Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Peygamberimizden, Anne Hakkına dair Veciz Bir Mesaj!

Baby Holding Mother's FingerCenab-ı Allah Kur’an’ı Kerimde şöyle ferman eder: Biz insana; anne ve babasına ihsan etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır. Nihayet erginlik çağına ulaşınca ve kırk yaşına varınca der ki: Rabbim bana; anne- babama verdiğin nimete şükretmemi ve senin hoşnut olacağın salih amel işlememi ilham et. Bana verdiğin gibi soyuma da salah ver. Doğrusu ben, sana döndüm. Ve gerçekten ben, Müslümanlardanım. (1)

“Biz insana; anne ve babasına ihsan etmesini tavsiye ettik” …annesi onu zahmetle taşıdı.” Hamilelik sırasında onun yüzünden meşakkat ve yorgunluklara; hamilelerin başına gelen yorgunluk ve zahmetlerden aşerme, bayılma, ağırlık, üzüntü ve başka sıkıntılara katlandı “ ve zahmetle doğurdu” Doğum sancısı ve şiddetinin zorluğuna da katlandı. “Taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır.” Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Bu emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir.(Bakara/233) Ayeti ile birlikte mütalaa ederek hamilelik süresinin en az altı ay olduğuna delil getirmiştir.

İbn Abbas’tan rivayetine göre; Kadın dokuz ayda doğurduğu takdirde yirmi bir ay emzirmesi yeter. Yedi ayda doğurmuşsa yirmi üç ay emzirmesi, altı ayda doğurmuşsa tam iki sene emzirmesi yeter. Çünkü Allah Teâlâ: “ Taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır.” buyurmuştur.

… Ceninin oluşması için takdir edilmiş bir süre vardır. Bu süre katlanınca cenin harekete geçer. Bu sürenin toplamı kadar bir süre daha eklenince cenin anneden ayrılır. Farz edelim ki; ceninin yaratılışı otuz günde tamamlanmaktadır. Bu süre altmış güne ulaşınca cenin harekete geçer. Bu süre iki katlanınca da- yani yüz yirmi gün sonra- böylece süre yüz seksen gün olur ki – bu altı aydır- cenin anneden ayrılır. Ceninin otuz beş günde yaratılışının tamamlandığını farz edecek olursak, yetmiş günde harekete geçer ve yüz kırkıncı günde – bu süre yüz doksan gün olur ki yedinci ayda çocuk anneden ayrılır. Çocuğunun yaratılışının tamamlanmasının kırk gün olduğunu farz edecek olursak, çocuk seksen günde harekete geçer ve iki yüz kırk gün sonra ayrılır ki bu da sekiz ay sürer. Ceninin yaratılışının kırk beş günde tamamlandığını farz edecek olursak, o doksan günde harekete geçer ve iki yüz yetmiş günde doğar ki bu süre dokuz aydır.

Efendimiz şöyle buyurmuştur: Müslüman kul, kırk yaşına ulaştığı zaman, Allah Teâlâ onun hesabını hafifletir. Altmış yaşına ulaştığı zaman ona Allah’a dönüşü bahseder. Yetmiş yaşına ulaştığı zaman gök ehli onu sever. Seksen yaşına girdiğinde Allah Teâlâ onun iyiliklerini sabit kılar, kötülüklerini siler. Doksan yaşına girdiği zaman Allah Teâlâ geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar ve onu ailesi halkı hakkında şefaatçi kılar.

“İşte bunlar cennetliklerdendirler. Yaptıklarının en iyisini kabul edeceğimiz ve kötülüklerinden vazgeçeceğimiz kimselerdir.” Yukarıda zikredilen nitelikleri taşıyanlar, Allah’a tövbe edip O’na dönenler, kaçırdıkları tövbe ve istiğfarı telafi edenler; işte yaptıklarının en iyisinin kabul edileceği, kötülüklerinden vazgeçileceği, birçok hatalarının bağışlanacağı az amellerinin kabul olunacağı kimselerdir. Onlar cennetlikler cümlesindendirler. Allah Teâlâ’nın Zatına tövbe eden ve dönenlere vaat ettiği üzere onların Allah katındaki hükmü budur. Bu sebepledir ki:“Bu; onlara vaadolunan dosdoğru bir vaaddir.”buyurmuştur.(2)

Allah’ın Resulü… Annesini omzunda tavaf ettiren birisini görünce, adam peygambere soruyor. Hakkını ödedim mi acaba? Hayır, bir tek soluğun hakkını dahi ödeyemedin. buyurmuş.

Anne hakkını veciz bir sözle belirten iki cihan serverine salât ve selam olsun…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

19.8.2013

 www.NurNet.org

Alıntı

1- Ahkaf,17-ibn.Ksr,

2- İbni Kesir Tevsiri

Ey İnsan, Sen Bir Emanetçisin Haddini Bil!

Kadir-i Zülcelâl insanın ruhuna bir beden libası giydirmiş, üzerine göz, kulak, burun, el ve ayak gibi lüzumlu organları yerleştirerek insanın istifadesine emaneten vermiş, yoksa kendi idaresinden aciz olan insana mülk olarak verilmemiştir.

Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şöyle buyurur: “Acaba en kolay, en zahir ve daire-i ihtiyar ve şuurda dâhil olan bir midenin idaresini yapamadığın halde; nasıl göz ve kulak gibi daire-i ihtiyar ve şuurun haricinde idare isteyen şeylere malik olabilirsin?” (1)

Vücut, insanın malı değildir. Belki emanet bir maldır. Emanete sahip çıkmak lazımdır. Örneğin: Nasıl bir zat, misafirleri davet eder. Onlara,  ziyafetindeki eşyadan ve ziyafetten istifadeyi serbest bırakır. Yalnız mal sahibi değilsiniz diyor. Yemenin şartı ise; ev sahibinin rızası dâhilinde hareket etmektir. Yani misafir israf edemez, başkasına ikram edemez, sofradan sadaka veremez ve dökemez, misafir mal sahibi olmadığı için evin sahibinin iznine tabidir.

Evet, insan bir emanetçidir. Sahibinin rızası dâhilinde hareket etmelidir. Kendine ait olmayan malın üzerinde istediği gibi tasarruf edemez. Emanet olarak verilen hayatını dahi başka bir şekilde yok edemez. Gözünü kör edemez veya gayri meşru olan harama bakamaz, dolayısıyla emanete hıyanet etme hakkı yoktur…

Bediüzzaman, devamla konu hakkında şöyle diyor: “Bütün sana verilen nimetler, bu misafirhane-i dünyanın sahibi olan mihmandar-ı Kerim-i Zülcelâl’in kavanin-i şeriatı (ev sahibinin kanun ve şartları) dairesinde tasarruf etmek gerekir.”

Ey insan! Sahiplendiğin kuvvet tamamen Allah’ındır. Ancak mecazi olarak bizim diye biliriz. Bütün organlar Kudret sahibi olan Allah’a aittir. Sorumluluğumuz, Allah’ın sonsuz sıfatlarını anlamak ve geçici sahiplenmektir. Şayet kendini malik bilsen mesul olursun.

“Mal sahibi zannettiğin esbabı mal sahibi değildir. Asıl mal sahibi,  onların arkasında iş gören Kudret-i ezeliyedir.” (3)

İnsanın mahiyetini çok veciz bir şekilde izah eden Bediüzzaman şöyle diyor: “Nasıl esmada bir ism-i âzam var; öyle de, esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam vardır ki, o da insandır.”(2) İnsan kıymettar olduğu kadar zayıf ve zalimdir. Konumu itibariyle çok hassas bir noktadadır. Hassas bir ilacın terkibine benzer. Ölçü kaçırıldığı zaman kimyası bozulmuş canavar bir hayvan gibi muvazenesiz hareket eder, haddini aşar ve kendine ait olmayan şeylere sahiplenir. Karun gibi “bu servet bilgim sayesinde bana verilmiştir.”(4) deyip,  ihsan-i Rabbani olduğunu bilmeyip şükretmez.

Dolayısıyla azgınlaşan nefis bu sefer emsal aramaya başlar, yani Allah’a hisse vermeden neticeleri sebeplere bağlar. Kör ve batıl felsefecilerin eşyaya mana-i ismiyle baktığı gibi tabiat bataklığına saplanır…

Velhasıl sahipmiş gibi gördüğü şeyler, insanın elinde emanettir. Emanetçi haddini bilmelidir. Her şeyin kendisine muhtaç olduğu, bir olan ve birliği her şeyde tecelli eden Vahid-i Ehad-i Samed’in sanatla yapılmış malıyız,  emanetçi ve vazifeli olduğumuzu unutmamalıyız.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

 15.8.2013

www.NurNet.org

İnsanlara Rahmet Olarak Gönderilen Fahr-i Âlemi Tanıyalım!

Hıristiyan bir papaz ile sohbet ederken “Muhammed savaşçı idi, hayatı hep savaşlarla geçmiş,” dedi. İtiraz etmeme rağmen papazı ikna etmek mümkün değildi, çünkü hayati boyunca Fahr-i âleme karşı beslediği kin ve nefretini izale etmek veya hakkı ona kabul ettirmek çok zor… Medar-i münakaşa etmek istemeden “hidayet Allah’tandır.”dedim.

Keza, Alman asıllı Hıristiyan karı koca; bir Türk komşusuna gider gelirler, komşuların örf, adet ve İslami yaşayışlarından etkileyen karı koca bir müddet sonra Müslüman oluyorlar. Türk komşusuyla tanışmadan önce Müslümanları ve Hz. Muhammed’di hep savaşçı bildiklerini, İslamiyet’tin güzelliklerinden habersiz olduklarını, bir televizyon programında anlatıyorlardı,

Evet Hıristiyan karı koca; bir Müslüman’ın İslami yaşayışından etkilenerek Müslüman olabiliyorsa bize şunu gösteriyor ki: Müslümanlar hal ve ahvalleriyle İslamiyet’ti doğru yaşasalardı, Hz. Muhammed’din (asm) güzel ahlakını bihakkın anlatılsaydı, gayrimüslimlerin çoğu İslamiyet’te gireceklerdi.

Bediüzzaman ne güzel söylemiş:

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.”

Bütün Resullerin seyidi, bütün enbiyaların imamı, bütün mürşitlerin sultanı fahr-i Âlem ve Şeref-i beni Âdem Efendimize atfedilen iftira münasebetiyle umman denizinden bir katre de olsa, o zat-ı pak hakkında bir kaç hakikati beyan etmek istiyorum.
Şöyle ki:

İmanın altı şartından biri de peygamberlere inanmaktır. Hangi din mensubu olursa olsun kendi Peygamberini kabul ettiği gibi; sair Peygamberleri de kabul etmeleri şarttır. Kabul etmeyen kâfir olur.

Kur’an’da Muhammed, İncil’de Ahmet, Tevrat’ta Ahyed olarak ismi geçen O Zat-i Pakı delâl, en yüce ahlâka sahip olduğu yüz yıllar boyunca, dost ve düşman, herkesin üzerinde birleştiği tek bir insandır. Hz. Muhammed (asm) “güzel ahlâkı tamamlamak” olarak ifade ediliyor. Fahr-i Kâinat Efendimiz her bakımdan insanların en güzeli olduğu gibi ahlâk ve edep yönünden de en üstünüydü.

“Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim. Sizin en hayırlınız, ahlaken en üstün olanınızdır” buyurmuşlardır. Kâinat kitabının en büyük ayeti ve Hâtemü’l-Enbiya olan Fahr-i Cihan Efendimiz güzel huylu, güler yüzlü, tatlı sözlü, nazik tabiatlı, ince ve hassas ruhlu idi.

İnsanlara verdiği değer:

Âlemlere rahmet, insanlığa ebedî rehber ve üstâd-ı mutlak olarak gönderilen Fahr-i Âlem Efendimiz kimseyi tenkit etmez, ayıbını yüzüne vurmazdı.

Bir gün, Medine sokaklarından bir cenaze geçiyordu. Peygamberimiz bunu görünce ayağa kalkar. Yanındakiler cenazenin bir Yahudi’ye ait olduğunu söylerler. Bunun üzerine Peygamberimiz ‘O insan değil mi?’ diyerek yanındakileri uyarır.

Peygamberliği döneminde çok sıkıntı çekmiş, üzerine pislik atılmış, öldürülmek istenmiş, geçeceği yollara dikenler atılmış, ilk Müslümanlar da sayısız işkencelere tabi tutulmuş, Ama O’Yüce Peygamber, bunların hepsine tahammül göstermiş ve sabretmiştir.  Uhud Savaşında mübarek dişi kırılmış, bunu yapanlar hakkında beddua bile etmemiş, Kendini zehirlemek isteyen Yahudi kadını bile affetmiştir.

Amcasını öldürtüp ciğerini yiyen Ebû Süfyan’ın hanımı Hind’de, Kureyş kadınlarıyla birlikte yüzü örtülü olarak Peygamberimizin huzuruna gider, affını dilemiş, onu tanımasına rağmen belli ettirmeden affetmiştir. O Hind ki, Uhud Savaşında Kureyş kadınlarıyla birlikte def çalıp müşrikleri savaşa davet etmiş,

Hz. Hamza’nın katili Vahşi, Mekke’den kaçarak bir müddet kabileler arasında gizlenmiş,  fakat emin bir yer bulamıyordu. Sonunda kendi için en güvenli yeri gene Hz. Muhammed’din yanına gitmeyi bulmuş, Vahşi çekinerek ve sıkılarak huzura gitmiş, Vahşi’yi huzurunda gören Resulullah başını yere eğer, ona bakamıyordu. O anda amcasını hatırlar, mübarek gözlerinden yaşlar akar. Amcasının katili olan Vahşi’yi kısas yapabilirdi, her şeye rağmen büyüklük göstererek katil Vahşi’yi affeder.

Merhameti:

Peygamberin kucağında bir çocuk olduğunu gören bir adam hayret eder; “Benim on tane çocuğum var, ama hiç birini öpmedim.”der. Peygamberimiz, “kalbinde merhamet kalmamışsa ben ne yapıyım.”diyerek şu uyarıda bulunur: “merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.”

Hz. Peygamber Medine’den Mekke’ye ordusuyla giderken bir vadide, yolun kenarında yeni doğmuş yavrularını emziren bir köpek görür. Bir sahabeyi çağırıp köpeğin ve yavruların rahatsız edilmemesi için, ordu geçinceye kadar orada nöbet tutmasını emreder,

Ey Hıristiyanlar dinleyiniz! Alman Devletini kuran ilim ve irfan sahibi Prens Bısmarck, “Sana muasır bir vücut olamadığımdan müteessirim Ey Muhammed! Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir.”demiştir.

Netice-i kelam,bir gayrimüslimin cenazesine saygı gösteren, ölümle kendisini tehdit edenleri, amcasını öldüreni affeden, insanlara ve hayvanlara merhametini esirgemeyen, İnsanlığa ebedî rehber ve üstâd-ı mutlak olarak gönderilen bir Peygamber’e savaşçı demek büyük bir cehalet ve iftiradır.

İnananlara selam,

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

12.8.2013

www.NurNet.org

İki Bayram Gecesinde Yapılan İbadet!

Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:

 “Sevabını Allah’tan umarak iki bayram gecesinde kalkıp ibadet eden kimsenin kalbi, kalplerin öldüğü gün ölmez.

Her vesile ile bizleri ibadete ve ahiret amellerine teşvik eden Peygamber Efendimiz (a.s.m.) yılın iki bayram gecesinde kalkıp ibadet etmeyi tavsiye eder. Bu gecelerde uyanık bulunmanın, kalbin uyanıklığına vesile olduğunu bildirir.

“Arefe günü Besmele ile bin ihlâs okuyanın günahları (kul hakkı hariç) affedilir ve duası kabul olur.” Ebu-ş şeyh

Başka bir hadis-i şerifte:

“Kim ihlâs suresini Arefe gününde öğle ile akşam arasında bin defa okursa Allah (cc) ona ne isterse verir.” Buyurur.

Bediüzzaman Hazretleri ise: “Aziz, mübarek kardeşlerim! Pek çok selam. Bizim memlekette eskide Arefe gününde bin ihlâs-ı Şerif okurduk. Ben şimdi bir gün evvel beş yüz, Arefe’de dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen birden okuyabilir.” demiştir. Şua’lar

Sa’d bin Evs el-Ensârî anlatıyor:

Resulullah, (a.s.m) Ramazan Bayramı sabahı melekler yollara dökülür ve şöyle seslenirler:

Ey Müslümanlar topluluğu! Keremi bol olan Rabbinizin rahmetine koşunuz. O, bol iyilik ve ihsanda bulunur. Sonra onlara bol bol mükâfatlar verilir. Siz gece ibadet etmekle emrolundunuz ve emri yerine getirdiniz. Gündüz oruç tutmakla emrolundunuz, orucu tuttunuz ve Rabbinize itaat etiniz, mükâfatınızı alınız.’’ buyurmaktadır.

Cemaatler halinde kılınan bayram namazında getirilen tekbirler, akıl, kalp ve ruh üzerinde bulunan gafletin kalkmasına ve Cenab-ı Allah’a şükür vazifesinin yerine getirilmesine en büyük bir vesiledir. Bayram namazlarında mü’minler beraber getirdikleri tekbirlerle adeta yeryüzü tek bir ağız ve bir dil ile tevhit sesleriyle, kâinatı bir semazen gibi vecdeye getirmektedir.

Peygamber (a.s.m.) günlük iftarların adabı bayramda da yerine getirirlerdi, orucunu tatlı bir şeyle açmayı adet edinen Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Ramazan Bayramı sabahında hurma gibi bir tatlı almadan evinden ayrılmazdı. Bayramı tatlı yiyerek başlardı.

Ramazan bayramı, adeta her gün tutulan orucun iftar vaktindeki sevinci gibi, bir aylık orucun toplu bir iftar sevincini ifade eder. Eskide Anadolu’nun köylerinde, bayram sabahı maddi imkânı müsait olanlar evlerinde yemek sofrasını hazırlardı, bayram namazından sonra evler tek tek dolaşarak bayramlaşma yapılır ve hazırlanan yemekler toplu olarak yenilirdi.

Bayramlar aynı zamanda sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı, fakir ve yardıma muhtaç kimselere yardım elinin uzatıldığı, sevgi ve saygının artmasına vesile olduğu, dargın ve küskünleri bir araya getirdiği, dar-ı bakaya intikal etmiş kabirlerinden bir dua ve Fatiha bekleyenlere kadar uzanan güzel hasletlerdendir.

Ramazan bayramının bir diğer adı da ‘’İydü’l-fıtr’’ yani fıtr bayramı demektir. Bu nedenle  fitre, zekât ve sadaka, fakir ve yardıma muhtaç kimselere dağıtılarak, bayramın sevincini onlarla paylaşmak gerekir.

Bu vesileyle tüm İslam âleminin Ramazan bayramını kutlar hayırlara vesile olmasını dilerim. Saygılarımla

4.8.2013

Rüstem Garzanlı/ Diyarbakır

www.NurNet.org

Ramazan ayı Sosyal Yardımlaşmaya Bir Davetiyedir!

Ramazan ayı maddi ve manevi birçok güzelliklerin bir arada yaşandığı,  duygu ve hissiyatında öne çıktığı mübarek bir aydır. Rahmet, bereket ve mağfiret ayı olan Ramazan ayı dini açıdan taşıdığı önemle birlikte mü’minler arasında sosyal açıdan da yardımlaşma ve dayanışmanın en yüksek olduğu aydır.

Peygamber efendimiz (asm) “Kim bir oruçluya iftar ettirirse, o oruçlunun alacağı sevabın aynısı, iftar ettirene de yazılır. Ve oruç tutanın sevabından da bir şey eksilmez” buyurmuştur. Komşuları akrabayı ve aile fertlerini kendi evinde iftar ettirmek,  sıla-ı rahim ve iyilikte bulunmak lazımdır.

Bediüzzaman, Oruç’un sosyal ve içtimai hayata verdiği önemi özetle şöyle bir reçete sunmuştur.

“Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniye ye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsanlar maişet cihetinde muhtelif bir surette hâlk edilmişler. Cenâb-ı Hak, o ihtilâfa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki zenginler fukaranın acınacak acı hâllerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü, hakikî o hâleti kendi hissetmiyor.” (29.mek.3.nükte)

Cenab-i Allah (c.c.) bu dar-ı dünyada geçim cihetiyle kimi zengin-kimi fakirlikle imtihana tabi tutuyor. Zengini fakirlerin yardımına  davet ediyor. Zenginler fakirlerin açlık hallerini ancak oruçtaki açlıkla tam anlayabilirler. Oruçlu zengin, fakirin ne kadar merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu o zaman anlar. Yani zenginin de nefsine açlık çektirme mecburiyeti lazımdır ki, hakiki açlığın ne olduğunu anlayabilsin. O halde oruç sosyal hayatın tanzimi için de bir vasıtadır.

Zaman zaman kimileri ben fakir bulamıyorum ki bir sadaka vereyim, herkesi zengin görmekle yardım elini uzatmak istemeyenler var. Oysa herkes kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir.

Aç ve fakir insanları görmek isteyen varsa? Çöplüklerden ekmek toplayan,  sosyal yardımlaşma vakfı önünde bir kap yemek evine götürmek için sırada bekleyen, iş umudu ile gurbete giden, iş bulamayan, park ve sokaklarda aç bekleyen insanlara bakın,

Keza, onurlu insanların fırıncılara gizlice yaptıkları müracaat sayısına bakın. Fakir var mı, yok mu?  Kararı verin.

İnsanlar arası yardımlaşma ve dayanışmayı en güzel ifade eden Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmaktadır: ”Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.”  “Dicle kenarında kayıp olan bir hayvandan” kendini sorumlu tutan Hz. Ömer (r.a.) gene; ekmeği olmayan aç bir aile için “sırtına aldığı un torbası” hadisesi, bize sosyal adaleti, hayat-i içtimaiye de ki dayanışmayı, yardımlaşmayı ve güveni gösteren en güzel örnektir.

Sosyal yardımlaşma ve dayanışma öncelikle bireyin toplum karşısında sorumluluğunu bilmelidir. Hele Müslüman toplumu içerisinde yardımlaşmanın vasıtası olan zekât İslam’ın köprüsüdür, yardımlaşma onunla sağlanır. Hatta asayişi sağlayan zekâttır. Zengin zekâtını verdiği zaman, fakir de zengine karşı hürmetkâr olur. Yoksa “Ben tok olayımda, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!”derse o zaman fakir de zengine karşı kin ve adavet besler, zengini düşman görür, hatta asayişi bozmaya kalkar, memleket dahi huzursuz olur. Görüldüğü üzere sosyal adalettin garantisi ve huzurun temini için, zekât iyi bir vasıtadır.

Zekât İslam’ın şartıdır. Sadaka ise onun ziynetidir. Biri malın bereketine diğeri belanın def’ine vesiledir.

Ramazan ayın mübarekiyeti hürmetine memleketimizde son zamanlarda meydana gelen rahatsızlıkların bertaraf olmasını, barış, huzur, yardımlaşma ve dayanışmaya vesile olmasını dilerim. Saygılarımla,

 8.7.2013

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

www.NurNet.org