son ve en cemiyetli meyveleri olarak değerlendirir. 

Bir ağacın bir merkezden idare edilmesinde binler meyve ile bir meyvenin farkı olmadığı, hepsi aynı kolaylıkla vücut buldukları gibi; bu kâinat ağacı da aynı kudretle, aynı iradeyle, kısacası aynı ilâhî sıfatlarla yaratılmıştır ve idare edilmektedir. Bundandır ki, kâinatın idaresinde suhûlet [kolaylık] var; suûbet [zorluk] yoktur…

Rüstem Garzanlı

30.10.2022

Dipnotlar:

1- Sözler, 22.Söz, 1.Makam, 9.Bürhan, s.455.

2- Sözler, 22.Söz, 1.Makam, 9.Bürhan, s.455.

3- Sözler, 22.Söz, 1.Makam, 9.Bürhan, s.456.

Küll kimin mahlûku ise, cüz’de O’nun mahlûkudur

Risale-i Nur’da, “cüz-küll”, “cüz’î-küllî” gibi kavramlar sıkça geçmektedir. “Küll”, ‘bütün’ demektir, “cüz” ise onun parçalarıdır. Mesela, beden küll’dür; kol, ayak, parmak, göz, burun ve kulak onun cüzleri ve parçalarıdır.

“Küllî” kelimesi daha çok ‘umumî, bütün’ manasında kullanılır. İnsan” kelimesini bir türün ismi olarak kullandığımızda, bu küllî bir mana ifade eder; bütün insanları içine alır. Mesela, “küllî rububiyet” denilince, her şeyin terbiyesini gören umumi rububiyet kastedilir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bu kelimeleri tevhidin ispatında kullanmıştır. Said Nursî’nın fikri ve zikri vahdet, ehadiyet ve tevhid olduğu için hangi varlığa bakmışsa –cüz olsun küll olsun– o varlığın üzerinde Cenab-ı Allah’ın ehadiyet mührünü görmüştür. 

“Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz’ü de o şeye muhtaçtır. Mesela: Bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzım ise, bir semerenin vücuduna da lâzımdır. Öyle ise, semerenin Hâlık’ı, şecerenin de Hâlık’ı o oluyor. Hatta arzın ve şecere-i hilkatin de Hâlık’ı, o Hâlık olacaktır.”1

Demek ki, küll kimin mahlûku ise cüz’ de O’nun mahlûkudur. Parmağı yaratan başka, bedeni yaratan başka olamaz. Bir insanı yaratan kim ise, insan nev’ini yaratan da odur. Bütün insanları yaratamayan bir tek insanı da yaratamaz.

“Bu âlemde o derece intizamla küllî işler yapılıyor ve umumi inkılaplar oluyor ki, âdeta bütün bu saraydaki mevcut taşlar, topraklar, ağaçlar, her bir şey, birer fail-i muhtar gibi…”2 

Mesela hava unsurunun bütün canlıların teneffüsünde gördüğü hizmet, Güneş’in ışığının bitkileri bir cihette beslemesi, büyütmesi gibi verdikleri hizmetler küllî icraatlardan birkaç misal olarak sayılabilir.

Burada önemli husus bu küllî hizmetleri görenlerin tek başlarına çalışmayıp, birlikte; tam bir tesanüd, yardımlaşma ve dayanışma içinde vazife yapmalarıdır. Birbirinden en uzak şeyler birbirinin imdadına koşuyor. Dolayısıyla kâinatta büyük bir yardımlaşma sergilendiğini görüyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri’nin şu manidar sözü ile konuyu bağlayalım: “Vacibü’l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef’’alinde de benzemiyor. Çünkü Vacibü’l- Vücud’un kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, ferd-nev’, cüz’-küll aralarında fark yoktur.”3 

23.10.2022

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar:

1) Mesnevi-i Nuriye, Hubab, s.269.

2) Sözler, 22.Söz, 1.Makam, 7.Bürhan, s.871.

3) Mesnevi-i Nuriye, s.269.

Bütün varlıklar Allah’ı tesbih ederler

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri zaman zaman dağlara, ormanlara ve yüksek tepelere gider; hem teneffüs hem de ilâhî sanatı tefekkür ederdi.

Barla’da Çamdağı tepesi, Gelincik Dağı tepesi, Tepelice gibi yerler, Hatta, Çamdağı için, “Ben bu menzilleri Yıldız Sarayı’na değişmem.” demiştir ve Risale-i Nur bazı bölümlerinin telif edildiği yerler buralardır.

Bediüzzaman Hazretleri yeşile çok önem verirdi. “Nebatat” olarak tanımladığı  bitkileri;  zemin yüzünde  yazılan, bahar mevsiminde teşhir edilen mu’cizeli eserleri olarak takdim eder ve bu varlıkların kendine has dilleri ile Allah’ı tesbih ettiklerini birçok misalle manevi anlamda akla, kalbe ve ruha yakınlaştırmıştır.

Mesela, “… yüzbinler muhtelif mahlûkatın taifeleri, birbiri içinde beraber icad edilir, rûy-i zeminde yazılır; galatsız, kusursuz, kemal-i intizamla değiştirilir…”1 ifadesinde olduğu gibi.

Örneğin, elma bir türdür, kültür çalışmalarıyla bin farklı elma çeşidi üretildiği tahmin edilmektedir. Keza, hayvanlar âleminde de bu böyledir.

Yeryüzünde bulunan tahminî üç milyondan fazla türün birlikte teşhir edilmelerinin en mühim hikmeti, Cenab-ı Hakk’ın her bir varlığa ona münasip bir beden giydirerek sanatının harikalarını ve mucizelerini ilan etmesi, şuur sahiplerine okutturması ve kendi sanat harikalarını bizzat müşahede etmesidir.

Bu kadar farklı hayvan türlerinden hiçbiri hikmetsiz ve luzümsuz değildir. Bugün ilim adamları ispat etmişlerdir ki; bütün hayvan türleri bir bütünün parçaları gibidirler, birisi olmasa tabiattaki ekolojik denge bozulur. Bu da birçok hikmetlerden bir hikmet sayılabilir.

“… Yakînen bana bildirildi ki, kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyr ü seyelân-ı eşya o kadar manidardır ki; o faaliyet ile Sâni-i Hakîm, enva-ı kâinatı konuşturuyor…”2

Demek ki, “Hakikî hakaik-i eşya, esma-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir.”3, Bu varlık âlemindeki her mahluk Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin tecelli etmesiyle ortaya çıkmıştır. Esas olan bu isimlerdir. Bunların tümünün de özelliği, küllî bir ibadet ve tesbih etmeleridir.

15.10.2022

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar:

1- Sözler, 22. Söz, 6. Bürhan, s.312.

2- Mektubat, 24. Mektup s.287.

3- Sözler, 32. Söz. s.627.

Kendini gösteren birlik mührü

Risale-i Nur külliyatından, Sözler eserinin Yirmi İkinci Söz’ün Birinci Makamının Beşinci Bürhan’ında her bir sanatın, her bir nakşın Allah’ın ilannamesi ve hatemi olduğu; ulûhiyetin ve rububiyetin varlıklar üzerinde tasarrufu olduğu, tefekkür ile insanı vahdete yakınlaştırdığı cihete vurgu yapılmıştır.

Risale-i Nur’un insanlığa sunduğu nurânî meslek dört esas üzerine bina edilmiştir. Bu esaslar acz, fakr, şefkat ve tefekkürdür. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, “Ben namaz tesbihatının ahirinde otuz üç defa kelime-i tevhidi zikrederken birden kalbime geldi ki: ‘Hadis-i Şerif’te “Bazen bir saat tefekkür, bir sene ibadet hükmüne geçer.’ Risalet’ün-Nur’da o saat var, çalış o saati bul’ ihtar edildi.”1 diye Risale-i Nur’ların tefekkür deryasına işaret etmiştir. 

Beşinci Bürhan’da geçen, “Bütün sarayın nakışları var, bütün şehrin tanzimat kanunları var, bütün memleketin teşkilat programları var.”2 ifadesinde saray, şehir ve memleket şeklinde üç benzetme yapılmıştır. Mesela; her taşta bütün sarayın nakışları bulunması gibi, kâinat sarayının inşasına esas olan ilâhî isimler de aynen her bir varlıkta tecelli etmektedir. 

Cenab-ı Allah’ın “Musavvir” ismi kâinatın tamamına bir suret vermesini ifade eder. Ondaki her bir sisteme, o sistemlerdeki her bir yıldıza, her bir gezegene birer suret verilmiş. Her canlıdaki farklı suret, bütün sarayı şekillendiren “Musavvir” isminden bir nakış gibidir.

Bütün ilâhî isimler ve fiiller de bu mânâda mütalâa edilebilir. Esmanın nakışlarında kendini gösteren bu birlik mührü, kâinatın idare kanunları için de geçerlidir. Gezegenleri güneşe, elektronları çekirdeğe bağlama kanunu gibi.

Malum olduğu üzere; Allah kâinat kitabında yazmış olduğu her bir eserini taklidi imkânsız bir şekilde yaratmış ki, herkes her bir varlık üstünde ulûhiyetin ve rububiyetin alâmetlerini rahatlıkla okusun ve Allah’ın varlığını ve birliğini bilsin. 

Buna da bir örnek vermek gerekirse, güneş bütün parlak ve şeffaf şeyler üstünde tecelli eder, onun ışığı ve ısısı her şeye yansır. Bu da o ışığın ve ısının bir güneşten geldiğinin delilidir. Şayet o parlak şeyler üstünde tezahür eden ışığın güneşten geldiğini kabul etmezsek, o zaman o şeylerin içinde hakiki ve bizzat küçük bir güneşçiğin olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bu da bir güneşe bedel, milyonlarca güneşi kabul etmemiz manasına gelir ki, bu da bir hezeyan ve tam bir ahmaklıktır.                    

Güneş’in yedi rengi, ısısı ve ışığı aynalarda veya şeffaf şeylerde nasıl tecelli ediyorsa, Cenab-ı Hakk’ın da isimleri ve sıfatları mahlûkatta tecelli ediyor.       

Rüstem Garzanlı                                                               

Dipnotlar:

1- Kastamonu Lâhikası, s.255

2- Sözler, 22. Söz, 5. Bürhan

Tevhid mührü

“…Nakkaş-ı Ezelî; zeminin yüzünde yaz, bahar zamanında en az üç yüz bin nebatat ve hayvanatın envaını, nihayetsiz ihtilat, karışıklık içinde nihayet derecede imtiyaz ve teşhis ile ve gayet derecede intizam ve tefrik ile haşir ve neşretmesi, bahar gibi zâhir ve bâhir parlak bir sikke-i tevhiddir…”1

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri; Allah’ın, tevhid sikkesinin bütün âlemlerin üzerinde bulunduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde ispat etmiştir.

Bitkilerin kış mevsiminde varlık sahasından silinip baharda yeniden yaratılmaları gibi, insanlar da ölüm ile bu dünya sahifesinden tamamen siliniyorlar. Bedenleri elementlere dönüşürken, ruhları berzah âlemine göçüyor.        

Bitkilerin yeniden yeryüzünde boy göstermek için baharı beklemeleri gibi, vefat eden insanların ruhları da kıyametin kopup haşrin gelmesini bekliyorlar.

Bahar mevsimi geldiğinde bütün bitkilerin kısa bir zaman içinde yeniden yaratıldıkları ve bütün hususiyetlerini eksiksiz takındıkları gibi, haşrin gelmesiyle de insanlar bir anda mahşer meydanında toplanacaklar.

Dünya hikmet âlemi olduğu için, bitkilerin yeniden yaratılmaları belli bir zaman dilimi içinde tedricen gerçekleşir. Kudret âlemi olan âhirette ise her şey bir anda yaratıldığından, haşir meydanına toplanma da bir anda olacaktır.

Bu iki haşir arasındaki en büyük fark ise, baharda yaratılan bitkilerin bir önceki yılda yaratılanların aynı değil, misli olmasıdır. İnsanların ise aynen diriltilmeleridir. Şu var ki; cesetlerini giyerek mahşer meydanına çıkan ruhların bu ikinci yaratılışta giydikleri cesetler, ahiret âlemine münasiptir ve dünyadakilerden çok farklıdır. 

Said Nursî Hazretleri, “Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster.”2 diye yaptığı duasında, cennet nimetlerinin dünya nimetlerinden çok ileri olduğunu, dünya nimetlerinin onlara göre gölge gibi zayıf kalacağını beyan etmiştir.  Cennetteki bedenlerin de dünya bedenlerinden o derece mükemmel olması gerekir  ki o bedenlerin sahipleri bu yeni âlemin nimetlerinden istifade edebilsinler.

Hülâsa-i kelâm: “Her geceden sonra sabahın, her kıştan sonra baharın gelmesi gibi; haşrin sabahı, o büyük saatten doğacağına delil ve işarettir.”3, Said Nursî Hazretlerinin şu manidar nidası gibi ki: “Uyan ey kalbim vakt-i fecirde. Bigün tevbe, bicû gufrân, zidergâh-ı İlâhî…”4 diyelim…

01.10.2022

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar:

1- 22.Söz, 2.Maksad, Altıncı Lem’a, s.300.

2- On Üçüncü Söz, s.792. 

3- İşârâtü’l-İ’caz, s.55.

4- Sözler, 18.Söz, 3.Nokta, s.234.